Kimdir

Muhammed bin Yusuf Itfeyyiş ve Himyânu’z-Zâd Adlı Eseri

Muhammed bin Yusuf Itfeyyiş ve Himyânu’z-Zâd Adlı Eseri: Bu tefsirin mülellifi Muhammed b. Yusuf b. isâ b. Salih Itfeyyiş el-Hafsî, el-Adevî, el-Vehbî, el-lbâdî el-Cezâiri’dir. Cezayir’de, Mizâb vadisinde bu­lunan Yescün’de 1236/1820 de doğdu. Orada kavmi arasında yetişti ve onlar arasında zühd ve takvası ile tanındı. Daha 16 yaşında iken tedris ve telif ile uğ­raşmaya başladı. Itfeyyiş memleketinde, fıkıh, tefsir ve edebiyat alanında kud­retli bir şahsiyet olarak tanınır. Siyasete de karışmış, memleketi için büyük va­tanperverlik göstermiştir. 1332/1914 senesinde doğduğu memlekette 96 yaşında iken vefat etmiştir. Geceleri dört saatten fazla uyumadığı ve onun bir servet mahiyetinde olan 300’e yakın telifi bulunduğu söylenir. Onlardan bazılarını şöylece zikredebiliriz:

Nazmu’l-Muğnî li İbn Hişâm: Beş bin beyittir.

Şerhu Kitabi’t-Tevhid li’ş-Şeyh Isâb Tebgûrîn: İlm-i kelamdaki en mühim eseridir.

Şerhu Kitâbi’I-Adl ve’l-İnsâf: Ebû Ya’kûb Yusuf b. İbrahim el-Vercülânî’nin eseridir. Usûlü fıkh’a aittir.

Vefâu’d-Damâne bi Edâi’l-Emâne: Üç cild hâlinde 1306’da taş basması olarak basılmış olup, hadise aittir.

Câmiu’ş-Şeml fi Hadisi Hâtem (hayr) ı’r-Rasûl: Bir cild hâlinde 1304’de Mısır’da taş baskısı yapılmıştır.

Şerhu’n-Neyl ve Şifâu’l-Alîl fi’l-Hibetî ve’l-Vasâyât: Mısırda 10 cild halinde basılmış olup, ibâdî fıkhına aittir.

Daha evvel tefsire dâir isimlerini zikrettiğimiz Teysiru’t-Tefsîr, Himyânu’z-Zâd ilâ Dâri’l-Maa’d, Dâu’l-Amel li Yevmi’l-Emel adlı eserleriyle, sarf, nahiv belagat, felek, aruz, şiir, va’z, ferâiz konularında pek çok eseri vardır. Ekserisi matbu değildir.

 

Tefsiri Ve Tefsirdeki Metodu

 

Itfeyyiş’in “Himyânu’z-Zâd ilâ Dâri’l-Maâd” adlı tefsiri, Haricîlerin ibâdiye kolu indinde mühim bir tefsir kaynağıdır. Fakat bu tefsir, bize ilk asırlardaki Haricîlerin tefsir durumunu aksettirmemektedir. Çünkü müellifi yakın zamanda yaşamış, kendi mezhebini tasvib eden veya etmeyen tefsir âlimlerinden çok sonra gelmiştir. Sonradan gelen müfessirlerin, önceden gelenlerden alma sünneti muhakkak cereyan etmiş, kısacası sonradan gelen, eskilerden istifade etmiştir. Itfeyyiş’in tefsiri de böyledir. O da kendinden önce gelen müfessirlerin eserlerinden, onların dava ve meşrebleri farklı olmakla beraber istifade etmiştir. O zaten mukaddimesinde bazı sözlerin, kıraatlerin, hadislerin, kıssaların ve selefin eserlerinin nakledildiğini söylemektedir. Âyetlerin bizzat tefsiri, müfessirlerin bazısını red ve bunlara cevaplar, söyleyenine nisbet edilmektedir. O bir âyete evvela kendi görüşü ile başlar, sonra Zemahşerî’nin ve Kâdi Beydavi’nin görüşlerine bazen muvafakat eder, bazen az da olsa her ikisine muhalefet ettiği yerler olur.

Bu tefsiri okurken, her sûrenin evvelinde, o sûredeki âyet miktarı, sûrenin Mekki mi veya Medeni mi oluşunu buluruz. Sonra sûrenin faziletini ele alır. Bunu teyid için de genellikle sûrelerin faziletleri hakkındaki mevzu hadisieri şâhid getirir. Sonra sihirbazların sözlerine benzer bir şekilde sürelerin faydalarından bahseder. Sonra âyetleri yeterince açıklar, nahiv, lügat ve belagat meselelerine dalar. Fıkhî meseleler ve fakihler arasındaki hiiafa yer verir. Mûtezile mezhebinin büyük tesiri ile ilmî kelâm meselelerine yönelir. Usûl ve kıraat ba­hislerini arzetmekten vazgeçmez. Şeriatın ve aklın teyid etmediği pek çok İsrâiliyâta da temas eder. Hz. Peygamberin zamanındaki gazvelerin tafsilatını zik­rederek konuyu uzatır. Daha sonra âyetin bir mezhebin görüşüne temayülü olup olmadığını belirtmeden geçmez, kör bir taassubla fâsid te’villere girişir. Bunlar öyle şeylerdir ki insan aklını unutmağa, düşüncesini bir kenara atmaya sevkeder. Artık kişi hatalı bir düşünce, boş bir akılla nevasının peşinde yürür. Kur’ân âyetleri hususunda, sahibinin yolunu göstermek için bu tefsirden bazı örnekler verelim:

İmânın hakikatini açıklamaya çalışırken, Bakara Sûresi’nin 2-3. “Bu doğru­luğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitaptır. Onlar gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan yerli yerince sarfederler” âyetlerini tefsir ederken şöyle dediğini görürüz:

“İmân, bütün itikad, ikrar ve amelin toplamına denir.

“Sonra devamla, “Bir kimse yalnızca itikadı bozarsa (ihlal ederse) veya onunla birlikte ameli de ihlal ederse, o kimse inkâr ettiği için müşrik olur. O, aynı zamanda kalbinde olmayanı izhâr ettiği için münafıktır da. Bir kimse sadece ikrarı veya ikrarlarla birlikte ameli ihlâl etse, kavmimize ve cumhurumuza göre müşriktir. Başka bir kısım da şöyle dedi: O kimse sadece ikrarı ihlâl ederse, Allah İndinde müslimdir, cennet ehlindendir, eğer ikrarla birlikte ameli ihlâl ederse, fâsık kâfirdir, nimete küfredendir. Eğer sadece ameli ihlâl ederse, bizim indimizde münafıktır, fısk ve dalâlettedir. Muhaddislerin mezhebine göre itikada, amelin ve ikrarın inzimam etmesi, onun bir rüknü olduğundan değil, onun tamamlanması bakımındandır. Biz diyoruz ki amel ve ikrarın itikad üzerine inzimamı bir rükündür. Her ikisi de onun mâhiyetinin cüz’üdür.”

Bakara Sûresi’nin 25. “İnananlar ve yararlı işler yapanları, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetle müjdele” âyetinin tefsirinde, ameli îmanın bir cüz’ü olarak görür, onsuz imanın tahakkuk edemeyeceğini savunur. Allah’ın imanı sâlih amel ile takyid ettiğini söylemektedir. Bir insan, varlığına ve hükümranlığına inanmadığı bir sultana nasıl hizmet edemezse, sahîh amel de faydalı bir bina gibidir, güneşten soğuktan, zararlardan koruyan bir gölgelik, bir muhafazadır. İmân bir temeldir, üzerinde bina olmazsa temelin faydası olmaz. Eğer insan binlerle temel bina etse ve o temeller üzerine bina yapamazsa, sıcak, soğuk ve diğer sebeplerle o temeller harâb olur. Müfred olarak imân zikredildiğinde, sâlih amel ile takyid olunur. Bu âyette de imanla sâlih ameli birlikte toplayanların cennetlere hak kazanacağı anlatılmaktadır.

Muhammed b. Yusuf Itfeyyiş, eserinde büyük günah işleyen kimsenin ce­hennemde ebedî kalacağı, bunun dışına çıkamayacağı hususunu Kur’ân’dan çı­karmaya çalışır. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 81. “Hayır öyle değil, kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler, cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler” âyetini tefsir ederken: “Seyyie, çirkin bir haslettir. Bu da büyük günahdır. Bu ister nifak isterse şirk olsun müsavidir. Günahta ısrar etmek de büyük günahlardandır. “Onlar cehennemliktir” ibaresi seyyienin kebire olduğuna delildir. Ayette geçen seyyieye, şirk manası verildiğini İbn Abbas’tan gelen bir rivayete dayanarak ve Hûd b. Muhakkem el-Huvvârî’nin de bu görüşte olduğunu zikrederek ifâde eder. Zira seyyie lafzı umumîdir. Onu umûm üzerine ham­letmek en uygun olanıdır. Kavmimiz büyük günah işleyenin ateşe gireceğini itiraf ederler. Büyük günah işleyenin cehenneme girişini şirk üzerine hasret­mediler. Onlar yine itiraf ederler ki, hulûd lafzı uzun müddet kalmaya itlâk olunur, isterse ebedî kalmak olsun, ister gayrı ebedî olsun müsavidir. Hulûd kelimesinin muvahhidler için uzun müddet kalış, şirk için ise ebedi kalış ifade ettiğini, bu kelimenin mecazî ve hakiki anlamlarında kullanıldığını söylemektir ki bu zayıftır. Ve yine “hatalarının kendisini kuşatması” gayra nisbet olunduğu gibi, şirk’e de nisbet olunursa da, gayra nisbet olunması daha uygundur. Zira şirk daha kuvvetlidir. “Hataları onu kuşattı”, onu günahlarına bağladığında, ona cehenneme girmek vâcib oldu, oradan da kurtulmasına imkân yoktur. Düşmanın kuşatması veya ateşin kuşatması veya hapis duvarı ile çevrilmiş olan kimsenin kurtuluşu  olmadığı  gibi  bunun  da  kurtuluşu  yoktur.   Bu  da  tövbe  etmeden ölmesiyledir.” demektedir.

Eserin müellifi fırsat buldukça, ehlisünnetin, “Mü’minlerden büyük günah işleyen kimse masiyeti miktarınca cehennemde azab görür, bundan sonra cennete girer” şeklindeki sözleriyle alay etmektedir. Meselâ “Bakara Sûresi’nin 4. “Onlar sana indirilen kitaba, senden önce indirilenlere de inanırlar, ahirete de yalnız onlar kesinlikle inanırlar” âyetinin tefsirinde,

Milleti Hanifiyyeye mensûb olduklarını söyleyen bir takım kimseleri görürüz ki onlar, “belirli günlerden başka asla bize ateş dokunmayacaktır” diyen Yahudilere benzerler, diyerek, ehlisünnetin bu görüşü ile alay etmekte ve onları küçümsemektedir.

Tefsir sahibi, afv ve mağfiret âyetlerini “Büyük günahları Allah ancak ondan tövbe edildiği ve vazgeçildiği takdirde mağfiret eder” sözünü söyleyen kendi mezhep mensuplarına hamletti.

“Büyük günah sahibi tövbe etmese de Allah tarafından mağfiret edilebilir” şeklinde konuşan Eş’arilere hücum eder.

Bakara Sûresi’nin 284. “…İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah her şeye kadirdir” âyetini tefsir ederken şöyle der:

Bu âyette bizim gayrımızdakilerin zannettikleri gibi, tövbe etmeden ölen büyük günah sahibinin mağfiret olunacağına cevaz veren bir delil yoktur. Bir hadiste, günahlarında “ısrar edenler helak oldu” buyurulmaktadır.

Keza, Âli İmrân Sûresi’nin 129.“Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, merhamet edendir” âyetinin tefsirinde,

“Tövbe etmeyi kendisine muvaffak kıldığı kişiye mağfiret eder. Tövbeye muvaffak kılmadığı kişiye de azab eder. Muti olan kimseyi azablandırmak hikmetinden olmadığı gibi, isyanda ısrarlı olan kişiye de merhamet etmek onun hikmetinden değildir. Allah zâlim olmaktan nefyedilmiştir. Muhsin olan kişiye iyiliklerinin karşılığı olarak noksan vermesi, günahkâra da ziyadelik yapılması zulüm addedilmiştir. Allah’a böyle bir şey atfetmek caiz olmaz.  Eş’ariler şu sözleriyle    buna    muhaliftirler: Bütün müşriklerin cennete, bütün  iyilerin cehenneme girmeleri caizdir. Onlar bu hususta hata ettiler…” demektedir.

Yine Zümer Sûresi’nin 53. “…Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü o, bağışlayandır, merhametlidir” âyetini tefsir ederken,

“Âyetten maksat: Allah’a isyan eden bir kimse için kendisinin mağfiret olunamayacağı ve tövbesinin kabul olunamayacağı zehabına kapılması caiz değildir. İbâdiyye mezhebinin ekserisinin görüşü budur. Kadî Beydavi ve diğerleri:

“Şirkin hâricinde olan şeyler tövbesiz de affolunabilir” dediler. Halkın meşhur mezhebi, Muvahhid tevbe etmeksizin ölürse, affı umulur, O dilerse günahı mikdarınca onu azablandırır ve cennetine sokar, dilerse onu affeder. Mezhebimize göre ise: Tövbe etmeksizin büyük günahla ölen bir kimsenin, affı umulmaz, der ve bu konuda mezhebinin görüşünü aksettirir.

Muhammed b. Yusuf İtfeyyiş’e göre, şefaat, muvahhidin gayrı için ve büyük günah işleyenlere vâki olmaz. Bu görüş açısından müellif şefaat âyetlerine an­cak mezhebi ile ittifak eden yönlerinden bakar. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 48.

“Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun” âyetini tefsir ederken ve yine aynı sûrenin 123. ve En’âm Sûresi’nin 158. âyetlerini tefsir ederken, büyük günah işleyenlere şefaatin olamayacağını ispat etmeye çalışır.

Bu tefsirin müellifine göre Yüce Allah’ı görmek, caiz değildir. Mutlak olarak böyle bir şey vâki olmamıştır. Rü’yet âyetlerinin tefsirinde bu hususu açıklar. Ehlisünnet’in, rü’yetin ahirette Mü’minler için vuku bulacağına, dünyada cevazına dâir görüşlerini reddeder. Bakara Sûresi’nin 55. “Ya Musa, Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız… demiştiniz de gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı” âyeti etrafında, bu husustaki rivayetleri görürüz.

Keza, Nisa Sûresi’nin 153. “Ey Muhammed, kitâb ehli, senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Musa’dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve “Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümlerinden ötürü onları yıldırım çarpmıştı…” âyetinin izahında, onlar teşbihi gerektiren, Allah’ı görmek istediklerinde zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı… Eş’arilerd de, onları yıldırım çarpması, imanlarını görme şartına bağladıkları ve imandan imtina ettikleri içindir. Yoksa Allah’ı görmek istediklerinden değildir, dediler. Bu görüş âyetin zahirine muhaliftir. Zira görmek, mahlûkatın sıfatından olan mekân, yön, terkib, girme, inme, renk ve daha diğer şeyleri oluşturur. Halbuki söylenen bu söze, Yüce Allah’ın En’âm Sûresi’nin 103.

“Gözler onu görmez, O, bütün gözleri görür” âyeti delil olarak yeterlidir. Eş’ariler, delil yönünden mağlub olunca “Onun nasıl olduğunu bilemeyiz, ama görmek mümkündür” dediler.

Haricîleri ve müellifimizi bazen Mutezile tesiri altında görürken, bazen de bazı meselelerde onlara muhalefet ettiği görülür. Meselâ, kulların fiillerinin hepsi Yüce Allah’ın irâdesiyledir; kul fiillerini kendisi yaratmaz. İşte bu meselede Mûtezile’nin görüşünü kabul etmez ve onları reddederler. Meselâ, En’âm Sûresi’nin 107. “Allah dileseydi puta tapmazlardı. Seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de değilsin” âyetini açıklarken, eğer Allah onların kendine şirk koşmalarını dilememiş olsaydı, Allah’a hiçbir şekilde şirk koşamayacaklardı. O halde âyet onların şirk koşmalarının Allah’ın iradesi ve meşietine bağlı olduğuna delalet etmektedir. Burada Mûtezile’nin

“Allah âsinin mâsiyetini murad etmez” görüşü reddedilmektedir. Onlar zannettiler ki âyetin manası

“Allah dileseydi onları şirk koşmamaya zorlardı” şeklindedir. Hakikatte mâsiyet âsinin ihtiyarı ile birlikte Allah’ın irâdesi ve meşiyyeti iledir. Cebir yoktur. Onun kötülüğü ve ona ceza verilmesi ve ondan nehyolunması, bundan dolayıdır.

Müellif yine Zümer Sûresi’nin 62. “Allah her şeyin yaratanıdır” âyetinin izahında da diyerek, imân, küfür, hayır ve şer, dünya ve âhiretteki her şeyin Allah tarafından yaratıldığını, ifade etmektedir.

Muhammed b. Yusuf İtfeyyiş’in, te’vili yapılabilecek müteşâbih âyetler üze­rinde durduğunu, zahiri ile amel edenleri ayıpladığını müşahede etmekteyiz. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 210.

Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah’ın azabının ve meleklerin inip, işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah’a dönecektir” âyetini tefsir ederken,

“Onlara bulut gölgeleri içinde Allah’ın azabının gelişi, ibaresinde muzafın hazfedildiğini, bunun “Allah’ın emrinin gelişi” şeklinde bir manası olduğunu, buna delil olarak da Nahl Sûresi’nin 33. “Onlar kendilerine yalnız meleklerin veya senin Rabbinin gelmesini mi bekliyorlar” âyetinin bulunduğunu belirtmektedir. Hülasa olarak: mezhebimize ve şu mezhebe – ki Mutezile ve bu görüşe muvafakat edenler kastediliyor – göre âyetin zahirinden Allah’ın ken­disiyle vasfının caiz olduğu bir şekli te’vili gerekir” demektedir. Keza Mâide Sû­resinin 42. âyetini tefsir ederken, Eş’arilerin bu âyeti te’vil hususunda Allah’a tefviz etmelerini tenkid etmektedir.

Yine A’râf sûesinin 54. “Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden…” âyetini açıklarken, diyerek “İsteva” kelimesinin kudreti, galebeyi, kuvveti ve dilediği gibi tasarrufu, “arşın” ise büyük bir cisim olduğunu ifade eder. Mezhebimize, Mutezile mezhebine ve Ebû’l-Meâlî ve diğer değerli mütekellimlere göre, arş azametinden dolayı “istilâ” lafzı ile birlikte zikredildi demektedir.

Müellifimiz tam bir açıklıkla tefsirinde sûfî rivayetleri de ele alır. Bunları kabullenmekten ziyade, söyleyenlere hamlederek, onları tenkid eder. Onların kabul edilebilme şartlarını ortaya koyar. Meselâ, Bakara Sûresi’nin 3, “.. kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler” âyetini tefsir ederken, kendince makbul olabilecek sûfî tefsiri, kabul edilmeyecek yönlerini söylemek suretiyle açıklamaktadır. “Mana zahire muhalif olup, zorlama taşırsa, Arap dili ve üslûbuna uymazsa, o tefsiri yapanı ma’zur görmem, şahadetini kabul etmem. Ona buğz etmekle ve ondan beri olmakla Allah’a yaklaşmış oluruz, demek suretiyle bu tefsirler hakkındaki görüşünü açıklamaktadır.

Hz. Ali’nin imameti hususundaki Şia’nın istidlallerini kabul etmez. Meselâ, Mâide Sûresi’nin 55. “Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden Mü’minlerdir.” âyetini açıklarken, Şia’nın âyetten ihticaclarını yalanlar: “…Şia zannetti ki imân edip namaz kılanlardan rüku edenlere kadar olanlardan murad edilen, Ali b. Tâlib’dir. Onlar “rüku edenler” cümlesi “zekât verenler”in “vavından” haldir, diyorlar, dedikten sonra “Aslolan çoğul lafzının, tekil üzerine ıtlak edilmesidir. Burada aslolan umumîliktir. Şia âyetteki “velî” lafzından muradı işleri yürüten, tasarrufa müstahak olan manasına almakta ve bu âyeti Ali’nin imametine delil getirmektedir. Halbuki böyle bir anlayış, delilsiz bir tekellüftür.

Muhammed b. Yusuf Itfeyyiş, Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında geçen tahkîm meselesinde akidesinin tesiri altında kaldığını, tefsirinde gösterir. Kendi fikirine zıt olan ve muhaliflerine dayanak olabilecek âyetlerden kaçar. Meselâ, Nisa Sûresi’nin 35. “Karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden de bir hakem gönderin…” âyetini tefsir ederken, müellif şöyle demektedir:

“…Bu âyette, tahkîmin cevazına delil yoktur. Buradaki, karı-koca arasındaki durumdan gizli olan şeyin hakemler vasıtasıyla ortaya kon-masıdır. İki fırkadan birinin bâtıl olduğu anlaşıldıktan sonra, Allah’ın onunla kıtale hükmetmesi se­bebiyle, Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasındaki hakem olayı, yukarıdaki meseleye muhalifdir. Üstelik karı-koca arasındaki meselede maksat ıslahıdır, mücerred olarak hakkı açıklamak değildir.

Keza, Hucurât Sûresi’nin 9-10. âyetlerini tefsir ederken, tahkîm meselesiyle ilgili olmadıkları üzerinde durur ve buradaki Mü’minden kastedilenin her şeyi ye­rine getiren “müveffî” olmadığını, bunun muvahhid olduğunu kaydeder.

Müellif tefsirinde Hâricîliğin şan ve şerefini yüceltir Hz. Osman ve Hz. Ali’nin kadr ve kıymetini aşağılamağa çalışır. Meselâ, Âl-i İmran Sûresi’nin 105-106. âyetlerini tefsir ederken, müfessirlerden bu âyetler hakkında “ayrılanlar ve ayrılığa düşenler” tahkîmi kabul eden, Ali’ye karşı çıkanlardır, diyenleri ayıplayarak “Hakemeyn işi, âyetin nazil olduğu zamanda olmadı. Belki bu, Ali’nin imamlığı zamanında oldu. “Teferrekû ve ihtelefû” ikisinde de mazi sigasiyledir. İstikbâle sarfına ve adı geçen kimseleri tayin ettiğine dâir, delil yoktur. Belki âyet onların samîmi olduklarına delâlet eder”, diyerek yukarıdaki görüşü reddetmektedir. O, Tevbe Sûresi’nin 39. “Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azabla azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir” âyetinin izahında da, Hz. Osman’ın Tebük gazvesinde malını harcamak suretiyle Allah’ın Elçisi’ni koruması ve Allah’ın dinine yardım etmesi işine adetâ ehemmiyet vermemekte ve görmezlikten gelmektedir.

Keza, Kehf Sûresi’nin 103-106. “Ey Muhammed, size amelce en çok kayıbta bulunanları haber verelim mi, de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. Bunlar, Rabblerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlara değer vermeyeceğiz. İşte onların cezası, inkârlarına Peygamberlerini ve âyetlerini alaya almalarına karşılık olarak, cehennemdir” âyetlerini tefsir eder­ken şöyle der:

“Ali bunların Harûra ehlî olduğunu zannetti. Onlar kendisine karşı çıkan Müslümanlardı. Onlar hüküm Allah’ındır deyip, tahkîme rıza göstermeyenlerdi. İbnu’l-Kevvâ ona sordu. O da:

“Harûra’dan olanlar da onlardandır” dedi.

“Onlar müşrik midir?” diye sordu. Cevap olarak,

“Hayır” dedi. Yine ona, onlar

“Münafık mı?” diye soruldu. Cevap olarak,

“Hayır onlar münafık değildir, belki kardeşlerimizdir, fakat onlar bize isyan etmişlerdir” dedi. Bu hatalıdır, ibare buna şehâdet etmektedir. İnsan, Mü’min, müşrik, ve münafık olmaktan başka bir durumda olamaz. Şirk ve nifak Harûra ehlinden nefyedildi, o halde onlar Mü’minlerdir.

Mü’min de, Mü’min olduğu takdirde bağy ile vasıflandırılmaz. Kim ki “bağî” olur hak yolundan çıkarsa nifak hududu içine dâhil olur…”

Nûr Sûresi’nin 55. âyetini açıklarken, Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’nin hilâ­fetlerini ele almakta; Osman ve Ali’nin imâmetlerindeki noksanlıkları saymakta ve onları imamete lâyık görmemektedir.

Himyânu’z-Zâd’ın müellifi, eserinin birçok yerinde kendini ve kendi fırkasını medheder. Bu mezhebin ehli imân ehli sıdk olduğunu ve kendilerinin sağlam bir dînî inanca ve doğru bir düşünceye sâhib olduklarını söyler. Düşmanlarının ise, delâlet, bid’at ve hata içerisinde olduklarını savunur. Meselâ, Bakara Sûresinin 170. “Onlara, Allah’ın indirdiğine uyun, denilince, hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız derler…” âyetini tefsir ederken şöyle der:

“Ey muhatap hak olan şey Kur’ân ve sünnettir. Bir de bunlara muhalif olmayan asardır. Kim ki bunları ikâme ederse (tatbik ederse) Müslüman cemaati odur. İsterse tek olsun. Zira o, Hz. Peygamber, sahabenin, hidâyete ermiş tabiilerin ve bütün hidâyete erenlerin naibidir. Buna muhalefet edenler ise, bid’at ve delâlet sahibidir. İsterse kalabalık olsunlar. 1279 senesinde talebeler için ders takrir ederken bu, içtihadla bana zahir oldu. İşte ibâdî vehbî olan mensuplarımız Müslüman cemaatıdır ve sünnet ehlidir. İnsanlar arasında az olsalar bile. Zira onlar tevhid işinde, kelâm ilminde, velayette, tebriede ve usûl’de diğerleri dışında isabet eden kimselerdir”.

Keza, Hûd Sûresi’nin 112. “Ey Muhammed, sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşın gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür” âyetini açıklarken,

“Ey Muhatap, bil ki şu muteber mezhebleri, mezhebimiz olan İbâdiyye, Şafiî, Mâliki, Hanefi ve Hanbeii mezheblerini menkûl ve ma’kul yönleri ile araştırdım. Tevhid ve sıfat ilminde mezhebimizden gayrisini doğru olarak göremedim. Mezhebimiz teşbih ve ta’tilden hâli olup doğru olandır…” demek suretiyle, İbâdiyye’yi methetmektedir.

İşte ibâdi müfessirimiz ve işte yanlış bir akidenin savunması ve fâsid bir mezhebin taassubu ile doldurduğu tefsiri… Bütün bunlardan sonra o, görüldüğü gibi Mûtezile’nin bazı akideleriyle aynı paralelde olmaktan kurtulamamıştır. Aynı şekilde, Haricîlerin mezheplerini desteklemek ve insanlar arasında tutundurabilmek için uydurdukları hadislerden de salim kalamamıştır.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler