MUHAFAZAKARLIK
Sözlük anlamıyla
muhafazakârlık, birşeyi korumak demektir. Kelime, gündelik dilde çeşitli
anlamlarda kullanılırken, siyasi ve sosyolojik bir anlamda kullanılması pek
eskiye dayanmaz. Siyasi literatüre girişi Avrupa’da XIX. yüzyılın ilk yarısına
rastlar. Orford sözlüğünün verdiği bilgilere bakılırsa, muhafazakâr kelimesi ilk
defa 183O’da, kavram olarak muhafazakârlık da 1835 yılında kullanılmaya
başlanmıştır. Kültürel ve sosyolojik anlamıyla var olanın korunması, elde
tutulması demek olup sosyal değişme gözönüne alındığında, değişmeden yana
olmayan toplumsal bir tavır olarak yeni bir anlam kazanır. Elbette bu sosyal ve
kültürel tanımın genel siyasal bir yansıması da var. Nitekim kendini muhafazakâr
olarak kabul eden ve siyasi görüşlerini bu kavram içinde tanımlayan bir kimse
mevcut sosyal yapıya paralel olarak, siyasi ve ekonomik sistemin de devamını,
korunmasını savunur, onun şu veya bu şekildeki değişmeye uğramasına karşı
çıkar. Bu tanım kavrama siyasi literatürde yer alan sağcılıkla da yakın bir
akrabalık kazandırır.
Muhafazakâr,
değişmeden yana değildir, dolayısıyla tarih içinde ve geleneğin kuvvetli
etkisiyle oluşmuş değerlere yaslanma, onları değişmenin ortaya çıkardığı
normlara, yeniliklere karşı savunma ihtiyacını duyar. Burada tarih ve gelenek
karşısında ilginç, daha doğrusu paradoksal bir tutum sözkonusudur. Çünkü
muhafazakâr, tanım gereği varolanın, mevcudun korunmasını istediği ve
savunduğu için, tarihin kendi dönemine göre daha eskiye, köklü ve derin
geçmişine uzanan ve oradan gelen bir takım değerleri ve normları da karşısına
almak zorundadır. Çünkü kimi değerler oldukça kadim bir geleneğin, yeni bir
dil ve anlatımla ortaya konulması ve mevcuda
karşı kullanılmasıdır.
Bu etkinlik de muhafazakârın tavrına aykırıdır. Bu da gösteriyor ki, eski
olsun yeni olsun, muhafazakârı temelde rahatsız eden statükonun herhangi bir
değişikliğe uğrama tehdidir.
Değişme olgusunun
muhafazakârı rahatsız etmesinin önemli nedenleri vardır. Bunlar herşeyden önce
zihnî algılama biçimiyle yakından ilgilidir. Muhafazakâr, şu veya bu şekilde
oluşmuş şeyin iyi, doğru, güzel, ahlâki ve mümkün olanın en sağlıklı biçimi
olduğunu kabul etmeye yatkın bir algılama tarzına sahiptir. Eğer mevcut olan
sürüp gidiyorsa ve oluşmuşsa, bu, uzun bir tecrübenin ürünü olarak gerçekleşmiş
demektir. Her gün yeni bir şeyi tecrübe etmeye kalkışmak, beraberinde
istikrarsızlığı ve tehlikeleri de getirir; bu da toplum hayaünı ve geleceğini
tehdit altına sokar. Bir bakıma bu zihni tutum, insanın alışkanlığa olan köklü
yatkınhğıyla da ilgilidir, tkinci neden statüko içinde kişinin işgal ettiği
sosyal, ekonomik yer, kazandığı konum, kendisine biçilen değer ve yüklenilen
fonksiyon da kişinin muhafazakâr olup olmamasına etki eden önemli etkenlerdir.
Eğer kişi, içinde yaşadığı toplumda saygın bir yere sahipse, sosyal, siyasal ve
ekonomik birtakım ayrıcalıktan elinde bulundurup bunlardan gerektiği kadar
yararlanabiliyorsa, onun muhafazakâr davranmasını haklı ve makul kılan
nedenler vardır. Bu, başkaları açısından böyle olmasa bile, kendisi için
anlaşılır nedenlerdir.
Değişme bağlamında
muhafazakârlık olgusunu sosyal ve ekonomik gelişmelerle tercüme edecek olursak,
iki ömek verebiliriz, tiki şehirleşmenin giderek insan hayatını eskisine
oranla daha çok ve yoğun olarak etkilemesi, diğeri teknolojik veya ticari
gelişmelerin kaçınılmaz kıldığı değişmeler.
Bir ülkenin kırsal
kesiminde yani köy veya kasabada yaşayan insanlar, bazı önemli nedenlerle
bulundukları yerden büyük şehirlere göç ettiklerinden kendi hayatlarında
kaçınılmaz bir değişim meydana gelir. Kendileri dışında oluşmuş, gelişmiş, kurulmuş
büyük şehir hayatı ile, geleneksel köy hayatının gerekli kıldığı sosyolojik
davranışlar birbirine yabancı olduğundan, çok geçmeden bir çatışma başgösterir.
Bu, tersi yönden bir köyün yakınında büyük bir sanayi tesisinin kurulması,
barajın yapılması şeklinde de olur. Nitekim özellikle yüzyılımızda gerek
Asya’da, gerekse Afrika’da benzer maddi ve sosyal değişme olgularının
doğurduğu sorunlar sosyal bilimlerin belli başlı konulan arasında yer almıştır.
Bu durumda kişi veya aile geleneksel durumunu, toprağa bağlı gelişmiş hayat
tarzını olduğu gibi koruyamaz, kaçınılmaz olarak bir takım değişmelere uğrar.
Yine bunun gibi,
üretim tekniklerinden meydana gelen köklü değişiklikler, üretime giren buluş ve
icatlarda insanların ekonomik hayatlarım, üretim tarzlarını değişikliğe
uğratır. Eskiden el sanatlarıyla geçinen, evde üretim yapan aileler, sözgelimi
el dokumacılığıyla geçimini temin edenler fabrikasyon üretim ve trikotajın
ekonomiye karışmasıyla, geleneksel işlerini kaybederek ya kendilerine yeni bir
geçim bulur veya aynı mallan değişik tekniklerle üreten fabrikaya gider, kol
işçisi olur. Toprağın başlı başına bir değer olduğu, zenginlik kaynağı teşkil
ettiği fedolitenin yerini, ticari ve sınai kapitalizmin almasıyla
aristokratların ve kilise adamlarının gösterdikleri tepki, bir sınıfın kendi
sosyal ve ekonomik konumunu kaybetmekle karşı karşıya kaldığında
gösterdiği muhafazakâr
tepkiye örnek olması bakımından ilgi çekicidir.
Ana esprisiyle benzer
bir olayın Hz. Mu-hammed (s.)’m tebliği karşısında Mekke aristokratlarının
gösterdiği şiddetli tepkide de yaşandığını gözleyebiliriz. Kur’an’ın açık
ifadesiyle o günün müşrikleri Hz. Pey-gamber’e: “Eğer biz sana uyacak
olursak, yerlerimizden, mevkilerimizden hızla çekilip alınacağız”
diyorlardı. Çünkü tslamî tebliğ köklü birtakım sosyal, siyasal, ahlaki ve
ekonomik değişiklikler öneriyordu. Mekke’nin ve gencide Arap Yarımadasının
köleciliğe dayanan hayatında köleler, başkalarının mutlak hizmetçileri değil,
sorumluluk sahibi, eşit ve onurlu insanlar olarak yeniden tanımlanıyorlardı,
tik tepkiler elbette köle sahiplerinden gelecek, buna bağlı olarak peygambere
de ilk olumlu cevabı köleler verecekti. Çünkü köle sahipleri o günkü durumun,
sosyal yapının muhafaza edilmesini istiyorlardı. Bu durumda mevcut düzenin
kendine bu sınıflardan muhafazakâr taraftarlar bulması anlaşılabilir bir şeydi.
Arap müşrikleri zaman zaman tarihin tanıklığına başvuruyorlardı, ama son
tahlilde, Peygamberin köklü değişiklik taleblerine eskilerin uydurma masalları
(esatir)na da karşı çıkıyorlardı. Bu ömek de gösteriyor ki, muhafazakâr, her
zaman geçmişin, tarihin değerlerine sahip çıkmaz, aksine mevcuda karşı bir
tehdit unsuru bulursa onları da reddeder.
Son olarak genci
ilkeler ile, bu ilkelere dayalı oluşmuş geleneksel değerler, sosyal kurumlar ve
davranışlar arasındaki ilişkiye de bir göz atalım. İlkeler ile kurumlar ve
bunların hayata geçmesini mümkün kılan sosyal yapılar arasındaki ilişki daima
bazı karışıklıklara yol açmıştır. Bu karışıklık aydınlığa kavuşturulmadan
muhafazakârlık olgusu da tam tanımlanamaz.
İnsanın tarihinde ve
hayatında öylesine değerler var ki, bunlar hayatiyetlerini her zaman ve mekanda
kaçınılmaz olarak sürdürürler. Sözgelimi ilim öğrenmek, ibadet etmek
İnsanoğlunun vazgeçilemez değerleridir. Kuşkusuz ilmin öğrenilmesi, ibadetin
yerine getirilmesi için zaman içinde birtakım araçlara ve kurumlara ihtiyaç
duyulmuş ve bunlar insanoğlu tarafından üretilmişlerdir. İlim Öğrenmek îslami
bakımdan ele alındığında, her müslüman erkek ve kadın üzerinde farzdır.
Geçmişte müslüman toplum bu sorumluluğu yerine getirmek için medrese, tekke vb.
kurumlar ortaya çıkarmıştır. Ancak kitap, hoca, kalem, mü-rekkeb ve medrese de
son tahlilde birer araçtırlar ve bunların bir arada yer aldıkları
organizasyonun toplamı ilmin öğretildiği kurumu meydana getirir. Şimdi biri
çıkıp da, temelde asıl amaç olan ilim öğrenme sorumluluğunu ikinci plana
iterek medresenin muhafazası mücadelesine girişirse, bu tutum tipik bir
muhafazakârlık olur. Çünkü toplumsal ve maddi gelişmeye paralel olarak
kurumlar da değişir, yenilenir, başkalaşım geçirir, ancak değişmeyecek olan insanların
ve toplumun ilme karşı duydukları temel ihtiyaçtır. Medresinin yerini zaman
içinde mekteb, okul, üniversite veya akademi ya da başka araştırma merkezleri
alabilir. Kurumun fikrî ve politik amacı önemli olmakla birlikte, temcide
önemli olan ilmin kendisidir. Muhafazakâr asıl olanı ihmal edebilir, arızî
olanı korumaya kalkışır. Bunun gibi insanın gündelik İbadetlerini yerine
getirmesi için bir mescide, bir camiye ihtiyacı var veya en azından bir
seccadeye. Ama bunların hiç birinin olmadığı durumlar da olabilir. Bu durumda
ibadet kaçınılmaz olarak kuruma bağımlı olmadığından ve mutlaka kurumun
bünyesinde gerçekleşme gibi bir zorunluluk taşımadığından Hristiyanlıktan
farklı olarak her temiz yerde ve uygun zamanda yerine getirilebilir. Nitekim
Peygamber efendimiz, “Bana yeryüzü mescid kılındı” buyurur. Oysa
Hristi-yanlıkta din kurumlaştığı ve kilise gibi kurumlara bağımlı hale
getirildiği için, bir hristiyan kilise olmaksızın kamil anlamda ibadetini
yerine getiremez. Bundan dolayı o kendini kilise kurumunu muhafaza etmekle
sorumlu tutar.
Özet olarak,
muhafazakârlık kavramının daha bir çok kelime ve kavram gibi, bize, Balı’dan ve
Batılılaşma yoluyla girdiğini, bizim Batı toplumunun Özel şartlarında görülen
bazı sınıfların içine düştüğü muhafazakârlık içine düşmemiz için geçerli bir
neden olmadığını söyleyebiliriz.
Ali BULAÇ Bk. Gelenek,
Gelenekçilik, Radikalizm