Sosyoloji Tarihi

Modern Sosyoloji Tarihi – Yirminci Yüzyıl

Modern sosyoloji: yirminci yüzyıl

Yirminci yüzyılda sosyolojik düşünce daha profesyonel ve teknik, özellikle daha akademik, uzmanlaşmaya yönelik ve üniversite temelli olmaya başlamıştır. Ansiklopedik bilgiye ve çok geniş bir bakış açısı ve pratik kavrayışa sahip otan Marx ve Weber gibi parlak şahsiyetlerin isimleri modern sosyolojide hâlâ öne çıksa bile, modern sosyoloji esas itibariyle üniversitelerde sürdürülen ve örneğin eğitim, gelişme, sapma ‘sosyolojiler’ine odaklanan uzman alt disiplinlere bölünmüş akademik bir meslektir. Bazıları soyut teoriler geliştirmeyi sürdürür­ken, modern bilgisayar teknikleri ve nitel analizler kullanan diğerleri tüm toplumsal hayat alanlarını sörveyler ve empirik araştırma biçim­lerine açmışlardır. Modern sosyolojiyi, öne çıkan bireysel düşünürler­den ziyade, sosyoloji okulları ve araştırma programları karakterize etmektedir.

Benzer şekilde, modern toplumu her yönüyle ele atan ve açıkla­maya çalışan kurucu babaların büyük boy teorileri yerini Robert Mer- ton’ın ‘orta boy teoriler’ adını verdiği şeye -yani, sosyolojide özel bir konu veya atana ilişkin daha sınırlı kavramlar ve açıklamalara- bırak­mıştır. Bu yaklaşımın örnekleri arasında Basil Bernstein’ın eğitimde dilsel kodlar düşüncesi ve Ray Pahtan kent idareciliği analizi yer alır. Amerika’da Chicago Okulu ve Almanya’da Frankfurt Okulu benzer bir teorik çerçeve kullanan sosyologlar grubunun birçok farklı toplumsal sorunu analiz etmeye çalıştığı ekip yaklaşımının örnekleridir.

Modern dönemde büyük boy teorilerdeki bu azalışın büyük istis­nası Talcott Parsons’ın yapısal-işlevselciliğidir. Adından da açıkça anlaşılacağı üzere, bu yaklaşım oldukça teknik ve çok soyut bir top­lumsal düzen ve değişme teorisidir. İlham kaynağı Simmel, Weber ve – özellikle Durkheim gibi AvrupalI düşünürler olsa bile, Parsons’ın şeması Amerikan sosyolojisinin Batı sahnesine çıkışını temsil eder ve Anglo-Amerikan sosyoloji 1940’lar ve 50’lerde Amerika’da olduğu kadar başka yerlerde de etkili olmuş ve çoğu sosyoloji yapısal- işlevselciliğin hâkimiyeti altına girmiştir. 1960’larda ‘yeni’, daha radi­kal sosyolojilerin ortaya çıkışı, bir ölçüde, yapısal-işlevselciliğin teorik ‘prangalarından kurtulmaya, Marx ve VVeber’in büyük düşüncelerine dönerek sosyolojiyi canlandırmaya yardımcı olmuştur.

Ondokuzuncu yüzyıl Sanayi Devrimi çağıyken, yirminci yüzyıl te­mel ekonomik, siyasal ve toplumsal değişmeler, isyanlar ve krizler çağıydı -iki Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Komünizmin yayılması, Almanya, İtalya ve İspanya’da faşizmin yükselişi, Hitler, Stalin ve tota­liter devletin gelişimi, Soğuk Savaş ve Nükleer Silâhlanma Yarışı, 1930’lar ve 70’lerdeki iki Büyük Çöküntü ve ekonomik depresyonlar, büyük Avrupa imparatorluklarının çöküşü, milliyetçiliğin yayılması, siyaset ve ekonomi dünyasında Üçüncü Dünya ülkelerinin ortaya çıkışı. Bu tür sorunlar birçok sosyolojik teoriye ilham kaynağı oldu ve onları biçimlendirdi: sözgelimi, Gunder Frank’ın Birinci ve Üçüncü Dünya Ulusları arasındaki mevcut bağımlılık ilişkilerine ve C.W. Mills ve Pahl’ın modern devletin ‘birleşik’ gücüne ilgisi. Bu düşüncelerin temelinde modern kitle toplumunda bireyin durumuna ilgi, hatta belirli bir korku -bireyin bastırıldığı, yabancılaştırdığı ve güdümlen- dirildiği korkusu- yatar: bu korku Frankfurt Okulu’nun ‘Eleştirel Teo- ri’sinde ve Chicago Okulu’nun kentli insanın kötü durumunu ayrıntı­larıyla ortaya koymayı hedefleyen iç-kent araştırmalarında kolayca gözlenebilir. Benzer şekilde, 1960’lardaki çoğu düşünce bu dönemde Britanya, Amerika ve Avrupa’daki öğrenci isyanlarından etkilenmiş ve devrimlere ilham kaynağı olmuştur -ve bu ayaklanmalar yurttaşlık haklarına, ‘azınlıklar ve bastırılan gruplar’ın hakları ve özgürlüklerine ilginin giderek artmasına yol açmıştır. Sosyolojik literatürde Siyahlar, kadınlar ve eşcinseller ya yeni ‘aşağı sınıflar’ olarak işçi sınıfının yerini almış, ya da aksine yeni radikal değişme veya sosyal reform teorileri, Ralf Dahrendorf un ‘çatışma teorisi’ ve feministlerin ‘ataerkillik teorisi’ gibi yaklaşımlar tarafından işçi sınıfının üyeleri olarak alınmışlardır.

Ancak, modern sosyolojiyi anlamanın en iyi yolu, onu daha ziyade bir tartışma -ya çağdaş teorisyenlerle ya da kurucu babalarla bir tartışma, genelde sosyolojinin veya özelde sosyolojik alt disiplinlerin nasıl ilerlemeleri ve gelişmeleri gerektiği konusunda bir tartışma- olarak görmekten geçer. Örneğin, genelde Batı sosyolojisi, özelde Anglo-Amerikan sosyoloji 1930’larda ve daha çok İkinci Dünya Sava­şından sonraki dönemde yapısal-işlevselciliğin damgasını taşırken, 1960’larda ve 70’lerin başında bütün sosyolojiyi etkileyen teorik bir devrim yaşandı. Daha genç, daha radikal sosyologlar. Batı toplu- mundaki şiddet ve çatışmaları, caddelere protesto için dökülen öğ­rencilerin, Siyah güç, kadın hakları ve çevreci grupların mücadelele­rini açıklayabilecek daha dinamik teoriler ararken yapısal- işlevselciliğin muhafazakâr kabuğunu kırdılar. Bazıları Marx ve We- ber’in çatışma temelli düşüncelerine döndü (sözgelimi, Castells, Rex ve More, Pahl), bazıları da sosyolojik kuruluşa, işlevselcilik ve poziti­vizmin egemenliğine karşı çıkmak için farklı fenomenolojik yaklaşım­lar kullandılar (örneğin, sembolik etkileşimcilik, etnometodoloji). Sonuçta, etiketleme teorisi, gelişme sosyolojisi, kent sosyolojisi, neo- Marksizm ve yeni-Weberci düşünceler gelişti. Böylece, bir bilim ola­rak sosyoloji tartışması ve bireyler, küçük gruplar ve kişisel ilişkiler üzerine teoriler ve araştırmalar canlandı. Ancak bu itirazlar sadece eskiye karşı olmakla kalmayıp, güç ve sayı bakımından gelişen erkek kuruluşa feminist saldırılar kadar, kadınların erkeklere meydan oku­malarını da içeriyordu. Sosyologlar ‘kurucu analar’dan asla söz et­mezken, feministler insan ırkının yarısının hiçbir sosyolojik perspek­tifte fiilen görünmemesine ışık tuttular. Basitçe, erkek sosyologların kendi cinsleri kadar kadınları da temsil ettikleri varsayılmaktaydı. Feministler toplumsal cinsiyet ve ataerkillik konusunu sosyolojik gündeme taşımak için şartları zorladılar ve ‘kadın araştırmaları’nı kabul gören bir sosyoloji alt disiplini haline getirdiler. Erkek sosyolog­ların toplumsal cinsiyetle ilgili sorunları analizlerine ne kadar taşıya­bildikleri halen büyük bir tartışma konusudur.

Bu tartışmalar tüm sosyolojiyi ve özel alt disiplinleri işgal etti: sözgelimi, Bryan VVilson ve David Martin arasındaki ‘dinsel alanda lâiklik tartışması’, Rostovv ve Frank arasındaki Üçüncü Dünya’daki gelişmeler üzerine tartışma ve T.S. Kuhn’un geleneksel bilim ve bilgi anlayışları eleştirisi. Bütün bu tartışmalarda önemli olan husus, bu yeni düşünceler arayışında genç sosyologların kurucu babalara yö­nelme dereceleridir. Durkheim, Weber ve özellikle Marx yeniden sosyolojik düşünce ve tartışmanın merkezine taşındı. Hiçbir teorik perspektif yapısal-işlevselciliğin 1930-1970 dönemindeki egemen konumuna ulaşamasa da, Marksist düşünceler 1970’lerde ve 80’lerin başlarında kesinlikle artmıştır. Marksizm kesinlikle sosyolojik düşün­ceyle sınırlı kalmamış, sosyal bilimler ve insan bilimlerindeki düşün­celeri etkilemiş ve hatta edebiyat, sanat ve bilim gibi alanlara kadar yayılmıştır. Aynı şekilde, Marksizm sadece tek bir ortodoksiye sahip olmamış, her zaman yoğun, çoğu kez keskin tartışmalar ve yeniden- yorumlar boy göstermiştir. Marx, kendi döneminde bile, bazı izleyici­lerinin düşüncelerini yorumlama biçimlerine itiraz etmek için, ‘Sanı­rım, bir Marksist değilim’ demek zorunda kalmıştır. Onun yazılarının tamamlanmamış ve çok kompleks doğası, Engels’in bu yazılara ilişkin popüler yorumları ve gerçek dünyanın sürekli değişen doğası nede­niyle, Marx’ın teorisinin geçerliliği konusundaki tartışmalar yüzyıl önce olduğu kadar günümüzde de büyük bir güçle devam etmekte­dir. Ondokuzuncu yüzyıl sosyolojisinin büyükçe bir bölümü ‘Manc’la tartışma’ olarak gelişmesine rağmen, Manc’ın ölümünden sonraki erken Marksist dönem onun adına bir tartışma, onun tezini, özellikle tarihin temelini oluşturan ekonomik yasalar ve devrimlerin gelişi­minde bireyin rolün üzerine tezini geliştirmeyi amaçlayan bir tartış­maydı. Marx’ın yirminci yüzyıla mirası, sonraki yazılarındaki ekono­mik determinizm ile bireye, insan bilincine ve onun değiştirme kapa­sitesine odaklandığı erken Hümanist dönem arasındaki temel ve açık çelişkidir. Engels’in yönlendirdiği ortodoks Marksistler kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığını ilân ederken, Hegelci Marksistler bireyin kendi tarihini yapma potansiyelini öne çıkarmaya çalıştılar. Bu yir­minci yüzyıl Marksizm geleneği -hümanizm- Georg Lukâcs’ın çalış­masına kadar götürülebilir ve onun çalışması -büyük ölçüde orto­doks Marksizm’in esneklikten uzak kibrine ve Rusya ve Doğu Avru­pa’daki sosyalist devrimlerin yarattıkları yıkımlara tepki içindeki— eleştirel teori ve Frankfurt Okulu aracılığıyla bir patlama yaratmıştır: 1920’ler ve 30’larda etkili olan bu düşünce okulu Nazi Alman­ya’sından kaçmak zorunda kalan ve Batı kapitalizminin asıl merkezi Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden teorisyenlerden oluşmaktay­dı. Frankfurt Okulu’nun, Antonio Gramsci, Louis Althusser, Harry Braverman ve Jurgen Habermas’ın düşüncelerini araştırırsanız, mo­dern Marksizm’in bazı gelgitlerini, olayların akışının bu akımın yazarı ve otorite kişisi Kari Marx’ın özgün düşünceleriyle çeliştiğini ve bu düşüncelerin kimi durumları açıklamakta zorlandığını görebilirsiniz: bu gelişmelerden en dikkat çekici olanı, devrime kalkışmaktan ve kapitalist devleti yıkmaktan uzak olan modern işçi sınıfının artık sos­yolojik sahneden tamamen kalkması veya kalkar görünmesidir.

Bir akademik gelenek olarak ve bir toplumsal değişme, hatta dev­rim projesi olarak sosyoloji, Avrupa’da doğmasına rağmen, 1920’ler, 30’lar ve 60’larda Amerika’da gelişmiş ve erginliğini ispatlamıştır. Avrupa’nın Dünya Savaşı, kitlesel işsizlik ve faşizm gibi sorunlarla boğuştuğu bir dönemde Amerika kapitalizmin meyvelerini topladı ve özgürlükleri geliştirdi ve bu dönemde Avrupa ve Asya’yı hâkimiye­ti altına alan faşizm ve komünizmin ‘demir yumruklar’ı karşısında özgürlükler ülkesi olarak kaldı.

Avrupa sosyolojisini yüzyılın başında hâkimiyeti altına alan muha­fazakâr ideolojinin aksine, Amerikan sosyolojisi siyasal bir liberalizm ve bireycilik ortamında gelişti. Amerika zaten ‘Özgür Ülke’, ‘Bolluk Ülkesi’ydi. Avrupa’nın kısıtlamaları ve sınıfsal baskılarından, yoksullu­ğundan kaçan insanlar Amerikan rüyasına ulaşmak ve Amerikan kapitalizmi ve demokrasisinin sunduğu kendini bireysel olarak ifade fırsatlarına kavuşmak için bu ülkeye sığındılar. Toplumsal devrime değil sadece sosyal reformlara ihtiyaç vardı; kapitalizmin yerine sos­yalizmi geçirmeye gerek yoktu, sadece rekabetin sürdürülmesine ve

 

 

 

(en azından beyazlar için) insan haklarının sağlanmasına ihtiyaç var­dı. 1920’lerde Amerika için temel sorun tarihsel değişme değil, birey­ci bir ortamda düzenin sağlanması, kendi içkin rahatsızlıkları ve olumsuzluklarına rağmen kapitalizmin sürdürülmesiydi. Bu yüzden aşağıdaki sosyologlar Amerikan sosyolojisinin cazibe kaynaklarıydı:

  • Herbert Spencer ve evrimci sosyoloji; onun “en uygunun hayat­ta kalması” gerektiği düşüncesi ve toplumsal ilerlemeye olduğu kadar ahlâkî ilerlemeye de inancı Amerikan Püritanizminin ve Amerika’lıların seçilmiş bir halk oldukları duygusunun cazibe kaynağıydı. Spencer’ın sosyal Darvinizmle ilgili düşünceleri Wil- liam Sumner ve C.H. Cooley gibi teorisyenleri etkiledi, ancak iki Dünya Savaşı ve ardından yaşanan büyük çöküntü toplumsal ilerlemenin kaçınılmaz ve kesintisiz olduğu düşüncesini Ameri­ka’da sürdürmeyi imkânsız kıldı.
  • Georg Simmel ve onun kentsel yaşam ve kentli insan üzerine düşünceleri 1900’lerde Albion Small yönetiminde Chicago Oku- lu’nun ortaya çıkışında rol oynadı ve bu gelişimi hızlandırdı; bu okul daha sonra Robert Park ve çalışma arkadaşlarının 1920’ler ve 30’larda kentsel Amerika araştırmalarını biçimlendirdi. Geor- ge Herbert Mead (1863-1931) ve sembolik etkileşimci teori Chi­cago döneminde ortaya çıkan ve bir yandan Simmel’in etkile­şim konusundaki düşüncelerinden, öte yandan Mead’in bilinç konusundaki kavrayışlarından etkilenen diğer ana gelenekti. Bununla beraber, 1960’lar ve 70’lerde sembolik etkileşimciliğin filizlenmesi ve yayılmasını sağlayan Herbert Blumer ve çalışma arkadaşlarının yazılarıdır.
  • Durkheim ve Weber Talcott Parsons’ın düşüncelerine ilham kaynağı oldu ve böylece 1930’larda yapısal-işlevselciliğin geli­şimine temel oluşturdu. Parsons AvrupalI kurucu babaların dü­şüncelerini bir toplumsal eylem ve sosyal sistem teorisinin te­melleri olarak Amerikan sosyolojisine tanıttı; bu teori 1960’lar- daki çöküşüne kadar tüm Batı sosyoloji geleneğine hakim oldu.
  • Kari Marx: Talcott Parsons Durkheim ve Max VVeber’in daha ev­rimci ve liberal teorilerini benimseyerek Marx’ı reddederken, Frankfurt Eleştirel Teori Okulu Nazizm’in ve Sovyet sosyalizmi­nin yarattığı dehşet ortamının ardından Marksist teoriyi can­landırmaya çalıştı -onlar Nazi Almanya’sından kaçarak kapitalist Amerika’ya ve Columbia Üniversitesi’ne sığınmak zorunda kal­dılar. İronik olan, Marksist teorinin temel güç kaynağının, Doğu komünizminin diktatörlüklerinden kaçmak için Batı kapitaliz­minin ana merkezine taşınmak zorunda kalmasıdır. Eleştirel te­orinin hümanizmi, Max VVeber’den devraldığı liberalizmi ve sosyal bilimler metodolojisinin kullanıldığı oldukça akademik bir yaklaşımı benimsemesi Frankfurt teorisyenlerini Amerikan kuruluş için daha kabul edilebilir kıldı; hatta bu okul McCharthizm ve bu dönemin komünist avı yıllarında bile daha az bir radikal tehdit olarak algılandı. Amerikan Marksizmi’ni, ay­nı ölçüde, C.W. Mills’ın radikal “savaş-sonrası Amerikan toplu­mu” eleştirisi, onun Amerikan toplumunun tam merkezinde bir iktidar seçkinleri grubu, yani her parçası Amerika’nın Soğuk Sa­vaşta mücadele ettiği Doğu Avrupa ve Asya’daki komünist dik­tatörler kadar güçlü ve sorumsuz bir sınaî-askerî kompleks bu­lunduğu tezi biçimlendirdi. Ancak bu sol kanat düşünceler Amerikan sosyolojisi ve genelde Amerikan toplumu üzerinde temel veya uzun süreli bir etkiye sahip olmadı. Amerikan üni­versiteleri 1960’lar ve 70’lerin kargaşalarıyla çalkalanırken, bu ülkede öne çıkan tartışma konuları, sınıfsal sorunlarla değil, yurttaşlık haklarıyla ilgiliydi.

Savaş-sonrası dönem, özellikle 1960’lar ve 70’ler, modern sosyo­lojide radikal bir değişime, sosyolojik düşüncede -Batı toplumlarının sokaklarında yaşanan devrimin yansıması olan- bir devrime tanık oldu. Savaş-sonrasının istikrar döneminin ardından, Avrupa ve Ame­rika’da, bir yandan tüketicilerin artan talepleri ve beklentilerinin, öte yandan sömürülen ve baskı altında tutulanların artık bir kırılma nok­tasına ulaşan hayal kırıklıkları ve öfkelerinin etkisiyle, şiddet hareket­leri ortaya çıktı. Kapitalizm kitlelerin taleplerini karşılama baskısı al­tındayken, Batı dünyasındaki hükümetler de sokaklarda demokratik bir toplum çerçevesinde hak ve eşitlik talep edenlerin -sendikalar ve işçi sınıfının, kadın hakları hareketinin, siyah gücün ve eşcinsellerin hakları için mücadele edenlerin- protestolarıyla yüz yüze geldi. Ayrı­ca, bu protesto hareketlerinin ön saflarında sokaklan ele geçirmeye, azınlıklar ve bastırılanları savunmak ve Vietnam savaşn protesto etmek için polis ve orduyla yüz yüze gelmeye hazır yeni bir öğrenci­ler, genç radikaller kuşağı vardı.

Batılı toplumları ve Amerikan kentlerini tam anlamıyla bir protes­to, mücadele ve devrim keşmekeşi kaplamıştı. Çağdaş sosyoloji ve özellikle yapısal-işlevselcilik bu haklar ve eşit fırsatlar mücadelesini açıklayamadığı için, Batı sosyolojisi daha radikal, çatçma-temelli teorilere -neo-Marksizm ve neo-feminizme, yorumcu sosyolop gibi teorilere, toplumsal çatışmayı açıklamaya ve topluma bireyin pers­pektifinden, gündelik hayatın perspektifinden bakmaya çalışan teori­ler ve düşüncelere- yöneldi. Yapısal-işlevselcilik ve toplumsal kon­sensüsü esas alan anlayışlar bu baskılara dayanamayıp, 1970’ler ve 80’lerde yerlerini daha yeni, daha radikal teorilere, özellikle aşağıdaki yaklaşımlara bıraktılar.

  • Louis Althusser, Manuel Castells, Nicos Poulantzas, Antonio Gramsci gibi yazarların, hem Frankfurt Okulu teorisyenlerinin hem de Jürgen Habermas’ın liderliğindeki ikinci Frankfurt Oku­lu kuşağının çalışmalarında karşımıza çıkan Marksizm ve neo- Marksizm. Fakat, 1990’larda Berlin Duvarının yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü neo-Marksist yazarların ayaklarının altındaki zemini kaydırdı ve bazılarını bozgunu kabul etmeye (örneğin, Aronson, 1995), bazılarını da Marksist düşüncelerin post- modern bir dünyayla ilişkisini sorgulamaya zorladı.
  • Feminizm ve feminist teori. Eşit haklar mücadelesi için liberal bir hareket olarak başlayan şey 1960’lar ve 70’lerde daha radikal, hatta devrimci eleştirilere, sadece toplumun genelindeki ataer- killiği değil, geleneksel sosyoloji ve sosyolojik kuruluşa içkin er­keksi temayülü de sorgulamaya dönüştü. Günümüzde femi­nizm uluslararası bir hareket, kadın araştırmaları tamamen yeni bir akademik disiplin ve feminist teori de yeni bir entellektüel ve akademik paradigmadır. Bir ‘azınlık hareketi’ olarak başlayan şey artık bir ana-akım araştırma geleneğidir.
  • Fenomenolojik ve yorumcu sosyolojik teorik çerçeve; gündelik ha­yat dünyasına ve bilinçli etkileşime odaklanma. Bu perspektifin önemli bir meyvesi olan Harold Garfinkel’in etnometodolojik çalışması, sosyolojik araştırmada bilimsel yöntemi kullanmanın uygunluğu konusunda pozitivist sosyolojiye ciddi itirazıdır.

İlgili Makaleler