Türk Edebiyatı

Mizanül Hak – Katip Çelebi Konusu, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Mîzânü’l-hakk. Kâtib Çelebi’nin (ö. 1067/1657) döneminin fikrî hayatı ve dinî tartışmalarına dair Türkçe eseri.

Tam adı Mîzânü’l-hak fi ihtiyâri’l-ehak olan eseri Kâtib Çelebi, kendi döne­minde kısır çekişmelere dönüşmüş bulu­nan dinî ve ilmî tartışmaları belli bir yön­tem çerçevesinde yeniden ele almak ve bu vesileyle Osmanlı ilim hayatında göz­lemlediği olumsuzlukların sebeplerine inerek mevcut durumu eleştirel bir de­ğerlendirmeye tâbi tutmak üzere kaleme almıştır. Kitabın daha ilk sayfalarında ka­nıtlama yöntemine tarîk-i burhan ve bil­ginin ölçütü olarakmantığa ilm-i mîzân yapılan vurgu eserin adına da gönderme­de bulunmaktadır. Müellifin, kitabı yaz­makta olduğu sırada 24 Muharrem 1067 [12 Kasım 1656] tarihinde gördüğü bir rü­yadan bahsetmesi eserini ölümünden yaklaşık bir yıl önce kaleme aldığını göstermektedir. Mizanü’l-hak aklî ilimlerin gerekliliği konusu­nu işleyen bir mukaddime, yirmi bir mesele (bahs) ve bir hatimeden oluşmakta­dır. Hatimede Kâtib Çelebi kendi eğitim, Öğretim ve telif hayatı hakkında bilgi ver­mektedir.

Mîzânü’l-hakk’ın giriş kısmı Kâtib Çelebi’nin ilim zihniyetini yansıtması bakı­mından önemlidir. Felsefî ilimler taksi­miyle konuya girmesine bakılırsa müellif aklî ilimler teriminden İbn Sina’dan beri yerleşmiş terminolojiye uygun olarak fel­sefî disiplinleri anlamaktadır. Temel prob­lemi. Osmanlı ülkesinde gelenekleşmiş ilim anlayışının felsefî disiplinlerle olan ve olması gereken ilişkisidir. Müellifin bakış açısına göre Osmanlı ilim geleneğinin özünde var olan. aklî ve naklî ilimler ara­sında tam bir uyum sağlama fikri esas alınmalıdır; o dönemde yaşanan fikrî bu­nalımın sebebi bu uyumun gereklerinden uzaklaşılmış olmasıdır. Bu tesbit Kâtib Çelebi’nin 1041-1042 (1631-1632) yılla­rında kendisinden ders okuduğu, fakat “ma’külât semtiyle aşinalık edinmemiş olan” Kadizâde Mehmed Efendi’nin fel­sefeye karşı dışlayıcı tutumu hakkındaki bir gözlemiyle de desteklenmektedir. İbn Haldun’un yaklaşımına paralel olarak aklî ilimleri insanlığın ortak birikimi kabul eden Kâtib Çelebi bu disiplinlerin -az sayı­daki bazı meseleler hariç- gerek araştır­ma konuları gerekse problemleri bakı­mından din ilimleriyle uyum halinde ol­duğu görüşündedir. Müellife göre Tehd­it geleneği ihtilaflı meselelerin ayıklan­ması işini üstlenmişse de felsefî ilimleri mutlak surette reddetmiş değildir. Gerçi İslâm’ın ilk dönemlerinde dinin safiyetini muhafaza maksadıyla felsefî ilimlerden uzak durulmuş, ancak endişe edecek bir durum kalmayınca bu birikim tercümeler yoluyla İslâm dünyasına aktarılmıştır. Gelinen noktada din ilimleriyle felsefî ilimler özellikle müteahhirîn kelâmcıları-nın eserlerinde birbiriyle uyuşmuş ve ar­tık din ilimlerini kavramak için de felsefe bilmek kaçınılmaz hale gelmiştir. Kâtib Çelebi’nin söz konusu safiyet dönemine ait endişeler bağlamında Hz. Ömer’in İs­kenderiye Kütüphanesi’ni yaktırdığı şek­lindeki temelsiz rivayeti zikretmesi onun konuyla ilgili tam aksi yöndeki tarihî bil­gilere ulaşmadığını ortaya koymaktadır. Aklî ilimlerin kendi başına taşıdığı değeri takdir ede­cek donanıma sahip olan müellifin mese­lâ hendesenin gerekliliğini bu ilmi bilen müftü (ve kadı) ile bilmeyen müftü (ve kadı) mukayesesiyle ortaya koyması, ast­ronomi ve coğrafya bilgisinin tefsir ilmi­ne getireceği açılımlara dikkat çekmesi, onun eserde aklî ilimlerin gerekliliği prob­lemini özellikle medrese kurumunun ta­rih ve geleneğini eksene alarak ortaya koymak istemesiyle de ilgilidir. Kâtib Çelebi’ye göre Fâtih Sultan Mehmed, Medâris-i Semâniyye olarak anılan medrese ku­rumunu aklî ilimlere [felsefeyle uyuşmuş kelâm ilmi] açık bir müessese olarak oluş­turmuş, bu durum Kanunî Sultan Süley­man dönemine kadar sürmüştür. Daha sonra gelenler ise bu derslerin felsefiyyattan sayıldığını ileri sürerek söz konusu ilimleri öğretimden kaldırıp birtakım fı­kıh kitapları ile yetinmişlerdir. Ancak mü­ellifin bu değerlendirme ve eleştirilerini genelleştirmek, hatta medrese kurumu­nun tarihi bakımından tam olarak doğ­rulamak mümkün değildir. Nitekim biz­zat kendisi, kadılık yapmış olan hocası A’rec Mustafa Efendi’den matematik ve astronomiye dair önemli eserleri okudu­ğunu bildirmektedir. Ayrıca med­rese ve medreselilerin aklî ilimlerle mü­nasebetinin Kâtib Çelebi döneminden sonra da belli bir canlılık içinde devam ettiği belirtilmektedir Müel­lifin Mîzânü’l-hak’ta yansıyan aklî ilim­ler tasavvuru ve bu ilimlerin İslâm dün­yasındaki gelişimiyle ilgili olarak verdiği bilgiler, daha ayrıntılı biçimde Keşfü’z-zunûn’un mukaddimesiyie aynı eserin “ilmü’l-hikme” maddesinde verilmekte olup onun bu konuda İbn Haldun’un Mukaddime’sinden faydalandığı da bilinmektedir.