Kimdir

Mehmet Eroğlu Kimdir? hayatı ve eserleri

Mehmet Eroğlu Kimdir? hayatı ve eserleri: İzmir’de doğan Mehmet Eroğlu, İzmir Maarif Koleji’ni bitirdikten sonra, Orta­doğu Teknik Üniversitesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden 1971’de mezun oldu. Turizm Bankası’nda yönetici olarak çalıştı. Aşağı yukarı, hepsinde ‘68 Kuşağı’nı, türlü açılardan ve değişik tipler üzerinde tahlil eden dört romanı çıkmıştır. Özel­likle ilk romanı Issızlığın Ortasında ve daha sonrakiler, edebiyat çevresinde ilgi ile karşılandı. Eserleri ödüller kazandı. Romanları çıkış sırasıyla:

Issızlığın Ortasında (1984), Geç Kalmış Ölü (1985). Bu ikinci roman, Issızlığın Ortasında’yı tamamlamaktadır. Yam Kalan Yürüyüş (1986), Adım Unutan Adam (1989), Yürek Sürgünü (1994) ve Yüz: 1981 (2000)’dir.

Mehmet Eroğlu ’yu daha iyi tanıyabilmek için Gürsel Aytaç’ın “Çağdaş Türk Romanları Üzerinde İncelemeler’’, (Ankara 1990), Fethi Naci’nin “Eleştiri Günlü­ğü” (Gösteri, sayı: 43, Haziran 1984 ve sayı: 103, Haziran 1989) ve “Günümüzde Ki­taplar dergisi’ (7 Temmuz 1984) okunmalıdır.

Mehmet Eroğlu Romanları:

Burada dört romanının ortak özellikleri, yani Mehmet Eroğlu ’nun romancılı­ğı üzerinde durulacaktır. Daha sonra, bizce en güçlü romanı olan Yarım Kalan Yürüyüş (1986) romanı kısaca incelenecek ve o romandan parçalar sunulacaktır.

Mehmet Eroğlu ’nun romanlarında, ilk göze çarpan özellik, bunların düşünce ağırlıklı olmalarıdır. Fikirlerinin esası, vaktiyle Halide Edip’te gördüğümüz, Peyami Safa’da okuduğumuz yoğunlukta Doğu-Batı zıtlığıdır. Bilhassa ilk romanı Is­sızlığın Ortasında’da, millî ile evrensel, Hristiyanlık ve Müslümanlık, şehitlik ile cinayet ve cana kıyma, imam ile papaz, Türklük ile yabancılık, birbirleriyle çatı­şan ikilem halinde (yabancı okullardan yetişmiş) genç yazan rahatsız ediyor. Bu konuda bazen iyice yabancı, Türk halkından uzak ve bin yıllık inançları incitecek şekilde, hükümler verebiliyor “Şehitlik ya da kahramanlık, ölüme veya öldürme’- ye verilen en yüksek değer” diyebiliyor.

Fakat, romancı Mehmet Eroğlu ’da üstün olan bir meziyet, art düşünceye tek yönlü ba­sitliğe, kata ideolojiye saplanmayan bir düşünce adamı kimliğini aramakta oluşu­dur. Nitekim, romanın, karamsar, güçsüz, intihara eğilimli kahramanı Ayhan İlyasoğlu (sanki yazarın özeleştirisi şeklinde) Viyolet adlı bir kızdan, şu tenkiti al­maktadır: “Sen duygusal bir entelektüelsin, bir Hristiyansın sen. Savaşı cinayet sayıp acı çekmekten hoşlanıyorsun. Oysa gözünü kırpmadan adam öldürmeyi be­cerebilenlerdensin.” (s. 221)

Yine Ayhan’ın dostu olan İstanbullu bir papaz, musallat intihar eğilimini sür­dürmekte olan Ayhan’ı, Osmanlı’yı ve Türklüğü övmek suretiyle iyileştirmeyi dü­şünmektedir. Ona: “Nefret etsen de dünyanın bir şeylere inanan insanlarla var ol­duğunu kabul etmelisin” der. Bunun gibi anlama ve duyguya yatkın, geniş düşün- * celi bir kişinin de, “Yarım Kalan Yürüyüş” romanında felsefe hocası veya Avukat Cengiz Bey şeklinde, (baş kişi) Korkut Lâçin’in kafasını iyiye ayarladığı görüle­cektir.

Daha derinden bakılırsa “Issızlığın Ortasısda”ki bu papaz, madde, ilim ve mantığı temsil eden Doktor’a karşı, manevî değerlere bağlı bir denge unsuru ola­rak görülmektedir.

Katı maddecilik, imansızlık, inkâr karşısında, Ayhan’ın papaz dostu gibi düşü­nen başkaları da vardır. Romanda eğitimin, sanatın, davranışların, hatta üniver­sitelerdeki “başkaldırı”ların millî olmadığı fikirleri de tartışılmaktadır: “Bir des­tan yazmaya kalkıştınız ama seçtiğiniz bütün roller Hristiyan şövalyelerininkine benziyordu. Hristiyan mistikliği, Hristiyan mazohizmi.”

İkilemler, tereddütler, Doğu-Batı, din-dinsizlik çatışmaları arasında Ayhan’ın ağzından şu cümleleri söyleyen de yine Mehmet Eroğlu ’dur:

“Yabancıyım. Viyolet de Naci de haklı. Viyolet: ‘Sen Batılı bir entelektüelsin’ demedi miydi? O köyde, eğer papaz yerine bir imamla karşılaşsaydım, onunla da dost olur muydum?” (s. 300)

Bu Doğu-Batı, millî-yabancı tartışmasını, bu ikilem içindeki huzursuzluğu, Is­sızlığın Ortasında’yı bütünleyen “Geç Kalmış Ölü” romanında da görüyoruz. Ora­da, Arap asıllı Fuat Bey, Ayhan’a şunları söylemektedir: “…Selim, Zafer, siz. Üçü­nüz de bir Fransız kadar Batılı, hatta Hristiyansınız. Oysa ben sizden değilim. Müslüman ve Doğuluyum. Meseleye bu zaviyeden bakarsanız, yani bir Türk’ün Batılı olmadığını yani Müslüman olduğunu hatırlarsanız ben bir Türk’e (Arap ol­mama rağmen) sizden daha yakınım…” (s. 290)

Ayhan, bir yandan, Fuat Bey’in şivesine güler, bir yandan da ona hak vermek­ten geri kalmaz. “…Ama yine de haklı olduğunu, bütün hayatı boyunca çözemedi­ği düğümlerden birine” dokunduğunu anlar.

İlk iki romanında ve sonrakilerde daha başka, değişik çatışmalara da rastlıyo­ruz: Meselâ sevgi noksanlığının insanları tükettiği; kaba kuvvetin, aktörlüğün çir­kinliği; boş eyleme karşı ağır başlı ve derin düşüncenin gereği; gerçeğin tek de­ğil birçok yönlü olduğu, savaş aleyhtarlığı… “iblis akla’’ karşı duygu ve inancın da varlığı; kendi kendisi ile hesaplaşma; dar görüşlülük ve basitlik ile mücadele; ay­rıca, 1968’den 82’lere ve bugüne kadar sürüp giden eylemlere objektif bakış vs.

Bu romanlarda konu ve kurgu gelenekli romana yatkındır. Kitabı dolduran, gerilimi olan ve sonu merak edilerek hızla okunan olaylar yerli yerindedir. Zaman, çevre, kişiler açık seçiktir. Tabiî, bütün çağdaşları gibi Mehmet Eroğlu ’nda da post­modern veya “son yeni” diyebileceğimiz, karamsarlık, otoriteye ve devlete karşı­lık, bilimin, akim, mantığın beylik görüşlerin inkârı değilse de tartışılması söz ko­nusudur. Tarihî (reel) zaman bazen iki ayın (Issızlığın Ortasında) bazen, 45 gü­nün, bazen de sekiz günün (Yarım Kalan Yürüyüş) içine sığdırılırsa da, geriye dö­nüşler, hatırlamalar, anılar ile uzun yıllara yayılabilir. Dolayısıyla bu romanlar ay­nı zamanda çok çevreli (mekânlı)dirler.

Bu romanlarda, Mehmet Eroğlu ‘nu, çağdaşlarına göre değişik kılan unsurlar-‘ dan birisi de ruh tahlilleridir. Kişilerin mizaçları, kaprisleri, eğilimleri, korkula­rı, cinsî durumları, sert veya yumuşak oluşları üzerine gidilerek onlar derinleştirilmektedir; onların düşünceleri eylemleri üzerine karşı fikir konulmaktadır. Bu kalitesiyle Mehmet Eroğlu “romanlarında yaşayan güçlü tipleri var” denilebilecek romancılarımızdan biri olmuştur.

Issızlığın Ortasında Ayhan İlyasoğlu… Yarım Kalan Yürüyüş’te Korkut Lâçin, kendine özgü tiplerdir. Bu iki kişinin, iki roman boyunca derinleştirildikleri, hat­ta adı geçen iki romanın onlar üzerine kurulduğu görülür.

Mehmet Eroğlu ’nun kolay okunur bir üslûbu vardır. Romanlarının kuruluşu da kendincedir. Bu yazarın roman kurgusunda, polis romanlarının, merak unsurları ge­rilim ve tecessüs sergilemeleri bulunduğu eleştirmenlerce sıkı sıkı dile getiril­mektedir. Bu konularda kendisi ne düşünüyor, ona bakalım:

Varlık dergisi, (sayı: 1007, Ağustos 1991) Mehmet Eroğlu ’na dört soru vermiştir. Yaza­rın aşağıdaki cevaplarından bu soruların niteliği de anlaşılmaktadır. Yalnız dör­düncü soruda yazardan: “Roman tekniklerinin kaynaklan sırf Batı romanları mı olmalıdır? Doğu anlatılarının ve gizeminin imkânlarından da faydalanmak gere­kir mi?’ gibi hususlarda görüş istenmektedir. Mehmet Eroğlu ’nun şu dört cevabı böylece oluşmuştur:

1-2) Romanlar okunması için yazıldıklarına göre yazılanın kolay okunmasını sağlamak yazma eylemi çerçevesinde yazarların ihmal etmemesi gereken, önce­likli hususlardan birisidir. Ben ‘kolay okunuyor’ diye söz edilen romanları hep yazarına yapılmış bir iltifat olarak alırım. Hem bir yazar hem de bir okuyucu ola­rak bir romanda çok dikkat ettiğim bir şey vardır: Cümlelerin, paragrafların sesi (ya da melodisi). Ben okurken ve yazarken hep uyumlu, yükselen ve alçalan  ses­ler duyarım ve bu uyumun beni romanın konusunu daha iyi kavramaya ittiğini hissederim. Bu açıdan bir romanın kolay okunması çok önemlidir. Gelelim be­nim romanlarıma. Benim romanlarımın hepsi insanı araştırmaya ve sorgulamaya yöneliktir ve kurgulan önemlidir. Genellikle romanlarım, romanın sonuyla baş­lar. Başka bir deyişle, roman kahramanını önce çıplak bir gözle seyreder sonra bütün kabuklarını ve zırhlarını teker teker çıkarırım. Kahramanı sonuna götüren bütün olayları psikolojik durumları, o olay ve psikolojik durumlarının altını çize­cek bir kurguyla ele alırım. Bu bir serüvendir ve çok doğal olarak serüvenler de gerilim unsurlarını ve soruşturmaları içerir. Özetlersek romanlarımdaki (eğer varsa) polisiye unsurlar konunun daha net ve çarpıcı bir şekilde ortaya çıkması için kullanılmıştır.

3)   Romanlarımdaki polisiye roman öğeleri daha önce de söylediğim gibi ro­man kahramanının durumu ile ilgilidir. Bildiğiniz gibi benim roman kahraman­larımın hemen hepsi politik bir kişilik taşırlar. Eylemci genç adam kurulu düze­nin hangi değerleriyle çatışıyorsa kahramanlarım da o çizgide düzenle çatışırlar. Eğer devlet baskısının arttığı dönemlerde politik içeriği olan romanlar yazarsa­nız, yazdıklarınız hep polisiye unsurlar içerir, çünkü bu dönemlerde polis başrol­dedir.

4)   Hayır böyle bir zorunluluk yok. Ancak ben ‘Doğu anlatılarının tabanında bulunan gerilim öğelerinin’ neler olduğu konusunda çok açık seçik bir fikre sa­hip değilim. Bence biz Doğu ile Batının ortasında bir yerdeyiz ve yaşadığımız bu topraklar üzerinde bir yazara konu olacak yeteri kadar gerilim öğesi var.”

Yarım Kalan Yürüyüş – Mehmet Eroğlu

Mehmet Eroğlu ’nun iki romanı, birbirinin kesin devamıdır; son iki romanı da “68 inışağfnı ele alışları bakımından yine devam sayılır. Yani dört romanın dör­dünde de yazar, 1968 öğrenci hareketlerinden beri gelen, sonra 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de noktalanan öğrenci, gençlik durumlarını, başkaldırmadan, takip­leri, tutuklamaları, hapisleri, polis ve macera romanı hızlılığında ve tarafsız ba­kışla ele almaktadır.

Yazar, son romanı “Adını Unutan Adam”ın isimsiz kahramanı için bile şunları söylemektedir “Saf biçimiyle daha önce insan olmayı isteyen ve yaşamaya de­ğecek bir hayat için her şeyi göze alan 1968 kuşağının bence tâ kendisidir. Adını Unutan Adam, belleğini yitirmemiş 1968 kuşağı için kısa ve içten bir ağıttır.” di­yor.

Son romanında öyle olduğu gibi 1986’da yayımlanan “Yarım Kalan Yürü­yüşün ölçü tanımaz kahramanı Korkut Lâçin de, bir yandan pervasızlığı, bir yan­dan zalimliği ve duygusallığı, bazen cinayetleri, bazen aşın merhameti ve “rolle­ri” ile 68’lilerin başka anlamda bir temsilcisidir. Bu romanda da o kuşağın, hem yerilmesi hem kutsanması vardır. Yazar, taraf tutmaz görünmekle beraber o ku­şağın içindedir.

Korkut Lâçin bu romanın hem kahramanı, hem kendisi, hem de “efsanesidir”. Romanın konusu da yine Lâçin’in dostları ve aşklarıdır. Lâçin, dünyanın her ye­rinde rastlanan isyancı tiplerin bin kat büyütülmüşüdür. Aşağıdaki yazıda, Kor­kut Lâçin efsanesi çok güzel özetlenmiş olduğu için, aynen alıyorum:

“Roman kahramanı Korkut’u, kendi günlüklerinden, üçüncü bir kişiden ve ilişkide bulunduğu diğer insanların mahkemede verdikleri ifadeden tanıyoruz. O, hayatına giren insanlar için bir «efsanedir». Korkut, kendisini iplemeyen, acılardan tad alan, kendisiyle nerdeyse «kola bulan», hastalıklı, sağlıksız bir tiptir. Onu seven de, ondan nefret eden de onun bir efsane adam olduğunda hemfikirdirler. O, yenilmez, güçlü ve olağanüstü bir insandır. Korkut, kanaryalarla konuşur. Ka­ranlığa karışıp yok olabilir. Korku ve acı nedir bilmez, kırık kolu bükülemez. Bü­tün bunlara karşın doğum günü belli olmayan küçük bir kız için ağlayacak kadar da duygusaldır. Ama efsaneliği her şeyden önce gelir: Korkut öğrencidir. Yine ün­lüdür. Başmuavin Korkut’un ün’ünden rahatsız olur ve gücünü kanıtlamak için tüm sınıfı izinsiz bıraktığını açıklar. Aslında başmuavinin bu hareketi Korkut’a bir meydan okumadır. Sınıf sessizliğe bürünmüştür. Ama sessizliği Korkut bozar. Yerinden kalkarak başmuavinin yanındaki sobanın yanma gelir. Başmuavine ba­kıp gülerken, elini ateş gibi kızarmış sobanın üstüne kor. Herkes bağırmaya baş­lar. Ama Korkut gülmektedir. Başmuavin cezayı geri aldığım, elini sobadan çek­mesini söyleyerek yalvarmaya başlar. Ama Korkut ancak başmuavin sınıfı terkedince elini sobadan çeker. Çünkü o, olağanüstü efsane bir insandır. Ondan da bu hareket beklenir zaten. «O ölümü bir kalıp gibi üzerine geçirip sonra kolayca çı­karır». O, yaşlı çınarın dalma çıkar, güler ve yedi metre aşağıdaki daracık kuyu­nun içine atlar. Kuyu ağzına kadar su doludur. Dardır da. Dönmesi mümkün de­ğildir. Ama o efsanedir. Döner ve çıkar. Tecritte elli altı gün kalır ve hiçbir şey ol­maz. «Hiç tecritte elli altı gün dayanan adam duydunuz mu? Ben… ben dört gün­de pes demiştim…» Ama Korkut bırakm dört günü elli altı gün işkence görür pes demez. 0 bir efsanedir çünkü. O vücudunda dört kurşun varken, acılar içinde kıv­ranması gerekirken (Çünkü ona ağrı kesici vermezler) Ona hiçbir şey olmaz. Ko­mada bile değildir. Ve doktora göre bu tıbben mümkün değildir. Kimya laboratuvarı yanar. Korkut’un kaçması mümkünken kaçmaz yakalanır ve altı ay tutuklu kalır. Ama onun için bütün bunlar hiçbir şeydir. Çünkü o bir efsanedir.

Hayatı boyunca yalnızlığı seçen Korkut’u kimse sevmez.«Sevildiyse bile hiç­bir sevgi o efsaneye duyulan hayranlığı aşıp ona ulaşamaz.» 0 sınıfta elini kızar­mış sobanın üstüne korken güler, yedi metre yükseklikten dar bir kuyuya atlar­ken güler, gemide kudurup «beni öldürün!» diye bağıran Portekizliyi öldürürken güler. Ve bu insanlık dışı hareketi yapan kendisinden intikam alır.”

Böyle anlatılan Korkut Lâçin, öte yandan düşüncelere açık, iyi telkinlere, hat­ta felsefeye elverişli bir şahsiyettir. Aşağıya aldığımız metinde görüleceği gibi, kendisine doğrulan söylediğine inandığı felsefe hocası (sonradan avukatı) Cen­giz Be/e bağlı ve saygılıdır. Öğrenmeye meraklıdır ve tanıdığı işçilerden, köylü­lerden, denizcilerden istifade eder. Cengiz Bey, korku tanımayan bu taşkın ada­mın hemen zıttı gibidir. Aykırı düşünür, o da medenî anlamda cesurdur. Kor­kut’un çok imrendiği “felsefe” onun mesleğidir. Çok kere, Korkut’un sözlerine * yüzde yüz zıt konuşmaktadır. Belki de Korkut onu bu zıtlık dolayısıyla sevmekte ve saymaktadır. Aşağıya alacağımız şu “kompozisyon denemesi” Korkut’un daha 18 yaşında bile (1968 kuşağının bir timsali olarak) ‘kurtarıcı’ olmayı aklına koy­duğunu gösteriyor. Şimdi okuyacağımız kısım, hem yazarın bazı görüşlerini yan­sıtmakta, hem Korkut’un felsefe ve bilgi düşkünlüğünü ortaya koymakta, hem de temkine çağırıcı, onarıcı, mantıklı tutumunu göstermektedir. Bu alıntı okununca, en sona alacağımız metindeki Korkut Lâçin-Cengiz Bey ilişkile­ri de iyi anlaşılacaktır. Roman’ın birçok yerinde Korkut’un ‘sır’ peşinde olduğu ‘sır’rı Cengiz Bey’le ve başkaları ile tartıştığı da görülmektedir.

“Katlanmış kâğıdı sağ eliyle alarak açtı. Evet, yıllar önce kendinden emin, ha­fifçe yatık bir yazıyla kaleme aldığı o denemeydi. Başlığa göz attı: Sır!”

“On sekiz yaşımdayım ve kendimi küçümsüyorum. Hâlâ varoluşumu anlamlı kılacak, yaşamımı biyolojik bir zorunluluk olmaktan kurtaracak bir açıklama bu­labilmiş değilim. Hayatın sim nedir? Böyle bir sır var mı? Açıklamayı soruların ardında aramaktan bıktım. Kişi yirmisine yaklaşmışken ne yapacağını, neyin pe­şinden gitmesi gerektiğini, yaşamını, gün ve gecelerin yeknesaklığından nasıl kurtaracağım hâlâ çözememişse, ne yapmalıdır? Atalarımız, ilk insanlar genellik­le yirmisine varmadan öldüklerine göre birkaç milyon yıl önce doğmuş olsaydım dünyanın en yaşlı, en bilge kişilerinden biri olabilirdim. Oysa şimdi bu gezegenin üstünde kimsenin fark etmediği biri olarak ölmeye mahkûm milyarlarca insan­dan yalnızca birisiyim. Yaşamın dört milyarda biri! Salt bir insan olmak, milyar­larca benzeri olan bir yaratığın kaderini paylaşmaktan daha dehşet verici ne ola­bilir?

…Bir dâhi olmadığımı anladığım andan beri, dâhilerden nefret ediyorum. Nef­ret ve önemseme… Dâhileri soru sormasını bildikleri için önemsememek müm­kün mü? Bir dâhi olsaydım hayatın sırrını hangi cevapta arardım? Bilmiyorum. Bulduğum bütün cevaplar benden önce başarılmış. Yirminci yüzyıl insanının ne keşfedebileceği bir kıta, ne de yaratabileceği ölümsüz bir sanat eseri var. Asra aşı­rılık ve dehâ hükmediyor. Bilim olağan zekâların katkılarıyla yükseldiği o çağdan ancak dâhilerin fark edebileceği ayrıntılar dönemine sıçramış. Bu yüzyılda artık elmalar yere düşmüyor.

…Yine de yapabileceğim, kurtarabileceğim bir şeyler olmalı. Ne yapmalıyım? Yirminci yüzyıl kurtarıcılara, şövalyelere muhtaç değil mi?”

Alttaki kırmızı kalemle yazılmış notu da okudu:

“İlgi çekici. Ancak soruna bakış açısı tehlikeli ve korkutucu.”

Soruna bakış açısı! Sedat’a, “Soruda yanıldı” derken bunu mu kastediyordu?… Yavaşça doğruldu. Sinirlerini uyuşturan kramp omuzuna çekilmişti. Dinlenme­liydi, ama beyninden yuvarlanıp dudaklarına düşen soruyla irkildi: Güldüm mü? Bavulu yere indirip tekrar yatağa uzandı.

Her şeyi o kalın geçirimsiz karanlık örtmüştü ve o karanlığın içinde yaşayan tek şey Reul’ün, çığlıklar kadar korkutucu soluklarıydı. Başka hiçbir ses duymu­yordu. Yalnızca solukları; sanki bütün ambar nefes alıyormuş gibi kulaklarını acı­tan o ses vardı içeride. “Neden seni seçtiler?” demişti Reul, son basamağa gelin­ce. Gözlerini açmış, ama onu görememişti. Sanki fizikî varlığı yoktu; boşluk, yal­nızca soluk alan bir boşluktu. “Seni seçmemeliydiler. Sen Tanrısızsın.” Öleceği­ni, karşısındaki adamın onu öldüreceğini biliyordu. Önce fotoğrafı, sonra künye­yi uzatmış ardından yine o çığlıklara dönmüştü. O zaman, evet o zaman hissetmiş­ti onu küçümsediğini.

O on dakika. Ambarda kaldığı süre daha uzun değildi. Güverteye çıktığında tek hatırladığı Reul’ü hâlâ küçümsediğiydi. Silâh sesi? Duymamıştı. Gün ışığına çıkar çıkmaz o perdeler tekrar açılmış, Dehler’i, Doktor’u, Kaptan’ı paslı sac ko­kusunu her şeyi yeniden tanımıştı. “Öleceği kesindi” demişti Doktor. “Kuduz ol­duğu da gerçekti” Dehler!

Buradan Lâçin hakkında söylenecek birkaç söz daha var:

Korkut, bir efsanedir. Seven de sevmeyen de, onu olağanüstü görmektedir. Acaba yazar onu, Don Kişot gibi kasten mi abartmalı ünlü tip olarak çizmiştir? Don Kişot’un çılgın kahramanı uslanır… Yine Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’nda dillerde gezen efsane bir kahramanın hiçliği, korkaklığı, adiliği öğreni­lir. Oyunda rezil edilir.

Bu romanda ise Korkut Lâçin, sonuna kadar efsane olarak kalır. Mehmet Eroğlu, ona kıyamaz, onu küçültmez, hareketleri ve sözleri içinde efsane olarak bırakır. Baş- kişisini, iyice tahlil ettikten sonra, bir karara varamayışı, her hâlde Lâçin’in sem­bol şahsiyetindendir. Çünkü onu yargılamak ve hükme varmak zordur. Çünkü bu 1968’den 1982’ye kadar yaşamış başkaldırmış, düşünmüş, yanılmış, adam öldür­müş, sağı solu yıkmış, kendilerini mahvetmiş, ana babalarım ağlatmış 20 yıllık üniversite dönemi gençlerini yargılayıp hükme bağlamak olacaktır. Bu ise, yaza­rın tarafsızlığını, objektifliğini kaybederek yan tutmasını… Dolayısıyla romancı­lıktan çıkıp yargıcı veya tarafçı olmasını gerektirir.

Aşağıdaki metne geçmeden, bir teşbih daha yapalım:

Korkut Lâçin, Dede Korkut un, büyük hakikattan gafil kahramanı Deli Dumrul gibidir. Felsefe hocası Cengiz Bey’in ise, ona temkini ve ulûhiyeti öğreten ama yine de Dumrul’un kendi başına hareket etmesini önleyemeyen Korkut Ata’yı ha­tırlattığı söylenebilir.

Yarım Kalan Yürüyüş’ten

İki saat sonra Basmahane’deki istasyona çıkan bulvardaki o eski işhanına gi­riyordu. Merdivenleri unutmamıştı; sağda, girişten uzaktaki duvarın arkasından­dı. İlk basamakta durdu ve yukarıya baktı. Aradığı cevap! Belki de hep oradaydı. Hızlı adımlarla tırmandı. İkinci kattaki sahanlık boştu. Hanın dolu olduğu ancak üçüncü katta anlaşılıyordu; merdiven boşluğuna açılan koridorları odadan odaya koşuşan telâşlı bir kalabalık doldurmuştu.

Dördüncü kata gelince sağa saptı. Aradığı kapı koridorun sonundaydı. İçeriye girmeden önce soluk bir lâmbanın aydınlattığı tabelaya baktı: “Avukat Cengiz… ” Işık yandığına göre içerdeydi. Zili çalmadan kapıyı açtı.

Cengiz Bey masada oturuyordu. Öne eğilmiş, düşmesini engellemek ister gibi yarım gözlüğünü elleriyle tutmuştu.

Bavulu yere bıraktı. Daha, da zayıflamıştı. İnce, hafifçe kamburu çıkmış, yor­gun gülüşlü, bir adam. Omuzunda çözülen kaslara engel olmak için yumruğunu sıktı. Onu neden önemsiyordu?

“Bak sen! kim gelmiş!”

Cengiz Bey’in sesinde sözcüklerdeki heyecan ve neşenin izi yoktu. Sanki gö­rünmeyen bir çift el omuzundan bastırıyormuş gibi zorlukla ayağa, kalktı. Evet onu önemsiyordu. İlerleyip adamın elini sıktı. Tek kişi oydu; Dehler’in, Lerzan’ın lanetler yağdırdığı yalnızlığın kabuğunu delip kendisine erişebilen tek insan. “Ne zaman çıktın?”

“Birkaç gün önce” dedi Korkut.

Şimdi kaçınılan konuşmaların öncesindeki sessizlik vardı aralarında. O ses­sizlik boyunca kımıldamadan bekledi. Neden sonra, avukat işaret edince masa­nın karşısındaki koltuğa doğru yürüdü.

“Değişmişsin. Seni en son o koltukta otururken gördüğümde,” bir yandan ya­vaş, duyulmayan bir sesle konuşuyor, bir yandan da yüzünün zayıflığını daha da artıran seyrek saçlarım karıştırıyordu, “çocuk sayılırdın. ”

Korkut cevap vermek için adamın oturmasını bekledi. O da değişmiş yorgun­luğuna öksürük de eklenmişti.

“Sekiz yıl. Her şeyi değiştirebilecek kadar uzun,” diye mırıldandı.

“Her şeyi ve hepimizi. ” Cengiz Bey her an düşecekmiş gibi duran gözlüklerini çıkarıp masaya bırakmıştı. “Aslında zaman, değişmekten çok kısalıyor, özetli­yor.” Sesi sanki düşüncesinden aldığı güçle değişmiş, canlanmıştı. “Elli yaşındayım. Her şey dediğin, üç beş olay ve kişiden ibaret. Ölümler, ilk kadın, evlilik ve çocuklar.” Bakışlarını önündeki gözlükten kaldırdı. Yüzü, söylediklerinin şaşkın­lığı, belki de hayal kırıklığıyla daha da sivrilmişti. “Hepsi bu.”

Korkut adamın uzattığı sigarayı alarak yaktı.

“Duruşmaya geldiğiniz için teşekkür edememiştim.” Konuşmasını sesini al­çaltarak sürdürdü; “Beni savunmanızı istemememin nedenini biliyorsunuz?” “Hayır,” dedi Cengiz Bey.

Kısa ama açıklama bekleyen bir karşılıktı. Korkut yine de,

“Tek başıma kalmak istiyordum, ” diye devam etti. “Hem o laboratuvarı yakma­yı da düşünmüştüm.”

“Kanaryalar, ” dedi Cengiz Bey.

Nedenini bilmese de tahmin etmişti. Ama sesinde onayladığını, ya da karşı •çıktığım ele veren bir vurgu yoktu.

“Her ölü kanarya düşüncelerime yapılan bir saldırıydı. Yaşama bu denli yan­sız yaklaşmak! Bu bende her zaman tiksinti uyandırmıştır.”

Cengiz Bey gözlerini ona çevirerek bir süre sessiz kaldı; sonra elini kaldırıp yi­ne karar vermeyen bir sesle karşılık verdi:

“Kurtarıcılık, sizin neslin içgüdüsü.”

İçgüdü! Hayır. Bir insan…

“İnsan yalnızca yaşamakla yetinmeli midir? Bence sorun buydu.”

Artık sorabilirdi. Avukat sessizliğini korurken, cebinden çıkardığı kâğıtları adama uzattı. Cengiz Bey soru sormadan buruşuk kâğıtları aldı, gözlüğünü bur­nunun üstüne yerleştirdi ve okumaya koyuldu. Bitirdiğinde soruyu bekliyordu. “Sedat’a soruda yanıldığımı söylemişsiniz.”

Cengiz Bey bir süre düşündü, sonra kısa bir cevapla karşılık verdi:

“Bence hayatın sırrını, tabiî eğer varsa, verilecek cevaplardan çok, sorulabile- cek sorularda aramalı. “

Sorulabilecek sorular! Kim biliyordu o soruları? Korkut bir süre acısı parmak uçlarına kadar inen düşüncelerine döndü. Sonra heyecanlı, adamın onu doğrula­masını isteyen bir sesle atıldı:

“Bir insan hayatın bir köşesine ya da soruların arkasına saklanmış sırrın ardı­na takıldığı için kınanabilir mi?”

Cengiz Bey soruyu anlamamış gibi öne doğru eğilmişti. Ellerini kaldırarak yüzünü oğuşturdu. Gözleri üzerindeydi. Parmaklan gözlüklerine doğru gitti. Sonra çıkarmaktan vazgeçip alçak sesle konuşmasını sürdürdü.

“Biz insanlar gerçekleri hep keskin yanlan ve özellikleriyle değerlendirmeye meyyalizdir…” Bir an devam etmeyecekmiş gibi ayağa kalktı ve pencereye doğru yürüdü. “Oysa gerçekler, ya da sırlar diyelim, çoğu zaman silik ve belirsiz çizgi­lerden oluşur.” Boğuk bir sesle gülüp, teatral bir tavırla gen döndü. Sanki mah­keme salonundaydı ve uzun sürecek savunmaya hazırlanıyordu. “Tıpkı kişilikle­rimiz gibi. Belki de sır yok. Berberde tıraş olmak ve arkasından toplantıya gitmek­le ölmek arasında hiçbir ayrıntı görmemenin suçu bende mi? Bunu anlayabilmek için bu kadar uzun süre yaşamak gerekmesine şaşıyorum.”

Sözlerini açılan kapının sesi kesti. Çay getiren çocuk eşikteydi. Avukat perdeyi kapayıp masasına döndü. Önlerine konan soğumuş çayı içtiler. Birkaç dakika sonra Korkut, gözlerini duvardaki çerçeveli diplomaya yapıştırılmış genç ve yakı­şıklı fotoğraftan ayırarak alçak ve umutsuz bir sesle yeniden adama döndü: “Tehlikeli ve korkutucu olan neydi?”

Eli, Cengiz Bey’in önünde duran kâğıtlan işaret ediyordu.

Avukat denemeyi tekrar alıp bir süre baktı. Sonra:

“Her soruna, her olaya hep kurtarıcı gözüyle bakmak,” diyerek konuşmaya başladı. “Bu bir çözüm veya kurtuluşa varmaktan çok, hayata insanlığın sınırları­nın ötesinden bakma ölçüsünü getirir.” Yüzünde sinirli bir tebessüm vardı. “Bu da kurtarıcıyı hep İnsanî ölçülerin dışına iter.”

İnsanî ölçü! Korkut şiddetli bir titreme ile sarsıldı. Yanılmamıştı: Karşısında­ki adam yıllar önce uyarmıştı onu. Birden o küçümsemeyi hatırladı. Yüreği, par­mağının önünde diz çökmüş, onu öldürmesi için yalvaran Reul’ün kafasına kur­şunu sıkmak için kımıldadığı andaki gibi delice bir tempoyla atıyordu.

“Biliyor musunuz, in sanın yakınında öldürebileceğini bildiği birinin varlığı onda çok garip duygular uyandırıyor…”

Cengiz Bey,

“Yanlış, ” diyerek Korkut’un devam etmesini engelledi. Sesi artık sert ve karar­lıydı: “Hiçbir insan Tann değildir. Hem Tanrıya ve sorunlara bu biçimde yaklaş­ma, güzelliğe ve haklılığa yöneltilmiş bir saldırıdır. ” Yeniden ayağa kalkarak pencereye doğru yürüdü. “Unutma, yaratıcılık da, yok etmek kadar önemli bir özelli­ğidir Tanrı’nın. Tanrı ve idealler ikiye bölünemez.” Yüzünde yine o sinirli, söyle­diklerinin onaylanmasını bekleyen gülümseme vardı. “Tanrı’nın bütün kaygısı yaratıcılığını sürdürebilmekte; ille en iyisi, en güzeli olacak diye bir tutkusu yok, gerçekten yaratmanın güzel olduğunu biliyor.”

Korkut alçak bir sesle avukatın söz/erini kesti. Karşısındaki adamın yorgunlu­ğu şimdi Onu pençeleri arasına almıştı.

“İkiye böldüm.”

“Evet,” dedi Cengiz Bey. Sesi bıkkınlığını ele veriyordu. “Hem de bölünmüş bir gerçeğin, gerçeğin bir bütün olarak kapsadığı anlamdan eksik olacağını unu­tarak”

“Yalnızca insan olmaya katlanmak, kurtarmaya kalkışmamak! Sizce korkunç bir mahkûmiyet değil mi?”

Sözlerini uzun bir sessizlik izledi. Odanın loşluğu tabaka tabaka kalınlaşmış, aralarına yığılmıştı. Sessizliği yanan bir kibrit dağıttı. Cengiz Bey yerine oturmuş­tu.

“Ya Tanrı olmak? Bu daha korkunç bir mahkûmiyet değil mi?”

Korkut düşüncelerine geri döndü. Karşısındaki adam haklıydı. Dayanamamış, o çığlıkları unutamamıştı. Oysa yalnızca Tanrı, hem unutmaz, hem de dayanabi­lirdi.

Artık kalkmalıydı. Ama doğrulmadan yeniden o kararlı sesi duydu:

“İstekleri düşlerden ayırmak: Bence en önemli sorun bu.” Cengiz Bey’in keli­meleri bir anda aklına gelmiş sözlerden çok, uzun bir düşünce silsilesinin sonu­cuna benziyordu. “Kişi bunu başaramazsa kendisiyle barış yapamaz.”

Gülümsemeye çalışarak ayağa kalktı. Omuzlan bir soruya cevap verecekmiş gibi havadaydı. Elini avukata uzattı ve ne kadar yorgun görünürse görünsün, güç­lü olduğum bildiği adamın elini sıktı.

Yeniden o eski tonuna, bir fısıltıya dönen ses onu kapıda yakaladı.

. “Unutma, sen, ben ve herkes, hepimiz insanız.”

Kapıp kapattı. Cengiz Bey’in son sözü buydu.

Hepimiz insanız! Korkut, sıcağın büküm sürdüğü bulvardan denize doğru yü­rüdü. Ter, ikinci bir deri gibi bütün vücudunu sarmıştı. Adımlarım hızlandırdı. Birkaç dakika sonra birden durarak yerdeki gölgelere baktı; çatıların ardına çe­kilen güneş beşte acentaya gideceğini hatırlatıyordu. Yüksek binaların arasında­ki dar sokakları, bulvarı Alsancak yön üne doğru kesen geniş caddeyi geçerek de­nize ulaştı.

Güneş, Batıya doğru eğilmiş, öğlenin, renkler dik ışıklardan kurtulur kurtul­maz eski tonlarına kavuşmuşlardı. Açıkta, limana, yanaşmak için bekleyen şilep­ler, denize vurmuş bulut gölgelerine benziyorlardı. Bavulu yanına yerleştirerek kıyıdaki banklardan birine oturdu. Kurşunî ışıklar, arkasındaki caddeden geçen araçların gürültüleri, kordon boyunca aralıklarla kaldırımları işgal eden seyyar satıcılar, düdüklerini öttüren körfez vapurları, deniz üstünde yüzen her şeye çığ­lıklar atarak alçalan martılar… İlk kez nefes alan, inleyen, kokan ve korkutucu bir canlıya benzeyen şehri hissettiğini fark edince okyanus ortasındaki sessiz gecele­ri hatırladı: Kıçta, filikanın içinde sırt üstü yatarak yıldızlan, kararlı ve ağır gece bulutlarını seyrettiği, düşüncelerine, Dehler’in öksürükleri, Doktor’la sürdür­mekten bıkmadığı tartışmalar sırasında savurduğu naraları, Reul’ün hüzünlü Portekizce şarkılarının karıştığı anları; Doktor, “İnsan türü beni ilgilendirmiyor,” dedikçe, Dehler’in “Sınırsız bir bencillik seninki, ” diye haykırdığı geceleri.

Gözlerini kapayıp vücudunu arkaya bıraktı. Güçlü bir gülme isteği boğazına doğru yükseldi. Ama gülmedi. Ağrıyan kulakları Cengiz Bey’in sözleri ile çınlıyor­du: “Hepimiz insanız.”

Dakikalar sonra gözlerini açtığında yüzü sakinleşmiş, omuzlan dikliğini yitir­mişti. Ayağa kalkıp bavulunu aldı. Acenta birkaç yüz metre ötedeydi. Cebindeki kâğıtları çıkarıp denize attı ve geri dönerek yürümeye başladı. Portekizli? Verece­ği cevap artık önemli değildi. (Yarım Kalan Yürüyüş, 7. bölüm)

 KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler