Felsefe Yazıları

Matürîdîlik, Matürîdîyye Düşüncesi, Mezhebi, Felsefesi, Metodu, Eserleri (İslam Felsefesi)

felsefe/maturdikitab MATÜRİDİYYE (Maturidilik)

İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep. İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir.

Alemü’l-Hudâ, İmamü’l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852’de Maveraünnehir’de bulunan Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuştur. 333/944’te Semerkand’da vefat etmiştir. O, İslama çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir. Maveraünnehir’de Ehli Sünnet’e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir. Ehli Sünnet kelâmının Irak’taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş’arî’dir (v. 324/936). Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi. Bize kadar gelen Te’vilâtu’l-Kur’an ve Kitâbü’t-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi. Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A’zam Ebu Hanife’ye uzanan Ebu’n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî’dir. Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’den okumuş olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cürcânî’dir. İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A’zam’ın en seçkin talebeleriydi. Matüridi, hocalarından İmam A’zam’ın akaide dair el-Fıkhü’l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü’l-Ebsat, el-Âlim ve’l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir. Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni (v. 345/956), Ebu’l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (v. 390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir. İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu âlimler, Maveraünnehir’de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı.

Eş’ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid’at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi. İmam Eş’arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu’tezile ile çok şiddetli ve gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu. Matüridî’nin yetiştiği Maveraünnehir ise Irak’tan uzak olduğu için az da olsa bid’at akımlarından uzak kalmıştı. Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir’e sızmış, Mu’tezile’nin sesi buralara kadar aksetmişti. Nisbi de olsa, bid’at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu. İmam Matüridî, Maveraünnehir’e kadar gelen Mu’tezile’den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita’ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti. Onun Kitâbü’t Tevhid’i bunlar gibi sapık fikir ve bid’at cereyanlarını içine alan ve bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır.

Metodu:

Gerek Eş’arî gerekse Matüridî, Mu’tezile ve diğer bid’at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı’nın kurucusu olmuşlardır. Fakat, Ehl-i Sünnet’in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur. Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur. Allah’ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliği akılla isbat edilir. Yine naklin bildirdiği ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiği şekilde bunlara iman edilir. Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir. Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince… Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır. Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur. O, bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır. Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır.

Matüridî, Kitabü’t-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz’an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor. Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır. Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla gidilir. Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beğenmiştir (Kitabü’t-Tevhid Beyrut, 1970 s. 7-8).

Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber. Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır. 2- Peygamberlerin haberleri. Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur. Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir.

Matüridî akıl hakkında şöyle der:

Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur. Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan akıldır. Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah’ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız.

Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah’ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü’l-Tevhid,s. 78). Matüridî, Tevilatü’l-Kur’an ve Kitabü’t-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür. Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der:

“İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir. Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar. Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir. Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir” (Kitabu’t-Tevhid s. 136).

Yine Matüridi’ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir. O bu konuda şöyle der: “Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz. Peygamber’den bir işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah’ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur” (M. Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi’s-Siyaset-i Vel-Akaid, s. 212-213).

Matüridî’nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A’zam’ın risaleleri, Akaid’den, İlm-i kelama dönüştü. Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler. Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi. Akâid’in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi. O Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu. Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi’ye nisbet edildi. Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi. Ebu Hanife’nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi. Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam A’zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî’nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler. Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş’arî’ye bağlı bir kimse değil, İmam A’zam ve arkadaşlarının esaslarını tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir.

İmam Ebul-Hasen el-Eş’arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır. Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur’an’ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı. Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı. Fakat Matüridî, Eş’arî’nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu. Ona göre aklın daha çok değeri olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir:

1- Her iki mezhebe göre; Allah’ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır. Matüridiyye’ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah’ı aklen bilmek gereklidir. Allah’ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah’ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez. Allah’ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A’zam Ebu Hanife’den geçmiştir. Beyazî’nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife “Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için Allah’ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz” demiştir (Ebu Hanife’nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü’l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78).

Eş’arîler ise; akıl, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah’tır. Allah’ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar.

Matürîdîler de; Allah’ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah’ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, “akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah’ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah’ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez” düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar.

2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: “Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder. (Hüsün emrin medluldür) Allah’ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder. Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder. Allah’ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet eder.” Matüridi’ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler, b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler, ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah’ın emretmesiyle anlaşılır. Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder. Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur. Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah’ındır. Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O’dur.

Eş’arîler ise; “eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Allah emrettiği için bir şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir”, derler. Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul etmezler.

Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur. Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur.

3- Eş’arî; “Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah’ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir). Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez. Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz. Ayetlerde geçen Allah’ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder.

Matüridi’ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor. O halde O’nun hikmet sıfatı da vardır. Allah boş ve abes işlerden münezzehtir. Her işinde hikmet vardır. Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir. Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir. Mutezile’nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O’na vacip olmaz. Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O’nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O’nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir. Allah yaptığından sorumlu değildir.

4- Matüridiler, Allah’ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler. Çünkü Allah, Kur’an’da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır. Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler.

Eş’arîler ise, tekvin sıfatını, Allah’ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler.

Görülüyor ki Matüridi’ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır. İzmirli İsmail Hakkı’nın “Yeni ilm-i Kelâm” isimli eserinde Eş’ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; “Eş’ariyye indinde, tevbe-i ye’s (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye’ye göre ise makbuldür” (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır. Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye’s asla makbul değildir.

Matüridî, Te’vilâtında; Ebul-Mu’in en-Nesefi, et-Tabsira’ adlı eserin de tevbe-i ye’sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: “Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun…” (Te’vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef. Kütüphanesi No: 47 vr. 1829).

“Bir kimsenin ye’s halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur… (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86).

Tevbe-i ye’sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur… ” (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir” (el-Mü’min, 40/85) gibi âyetler vardır. Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar.

İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür. Bunlar, Resulullah’ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar:

a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir. Kur’an’da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler.

b) Eş’ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler.

c) Matüridiyye: Bunlar da Eş’ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler. Kur’an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler.

d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı. Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye’den daha çok Mutezile’ye yakındır demişlerdir. Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur. Alanın Mutezileye bitişik 1/4’ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş’ariyye mevcuttur, demişlerdir.

Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır. O “Tevilatü’l-Kur’an”isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir. Yol bulabildiği vakitte Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmektedir. Çünkü Kur’an’ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez. Eğer o (Kur’an) Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı” (en-Nisa, 4/82). Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat’i bir delil bulamazsa te’vil etmekten kaçar. Müteşabih ayetleri te’vil hususunda takib edilen bu metodu Eş’ari de kullanmıştır. Ancak Eş’ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te’vil etmişlerdir. Bu te’villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir.

Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler:

Matüridi’nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir. Matüridî pek çok eser telif etmiştir. Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir:

Bunlardan birisi “Tevilâtü’l-Kurân “diğeri adı “Te’vilatü Ehli’s-Sünne”dir. Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduğu sanılmaktadır. Hemen hemen İstanbul’un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur. Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur’an tefsiridir. Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid’at mezheblerinin görüşlerini reddeder. Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır. Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî (v. 533/1158) tarafından şerh edilmiştir. Bir nüshası şehid Ali Paşa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur. Matüridi’nin diğer eseri Kitabü’t-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır. Dr. Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut’ta bastırılmıştır.

Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu’in Meymun b. Muhammed en-Nesefi’dir (417-508/1024-1115). Matûridiyye’nin yetiştirdiği en büyük kelamcıdır. Nesefi, İmam Matüridi’nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır. Eş’ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v. 403/1013) ve Gazzali (505/1111)’nin değeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi’nin değeri aynıdır. Matüridi’nin kitablarının özellikle Kitâbü’t Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi’nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir.

Nesefi’nin diğer bir kitabının ismi “et-Temhid li-Kavaidi’t-Tevhid”tir. Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır. Mesela Beyazıd Küt. No: 3078,158. (vr.) Nesefî’nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli’l İslâm isimli kitabı ise Konya’dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır. Bu kitap yine aynı yılda Kahire’de de basılmıştır.

Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir. Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir şehirdir. Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiş pek çok alim yetişmiştir. Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v. 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir. Bu sonuncusunun “Medariku’t-Tenzil ve Hakaiku’t Te’vil” isimli tefsiri. pek meşhurdur. Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır.

İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir. Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi’nin Tabsiratül-Edille’sinde şöyle dile getirilir: “Delilsiz olduğu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz. Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat karşılığında verilir. Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur. Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı çekilir… Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez. Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez” (Tabsıratü’l-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86; Fatih Küt. No: 2907, vr. 96-10). Matüridi’nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır. Çünkü iman Allah’ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir. Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe iman makbuldur. Gücü yettiği halde Allah’ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur.

Muhiddin BAĞÇECİ-Şamil İA

felsefe/maturudusemerkand Maturidilik

Matürîdî´nin Metodu Ve Görüşleri

a) Metodu:

b) Görüşleri:

Bu mezhep, Ebu Mansur el-Matüridî diye meşhur olan «Muham-med b. Muhammed b. Mahmud»´a nisbet edilmektedir.

Mfttürîdi, Semerkant´da, «Matürid» mahallesinde doğmuştur. Hicri 333, Miladi 914 de vefat ettiği tesbit edilmiştir. Hicri üçüncü yüzyılın son üçtebirinde ihnini -tahsil etmiştir. Yani Mutezilelerin, Hicri 3. yüzyılın ilk üçtebirinde fıkıh ve hadis âlimlerine kötü mua­melelerinden dolayı halkın nefretini kazandıkları ve gazaplarına uğ­radıkları bir dönemde ilmini tahsil etmiştir.

Matürîdi´nin, hangi tarihte doğduğu, kesin olarak bilinmemek­tedir. Ancak Hicri 3. yüzyılın ortalarında doğduğu anlaşılmaktadır. Matürîdi´nin, Hanefî fıkhını ve ilm-i kelâmı Hicrî 268 de vefat eden Yahya el Belhi´den okuduğu, kesinlikle sabittir.

Matürîdi´nin memleketi fıkıh ve usul-i fıkıh dallarında tartışma ve münazaraların çokça yapıldığı bir memleketti. Hanefî fıkıhçıîarı ile Şafiî fıkıhçıîarı arasında münazaralar yapılırdı. Öyleki, matem­ler esnasında dahî mescitlerde bu tip münakaşalar yapılırdı.

Fıkıh ve hadis âlimleriyle, Mutezilîler arasında fikri savaşlar şid­detlenince, fıkıh ve usul-i fıkıh sahalarında tartışmalar yapıldığı gi­bi, bu defa tartışmalar ilm-i kelâm sahasına kaydı. îşte Matüridi, ak­li düşüncelerle elde edilen neticeler sayesinde yai ısların kazanıldığı böyle bir ortamda yaşadı.

Matüridi, Hanefî mezhebindendi. Bunun ilm-i kelâmda geniş araştırmaları yanında, fıkıh ve usul-ü fıkıh dallarında da geniş araş­tırmaları vardı. îlm-i kelâm ile, fıkıh ve hadis âlimlerine yardım et­ti. Fakat Matüridi, hernekadar Eş´ari´nin vardığı neticelerin tama­mında olmasa dahi, çoğunda onunla birleşmiş ise de, onun metodun­dan başka bir metod izlemiştir. înşallah bu hususu ilerde daha açık olarak izah edeceğiz.

Hanefi âlimlerinin çoğunluğu, İmam Matürîdi´nin varmış olduğu neticelerin, Ebu Hanife´nin, inanç hususunda tesbit ettiği neticelerle tam olarak birleştiği görüşündedirler. Ebu Hanife (R.A.)´nin üm-i kelâm dalında da geniş araştırmaları bulunmaktadır. Bu ilim dalın­da da parmakla gösterilecek kadar meşhurdu. Bunu, bizzat kendi­sinin ifade ettiği de anlatılmaktadır. Ebu Hanife´nin, itikadi mese­lelerde tartışmak için yirmi iki defa Basra´ya yolculuk yaptığı riva­yet edilmektedir. Bu da, kendisini, tamamen fıkhı incelemelere ver­mesinden öncedir. Ebu Hanife´nin, eski araştırmalarından tamamen ayrıldığı söylenemez. Özellikle, İslâm inancını söküp atmak isteyen zındıklar ve benzerleri, Ebu Hanife´nin döneminde fikrî sapıklıkla­rı yaymayı teşvik ediyorlardı. Ebu Hanife´den bu ilim dalında küçük risaleler kalmıştır. Bu risalelerdeki malumatların, Ebu Hanife´ye ait olduğunda şüphe yoktur. Hernekadar bu risalelerin kim tarafından te´lif edildiği âlimler arasında münakaşa konusu olsada… Bu risale­lerden bir kısmı şunlardır:

el-Fıkhul Ekber

el-Fıkhul Ebsad

Risaletu Ebi Hanife ila Osman el-Bettî

Vasiyyet-i Ebu Hanife litilmizihi Yusuf b. Halid es-Semtî

Kitabul ilm, berren ve bahren ve sarkan ve garben ve bu´dan ve kurba.

Bu risalelerin bütününden, ortaya atılan şu meseleler hakkın­da, Ebu Hanife´nin, kendisine mahsus müstakil bir görüşü bulundu­ğu neticesine varılır. Bu meseleler, Allah Tealâ´nm sıfatlan, imanın mahiyeti, Allah´ı bilmenin, akıl ile mi, yoksa nakil yoluyla mı gerekli olduğu meselesi İnsanın yapmış olduğu işlerin, kendiliğinden iyi ve­ya kötü olup olmaması, Allah Tealâ´nm, bütün mahlukat üzerinde­ki mutlak hakimiyetini kabul etmekle beraber, kulun fiilinin, kulun kendisine nisbetinin derecesi, kaza ve kader meselesi ve benzeri me­selelerdir.

Iraklı fıkıh âlimlerinin hocası, İmam Ebu Hanife´den nakledilen bu görüşlerle, Ebu Mansur el-Matürîdî´nin, kitaplarında tesbit ettiği görüşler arasında ilmi bir karşılaştırma yapıldığı zaman, bu dü­şüncelerin, aslında birleştikleri ortaya çıkar. Bu nedenle âlimler, İmam Matürîdî´nin görüşlerinin, Ebu Hanife´nin, inanç hususunda­ki görüşlerinden kaynaklandığını ve Ebu Hanife´nin görüşlerinin esas olduğunu anlatmışlardır.

Irak âlimleri, çevrelerinde bulunan Şam âlimleri ve benzerleri, Ebu Hanife´nin fıkhı görüşlerini teferruatı andırmaya girişmişler, onun, itikad hakkındaki görüşlerine ise, önceleri yanlarında bulu­nan, fıkıh ve hadis âlimlerinin görüşleriyle, daha sonra da İmam

Eş´ari´nin bu husustaki görüşleriyle yetinerek pek önem vermemiş­ler. Fakat, Maveraünnehr âlimleri, fıkhî görüşlere çok önem vermele­riyle birlikte,. Ebu Hanife´nin, itikad hakkındaki görüşlerine de özel bir itina göstermişler; bu görüşleri şerh etmeye, bunlar üzerinde yo­rumlar yapmaya ve bunları aklî delillerle ve mantıki kıyaslarla des­teklemeye çalışmışlardır.

Matürîdî, kendi görüşleriyle Ebu Hanife´nin görüşleri arasında­ki irtibatı araştırmayı bize bırakmıyor, bizzat kendisi, Ebu Hanife´­nin şu kitaplarını rivayet ettiğim söylüyor. Bu kitaplar; «Fıkhul Ebsat, Risale ileîbetti, el-Âlinı vel Müteallim, Vasiyyetü Ebu Hanife li .Yusuf b. Halid» adlı kitaplardır.

Matüridi bu kitapları, Ebu Nasr Ahmet.b. el-Abbas el-Eyadî´den, Ahmed b. îshak el-Cürcani´den ve Nasr,b. Yahya el-Belhi´den riva­yet ettiğini, bu zatların da bu kitapları, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî´nin talebesi, Ebu Süleyman Musa el-Cürcanî´den rivayet ettik­lerini, Ebu Süleyman´ın da bu kitapları, Ebu Hanife´nin talebesi ve kendisinin hocası olan Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî´den rivayet ettiğini anlatır.

«İşârâtül Meranı» adlı kitabın sahibi, bu rivayet silsilesinin so­nunda şöyle der: Matüridi, bu temel kaynakları, kendi kitapların­da kesin delillerle tahkik etmiş ve bunları, açık delillere dayandıra­rak, sağlam bir şekilde detayîandırmıştır.

Dostumuz, merhum, Zahidüî Kevseri «İşâratül Meram» adlı ese­rin mukaddimesinde şunları söyler: «Maveraünnehr ülkeleri, heva ve heveslerden. ve bidatlardan uzaktı. Çünkü bu memleketlerde, in­sanlar üzerinde istisnasız .bir tesir ve hakimiyeti vardı. Orada bulu­nanlar, hadisleri nesilden nesiîe naklederlerdi. Nihayet, «îmamül Hûda» diye tanınan, ehl-i sünnet imamı, Ebu Mansur Muhammed el-Mafrüridî ortaya çıktı. Kendisini, bu meseleleri tahkik etmeye ve delillerini tedkik etmeye vakfetti. Böylece, hem aklı hem de şer´i memnun edecek eserler yazdı. Buradan anlaşılıyor ki, Ebu Mansur el-Matüridî, itikad hakkındaki görüşlerini, Ebu Hanife´den rivayet ettiği bu risalelerde naklçdilen fikirlere dayandırmış ve bunları da­ha da detaylandıranş, açıkça izah edilmeyen hususları da izah edi­len hususlar ışığında geliştirmiştir. Matüridî, dini mevzuları, aklî ve mantıki delillerle ispat eder ve şüpheye mahal bırakmazdı. Matüri-´di, incelediği konularda birçok kitaplar yazmıştır. Bu kitaplardan

bir kısmı şunlardır:

Tevilül Kur´an Me´haz eş-Şeraya

Kitab el-Cedel

El Usul fi Usul ed-Din

El-Makalât fil Kelâm

Kitab el-Tevhîd

«Ka´bî»nin Evailül Edilleye Reddiye adlı kitabı

«Kâ´bî´nin» Tehzibül Cedel adlı eserine reddiye

Ebu Muhammed el-Bâhüî´nin «Usulûl Hamse» adlı kitabına reddiye

Bazı Rafizîlerin «Kitabül İmame» adlı eserine reddiye

Karamitaya Reddiye.

Bir kısım âlimler, Maturîdî´nin, Ebu Hanife´ye nisbet edilen Fıkhul Ekber» adlı kitaba şerh yazdığını söylemişlerse de ilmi inceleme­ler neticesinde bu şerhin, meşhur Hanefi fıkıhçısı Ebu el-Leys es-Semerkandi ait olduğunu ortaya koymuştur.[1]

Matürîdî´nin Metodu Ve Görüşleri[2]


a) Metodu:

Ebu Mansur el-Matüridi ile Ebu el-Hasan el-Eş´ari ayni devirde yaşamışlardır. Herbiri, diğerinin gerçekleştirmek istediği gayeyi ger­çekleştirmeye çalışıyordu. Ancak, îmam Eş´ari, hasımlarının bulun­duğu bölgeye daha yakındı. Evet, İmam Eş´ari, Muteziliîerin vatanı ve türedikleri yer olan Basra´da bulunuyordu. Fıkıh ve hadis âlinıîe-riyle Mutezilîler arasındaki fikri savaş, Basra´nın da bağlı bulundu­ğu Irak bölgesinde cereyan ediyordu. Ebu Mansur el-Matüridi ise, savaş alanından uzaktı. Fakat bu savaşın yankısı, bulunduğu böl­geye de ulaşıyordu. Maveraünnehr ülkelerinde de Iraklı mutezilîle-rin sözlerini durmadan tekrarlayan Mutezilîler bulunuyordu. Matüridi bunlara karşı koyuyordu. Matürîdi ile Eş´arî´nin karşılaştıkları hasım aynı olduğu için, her ikisinin de vardığı neticeler birbirine ya-kmdı, fakat birbirinin aynı değildi. Birçokları, Eş´ari ile Matürîdi´nin, aralarındaki ihtilafın büyük olmadığını sanmışlardı. Hatta, Şeyh Muhammed Abduh «el-Akaidül Adudiyye» adlı eserin yorumunu yapar­ken, Matüridi ile Eş´ari´nin arasındaki ihtilafın on meseleyi aşma­yacağını ve aralarındaki ihtilafın, gerçekte bulunmayıp, dış görünüş­te bulunduğunu söylemiştir.

Ancak, Matürîdi´nin ve Eş´arî´nin görüşleri son şekilleriyle, de­rince incelendiği vakit, her -iki imamın düşünceleri ve varmış olduk­ları neticeler arasında farkların bulunduğu ortaya çıkar.

Şüphesiz ki, her iki imam da Kur´an-ı Kerim´in kapsadığı inanç meselelerini, akılla ve mantıkî delillerle ispat etmeye çalışıyordu. Ve Kur´an-ı Kerim´in getirdiği itikadı meselelere bağlı kalıyorlardı. Ancak, bunlardan biri, akla, diğerinden daha fazla önem veriyordu. Meselâ; Eş´ariler, Allah Tealâ´yı bilmenin, nakil yoluyla vacip oldu­ğunu kabul ederken, Matürîdî´ler, Etiu Haaıife´nin metoduna uyarak, Allah´ı bilmenin akıl ile vacip olduğunu söylemişlerdir. Eş´ari´ler, şer´an bir delil olmadıkça eşyanın akıl. ile idrak edilebilecek bir iyi­liği bulunduğunu kabul etmezler. Matürîdî´ler ise, eşyanın, akıl ile idrak edilebilecek, kendiliğinden bir iyiliğe sahip olduğunu kabul et­mişlerdir.

İşte bu çeşit ihtilafları birçok meselelerde bulabiliriz. Bu sebep­le şu niteceye varırız ki; Matürîdi´nin metodunda, israfa kaçmaksızın ve tökezlemeksizin, akim büyük bir otoritesi bulunmakta, Eş´arîler ise, nakil ile bağlı kalmış, nakli delilleri geçmişteki uygulamalar­la desteklemişlerdir. Öyle ki, araştırıcı bir kişi, Eş´arilerin, fıkıh ve hadis âlimleriyle, Muteziliîerin arasında orta bir yol tuttuklarını, Matürîdî´lerin ise, Eş´ariler ile Mutezilîler arasında bir yol izlediklerini görür.

Müslümanların, mü´min olduklarında ittifak ettikleri şudört fırka­nın bir meydanda bulundukları kabul edilecek olursa, meydanın bir ucunda Mutezile, diğer ucunda hadis âlimleri, ortanın Mutezile, ta­rafında Matürîdiler, hadisçiler tarafında ise Eş´ariler görülür.

Matüridi, serî delillerin irşadıyîa akla dayanır, aklî araştırma­nın gerekli olduğunu söyler. Böylece, naklî delillere dayanmayı, ger­çeği, naklî delillerden çıkarmayı ve akim, hataya düşüp sapacağın­dan korkarak, nakli delillerden başkasına başvurulmamasını gerek­li gören fıkıh ve hadis âlimlerine muhalefet etmiştir.

Matüridi, «Tevhid» adlı kitabında bu hususa cevap vererek şöy­le demiştir: Bu iddia, şeytanın, hatıra getirdiği bir kuruntu ve ves­vesedir. Aklî araştırmayı inkâr edenin, akli araştırmayla elde etti­ği delilden başka bir delili yoktur. Bu da, bu gibi insanlara, aklî araş­tırmanın zorunlu olduğunu söylemeye mecbur kılar. Bunlar, akli araştırmayı nasıl inkâr edebilirler Halbuki Allah Tealâ kullarım, aklî araştırmaya davet etmiş ve onlara düşünmeyi ve muhakeme etmeyi emretmiş, onları öğüt ve ibret almaya mecbur kılmıştır. Bu da, aklî araştırmanın ve düşünmenin, ilmî kaynaklardan biri ol­duğuna dair delildir.

Görülüyor ki Matüridi, Akaid ilmini öğrenmek hususundaki ih­tilafın tam esasına temas ediyor. Akaid ilmini öğrenmenin tek kay­nağı nakil midir, yoksa, naklin yanında akıl da diğer bir kaynak mı­dır sorusuna, naklin kaynak olduğunu kabul ettiği, bunun yanın­da, aklın da bir kaynak olduğu şeklinde cevap verdiği görülür.

Ancak, Matüridi, aklı, bilgi kaynaklarından biri kabul etmesi­ne rağmen, aklın sapıklığa düşeceğinden korkmaktadır. Fakat, bu korku onu, fıkıh ve hadis âlimleri gibi akli araştırmayı men etmeye götürmüyor, aklî araştırmanın yanında nakle dayanılmasını ileri sü­rerek sapma ihtimaline karşı birtakım tedbirler almaya ve ihtiyatlı davranmaya sevkediyor.

Evet, Matüridi şöyle der: «Kim, nakli delillere dayanıp ihtiyatlı davranmanın gerekliliğini reddederse, o, Hesuiu Allah´dan bir işaret olmadan eksik ve sınırlı aklıyla, insanın aklından gizli kalan mese­lelerin mahiyetini bilmeye ve ilâhi hikmetlerin tümünü kuşatmaya kalkışırsa, o kimse, akla zulmetmiş olur. Ve ona taşıyamiyacağı bir yükü yüklemiş olur.» Bu sözlerden şu netice çıkarılır: Matüridi, nak­le ters düşmeyen hususlarda, akim vereceği hükümleri kabul eder. Şer´a muhalif düşen aklî hükümlerde ise, şer´a boyun eğmenin ge­rekliliğini kabullenir.

Matürîdi´nin, Kur´an-ı Kerim´i tefsirde kılavuzu, «nakli deliller­le yardımlaşarak aklî delillere başvurmanın gerekli olduğu- prensi­bidir. Matüridî, Kur´an-ı Kerîm´i tefsir ederken, müteşabih âyetleri, müteşabih olmayan âyetlere göre izah eder. Müteşabih olanları, mü­teşabih olmayanların ifade ettikleri mânânın ışığı altında tevil et­meye çalışır. Bir müminin aklî tevile gücü yetmiyorsa, bundan vaz geçmesinin daha doğru yol olduğunu söyler. Matüridî, mümkün ol­duğu nisbette, Kur´an-ı Kerim´i yine kendi âyetleriyle tefsir etmeye çalışır. Çünkü Kur´an´m âyetleri birbiriyle çatışmaz. «… Eğer Kur´an, Allah´dan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, O´nda. birbirine zıt olan şeyler bulurlardı.»[3]

Bu metod, Matüridi´yi, aklî metodları bakımından bazan Mutezililerle birleşmeye sevketmiş, birçok yönlerde ise onlara muhalefet etmesine sebep olmuştur. Matüridî ile Mutezililer, aklî araştırma yap­manın gerekliliği, Allah´ın akıl ile bilinmesinin gerekliliği, eşyanın, iyi veya kötü olduğunun akîen bilinebileceği hususlarında aynı görüştedirler.[4]

b) Görüşleri:

Daha önce de anlattığımız gibi, Matüridî´nin görüşleri, H. 3. yüz­yılın başlarında, birbirleriyle ihtilâf eden Mutezililerle fıkıh ve ha­dis âlimlerinden, mutezilîlere daha yakındı. Bu sebeple, dostumuz, merhum Zâhidül Kevseri´nin şu sözü yerindedir: «Eş´ariler, Mutezile ile hadis âlimleri arasında bir yol tutmuş, Matüridiler ise Mutezile ile Eş´arîler arasında bir yol izlemiştir. Hakkında nass bulunmayan bütün temel meselelerde, nakli delillerin yanında aklî görüşlerinin bulunduğu açıkça görülür. Matüridî, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, varmış olduğu neticelerin çoğunda Eş´arî ile ittifak etmiş fakat bazılarında da ona muhalefet etmiştir. Şimdi ise hangi hususlarda ittifak edilip edilmediğini de açıklayarak, Matürîdi´nin, topluca gö­rüşlerine, kısaca bir göz atalım.

a) Matüridî, Allah´ı bilmenin gerekli olduğunu idrak etmenin aklen mümkin olacağı görüşündedir. Nitekim, Allah Tealâ; Kur´an-ı Kerîm´in bir çok âyetlerinde, bakıp düşünmeyi emreder. İnsanlara, göklerin ve yerin hükümranlığına bakmayı emreder. Allah Tealâ insanları, akıl doğru yola yönelir, heva ve hevesten ve taklitten uzak kalırsa, Allah´a iman etmeye ulaşabileceğine ve onu tanıyabileceği­ne dair uyarıyor.

Akıl ile Allah´ı bilmeye çalışmak, Kur´an-ı Kerim´in âyetlerinin hükümlerine uymak demektir. Buna mukabil aklî araştırmayı bırak­mak, Kur´an-ı Kerim´in âyetlerini ihmal etmek olur. Aklı, Allah´ı bilmek için bir vasıta kabul etmemek, Allah Tealâ´nın, akli araştır­maya bağladığı neticeleri hiçe saymak demek olur. Eğer, Allah´ı bil­mek, bakıp araştırmaya bağlı olmasaydı, Allah Tealâ´nın, bakıp araş­tırmanın neticeleri olduğunu beyan ettiği şeyler reddedilmiş olur.

Ancak, Matüridî aklın, yalnız başına Allah´ı bilebileceğini kabul etmesine rağmen kulların mükellef oldukları hükümleri bilemeyeceğini beyan etmiştir. Bu da Ebu Hanife (R.A.)´ın görüşüdür.

Bu, Mutezilenin görüşüne yakın bir görüştür. Ancak, iki görüş arasında çok ince bir fark vardır. O da şudur:

Mutezile, Allah´ı bilmenin, aklen gerekli olduğu görüşündedir. Matüridîlerse, bu görüşü aynen kabul etmezler. Allah Tealâ´yı bilme­nin gerekliliğinin akıl ile mümkün olabileceğini, ancak kesin olama­yacağım söylerler. Allah´ı bilmenin gerekliliğinin, ancak, bu gerek­liliği icadedecek bir güç tarafından meydana getirilebileceğini kabul ederler. O güç de, Allah´dır.

b) Matüridi mezhebi, varlıkların, kendiliklerinden kötü olabi­leceklerini ve insan aklının, birtakım varlıkların iyi veya kötülükle­rini bilebilecek güçte olduğunu söylerler.

Matürîdîkre göre, sanki varlıklar üç kısma ayrılmaktadır:

İnsan akimin, tek başına, iyi olduklarını bilebileceği varlıklar.

İnsan aklının, tek başına kötü olduklarını bilebileceği varlık­lar.

İyi veya kötü oldukları gizli olup, aklen bilinemiyen ve an­cak Allah´ın bildirme siyle iyi veya kötülüğü anlaşılan yarlıklar.

Daha önce de Ebu Hasan el-Eş´arî´nin hocası Ebu Ali el-Cübbaî´-den naklettiğimiz gibi, Mutezililer de varlıkları böyle bir tasnife tâ­bi tutarlar. Fakat Matürîdîler, Muteziîîlerin, bu ayırımla varmış ol­dukları neticeleri kabul etmediler. Mutezililer, bu ayırımla şu neti­ceye varmışlardır:

Akıl, birşeyin iyiliğini idrak ederse, aklın emriyle o şeyi yapmak gereklidir. Buna mukabil, akıl, birşeyin kötülüğünü anlarsa, o şey, yasaklanmış olur. Matüridî, aynı yoldan yürümemiş, İmam Ebu Hanife´ye uyarak şunları söylemiştir. «Akıl, birşeyin, ne olduğunu id­rak edebilse de, o şeyin, yapılıp yapılmaması, ancak, hikmet sahibi olan Allah´ın emriyle bilinir. Çünkü akıl, tek başına, dinî emir ve yasakları bilemez. Zira, dini emir ve yasaklan ancak Allah Tealâ koyar.

Matürîdî´nin, kabul ettiği bu görüşe, îmam Eş´arî katılmamak­tadır. Çünkü Eş´arî, varlıkların, kendiliklerinden iyi veya kötü olduk­larını kabul etmez. Eşyanın, ancak Allah´ın emri veya yasağıyla iyi veya kötü olduğunun anlaşılabileceğini söyler. Ona göre, bir şey Al­lah´ın emrettiği için iyidir. Başka bir şey de, Allah yasakladığı için kötüdür.

Görülüyor ki, Matürîdî mezhebi, Mutezile ile Eş´arî´nin ortasındadir.

c) Matüridî metodunun, Eş´arî ve Mutezile metodundan ayrıl­dığı üçüncü bir nokta da, Allah Tealâ´nm, yaptığı işlerdir.

Eş´arîler, Allah Tealâ´nm yapmış olduğu işlerin sebebi sorul­maz. Çünkü Allah Tealâ Kur´an-ı Kerîm´inde; «Allah, yaptıklarından dolayı sorguya çekilemez.»[5] buyurmaktadır, derler.

Mutezile, «Allah Tealâ, yaptığı şeyleri bir kısım maksat ve gayelerle yapar. Çünkü O, hikmet sahibidir. O´ndan, gelişigüzel bir iş meydana gelmez. Bilakis,, herşeyi bir plana bağlamıştır.» derler. Ve bundan şu neticeye varırlar: Allah Tealâ´nm, iki şeyden, iyisini ve iki iyi şeyden daha iyi olanını yapması kendi üzerine gereklidir. Çünkü varlıkların, kendiliklerinden iyi veya kötü olmaları ve, Allah Tealâ´mn hikmetsiz hiçbirşey yaratmaması şunu gerektirir: Allah Tealâ´nın, iyi olmayan birşeyj emretmesi, veya iyi olan bir şeyi yasaklaması, imkânsızdır. O halde, Allah Tealâ´nm, iki şeyden iyi ola­nını yapması ve iyi olan iki şeyden daha iyi olanını yapması, onun üzerine vaciptir.

Matürîdî´nin, her iki guruba, muhalefet eden bir görüşte ol­duğu görülür. Matüri.di, Allah Tealâ´nm, boş davranışlardan uzak olduğunu ve yaptığı işlerin bir hikmete dayandığını, çünkü Allah Tealâ´nın, kendi kendini sıfatlandırdığı gibi hikmet sahibi ve herşe­yi bilen bir zat olduğunu söyler.

Matüridi şöyle der: «Allah Tealâ koymuş olduğu hükümlerde ve yapmış olduğu işlerde bu hikmetini murad eder. Fakat, Allah Te­alâ bu hikmetini dilerken, buna mecbur edilmiş değildir. Çünkü O, mutlak bir iradeye sahiptir. Dilediğini yapandır. Bunun için, Allah Tealâ´mn, iyi olan birşeyi veya daha iyi olan bir şeyi yapmasının, onun için gerekli olduğu söylenilemez. Çünkü birşeyin yapılmasının gerekli oluşu, serbest iradeyi ortadan kaldırır. Başkasının, Allah Te­alâ´nm üzerinde bir hakkı olduğunu icabettirir. Halbuki, Allah Tea­lâ bütün yaratıkların üstündedir. Yaptıklarından hesaba çekilemez. O´nun üzerine, bir şeyin vacip olduğunu söylemek, O´nun hesaba çekilebileceğini gerektirir. Allah Tealâ bundan çok uzaktır, çok yü­cedir.

Şurası bir gerçek ki, bu mevzuda Matüridî ile Mutezile arasında­ki anlaşmazlık, temelde bir anlaşmazlık olmayıp, sadece, temel dü­şünceyi ifadede ihtilaftır. Çünkü temel düşünce-, Allah Tealâ´nın iş­lerinin, dilediği ve takdir ettiği bir hikmete binaen olduğu ve Allah Tealâ´nın, boşuna bir iş yapmayacağıdır.

Fakat Mutezililer, bu temel düşünceyi ifade ederken, Allah´ın böyle yapmasının, Allah´ın üzerine vacip olduğunu söylemişler. Ma­türîdîler ise, bu şekilde ifadeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü, Matilrîdîlere göre bir şeyin yapılmasının gerekli olduğunu- söylemek, o şeyin yapılmasından önce, hükmünün var olmasını gerektirir. Hal­buki, Allah Tealâ´nın yaptığı işlerin, bir hikmete göre olduğuna hü­küm verme, işin meydana gelmesinden önce değil, sonradır.

Ancak, Mutezile ile Eş´arüer arasındaki ihtilaf, düşüncenin özün­dedir. Bu ihtilaf, «İyilik ve kötülük, varlıkların kendisinde midir Yoksa Allah´ın bildirmesiyle mi bilinir » meselesinden kaynaklan­maktadır.

Eş´ari ile Matüridîler arasında, Allah Tealâ´nm yaptığı işleri ve yaptığı işlerde hikmet arama hususundaki ihtilafları, beklenmedik birtakım fer´İ meselelerde dahi ihtilaf etmelerine yol açmıştır.

Eş´ariler, «Allah Tealâ´nm, insanları, hiçbirşeyle mükellef tut­madan yaratabilirdi. Yaratılanları mükellef tutması, Allah Tealâ´nm bir iradesidir. Dilerse başka birşey de murad edebilir.» derler.

Matüridüerde; «Allah Tealâ, yaratılanları mükellef tuttuğu şey­leri dilediği bir hikmete binaen murad etmiştir. Allah Tealâ, diledi­ği ve kararlaştırdığı hikmetten başkasını murad etmez.» demişlerdir.

Bu sebeple;

Eş´arîler, nakli bir delil olmaksızın, sırf akli bir faraziye ile Allah Tealâ´nm, kendisine itaat edeni cezalandırabileceğini ve ken­disine isyan edeni de mükâfatlandırabileceğini mümkün görmüşler ve şunu söylemişlerdir: «Zira, Allah Tealâ´nın, itaatkâr kulu mükâ­fatlandırması, sadece onun merhametinden kaynaklanan bir lütuf-tur. Günahkâr olanı cezalandırması ise, sadece onu dilediğindendir. Allah Tealâ´nın yaptığı ve murad ettiği bir şey için yorum yapıla­maz.»

Matüridîler ise şöyle derler: İtaatkâr kula sevap verilmesi, günahkâr kulun cezalandırılması, Allah Tealâ´nm hikmeti ve irade­sine binaendir. Allah Tealâ, hikmet sahibidir, herşeyi bilendir. Allah Tealâ, birçok âyetlerde sevap ve cezayı zikrettikten sonra kendisi­nin, hikmet sahibi olduğunu beyan eder. Meselâ şu âyet-i kerîme bunu ifade eder: «Erkek ve kadnı hırsızların, yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin. Allah, azizdir, ha­kimdir. Herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.»[6]

Eş´arîler, nakli bir delil olmaksızın sırf akli bir faraziyeden hareket ederek, AÜah Tealâ´nm, sakındırdığı bir cezadan vazgeçe­bileceğini söylerler. Buna mukabil Matüridîler, buna cevaz vermez­ler. Allah Tealâ´mn, hikmeti gereğince böyle bir sakmdırmada bu­lunduğunu ve âyet-i kerimesinde; «Şüphesiz, Allah vaadinden dön­mez.»[7] buyurduğunu, bu sebeple Allah Tealâ´nm, vaad ettiği mükâ­fattan, sakındırdığı cezadan dönmeyeceğini söylerler.

d) Bu meselelerden sonra, problemlerin en büyüğü olan, «Ce­bir ve ihtiyar» (yapmış olduğu işlerde kulun, mecbur ve serbest olu­şu) meselesine geçelim. Bunun, Mutezile, Eş´ari ve Matüridîler ara­sında nasıl çekişme ve münakaşa konusu olduğunu görelim.

Daha önce, Mutezilîlerin bu konudaki düşüncelerini görmüş­tük. Mutezilîler, «Kul, kendi işini kendi yaratır. Böylece o hükümlere muhatap ve mükellef olur. Kulda bulunan, kendi işlerini yapai.fi. gücü, Allah tarafından yaratılmış ve kula verilmiştir.» derler.

Eş arüer ise, «Kulda görülen işleri, Allah yaratar. Kul, sade­ce cüz´i iradesiyle o işikesbeder. Kul; «kesb»i sebebiyle mükellef olur. Sevaba erer veya cezalandırılır.

Matürîdîler ise bu mevzuda, Allah Teaîâ´nın, bütün varlıkla­rı yarattığını, kâinatta mevcut olan herşeyin, Allah´ın mahluku ol­duğunu, Allah´ın hiçbir ortağı bulunmadığını, yaratmayı O´ndan baş­kasına nisbet etmenin, O´na ortak koşmak olduğunu, bunun ise hiçbir zaman kabul edüemiyeceğini ve akla sığmayacağını beyan etmiş ve sonra da şunları söylemiştir. «Allah Tealâ´nm hikmeti ancak kulun, cüzî iradesiyle yapacağı hayırlı şeylerin sevap olacağını, yine cüzi iradesiyle yapacağı kötü işlerin günah olacağını gerektirmektedir. Allah´ın hikmeti yanında, adaleti de bu durumu gerektirmektedir. Böylece, Allah Tealâ´nın, «Sizi de, yaptıklarınızı da, yaratan Allahtır.» kelamı mucibince kulların işlerinin Allah tarafından yaratıl­mış olduğu ortaya çıkmaktadır.»

îşte, Matürîdi ile Mutezilenin arası bu noktada açılır. Çünkü Mutezililer, kulların işlerinin, Allah´ın kula verdiği bir güçle, kullar tarafından yaratıldığını söylerler. Fakat, kulun cüzi irade bulun­duğu düşüncesiyle, kulda görülen işlerin, Allah tarafından ve Allah´­ın verdiği güçle yaratıldığını söylemek nasıl bağd aştırılacak bir Bu hususta Matürîdî, aynen Eş´arînin sözlerini söyler ve şöyle der: «Ku­lun, yaptığı işlerde katkısı, sadece (kesb) kazanmaktır. Kul, bu hu­susta serbesttir. Kul, sevaba ve cezaya bu kazanma vasıtasıyla la­yık olur.» Matüridi, bu görüşte tamamen Eş´arî ile birleşir, ancak şu noktada yine ayrılırlar.

Eş´ari´ye göre kesb (kazanma), Allah tarafından yaratılan iş­le, kulun ihtiyarının (seçmesinin) birîeşmesidir. Fakat kulun bu kesbde hiçbir etkisi yoktur.

Eş´ari´nin bu ifade şekline göre, kulun işi gibi kesbi de Allah ta­rafından yaratılmıştır. Âlimler bu görüşün cebre yol açtığı kanaa­tindedir. Çünkü kulun herhangi bir katkısı olmayan bir seçimin hiç­bir mânâsı yoktur. Bu sebepledir ki, Eş´ari´nin bu görüşüne «orta derecede bir cebr» denilmiştir. Selef iye mezhebini açıklarken de izah edeceğimiz gibi, İbn. Hazm ve İbn. Teymiye bu görüşün «mükemmel bir cebr» olduğunu söylemişlerdir.

Evet, Eş´arî´ye göre kesb anlayışı ve bu anlayışın yol açtığı mâ­nâ budur.

Matürîdî´ye göre kesb (kazanma), Allah Tealâ´nın kula ver­diği bir güçle yapılır. Matürîdî´ye göre kul, Allah´ın onda yarattığı bir güçle herhangi bir işi yapabilir veya yapmayabilir. Kul hürdür, bir işi yapmada seçme yeteneğine sahiptir. Dilerse bir işi yapar ve bu yapışı, Allah Tealâ´nın yarattığı işle birleşir, dilerse yapmaz. Se­vap ve günah bu yolla kazanılmış olur. Kesb böyle izah edilince, Al-lahutealâ´nm kullarının seçmelerine göre fiillerini yarattığını söyle­mek, kulların kesbi bulunduğunu söylemekle çelişmez.

Görülüyor ki, Matürîdî,, bu görüşü ile Mutezile ile Eş´ari´ler ara­sında orta bir yol tutar.

Mutezile, 4şler, Allah´ın kula verdiği bir güç ile kul tarafın­dan yaratılır.» der.

Eş´ariler ise, «Fiilin yaratılmasında kulun «Kesb» den başka herhangi bir katkısı yoktur. «Kesb» ise, kulun, tesiriyle meydana gel­meyen, sadece kulun isteğinin, Allah´ın yaratmasıyla birleşmesi de­mek olan bir şeydir» der.

Matürıdİ ise, «Kesb, kulun gücü ve tesiriyledir» der. Kesb´e tesir eden ve fiiller meydana geldiğinde eseri görülen,

kuldaki bu güce «İstitaat» (güç yetirme) denir. Ebu Hanife´ye göre kulun mükellef olmasının sebebi budur. Bu hususta, Matüridî de Ebu Hanife´ye tâbi olmuştur. Kuldaki bu «istitaat» fiillerin vukuunda gö­rülür. Çünkü bu, sonradan yaratılan ve yenilenen bir güçtür. Bu se­beple «istitaatm» fiilden evvel bulunması gerekmemektedir.

Mutezililer, insandaki bu güç yetirmenin, fiillerin meydana gel­mesinden önce insanda mevcut olduğunu, çünkü insanın, gücü yet­tiği için mükellef oluşu ve emir ve yasaklara muhatap oluşu, fiilin meydana gelmesinden öncedir.

e) Allah Teaîâ´nm sıfatları: Daha önce de beyan ettiğimiz gi­bi, Mutezile, Allah Tealâ´nın sıfatları bulunduğunu kabul etmemiş­lerdir. Eş´arî ise, Allah Tealâ´nın sıfatlarının var olduğunu ve bu sı­fatların, zatın aynısı olmadığını söylemişler. «Allah´ın, kudret, irade, ilim, hayat, sem´i, basar, kelam gibi sıfatları vardır ve bunlar, onun zatının aynı değildir.» demişlerdir.

Mutezililer ise, «Allah Tealâ´nın zatından başka birşey yoktur. Kur´an-ı Kerim´de zikredilen, «Alim», «habîr», «hakim», «semî», basîr» gibi kelimeler, Allah Tealâ´nın isimleridir.» demişlerdir.

Daha sonra, Matürîdî geldi, Allah Tealâ´nın, bu gibi sıfatları bu lunduğunu ispat etti. Fakat o, «Bu sıfatlar, Allah´ın zatından başka bir şey değildir.» dedi. Matürîdî´ye göre, bu sıfatlar, Allah Tealâ´nın zatıyla birlikte vardır. Zatından ayrılamazlar. Ve bunların, zat´dan ayrı, müstakil bir mahiyetleri yoktur ki, sıfatların birden fazla olu­şunun, «Kadim» olan Allah´ın birliğine gölge düşürdüğü zannedilsin.

Matürîdî bu görüşü ile,Mutezileye yaklaşmış, daha doğrusu, he­men hemen Mutezile ile birleşmiştir.

Müslümanlar arasında, Allah Tealâ´nm, âlim, semi, basîr, kadir, murîd (irade edici) olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Araların­daki ihtilaf sadece bu kelimelerin, Allah´ın zatından ayrı, kendileri­ne mahsus bir mahiyetleri bulunup bulunmaması hususundadır.

Mutezililer, onların, herhangi bir mahiyeti olacağını kabul etme­mektedir.

Eş´ariler ise, bu kelimelerin, ancak, zatla bulunabileceğini, bu­nunla beraber, zattan başka bir şey olduklarını söylemişlerdir.

Matüridîler ise, bu sıfatların, zattan başka birşey olmadıkları­nı kararlaştırarak, hemen hemen Mutezile ile birleşmişlerdir.

Meselâ: «Kelam» sıfatı ve Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk olup olma­dığı hususunda şöyle izahlarda bulunmuşlardır:

Mutezile; Allah Tealâ´nm, ister zatından başka bir şey olsun, isterse zatının tam aym olmasın, «Kelâm» diye bir sıfatının olduğu­nu kabul etmez. Ve Kur´an-ı Kerim mahluktur» der.

Eş´ariler ise bu meselede, fıkıh ve hadis âlimlerinin metodu­nu izlediler. Kur´an-ı Kerîm´in, «Kadim» olduğunu söyîemedilerse de, O´nun, Allah´ın kelamı olduğunu ve mahluk olmadığını ileri sürdü­ler.

Sonra Matüridi geldi. Engelleri aştı, Kur´an-ı Kerim´in, mâ­nâsının, Aîlahu Tealâ´nın kelâmı olduğunu, bu itibarla kelamın, Allahu Tealâ´nın zati sıfatlarından biri olduğunu ve Allah´ın zatının kadimliği ile kadim olduğunu ve kelamının, harf ve kelimelerden meydana gelmediğini, çünkü harf ve kelimelerin, sonradan icadedildiklerini, sonradan icad edilen bir şeyin, varlığı gerekli, kadim bir zat´a sıfat olamayacağını, bir de sonradan icadedilen bir şeyin araz­dan olduğunu, ârâzm ise, Allah´ın zatı ile kaim olamayacağını söy­lemiştir.

Bu izaha göre, Kur´an-ı Kerîm´in mânâsını gösteren harf ve iba­reler hadistir (sonradan yaratılmıştır). Bundan şu neticeye varılır:

Kur´anı Kerîm´in, kadîm olan mânâsını ifade eden harfleri, lâfızları ve ibareleri hadistir.

Matüridî, bu izah tarzıyla Mutezile ile birleşmiştir. Çünkü o, Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk olduğunu söylememiş ise de, hadis oldu­ğunu söylemiştir.

Hülâsa, Kur´an-ı Kerîm, üç vasıfla sıfatlandırılnııştır.

Mutezilüer, Kur´an-ı Kerim´i «mahluk» olarak sıfatlandirmışlardır.

Eş´ariler, fıkıh ve hadis âlimleriylo, Kur´an-ı Kerîra´in «mah­luk» olmadığını söylemişler, fakat onu, «kadim» olarak sıfatlandır-mamışlardır.

Matürîdîler ise, Kur´an-ı Kerîm´in «hadis» olduğunu söylemiş­ler ve O´nun «mahluk» olduğunu söylememişlerdir. îşte ihtilaf konusu budur, ihtilaflar, herhangi bir neticeye varmamaktadır. Zira görül­düğü gibi ihtilaflar yüzeyseldir.

f) Matüridî, Allah Tealâ´nın, kendisini sıfatlandırdığı bütün sı­fatları ve halleri, olduğu gibi kabul edip, asıllarını reddederek, onla­rı değiştirmeye girişmemesiyle beraber Allah Tealâ´nın, cisimden, me­kandan ve zamandan beri olduğunu kabul eder. Allah Tealâ´nın «yüz», «el», «göz» gibi uzuvlara sahip olduğunu zahiren ifade eden âyet-i kerîmeleri, te´vil eder ve daha önce beyan ettiğimiz prensibi­ne göre hareket eder. O da; «Müteşabih âyetleri, mânâsı açık muh­kem âyetlerle izah prensibidir.» Meselâ; Matüridî, «…Ve sonra Al­lah arşı istiva etmiştir…[8] âyet-i celilesindeki «istiva» kelimesini «Düzgünce yarattı» şeklinde izah etmiş. «… Biz ona şah damarından daha yakınızda-.[9] âyet-i celîlesini, «Allah Tealâ´nın azametine ve kudretinin kemaline işaret ediyor.» diyerek izah etmiştir. Böylece Matürîdi, her teşbihi veya cisim nisbet etmeyi, yahut yer ve zaman izafe etmeyi te´vil eder, böylece Mutezilîlere yaklaşır, yahut onlar­la birleşir.

Eş´ari´den ise, bu hususta iki görüş nakledilmektedir. Birinci görüşünü «îbane» adlı eserde zikreder. Bu görüşe göre Eş´arî, müte-şabih âyetlerin tevil edilemiyeceğini, Allah Tealâ´nın «eli» bulundu­ğunu fakat onun elinin, yaratıkların eline benzemiyeceğini, çünkü O´nun, Kur´an-ı Kerîm´de «… O´nun hiçbir benzeri yoktur…»[10] buyur­duğunu söyler.

«Lem´a» adlı eserde zikrettiği ikinci görüşü ise; riıüteşabih âyet­lerin, muhkem âyetlere göre tevil edilebileceğidir. Nitekim, Matüri­dî de aynı yolu tutmuştur.

Bu görüşün, Eş´arî´nin son görüşü olduğu anlaşılmaktadır. Çün­kü Eş´arîler, bu son görüşü kabullenmekte «Allah´ın eli veya yüzü vardır» diyenin, Allah´ı yaratılanlara benzeten kimselerden olacağı­na dair hüküm vermektedirler. Evet, bu son görüş, tamamen Matürî-dî´nin görüşünün aynısıdır.

g) Allah Telaâ´nm görülmesi meselesi. Kur´an-ı Kerim´de, Al­lah Teaİâ´nın, âhirette görüleceğine dair âyet-i celîleler mevcuttur. «O gün, Rablerine bakan, pırıl pırü parlayan yüzler de vardır.»[11] Bu­na dayanarak, Eş´arî, Allah Teaîâ´mn, kıyamette görüleceğini tesbit ettiği gibi, Matürîdi de tesbit etmiştir. Ancak, Mutezile fırkası, Allah Tealâ´nm görüleceği görüşünü reddetmiştir. Çünkü* Allah´ı görmek, görenin ve görülenin bir yerde bulunmasını gerektirir, bu ise, Allah Tealâ´ya «Mekân isnad etmek olur. Halbuki Allah Tealâ, herhangi bir yerde bulunmaktan münezzehtir. Zaman mefhumu O´nun için söz konusu değildir. Allah Teaîâ´mn kıyamette görüleceğine inanan Ma­türidî, “Allah Tealâ´mn, kıyamette görülmesi meselesinin, kıyamete ait hallerden olduğunu, bu hallerin, keyfiyetlerinin ne olduğunu an­cak, Allah Tealâ´nın bilebileceğini, bizlerin bu hususta, keyfiyetin nasıl olacağını bilmeden, sadece, Allah´ın görüleceğini beyan eden metinleri bildiğimizi söyler.

Mutezile, kıyamette, Allah Tealâ´nın görülmesi meselesini, cisim­lerin görülmesine benzetmektedir. Cismi olmayan bir şeyin görülme­sini, cismi olan bir şeye kıyaslamaktadır. Bu ise, şartları bulunma­yan bir kıyastır. Göz ile görülmeyen bir şeyi, göz ile görülen bîr şe­ye kıyaslamanın şartlarından biri de; görünmeyenin, görülenin cin­sinden olmasıdır. Görülmeyen, görülenin cinsinden olmazsa, kıyasın şartları tahakkuk etmediği için, kıyas temelinden çürüktür.

Böylece Matüridî, Allah Tealâ´nm, kıyamette görüleceği netice­sine varır. Allah´ı görme meselesinin, hesap, sevap ye ceza günü olan kıyamet gününün hallerinden biri olduğunu söyler. Görülmesinı, na­sıl olacağını anlatmaya kalkışmanın mantıksız bir saldırı olduğunu beyan eder. Allah Tealâ´nın, nasıl görüleceğini, gerek olumlu gerek olumsuz yönden bilmeye çalışanın, haddini aştığını, ilminin üstünde olan bir şeyi öğrenmeye çalıştığını ´söyler. Halbuki Allah Tealâ şöyle buyurur: «Ey insanoğlu, bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çün­kü, kıyamet gününde, kulak, göz ve kalb, işte bütün bunlar, yaptık­larından mes´uldürler.»[12]

h) Büyük günah; İslâm âlimleri, mümin olan kişinin, cehen­nemde ebedî kalmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak, ce­hennemde ebedi olarak kalmayacak olan müminin- kim olduğu hu­susunda ihtilaf etmişlerdir.

Haricîler, büyük veya küçük, hertürîü günah işleyenin, kâfir olduuğnu söylemişlerdir. Onlara göre, bu gibi bir insan ne nıüslümandır, ne de mü´min.

Mutezile ise, büyük günah işleyeni müslünıan sayar, fakat onun mü´min olduğunu kabul etmez. Onun, samimi bir tevbe ile tevbe etmedikçe ebedi olarak cehennemde kalacağını, fakat göreceği âzâbm, Allah´a ve Resul´üne iman etmeyenlerin azabından daha ha­fif olacağını söyler.

Harici ve Mutezililerin, ameli, imandan bir cüz (parça) saydık­ları anlaşılıyor.

Ameli, imandan bir cüz saymayan, Eş´arî ve Matürîdi mezhep­leri ise, büyük günah işleyenin, hesaba çekileceği ve ceza görebile­ceği, yahut Allah´ın, îûtfu ile o kimsenin günahlarım affedebileceği­ni kabul ederler. Büyük günah işleyenin imandan çıkmayacağını söylerler.

Bu hususta Matüridi´nin görüşü; «Tevbe etmnse dahi, büyük gü­nah işleyen kimsenin, cehennemde ebedî olarak kalmayacağıdır.» Matüridi bu hususta yine şöyle söyler: «Allah Tealâ, Kur´an-ı Keri­minde, kötülüğün derecesine göre insanı cezalandıracağını beyan bu­yurur ve şöyle der: «…Kim de bir kötülük işlerse sadece o kötülü­ğün misliyle cezalandırılır. Onlar, haksızlığa uğratılmazlar…»[13] Şüp­hesiz ki Allah´ı inkâr etmeyenin veya O´na ortak koşmayanın güna­hı, kâfir ve müşrikin günahından daha hafiftir. Allah Tealâ, cehen­nemde ebedî olarak kalmayı, ortak koşmanın ve inkâr etmenin ce­zası olarak tayin etmiştir. Şayet Allah Tealâ, inancı olduğu halde bü­yük günah işleyeni, kâfire verdiği ceza ile cezalandıracak olursa, kişiye, günahından fazla ceza vermiş olur. Bu da, Allah´ın, vaadin­den dönmesi demektir. Allah ise, kullarına asla zulmetmez ve vaa­dinden asla dönmez.

Diğer yandan, inkâr edenle, günahkâr müminin cezasının eşit oluşu, Allah Tealâ´nm hikmet ve adaletine ters düşer. Çünkü günah­kâr mümin, en büyük olan bir iyiliği yapmıştır. O da iman etmektir. Kâfir ise, eri kötü bir fenalığı yapmıştır. O da inkâr etmektir. Eğer, Allah Teaiâ, günah işleyeni ebedî olarak cehennemde bırakmış ol­sa, bu takdirde, en büyük fenalığı işleyenin cezasını, en büyük iyi­liği işleyenin mükâfatına denk tutmuş olur… Adalet ve hikmet, ce­zanın suç kadar olmasını ve sadece mükâfatın, yapılan iyilikten da­ha fazla olabileceğini gerektirir.»

Sonra, Matüridi (R.A.) şunları söyler; «Müminlerden, günah iş­leyenlerin gerçek durumu Allah´a bırakılmıştır. Allah dilerse, ken­dinden bir lütuf, bir iyilik ve merhamet olarak, bunları affeder, di­lerse, günahları kadar onlara azabeder. Fakat onlar, cehennemde ebedi olarak kalmazlar.

Böylece ehl-i İman, ümitle korku arasında bulunur. Allah Tealâ, küçük bir günahın karşılığında kulu cezalandırabilir, büyük bir gü­nahı işlemesine rağmen onu affedebilir. Nitekim, bir âyet-i kerîme­de şöyle buyurur: «Şüphesiz ki Allah, kendine ortak koşulmasını af­fetmez. Bunun dışında, dilediği kimseyi affeder. Kim, Allah´a orta : koşarsa şüphesiz, büyük bir günah ile iftira etmiş olur.»[14]

Hicrî 3. ve 4. yüzyıllarda, İslâmî düşünceyi meşgul eden bu me­seleler hakkında Matüridi´nin topluca görüşleri bunlardır.

Bu meseleler, âlimler arasında, fikri sürtüşmelere yol açmıştır. Âlimler, bu meseleler hakkında ihtilaf etmenin, ehl-i kıble olan her­hangi bir kişiyi küfre götürmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Âlimler arasındaki ihtilaf konusu şudur. Aralarında hangisinin me­todu, sahabe-i kiram´m ve tabiinin metoduna daha uygundur Kur­tuluşa daha yakındır Din için hayır dilemeyenlerin ortaya attıkları şüphelerden daha uzaktır

Matüridi´nin görüşleri, Mutezileye daha yakındır. «Bunun görüş­leri, Ebu Hanife´nin görüşlerinin izahıdır.» denilmiştir. En iyisini Allah bilir.[15]

——————————————————————————–

[1] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/214-217.

[2] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/218.

[3] Nisa suresi âyet; 82

[4] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/218-220.

[5] Enbiya suresi âyet; 23

[6] Maide suresi âyet; 38

[7] Al-i Imran suresi âyet; 9

[8] Secde suresi âyet; 4

[9] Kaf suresi âyet; 16

Kaf suresi âyet; 16

[10] Şura suresi âyet; 11

[11] Kıyame suresi âyet; 22-23

[12] Isra suresi âyet; 36

[13] En´am suresi âyet; 160

[14] Nisa suresi âyet; 48

[15] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/220-231.

Haznevi.net

Matüridîlik, ünlü Türk bilgini Matüridî’nin, Hanefî Mezhebi nin kurucusu İmam-ı A’zam ‘ın açtığı yoldan yürüyüp, aklı ön plâna alarak geliştirdiği inanç sistemidir.

Matüridî’de İman, Allah, Peygamberlik Anlayışı

Matüridî’nin İslâm ilâhiyatının meselelerinden iman, Allah, Peygamberlik konularındaki görüşlerini kısaca ele alırsak:

İman nedir?

Matüridîye göre iman; ” kalp ile tasdik dil ile ikrar” (açıkça söyleme) dır. Diliyle ikrar ettiği hâlde kalbiyle tasdik etmeyen kimse mümin değildir. Kur’an-ı Kerîm’de, “İnanç, henüz gönüllerinize yerleşmedi” (Hucurat suresi/14) ayetiyle imanın kalp ile ilgili olduğuna işaret edilir. Ayrıca, “İşte Allah imanı bunların (gönüllerine), kalplerine yazmış…(Mücadele suresi/22) ayetinde de iman kelimesi kalbe izafe edilmiştir. Bu durumda imanın gerçek rüknü “kalp ile tasdik” tir. İman, tasdik etme, onaylamadır. İman tasdik olunca, aksi de tekzip yani inkâr ve yalanlama olacaktır. Tekzib, düzeltme değil de sadece “inkâr” niyetiyle ifade ediliyorsa bunun anlamı da (dinî yönden) küfür’dür.

Matüridî, Kitab üt-Tevhid adlı eserinde “İmanın kalp ile tasdik veya marifet olduğu meselesi” başlığı altında, sadece bilmenin iman için yetersizliğini anlatır. Zira bir şeyin mahiyetini bilmek onu tasdik etmek anlamına gelmez. Bu sebeple kalpteki iman ‘bilme’ den başka bir şeydir. Yani, kalpteki iman ile bilmenin (bilginin) mahiyetleri ayrıdır. Ancak bilgi, kalple tasdikin meydana gelmesinde önemli rol oynar. Zira cehalet de bazan inkârcılığın sebebi olabilmektedir.

Matüridî’ye göre hürriyet, îman ve küfrün varlık şartıdır. Yani iman ve küfür tercihle olur.

İman- amel İlişkisi

Genellikle ilmihâl kitaplarında kullanılan amel kelimesi; “yapılan iş, fiil, bir kişinin dinin emirlerini yerine getirmesi için yaptıkları” anlamındadır. İmam Şafiî ‘nin aksine Matüridî iman ile ameli birbirinden ayırır. Amelin imandan bir parça olması ve imanın artıp eksilmesi konusunda Matüridî, görüşlerini benimsediği Ebu Hanife ‘ye uyar. Ebu Hanife ve Matüridî’ye göre iman ve amel ayrı şeylerdir. Çünkü bir ayette ( Ve men yu’min b’illahi ve ya’mel salihen) “…Allah’a iman eden ve yararlı iş işleyen…(Talak Suresi/11)” buyruğuyla imanı amelden ayırmış, “yararlı iş işleyen” ifadesi “iman eden” ifadesinden ve ile ayrılmıştır. Ayette geçen imandan maksat, kalp ile tasdik tir.

Matüridî’ye göre adam öldürmek, zina etmek, içki içmek… gibi büyük günahlar (günah-ı kebair) da mümini imandan çıkarmaz. Tanrı’ya ve emirlerine-yasaklarına-inanan kimse bunlara uymaz, bunları uygulamazsa dinden çıkmaz, günahkâr olur. Günahkâr olan kimse tevbe ile kurtulabilir. Tanrı Kur’an-ı Kerîm’inde, “‘Sizi yaratan O’dur, kiminiz inkârcı (kâfir), kiminiz mümindir. Ey inananlar! Mutluluğa ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah’ın hükmüne dönün” ayetleriyle müminlerin, işledikleri günahlardan tevbeyle affedileceklerini müjdeler. Yani, Allah’ın emirlerini uygalamayan veya uygulayamayan müminler günahkâr olurlar. Kâfirlik (küfr) ise yalanlamayla, inkârla olur.

Allah’ın Varlığı ve Bilinmesi

İslâm dininde iman esaslarının başında Allah ‘a iman gelir. Mümin ; öncesi ve sonrası olmayan (ezelî ve ebedî), her şeyi yoktan var eden ve zât’ı, sıfatları ve fiileri yönlerinden bir olan Allah’a imanla yükümlüdür.

Allah’ın varlığı, ‘Birliği ( tevhid), yaratıcılığı konusunda birçok ayetler vardır: (En’am suresi/101; Zumer suresi/62; Bakara suresi/117; Âl-i imran suresi/189; Maide suresi/18, 40, 120… gibi).

Allah’ın varlığı ve Birliği mantık kurallarıyla da (akılla) ispatlanabilir. Kâinattaki varlıkların hareketlerini düzenleyen, bir nizam ve âhenk içerisinde bulunmalarını ve her birinin ayrı ayrı ve diğerlerine zarar vermeksizin görev yapmalarını sağlayan, her şeyin üstünde bir varlık var ki, O da, eşi ve benzeri olmayan Yüce Tanrıdır.

Allah’ın zât’ına ve fiilerine ait sıfatları vardır ve bu sıfatlar Allah’ın Zât’ının aynı da değildir, gayrı da değildir. Allah’ın sıfatları sonradan yaratılmış da değildir.

Allah’ın Başka bir Kelime ile İfâdesi

Allah’a, O’nu yaratılmış varlıklara benzetmeye götüren isim koymak uygun değildir. Çünkü O, Kur’an’da belirtildiği üzere hiç bir şeye benzemez. (Şûra suresi/11). Matüridî, “dengi ve benzeri bulunan bir şey çokluk statüsüne girer ve iki sayısı ile başlar. O’na nispet edilebilecek bütün yaratılmışlık kavramlarının ve nitelendirilebileceği bütün sıfatların, yaratılmışlara nispet edildiği ve nitelendirildiği takdirde anlaşılabilecek bir manâ ile Allah’a izafe edilmesi bâtıl olmuştur” der. Bu sebeple Allah’ın, yaratılmışlardan birini çağrıştıran bir isimle, kelimeyle anılması caiz değildir.

Allah’a “Şey” Denilebilir

Ebu Hanife gibi Matüridî de Allah’a Şey denilmesini câiz görür. Allah’a şey denmesini gerektiren sebep, cisimde mevcut olmadığı için bunu kullanmakta sakınca yoktur. Bunun iki yolla ispatlanması mümkündür: Birincisi, Kur’an ‘da kendisi için şey kelimesini kullanmaktadır. (Bakınız: Şûra suresi/11; En’am suresi/19) Allah ‘a şey denilmesi caiz olmasaydı ayetlerin bu kelimeyi Allah’a nispet etmemesi gerekirdi. İkincisi, aklî yoldur. Matüridî burada “örf açısından şey’iyyet başka değil, sadece varlık ifade (ispat) eden bir cisimdir… Sabit olmuştur ki bir varlığa şey nisbet etmek sadece onun zâtının varlığını ve yüceltilmesini ifade eder. Allah da buna lâyıktır.” ifadelerini kullanır. Teftazanî Nesefi’nin Akaid’ine yazdığı şerhde bu konu ile ilgili açıklaması yer alır.

Ebu Hanife ise Fıkh-ı Ekber adlı adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şunları yazar: “Allahu Teâlâ ŞEY’dir. Ama eşya gibi bir şey değildir. Şey olmasının manâsı; cisimsiz, cevhersiz, arazsız, hadsiz, zıtsız, eşsiz, ortaksız ve benzersiz olarak sabit olmaktır.”

Allah’ın Görülüp Görülmemesi

Matüridî Ahiret’de Allah’ın görülebilirliğini savunmaktadır. Kitabındaki şu cümleyle konuya girer:

“Aziz ve celîl olan Rabbin görülmesi hakkındaki söz şundan ibarettir: Bize göre O’nun (Allah’ın) görülmesi gereklidir, haktır, ancak bu rü’yet idraksiz (yani sınırsız) ve tefsirsiz (yani bakanın karşısında olmaktan, belirli aralıkta olmaktan… münezzeh) olacaktır.”

Bilgi, Akıl ve İrade Hürriyeti

Matüridî, Kitab üt-Tevhid’inde bilgi ve önemi üzerinde ısrarla durur. Farklı görüşlere karşı herkesin kendi görüşünün “doğruluğunu kanıtlayan karşı durulmaz bir delile sahip” olması gerekir. Akıl, bilgi edinilmesine kılavuzluk eder. Bilgi edinme yollarını Matüridî duyular, haberler (nakiller) ve akıl olarak belirler. O’na göre bilgi vehbî (kendiliğinden, doğuştan) olmaz; kesbî (sonradan kazanılan) dir. Doğru akıl yürütmeyle ortaya çıkan bilgi bir âdet-i ilâhiye ‘dir. Tanrı insana akletme, aklını kullanma yeteneğini, diğer varlıklara bir üstünlük özelliği, temyiz gücü olarak bahşetmiştir. Yani insan eşref-i mahlûkat” tır.

Allah’ın mutlak kudreti ile insan kudreti arasındaki ilişki konusu İslâm düşünürleri arasında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, insanların eylemlerinde hür olup olmadıkları hep tartışıla gelmiştir. Hattâ Peygamber zamanında ” kader” konusunu tartışanlara Peygamberin sinirlendiği ve bu konuda tartışmayı uygun görmediği (Sahih-i Buharî Kitab üt-Tefsir Bölümü, Hadis Nu.237) anlatılmaktadır. Ancak, insanoğlunun kafasını devamlı meşgul eden hürriyet meselesi onları arayışa sürüklemiştir. Bazıları olayların, eylemlerin insanların iradelerine bağlı olmayıp, Tanrı tarafından, önceden değişmez bir şekilde tespit edildiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her şey Tanrı’nın emrine bağlıdır; insanın iradesi, çabası ile değiştirilemez. Kulların eylemleri (fiilleri) kendi iradelerine, isteklerine bağlı değil, ilâhî iradeye tâbidir. Daha açık ifade ile, insanların eylemleri (fiilleri) doğrudan doğruya Allah’ın fiilleridir. Böyle düşünen kişilere İslâm Mezhepleri Tarihi’nde Cebriye adı verilmiştir. Tarihte bu anlayışın babası olarak Cehm b. Safvan (öl.746) gösterilir. Bunlara göre insanların yaptıkları ve yapacakları hiç bir şey kendi iradesi ile olmayıp, önceden takdir edilmiştir ve insanlar yapmaya mecburdurlar; yapıp yapmama hürriyetleri yoktur.

Cebriye mezhebi (fatalizm) karşısında bu mezheple taban tabana zıt görüşleri ileri süren bir grup oluştu. Bunlar da kulları, yâni insanları kendi eylemlerinin halîkı yâni “yaratıcısı” kabul ediyor ve Kaderiye Mezhebi ni savunuyorlardı. Başka bir ifade ile, Kaderiye’ye göre; insanın bütün eylemleri (fiilleri) Tanrı’nın iradesinden tamamen ayrı olarak sadece kendi iradesi ile meydana gelir.

Konu (Mezhepler) ile ilgili tarihçilere göre bu mezhebin kurucuları Ma’bed el-Cühenî ve Geylân ed-Dımışkî’dir ve onlar insanın (yani kulun), Tanrı’nın dahli olmaksızın başlı başına ve hür olarak eylem (fiil) yaratacak kudrete sahip olduğunu iddia ederler.

Mutezile mezhebine göre Allah âdildir. Bunun gereği olarak insanlara irade (Bir şeyi yapıp yapmama güç ve tercihi) hürriyeti vermiştir. İnsan hürdür ve kendi eylemini(fiilini) kendi irade ve isteği doğrultusunda yapar.

Bütün bu değişik görüşler karşısında oluşan Ehl-i Sünnet mezheplerinden Selefiye bu konuları tartışmamayı yeğlediğinden, Eş’ariye ve Matüridîye mezhepleri görüş farklılıklarından doğan çelişkileri çözmeye çalışmışlardır.

Matürüdî irade hürriyeti bakımından, insanı iradesiz robot olarak gören Cebriye ile, insanın eylemlerinde Allah’ın hiç bir etkisini kabul etmeyen Mutezile arasında üçüncü bir yol izler. Zira Matüridî bu bu konuda Kesb ve halk terimlerini kullanır. Halk, insanın kendi kudret ve isteği olmadan meydana gelen eylemlerdir. Refleksler, kalbin çalışması… gibi. Bir de insanın kendi iradesi ile seçtiği eylemlerin yaratılmasıdır. Kulun eylemine “halk” değil, “kesb” denilir. Allah’a ait eylem (fiil) de “kesb” değil, “halk”tır.

Şeriat, Tarikat, İbadet

Günümüzün din, şeriat nedir; din ile şeriat ayni şeyler midir? sorularına Matüridî’nin cevapları mantıkî ve akla dayalıdır. Din, Allah’ı bilmek ve O’na ibadet etmektir. Bütün Peygamberler, sadece Allah’ı bilmeye ve ibadeti de sadece Allah’a has kılmaya davet etmişlerdir. Yani, bütün Peygamberler tevhid dinine mensupturlar. Hiç bir Peygamber kendinden önceki peygamberlerin dinini reddetmeyi emretmemişlerdir. Hz. Âdem ‘den bu yana bütün Peygamberler ayni dini fakat değişik şeriatı tebliğ etmişlerdir. Bu ifadelere delil olabilecek bir ayet-i kerime: “…Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin size verdiği şeylerde sizi sınamak istedi. Bunun için iyi işlerde yarışın.(Mâide suresi/48)”

Matüridi’nin görüşleri doğrultusunda din ile şeriatın farklılıklarını şöyle özetleyebiliriz:

: a- Din’de Nasih-Mensuh cereyan etmez. Ama şeriatda Nesh yani Hükümsüz Kılma mümkündür. Bütün peygamberler, kendilerinden önceki peygamberlerin akaid esaslarını (yani dinlerini) tasdik etmişler, fakat ibadet, ahlâk ve haram-helâl gibi hususlarla ilgili farklı emirler getirmişlerdir.

:b- Din, kalbin ve inancın fiilidir. Şeriat ise organların fiili (eylemi)dir.

:c- Dinin yargı kalıplarıyla şeriatın yargı kalıpları farklıdır.

:d- Şeriat (yani dini hükümler ve ibadetler) dinden parça değildir.

:e- Dinin kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise; duyma, işitmedir.

:f- Aklı yerinde olan bir kimse dinde mazeret ileri süremez.

Tarikat ve mezhep de ayni şeyler değildir. Mezhep , bir dinin alt kimliğini ifade eder. İnançla ilgili olanlarına İtikadi Mezhepler , ibadet ve uygulamalarla ilgili (yani şeriatla ilgili) olanlarına ise Fıkhi Mezhepler adı verilir.

Tarikat ise “Kâmil bir mürşidin irşadiyle nefsin ibadete hasredilmesi (kendini vermesi), böylece de ” vahdet” hakikatine ulaşması” diye tarif edilir. Mezheplerin ölçüleri ve kaynakları yazılı dinî metinler ve akıldır. Tarikatların amacı ve esası “insan ruhunun terbiye ve irşâd ile haricî âlemden ahlâkın (ilişkilerin) kesilmesi ve bâtın âlemiyle ilişkinin temini”dir.

Matüridî, tasavvuf ve tasavvufun kurumsallaşmış teşkilâtı olan tarikatlara mesafelidir. Bu, duygusal değil ilmî bir tavır alıştır. Zira matüridî, tasavvufun ahlâkiliğini; İslâmın, imanın, ma’rifetin bulunduğu yer olarak Akaid Risalesi’inde, göğüs, gönül, yürek, kalp… olduğunu kabul eder. Ancak Matüridî’nin mesafeli duruşu bilgi kaynakları yönündendir.

Matüridî’ye göre İbadetler

Yüce Tanrı insanlara iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etme gücü (temyiz kabiliyeti), aklını kullanabilme gücü vermiştir. Tanrı, aklı olanları dinî yönden mükellef (sorumlu) kılmış olup, aklı olmayanlar “İlâhî emrin sorumluluğu dışındadırlar.” Akıl sahipleri akıllarını kullanmak suretiyle yaratıcı ve tek olan Tanrı’yı bulmak ve bilmek zorundadırlar. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi Şeriat’ı ve Şeriat’ın bir bölümü olan ibâdet lerin ne şekilde yapılacaklarını akıllarıyla belirleyemezler. Bunları ancak peygamberler vasıtası ile öğrenebilirler. Matüridî, amel ile imanı ayrı tutar ve amel ile imanın ayrı şeyler olduğunu savunur.O’na göre, iman etmek mutlaka ibadet etmeyi gerektirmez.

türkcebilgi.com