33Sosyoloji Sözlüğü

LİBERALİZM

 LİBERALİZM

Birey, toplum ve devlet ilişkilerinde kişi­lerin Özgürlüğünü öne alan, toplumun ör­gütlenmesinde
özgürlüğü temel prensip olarak kabul eden, kişi özgürlükleri karşı­sında devletin
yetkilerini sınırlamayı saVu-nan ve devletin ekonomik hayata müdaha­lesini
kabul etmeyen bir felsefe, ekonomi ve siyasal düşünce akimidir. Felsefî dü­şünce
olarak çok eskilere dayanmakla bir­likte, kavram olarak XIX. yüzyıl başların­da
İspanya’da kurulan “Liberales” adlı si­yasal partiden gelmektedir.

Liberalizm
laissez-faire (bırakınız yap­sınlar) anlayışına dayanır. Bunun da teme­linde
ferdi çıkar vardır. Kapitalizm yolun­da güçlenmekte ve hakim sınıf haline gel­mekte
olan burjuvazinin dünya görüşü ve ideolojisidir.

Avrupa’da Merkantilist
dönemi oluştu­ran XV-XVIII. yüzyıllarda ortaya çıkan gelişmeler hem sanayi
kapitalizmine, hem de bunun zihnî temelini oluşturan li­beralizme yol açmıştır.
Bunlar deniz keşifleri, sömürgecilik ve dış ticaret yoluyla el­de edilen
sermaye birikimi, tarımın ticari­leşmesi, kağıt paranın ortaya çıkışı ve ban­kacılığın
gelişmesi, nihayet büyük sanayi­in belirmesidİr. Rönesans, reform hare­ketleri
ve Fransız ihtilali bunların düşün­ce ve siyasi hareket alanındaki tezahürleri­dir.

Liberalizm, önce Fransa’da XVIII. yüz­yıl sonlarında fizyokrasi ile ortaya çıkmış­tır. Tabiatın
kuvveti anlamına gelen fiz­yokrasi, iktisatta tabii düzeni ve tam bir
serbestliği savunur. Buna göre en önemli iktisadî kesim, tarımdır. Aynı dönemde
İngiltere’de beliren liberalist doktrin ise, sanayii ön plana çıkarır. Gerçekte
bu fark­lılık Fransa’da uzun yıllar tarımın ihmal edilmesinden, İngiltere’de
ise biriken ser­mayenin sanayi devrimine yol açmasın­dan kaynaklanmıştır. Adam
Smith, Ricar-do, Malthus, J.Stuart Mili gibi klasik İngi­liz iktisatçıları
liberalist idiler. Bunlar özel mülkiyet, ferdi çıkar ve serbest reka­bet
çerçevesi içerisinde iktisadi libera­lizm sistemini oluşturmuşlardır. Bunları
Fransa’da J.Babtiste Say takip etmiştir.

Sanayi devrimi döneminde Avrupa’da uygulanan liberal sistem, güçlü olanların ayakta kalmasına,
zayıfların ezilmesine yol açmıştır. Bu yüzden, bu dönemde beli­ren işçi sınıfı
çok kötü şartlar altında çalış­ma ve yaşama şartlan altında kalmış, do­layısıyla
XIX. yüzyıl sonlarına doğru bir sosyal meselenin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Sosyalist, reformcu, tarihçi ve Marksist okulların eleştirileri daha
çok bu sosyal meseleden kaynaklanmıştır. Li­beralist sistem XIX. yüzyılın
sonlarından itibaren gerek sosyal mesele, gerekse bu­nun yarattığı ideolojik ve
doktrinci tepki­lerden dolayı yerini, özellikle işçiler lehi­ne, müdahaleci bîr
sisteme bırakmıştır.

1930 bunalımından ve Keynes’ten sonra da kapitalizmdeki “bırakınız yapsınlar” düşüncesinin
yerini, devlet müdahalesi­nin etkili olduğu ve bu şekilde arz ve tale­bin
devlet tarafından yönlendirildiği bir düşünce ve sistem almıştır.

Ahmet TABAKOĞLU

• Liberalizmin Batı ülkelerinde geliş­me göstermesi, Aydınlanma dönemini iz­leyen yıllarda ve burjuvazinin siyasal ve ekonomik iktidar alanlarını ele geçirme­ye başlamasma rastlar. Bu itibarla XIX. yüzyılda liberalizm, bir burjuva ideolojisi olarak gelişmiştir. XIX. yüzyılda Batı top-lumlarımn hayatına giren liberalizm, özel­likle İngiltere, Fransa, Almanya ve İtal­ya’da gelişme gösterirken, bu yüzyılın son­larına doğru, Çarlık Rusyası’nda da etkili olmuştur. İngiltere, İtalya ve Alman­ya’da, hedefleri devlet müdahalesini ve kontrolünü en aza indirmek ve daha ser­best bir sosyal ve ekonomik düzen kur­mak olan liberal partiler kurulmuştur.
Devletin sosyal ve ekonomik hayata mü­dahalesini öngören sosyalist ve komünist akımlarla mücadele ettiği gibi, aşırı tutu­culuk ve totalitarizmle de karşı karşıya gelmiştir. Herşeyde Öne çıkardığı özgür­lük fikri, bütün devrimlerde ateşleyici bir rol oynamıştır. Monarşik mutlakiyetçİliğe karşı verilen savaşta biçimlenmiş olan si­yasal liberalizm, kamu gücüne savunma, adalet ve kolluk hizmetlerinin verilmesini öngörmüştür ve siyasal iktidarın müdaha­lesini iyice sınırlandırmıştır. Özellikle bi­reysel girişimlerin siyasal sistem tarafın­dan kısıtlanmasına karşı çıkmıştır.

Siyasal liberalizm, devlet gücünün sınır­landırılması ile ilgili temel felsefenin ger­çekleşebilmesi için kuvvetler ayrılığı, ye­rinden yönetim ve temsili demokrasi ilkelerini savunmuştur. Daha sonra kişi hak ve özgürlüklerinin teminatı olan hukuk devleti anlayışı da liberalizmin çerçevesin­de gelişmiştir.

Liberalizm ‘de ekonomik boyut: İngiliz ör­neği:

İngiltere’de  liberallerin özgürlük müca­delesi daha çok iktisadi alanda olmuştur. Bunlar Bentham’ın üülitaryanizmi ve Adam Smith’in görüşlerinde ifadelerini buldular.
Tabiat ve Milletlerin Zenginliği Üzerine Araştır/italar (1776) adlı çalışma­sında  Adam Smith, serbest ticaretin, üre­timi kolaylaştıran ve tüccarların güçlen­mesini savunan bir hükümetin taraftan olarak, kişisel çıkarlarla, genel çıkar ara­sında temel uyum teorisine yöneldi; reka­beti övdü, kısıtlamaları eleştirdi.
J.-Mill’de de etkili bir devletin fonksiyonu adı altında, aynı şeyi buluruz.
Bu fonksi­yon olumsuz bir fonksiyondur. Çünkü her­hangi bir zorlama olmaksızın,  kişisel men­faatlerin polis takibatına uğrayabilmesine dayanır. Ama hükümet sorununa verilen mekanik çözüm -ki bu çözüm temsilde re­form ve seçme hakkının genişletilin esi­dir- temel itibariyle ekonomik kaygılar­dan kaynaklanır. Bu kaygılar ekonomisi­nin değişim sürecini hızlandıran bir İngil­tere’nin gelişiminde yatar. Buğdaylar üze­rine hakların (1846) ve seyir hakkının (1849) parlamenter yöntemlerle ortadan kaldırılışına araç edilen 1832 seçim yasası da, bu gelişimden doğmuştur. Anti-corn Law Ligue’in başı Richard Cobden, hiç kuşkusuz serbest mübadeleyi İngiltere’de zafere taşıyan bu hareketi en iyi masset­miş kişidir. O, gücünden emin ve menfat-larını herşeyin önüne alan bir
burjuvazi olan Manchester burjuvazisinin en mü­kemmel bir örneğidir. İşte bu ikinci ne­dendendir ki,John Stuart Mili”Eğer cemiyet liberal değilse,
hükümet hiç olamaz” diye bu burjuvaziyi sertçe eleştirmiştir. Devlet’in
adına gerekli ortamı hazırla­makla yükümlü olduğu özgürlüğün top­lumsal yanları üzerinde dururken, MÜTin hümaniter liberalizmi lalissez -faire felse­fesiyle çelişki içine girdi. Beri taraftan da Birinci Dünya Savaşı’nın ertesine kadar li­beralizmin genel prensipleri gerçek an­lamda hiç sorgulanmadı. Hatta H.Spen-cer tarafından bir anlamda bunlar tama­men kemikleştiler. Spencer sosyal temel­lerin genişlemesi yönünden bile değerlen­dirmeden, Devlet’in günahlarını haykır-i di, özel teşebbüsü ise göklere çıkardı. îşte bu şekilde emperyal bir büyüklük sevdası­na kapılmış milletlerin felsefesi olagelen liberalizm sonuçta emperyalizme kaydı.

Liberalizmin siyasi boyutu: Fransız örne­ği

İngiltere’de, özellikle Victoria dönemin­de, politik mücadeleler heyecansız sürerken, Fransa’da özgürlük ve düzen sonucu devrimci bir arkaplan üstünde çok keskin bir üslupla ortaya kondu. Fransa’da tiber ralizm, net olarak siyasi bir içerikle kendi­ni gösterir. Bolca kavram kargaşası için­de İngiltere’ dekinden daha belirgin biçim­de bir sınıf ideolojisinin izlerini taşır. Siya­si zorunluluklardan dolayı, liberalizm Ma­dam de Staöl’in muhalefetini yaptığı, XVIII.yy. kozmopolitizmînin mirasçısı bir grup tarafından temsil edildi. Resto­rasyon devrinde, içinde B.Constant, Be4 ranger, P.L.Courier, Royer-Collard gibi
adamları da toplayan liberal hareket hem kraliyete, hem soyluluğa ve hem de protestanlık şekline bürünen anti katolisizmi vasıtasıyla dine karşı düşmanca bir tavır takınmaya başladı. Ama dogmatik, rasyo­nalist, rölativist, eklektist ortodoks liberal? lizminin oluşumu, aslında Temmuz Monarşisi devrine rastlar. Vİctor Cousin’in savunduğu spritüel değerleri tanıyan, sos­yal elitin üstünlüğünü savunan, uzlaşmayı yani parîamentarizmi getiren hep bu orto-doks liberalizmdir. Bu arada sözü edilen liberaller çelişkilerden de beri değiller­dir; de Broglie, Tocqueville ve Guijot gibi ingiltere hayranları da buna Normandiya kökenleri icabı yakınlık gösterdiler.

Ülke ancak 1830’lardan
sonra genişle­me imkanı bulabildi. Napolyon diye bir adamın destanı, son derece
pasifist karak­terli hükümete karşı halkın teminatı yeri­ne geçti. Din
düşmanlığı, düzeni sağlaya-mama kaygısı karşısında zayıfladı. Özel­likle
serbest mübadeleciler son derece ko­rumacı bir tutumu benimsemeye başladı­lar.
Siyasi liberalizmi toplumsal muhafa­zakârlığa bağlayan orteonizm, bu koru­macı
ve Maltusçu ayrıcalıklar partisinin ideolojisini en iyi açıklayan kavramdır.
Rene Remond’un La Droite en France de 1815 a NosJours (1954)’da tesbit ettiği
gi­bi bu ideoloji idare merkezinden yaklaştır­malarla bölgesel iktidarın
patronluğuna, parlementoyu kontrol yoluyla da merkezi iktidarın İdare altına
alınmasına soyun­muştur. Liberalizmin orleanist salonlar­dan çıkışı ancak III.
Cumhuriyet dönemi­ne rastlar. O zamana kadar Constant, Tocqueville,
Prevost-Parodol gibi şahsi­yetler maalesef safdışı kalmışlardır. 1870’den sonra
liberalizm cumhuriyetçi­lik davasını üstlenir. Bunda maksat reji­min felsefesi
konumuna gelmektedir; za­ten orleanizmin cumhuriyetçi şekli olan radikalizm de
bundan çokça yararlanma­yı bilmiştir.

I.Dünya Savaşı ve 1929
krizinden sonra liberalizm bunalıma girdi. Düşmanları bu iki şeyden ilkini
kapitalizmin iç çelişkileri­nin bir yan ürünü, ikincisini de piyasa
ekonomisinin aksak yanlarının şahidi olarak kullandılar. Bu hücumlara Jacgues
Ru-eff, Ludwig von Mises, Friedrich August von Hayek ve Walter Lİppman gibi
neo-li-beraller sadece liberalizmin yaygınlığın­dan ve yaratıcılığından
kaynaklanan gü­cün elİte hareket imkanı sağlayabileceği­ne işaret ederek cevap
verdiler. Her türlü devlet müdahalelerinin her türlü güdü­mün zararlarına, özgürlüğün
bölünmezli­ğine parmak bastılar. Bertrand ve Jouve-nal, ahlak üzerine bina
ettiği bir sistem ge­liştirdi. İktidarı durdurabilecek yeterli do­nanım, bilinç
ve formasyona sahip menfa-atların yerli yerine konulmasını da buna ekledi.
Muhafazakar olduğu kadar nostal­jik de olan bu liberalizm, Atlantik’in her iki
yakasında da bolca taraftar topladı, li­beral bir modernizmin bundan
türeyişihe-men gerçekleşti, bu Keynes ve New De-al’in derslerinde anlamını
buldu.

İster ortodoks olsun,
ister organize ol­sun, liberalizm her zaman devletçilikle anarşizm ve faşizmle
komünizm gibi zıt kutuplar arasında, genelde üçüncü bir yol olarak kendini
gösterir.

(SBA) Bk.
Laissez-Faire

LİBERALİZM’İN TEMELLERİ

  1. 1.    LİBERALİZM NEDİR?

“‘Özgür’ anlamına gelen Latince ‘liber’ kelimesinden gelen ‘liberal’ terimi, aslen özgürlük felsefesine işaret etmektedir.”[4] Tarihsel süreç içerisinde liberalizm kelimesi farklı ülkelerde farklı anlamları ifade etmek için kullanılmıştır ve günümüzde ise liberalizm kelimesinin net ve herkesçe kabul edilen bir anlamı olduğunu söylemek zordur. Türkiye’de “liberal” denildiği zaman akla öncelikle demokrat, insan hakları savunucusu, özgürlükçü kişi ve kurumlar akla gelmektedir. Ancak kavramın etimolojik ve günlük dilde kullanılan anlamı hala akademik çevrelerce tartışılmaktadır.

  1. 2.    LİBERALİZMİN TARİHSEL KÖKENİ

Liberalizm, Batı Avrupa’da Ortaçağ feodal düzeninin yıkılışı ve skolastik anlayışın anlam ve inandırıcılığını yitirmesi ile doğar.”[5] Liberal düşüncenin oluşumunu daha iyi anlayabilmek için öncelikle Ortaçağ düzenini açıklamamız gerekmektedir. Ortaçağda uluslararası ve ulusal sisteme baktığımız zaman iki önemli yapı karşımıza çıkmaktadır: Feodalite ve Kilise.

Çetin’in belirttiği gibi, Ortaçağ düzeninin temel yapı taşlarından birisi olan feodaliteyi şöyle tasvir edebiliriz: “Bütün ilişkilerin ve çatışmaların çerçevesini ve her şeyin meşruiyet kaynağını oluşturan, tek, bütün ve bölünmez bir Hristiyan ülkesinin varlığı; iktidarın, hiyerarşik olarak birçok yönetim birimleri arasında dağılımı ve parsellenmesi; kralın dünyevi sahada ‘evrensel nüfuz’ iddiası; papalığın uhrevi sahada ‘evrensel nüfuz’ iddiası; kral ve kilise arasında Hristiyan dünyası ve toplumu üzerinde üstünlük mücadelesi.”[6]

Feodal düzen dediğimiz bu yapı içerisinde kral ve kilisenin hakim olduğu bir düzen vardır. Bu ikili yapı içerisinde kilise ve krallık sürekli bir mücadele halindedir. Bunun yanı sıra bireylerin ekonomik bağımsızlığının olmadığı, toprağa bağımlılığın olduğu, toplumun sınıflara bölündüğü ve toplumsal sınıflar arasında geçişkenliğin olmadığı, katı bir hiyerarşik yapıdan söz edebiliriz. Bu düzen içerisinde “toplum, bir bütün olarak egemen iradelere boyun eğme durumundadır.”[7]

Ortaçağ düzeninin diğer temel yapı taşı olan kiliseye baktığımız zaman ise, “kilise bütün Hristiyan dünyasına yayılmış bir örgüttür.”[8] Bu düzen içerisinde kilisenin maddi ve manevi olarak güçlü olduğundan bahsedebiliriz. Kilisenin maddi gücü, toplumdan vergi toplaması, eğitime müdahale etmesi ve toplumsal ilişkilere müdahale etmesi gibi toplumsal yapının hemen hemen her alanında etkili olmasından ileri gelmektedir. Manevi gücü ise, kilisenin toplum üzerinde sahip olduğu uhrevi etkidir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, papanın “krala bağımlı bir konumda olması asla düşünülemiyordu.”[9]

Yukarıda değindiğimiz ortaçağ düzeni liberalizmin oluşmasında en büyük engeldi ve bu sistem içerisinde özgürlük, bireysellik, eşitlik, hukukun üstünlüğü gibi liberal kavramların gelişmesi mümkün olamazdı. Liberalizmin doğması ve gelişmesi için eski referans noktalarının (kilise ve feodal düzen) terk edilip yeni referans noktalarının (ulus devlet, birey) yeni ve özgür bir ortam oluşturması ve eski düzenin yıkılması gerekmekteydi. Bu ise ortaçağ düzeninin yıkılması demektir.

Ortaçağ düzenin yıkılmasında, kent yaşamının gelişmesi, “doğu ile alışverişten (Haçlı Seferleri) doğan ortam ve sonra gelişen Rönesans hareketinin kilisenin temel referanslarının doğruluğuna indirdiği darbe, yine reformasyon hareketinin aynı referans tekliğine indirdiği darbe, bu ikisinin sonunda gelişen sekülarizasyon, keşif ve kolonizasyon hareketinin ve bunu başlatan krallıkların gücünü konsolide etmesi, yerel-feodal beyliklerin kısıtlamalarından kurtulmak isteyen burjuvazinin krallarla yaptığı ittifakın konsolidasyonu artırması ile zaten hiçbir zaman mutlak denetim kuramamış olan imparatorluğun yerini mutlak monarşilere bırakması ve ekonomik durgunluk”[10] etkili olmuştur denilebilir.

İlk olarak Ortaçağ düzeninin yıkılmasında kentsel gelişimi ele alacak olursak, kentlerin kurulması ile manastır eğitimine alternatif olarak üniversitelerin kurulduğu, ekonomik ve sosyal gelişmeler ile insanların dünyevileştiği, bilimde ve felsefede özgürlüğün doğduğu bir sosyal düzen kurulmaya başlamıştır ve bireyler toplumun ortak çıkarları için birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler kilisenin ve kralların dayatmalarını etkisiz hale getirmede etkili olmuştur denilebilir.

İkinci olarak, burjuvazinin kralllar ile yaptığı ittifak kralları her ne kadar nispeten daha güçsüz hale getirdiyse de, “kralın karşısında kalan tek güçlü rakip kiliseydi ve kral ve kilise çatışması kaçınılmazdı.”[11] Kral ve kilise çatışması, kilisenin halktan vergi toplaması, halkı dinsel konularda etkilemesi, halkın kralın mahkemesinin yanında kilisenin de mahkemesinde yargılanması konularında başlamıştı ve bu durum halkın hristiyanlıkta herkesin birbiriyle kardeşi olduğu, herkesin eşit olduğu ilkeleriyle hareket etmesine neden olarak “protestan reformu” denen reform hareketini başlattı. “Reform hareketinin temel dayanak noktası şu idi: bireylerin doğrudan tanrıyla ilişki kurabileceği, bunun için kiliseye ve onun dinsel ve törensel kurallarına gerek olmadığını, insanların İncili kendilerinin okuyup yorumlayacağını, Tanrıyla kulu arasına hiçbir şeyin giremeyeceğini savunmaktı.”[12] Reform hareketi sonucunda, kilisenin evrensel örgütlenmesi yıkıldı, yerine ulusal kiliseler kuruldu ve kral ulusal kiliseleri  kontrolü altında tutuyordu. Reform hareketi, “dinsel ve felsefi anlamda özgürleşme sürecini başlatmıştır ve burjuva sınıfı önündeki din engelini de ortadan kaldırmış oluyordu.”[13]

Son olarak, Rönesans hareketi de liberalizmin temel ilkelerinin oluşumunda ve özgür düşüncenin yerleşmesinde etkili olmuştur. “Rönesans, insanın, dünyanın yeniden tanımlanmasıdır.”[14] Rönesans ile birlikte liberalizmin en temel ilkelerinden olan bireycilik ve özgürlük anlayışı yerleşmiş, insan birey olarak toplumdan soyut ve ayrı bir varlık olarak algılanmaya başlanmış, topluma, dine insana ve tarihe bakış açısı değişmiştir. “Locke, Hume, Smith, Kant gibi liberaller düşüncelerini rönesansın doğudrduğu bu özgürlük ortamında açıkladılar.”[15]

Fransız Devrimi ve Amerikan Devrimi ile yayımlanan insan hakları belgelerinin de liberalizmin gelişmesine katkısı olmuştur. Bu belgeler ile insanların eşit, özgür, rasyonel bireyler oldukları vurgulanmış ve bu belgeler liberalizmi düşünsel düzeyden pratik düzeye geçişi sağlanmıştır.

Sonuç olarak, liberalizmin düşünsel temelleri temel olarak Ortaçağ düzeninin yıkılması ve oluşan özgürlük ortamında Locke, Hume gibi düşünürlerin görüşlerini serbestçe açıklamaları sonucunda atılmıştır ve bu özgürlük ortamında liberalizm gelişmiştir denilebilir. 2. bölümde ise liberal düşürler, bu düşünürlerin görüşleri ve liberalizmin temel ilkelerinden bahsedeğiz.

Liberalizmin çok sayıda çeşidi bulunmaktadır. Her dönemde farklı liberal görüşler ortaya çıkmış ve yeni liberalizm türleri gelişmiştir.

Klasik Liberalizm: Asıl özgürlüğün baskılardan vazgeçilmesi olduğunu; bireylerin ekonomik özgürlüklerini kısıtlayan zorlayıcı yöntemlerden kaçınılması gerektiğini savunur. Vatandaşların refahının, devletin en önemli sorumluluğu olduğunu vurgular. ”Negatif özgürlük” anlayışına sahiptir. Sivil ve politik özgürlük, hukukun üstünlüğü ve temsili demokrasiyi savunur, ekonomik özgürlüğü vurgular.

Sosyal Liberalizm: ”Modern liberalizm” veya ”reform liberalizmi” olarak da bilinir. Sağlık, eğitim gibi konularda, kamusal ve sosyal alanlarda özgürlükleri savunur. Gelir adaletsizlikleri, yoksulluk, konut edinme hakkı, çalışma hakkı, çevre kirliliği ve vergi sistemlerine karşı eşitlik ve özgürlüğü vurgular. Fırsat eşitliği temelinde refah özürlüğünü öne sürer. Bireyler sosyal koşullardan zarara uğruyorsa, devletin, bu zararları azaltmak veya ortadan kaldırmak için sosyal sorumlulukları olduğunu ifade eder.

Siyasal Liberalizm: Makul liberal görüşleri onaylayıp, uygulayabilecek siyasal adalet anlayışını ifade eder. Dini, felsefi ve ahlaki doktrinlerin yerine geçme iddiasında değildir. Temel siyasal meseleler üzerinde makul kamusal bir gerekçelendirme ilkesinin mümkün olduğu şartları ortaya çıkarmayı amaçlar.

Muhafazakar Liberalizm: Liberal hareketin ”sağ kanadını” temsil eden liberalizmin bir varyantıdır. Liberal değerleri ve politikaları daha ”muhafazakar” tutumlarla birleştirir. Otoriteye ve geleneğe dayalı dine bağlı olma eğilimindeki dini kurumlar ve devlet arasında ayrımı destekler. Ayrıca, ekonomi konularında daha ılımlı yaklaşımları ve askerî müdahalelere destekleri sebebiyle bazı liberalizm çeşitleri ile çakışan görüşleri vardır.

İktisadi (Ekonomik) Liberalizm: Ekonominin ”bireycilik” temelinde örgütlenmesini, ekonomik kararların bireyler tarafından alınmasını savunur. Piyasa ekonomisinde ve üretim araçlarında özel mülkiyete önem verir. Sosyal liberalizm ve sosyal demokrasi gibi ideolojilerle çakışan görüşleri vardır. Merkantilizm ve feodalizme karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır

Neoliberalizm: Dış pazarların açılmasını sağlamak, hükümetlerin ticari engellerini ve iç pazar kısıtlamalarını azaltmayı amaçlayan programları ifade eder.

Ulusal Liberalizm: 19. ve 20. yüzyılda birçok Avrupa ülkesinde yaygınlaşan ve çoğunlukla Ekonomik Liberalizm’den türetilen politikalarla milliyetçiliği birleştiren bir liberalizm varyantıdır.

Ordoliberalizm: 20. yüzyılın ortalarında Almanya’da gelişen, serbest pazarın teorik potansiyeline yakın sonuçların elde edilmesini sağlamak için devlete olan ihtiyacı vurgulayan bir liberalizm çeşididir.

Paleoliberalizm: Neoliberalizm’e karşı çıkan bir varyanttır. Aşırı liberal ve aşırı sosyalist fikirlerle gelişmiştir.

Kültürel Liberalizm: Bireylerin kültürel normlara karşı özgürlüğünü vurgulayan liberal toplum görüşünü ifade eder.

Liberal Feminizm: İş hayatı, siyaset ve eğitimdeki haklara ve eşitliğe daha çok odaklanan bir feminizm çeşididir. Liberal feministler, evliliği eşit bir ortaklık olarak görürler, erkeklerin çocuk bakımına dahil edilmesini savunurlar. Ayrıca, kürtaj ve diğer üreme hakları, kişinin yaşam tercihleri ​​ve özerkliklerinin kontrolü ile de ilgilenir. Aile içi şiddet ve cinsel tacizi sona erdirmek, kadınlarla erkekler arasında eşitlik gibi konular da ilgi alanları arasında yer alır. Erkeklerle kadınlar arasında biyolojik temelli farklılıklar olabileceğini kabul ederken; bunların kadın ve erkek arasında ücret eşitsizliği gibi konularda gerekçe olarak gösterilemeyeceğini savunur

 

İKİNCİ BÖLÜM

LİBERAL DÜŞÜNÜRLER VE LİBERALİZMİN TEMEL İLKELERİ

  1. 1.    LİBERAL DÜŞÜNÜRLER

Liberalizmin düşünsel temellerinin aydınlanma çağında ve o dönem düşünürlerinin görüşleri çerçevesinde geliştiğini birinci bölümde belirtmiştik. “İngiltere’den John Locke, İskoçya’dan David Hume ve Adam Smith, Fransa’dan Montesquieu, Voltaire ve Almanya’dan Kant bu döneme damgasını vuran bilim adamları arasında yer almaktadır.”[16]

John Locke’a göre, “doğa durumunda insanlar eşit ve özgürdürler.”[17] Locke, doğa durumunun “savaş durumu olmadığını”[18] vurgulamaktadır. “Haksız bir zorlama olduğunda savaş yaşanabilir; fakat bu durum doğa durumu ile özdeşleştirilmemelidir.”[19] Locke doğa yasasını, “insanın tanrı ile ilişkisi ve tüm insanların rasyonel yaratıklar olarak eşit oldukları ilkesi açısından tanımlamaktadır.”[20] Locke’a göre doğa yasası, “insan aklı tarafından bildirilen evrensel olarak bağlayıcı bir ahlaksal yasa”[21]dır. “Ayrıca herkesin doğal hakları olduğuna inanan Locke’a göre bunlar kendini koruma, yaşama, özgür olma ve mülkiyet haklarıydı.”[22] Fakat Locke’un kontrat yasasına göre, “insanlar doğa durumunda özgür olsalar da, bu herkesin birbirlerinin haklarına saygı göstereceği anlamına gelmediğinden, hak ve özgürlüklerin daha etkili ve iyi korunması için örgütlü bir toplum oluştururlar.”[23] Bireyler örgütlü toplu oluştururken “doğal özgürlüğünden köle durumuna düşmek için değil, doğal haklarından güvenlik içinde ve daha özgür olarak yararlanmak amacıyla vazgeçerler.”[24]

Hugo Grotius da John Locke gibi insan doğasına olumlu yaklaşmaktadır. Hugo Grotius’a göre “insanın doğasında toplum içinde yaşama isteği vardır; bu istek aklının verdiği ölçüde düzenli ve barış içinde yaşama isteğidir.”[25] Hugo Grotius’a göre, “hukukun doğal olabilmesi için insan doğasına dayanması”[26] gerekir ve “doğal haklar da insan doğası gibi her yerde ve her dönemde değişmez haklardır.”[27] “Uluslararası hukuk kurallarını yapacak ve uygulayacak bir üst otorite olmasa da uluslararası toplumda bir hukuk sistemi vardır ve bu hukuku oluşturan temel faktör normlar ve geleneklerdir.”[28] Bu düzen içerisinde “devlet hukukun koruyucusudur ve garantisidir.”[29] Hugo Grotius’a göre, “uluslararası ilişkiler anarşiktir, ama çoğul egemen devletlerin varlığı ve ortak bir üst otoritenin yokluğu anlamında anarşiktir.” Hugo Grotius’un bu düşüncelerinden yola çıkarak; “bireyler rasyonel oldukları için devletler de rasyoneldir, bireyler toplumsal oldukları için devletler de toplumsaldır”[30] kanısına varabiliriz.

Liberalizme katkısı olan bir diğer düşünür ise Jean Jacques Rouesseau’dur.  Jean Jacques Rousseau, düşüncelerini “Toplumsal Sözleşme” adlı eserinde ifade etmiştir. Her insanın özgür doğacağını söyleyen Rouesseau’ya göre, “devlet, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür.”[31] Rousseau, insan doğasının barış yanlısı olduğuna inanmaktadır. “İnsanın saldırganlığı doğal durumdan uzaklaşıp sivil toplumla tanıştıkça artmaktadır.”[32] Rousseau’ya göre, “İnsanlar, devlet olarak örgütleninceye ve yöneticiler kendi çıkarları için ordular oluşturuncaya kadar savaş ve silah gibi kavramlarla tanışık değildirler.”[33] Rousseau’ya göre, “vazgeçilmez iradeleriyle özgür ve eşit insanların karşılıklı olarak anlaşarak bir devlet kurma hakları vardır; çünkü egemenlik yalnızca halkındır.”[34] Ancak halk sahip olduğu bu egemenliği demokratik yolla ve seçimler aracılığıyla devlete vermektedir. “Kişi bencil çıkarları için değil, ortak yarar için oy verir.”[35]

Son olarak liberal düşünceye katkısı olan İmmanuel Kant’ın düşüncelerine bakmakta fayda var. İmmanuel Kant düşüncelerini “Sonsuz Barış” adlı eserinde açıkça dile getirmiştir. Kant da diğer liberal düşünürler gibi bireyi esas alan bir yaklaşım sergilemiştir. Kant’a göre, “uluslararası ilişkiler, devletlerarası ilişkilerin de ötesine geçen ve bireyi temel alan ilişkilerdir.”[36] Kantiyen yaklaşımda, devlet soyut bir varlıktır ve esas olan bireydir. Kant, “insanlığın devletler halinde gruplandığını kabul etmekle birlikte, bunun geçici bir durum olduğunu ve insanlığın ortak bir topluluk altında birleşeceğini ve böylece, bugünün anarşi ve savaş halinin ebedi barışa döneceğini”[37] savunmuştur. Bu topluluk “Birleşmiş Milletler’e benzeyen federatif bir özgür devletler topluluğudur.”[38] Bunun sağlanması için “diktatörlükler ve monarşiler yerine cumhuriyetlerin kurulması”[39] gerekmektedir.

 

  1. 2.    LİBERALİZMİN TEMEL İLKELERİ

Liberalizmin temel ilkelerinin neler olduğu konusunda bir çok görüş ileri sürülmüştür. Liberalizmin temel ilkeleri olarak; sınırlı minimal devlet, serbest girişim, bireycilik, insan hakları, hukuka bağlı devlet, özgürlük, işbirliği gibi kavramlar sıralanabilir.

Öncelikle bireycilik kavramına bakacak olursak bireycilik, toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta bireyin ön planda tutulmasıdır. “Locke, bireyin her türlü otoriteden kurtularak özgür olmasını ve kendi hayatını kendisinin kurması gerektiğini ‘herkesi kendinin yargıcıdır’ ifadesiyle, Kant ‘kendi yasanı kendin yap’ formülüyle bireyciliği özetlemişlerdir.”[40] Liberalizmde birey toplumda herşeyin üstündedir, birey toplumdan önce vardır.  Kant’a göre, “İnsan kendi başına bir son, bir amaçtır, asla bir araç değildir.”[41] Liberalizme göre bireyin çıkarı ön plandadır ve “bireylerin çıkarından toplumsal çıkar doğacaktır.”[42]

İkinci olarak liberalizmin temel ilkelerinden bir diğeri ise özgürlüktür. “Friedman liberalizm için asıl olanın gönüllü işbirliği ve özgür tartışma olduğunu söyler.”[43] Bireylerin özgür olması liberalizmin olmazsa olmaz şartıdır. Özgürlük bireylerin aynı kanunlara tabi olması, keyfi uygulamalara maruz kalmaması, bireyin kendi kararını kendisinin verebilmesini ifade etmektedir. “Liberalizme göre bireyin özgürlüğüne yönelebilecek en büyük tehdit devlettir.”[44]

Liberalizmin bir diğer ilkesi ise sınırlı devlettir. Liberalizmin bireyi herşeyin üstünde tuttuğunu daha önce belirtmiştik. Bu bağlamda, devletin sınırlanması gerekmektedir. Çünkü devlet sınırlandırılmazsa bireye müdahale edecektir ve birey arkaplana itilecektir. Bu nedenle devlet hareket ederken toplumun rızasını almak zorundadır ve anayasa ile sınırlandırılmalıdır.  “Locke’a göre toplum sözleşmesi ile kurulan devlet herkesin  özgürlüğünü ve mallarını daha iyi korumak amacıyla kurulur.”[45] Bu bağlamda devletin amacı topluma en iyi şekilde hizmet etmektir ve bireyin özgürlüğünü ve çıkarını korumaktır.

Uluslararası ilişkiler açısından liberalizmin temel varsayımları ve ilkelerine bakacak olursak, öncelikle liberalizm “devletleri uluslararası ilişkilerdeki en önemli aktörler ve incelenmesi gereken tek analiz birimi olarak görmemektedir.”[46] Liberalizme göre uluslararası sistem devlet, birey, baskı grupları, uluslararası örgütler gibi birçok aktörden oluşmaktadır. “Bu aktörler rasyoneldir ve devletlerin tercihlerini ve davranışlarını etkileyerek kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışırlar.”[47]

Liberalizme göre, uluslararası ilişkiler sadece güç ilişkileri açısından ele alınmamalıdır. Uluslararası sistem, “karşılıklılık ve işbirliğine bağlı olarak uluslararası normlar, örgütler ve hatta uluslararası hukuk tarafından[48]” değiştirilebilir. Bununla birlikte liberalizme göre, “devletler belli ve sabit bir dış politika tercihine sahip değilirler.”[49] Devletlerin davranışları bazı iç aktörler tarafından belirlenir. Son olarak ise liberaller  “uluslararası ilişkilerde askeri gücün kullanılmasının maliyetinin giderek arttığını ve devletler için en son başvurulacak bir araç olduğunu savunmaktadırlar.”[50]

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

NEOLİBERALİZM

Liberalizm uluslararası ilişkiler disiplininde pek çok teorinin dayanağını oluşturmuştur.”[51] Birinci dünya savaşı sonrası dönemde savaşların yıkımından oldukça fazla zarar gören devletlerin savaş ve çatışmaları önleme çabası liberalizmin uluslararası ilişkileri açıklamaya yönelen bir teori olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İki savaş arası dönemde barışın sağlanamaması ve daha büyük bir yıkımla sonuçlanan ikinci dünya savaşının patlak vermesi barış çabalarını daha da artırmıştır. “Bu anlamda, 1980’lerde Realizme alternatif olarak öne çıkan en önemli teori neoliberalizm olmuştur.”[52] Neoliberaller, kendilerinden önceki liberallerden birçok noktada ayrılmışlardır.

Neoliberalizmin temel özelliklerine baktığımız zaman öncelikle “barış ve işbirliğini analiz etmesi”[53] karşımıza çıkmaktadır. Neoliberalizmin uluslararası ilişkileri birim düzeyinde analiz etmektedir. Bununla birlikte neoliberaller, “birim düzeyindeki nedenlerin sistem düzeyindeki sonuçlarıyla ilgilenmektedirler.”[54]

Neorealistler, Realizmden farklı olarak “devletlerin uluslararası ilişkilerin tek aktörü olmasa bile en önemli aktörü olmaya devam ettiklerini”[55] düşünmektedirler. Aynı zamanda neoliberalizme göre devletler rasyonel aktörlerdir. Ancak neoliberaller “devletten başka aktörlerin de varlığını kabul etmektedirler.”[56] Neoliberallere göre, uluslararası ilişkilerde devletlerden başka birey, uluslararası örgütler, baskı grupları gibi birçok aktör vardır.

Liberalizmin temel ilkesi olan demokrasi, neoliberalizmin de en temel ilkesi olmaya devam etmektedir.”[57] Neoliberallere göre, liberal demokratik devletler arasında işbirliği mümkündür. Bununla birlikte, “devletleri karşılıklı olarak işbirliğine razı edecek çok sayıda faktör bulunmaktadır.”[58] Devletleri işbirliğine götüren nedenlerin başında uluslararası örgütler, uluslararası hukuk, devletlerin rasyonel davranması (devletlerin göreli kazançlar yerine mutlak kazançlar ile ilgilenmesi) gibi etkenler vardır.

GÖKHAN AKDOĞAN Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

 


[1] Fikret Elma, “Liberal Düşünce Geleneğinin Oluşumu ve John Locke”, Journal of Qafqaz University, Sayı 9, s.174, (Çevirimiçi), http://journal.qu.edu.az/article_pdf/1028_437.pdf, 12 Ekim 2013.

[2] Halis Çetin, “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 3. Cilt, Sayı 1, 2002, s.80, (Çevirimiçi), http://iibfdergi.cumhuriyet.edu.tr/archive/liberalizmin%20tarihsel%20k%C3%B6kenleri.pdf, 12 Ekim 2013.

[3] Elma, a.g.m., s. 174.

[4] Ludwig von Mises, Liberalism In The Classical Tradition, çev. Ralph Raico, The Foundation for Economic Education, Mises.org edition, 2002, s. V. (Çevirimiçi), http://mises.org/books/liberalism.pdf, 12 Ekim 2013.

[5] Elma, a.g.m., s. 175.

[6] Çetin, a.g.m., s. 81.

[7] Çetin, a.g.m., s. 82.

[8] Çetin, a.g.m., s. 82.

[9] Çetin, a.g.m., s. 82.

[10] Elma, a.g.m., s. 176.

[11] Çetin, a.g.m., s. 84.

[12] Çetin, a.g.m., s. 85-86.

[13] Çetin, a.g.m., s. 86.

[14] Çetin, a.g.m., s. 87.

[15] Çetin, a.g.m., s. 87.

[16] Tayyar Arı, ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, 8. b., MKM Yayıncılık, Bursa, 2013, s. 293.

[17] Arı, a.g.e., s. 294.

[18] Arı, a.g.e., s. 294.

[19] Arı, a.g.e., s. 294.

[20] Gökhan Koçer vd.,            ULUSLARARASI İLİŞKİLER: Giriş, Kavram ve Teoriler, ed. Haydar Çakmak, Platin Basın Yayın Dağıtım, 2007, Ankara, s. 156.

[21] Arı, a.g.e., s. 294.

[22] Arı, a.g.e., s. 294.

[23] Koçer vd., a.g.e., s. 156.

[24] Arı, a.g.e., s. 294.

[25] Arı, a.g.e., s. 294.

[26] Arı, a.g.e., s.294-295.

[27] Arı, a.g.e., s. 295.

[28] Koçer vd., a.g.e., s. 156.

[29] Arı, a.g.e., s.  295.

[30] Koçer vd., a.g.e., s. 157.

[31] Arı, a.g.e., s.  297.

[32] Arı, a.g.e., s.  297.

[33] Arı, a.g.e., s.  297.

[34] Arı, a.g.e., s.  297.

[35] Arı, a.g.e., s.  297.

[36] Koçer vd., a.g.e., s. 157.

[37] Koçer vd., a.g.e., s. 157.

[38] Arı, a.g.e., s.  298.

[39] Koçer vd., a.g.e., s. 158.

[40] Halis Çetin, “Liberalizmin Temel İlkeleri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2,  Sayı 1, s. 221.

[41] Çetin a.g.m. s.222.

[42] Çetin a.g.m. s.222.

[43] Çetin a.g.m. s.223.

[44] Çetin a.g.m. s.224.

[45] Çetin a.g.m. s.229.

[46] Koçer vd., a.g.e., s. 159.

[47] Koçer vd., a.g.e., s. 159.

[48] Koçer vd., a.g.e., s. 159.

[49] Koçer vd., a.g.e., s. 159.

[50] Koçer vd., a.g.e., s. 159.

[51] Gökhan Koçer vd.,     ULUSLARARASI İLİŞKİLER: Giriş, Kavram ve Teoriler, ed. Haydar Çakmak, Platin Basın Yayın Dağıtım, 2007, Ankara, s. 160..

[52] Koçer vd., a.g.e., s. 160.

[53] Tayyar Arı, ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, 8. b., MKM Yayıncılık, Bursa, 2013, s. 305.

[54]

[55] Arı, a.g.e., s. 306.

[56] Arı, a.g.e., s. 306.

[57] Arı, a.g.e., s. 305.

[58] Arı, a.g.e., s. 311.

İlgili Makaleler