SosyologlarTeoriler

Lâikleşme Bryan Wiison

Lâikleşme Bryan Wiison

Bryan Wilson (1926-2004) Yorkshire’da doğdu ve askerlik hizmetin­den sonra Leicester Üniversitesi’ne ve London School of Economics’e devam etti. Londra ve Oxford Üniversitelerinde daha yüksek derece­ler kazandıktan sonra Leeds Üniversitesi’nde ders vermeye başladı ve Oxford Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olarak çalıştı.

Wilson bir dönem eğitim, gençlik kültürü ve kitle iletişim araçla­rıyla ilgilense bile, onun temel ilgi alanını din sosyolojisi -özelde lâikleşme ve mezhepler- oluşturmaktaydı. Birçok düşünür ve yazarın katkıda bulunduğu lâikleşme konusunda ülke çapındaki tartışmayı alevlendiren onun Lâik Bir Toplumda Din (1966) adlı çalışmasıydı.

FİKİR

Lâikleşme yeni bir kavram değildir. Kavramın kökleri klâsik sosyoloji­ye, özellikle Auguste Comte ve Emile Durkheim’in çalışmalarına, Kari Marx ve Max VVeber’in toplumsal gelişme teorilerine dayanır. Bunun­la beraber, 1960’larda yazıları yayınlanan -İngiliz Akademisyen- Bryan VVilson, Lâik Bir Toplumda Din (1966) adlı çalışmasıyla, Britanya ve diğer Batılı toplumlar yeni bir ‘zenginlik çağı’na, ‘hareketli 60’lar dönemine girerken dinin önemini kaybettiği ve modern toplumda ortadan kalkma tehlikesi içinde olduğu iddialarıyla bu tartışmayı yeniden alevlendirdi.

Bryan VVilson, lâikliği kısaca “dinsel düşünceler, pratikler ve kurum- lar\r\ önemini yitirmesi süreci” olarak tanımlar. Lâikleşme tezi toplum- ların sanayileşirken daha rasyonel, bilimsel ve uzmanlaşmış toplum­lar haline geldikleri, bu yüzden geleneksel değerler, inançlar ve pra­tiklerin zayıfladığı teorisine dayanır. Sanayi toplumları artık hayatın anlamını açıklamak için dine ihtiyaç duymazlar; onlar bilim ve mantı­ğa, rasyonalite ve bürokrasilere sahiplerdir. Tanrı ve Kilise artık top­lumun değerleri ve hayat tarzının merkezî unsuru olmaktan glaraşar. Geleneksel düşünme biçimleri modern sosyal problemlerin çözümü­ne yardımcı olmayıp, aksine engeller. Din modern zengin sanayi toplumunda artık bir hedeften yoksundur.

Lâikleşme tezi beş temel argümana dayanır:

  • Gelişmiş sanayi toplumlarında dinsel pratiklere katılımda bir azalma vardır. Bu azalma esas olarak kiliseye gitme ve kilise üyeliği istatistiklerine bakılarak ölçülür. Örneğin günümüz Ingil­tere’sinde yetişkin nüfusun sadece altıda biri Hıristiyan kilisesi­ne üyedir ve sadece yaklaşık % 10-15’i Pazar ayinleri için düzenli olarak Kiliseye gitmektedir. 1998/99 Birleşik Krallık Araştırma El- kitabı’na bakıldığında, kilise üyeliği, kiliseye gitme ve ayinlere katılma gibi hemen her alanda, özellikle Hıristiyan mezhepler arasında sürekli bir azalma olduğu görülür. Kiliseye gitme oranı, örneğin % 10.2’den (1980) % 8.1’e (1995) düşmüştür ve araş­tırmada bu oranın 2000 yılında % 7.7’ye düşeceği tahmin edil­mektedir.
  • Dinsel inançlarda bir zayıflama yaşanmıştır. VVilson’ın öne sür­düğü gibi, “dinsel düşünme belki de en çarpıcı değişimlere şa­hit olan bir alandır. İnsanlar dinsel güdülerden giderek daha az etkilenmekte, dünyayı empirik ve rasyonel terimler çerçevesin­de değerlendirmektedirler.” Bu rasyonalizmin kaynağında Pro­testan ahlâk, büyük rasyonel organizasyonların gelişimi, akla dayalı bilimsel bilginin gelişimi ve hepsi de pratik çözümler su­nan ve ölümden sonrasına inanç ve ödüllerden çok mantığa başvuran akılcı ideolojilerin ortaya çıkışı yatar.
  • Temel toplumsal ve siyasal kurum bir olarak kilisenin statüsün­de düşüş ve işlevlerinde azalma yaşanmıştır. Ortaçağdaki ege­men rolüyle karşılaştırıldığında. Batı toplumlarında kilisenin ‘üye kaybı’na uğradığı görülür. Kilisenin geleneksel işlevlerini lâik organizasyonlar üstlenmeye başlamıştır. Bilim artık açıkla- namazları açıklamaktadır ve hatta günümüz insanı sadece doğa üzerinde değil, tüp bebeklerin oluşturulmasıyla birlikte, bizzat hayatın yaratılması üzerinde de kontrol gücüne sahiptir. Refah devleti artık ihtiyacı olanlara bakıp çocuklarımızı eğitirken, kitle iletişim araçları yeni bir maddeci inanç telkin etmektedir. Her ne kadar Kardinal VVolsey kendi döneminde VIII. Henry hükü­metini yönetmiş olsa bile, bugünkü Canterbury Piskoposunun devlet işlerinde çok az sözü geçmektedir.
  • Kilise içinde de bir lâikleşme süreci yaşanmıştır. Günümüzde ki­

 

liseler, modern bir toplumda varlıklarını sürdürebilmek ve rakip alternatifler karşısında cemaatlerini elde tutabilmek için çok ba­sit ve modern hizmetler sunmaktadırlar. Katolik kilise, örneğin, artık Latin’den ziyade İngiliz Komünyona sahiptir ve hatta ayin­lerde kadınlar da yer almaya başlamıştır. Benzer şekilde, bazı mezhepler birbirine yakınlaşmaktadır. VVilson’un yorumuyla, “organizasyonlar güçlenmekten çok zayıflamakta ve birbirine karışmaktadır”.

  • Dinsel mezhepler/tarikatların sayısındaki artış, dindeki ayrışma­nın, her şeye yeten kilisenin güç ve etkisindeki zayıflamanın bir başka kanıtıdır. Böylece din, toplumsal konsensüsü ve ortak değerleri pekiştirmek yerine, modern toplumdaki inançlar ve hakikâtler çoğulluğunu yansıtmaktadır. VVilson’a göre, mezhep­ler “lâikleşme sürecini yaşayan toplumların bir özelliğidir ve on­lar dinsel değerlerin toplumsal önceliklerini kaybetmelerine karşı bir tepki olarak görülebilir”. Ona göre, 1960’lar ve 70’lerin güncel sorunlardan uzak olan yeni dinsel hareketleri, sadece toplumdan kopan yeni üyeleri kazanmaya çalışırken, modern toplumun ahlâkî ıslahı ve birliğinden başka hiçbir konuda kat­kıda bulunmazlar.

Bu yüzden VVilson, modern toplumda dinin görünür zayıflamasını büyük ölçüde Max VVeber’in “toplumlar sanayileşirken daha rasyonel ve mantıklı düşünme ve organizasyon biçimlerini benimsemek zo­runda kalırlar ve din gibi geleneksel otorite kaynakları basitçe bir kenara itilir” tezinden yararlanarak açıklamayı umuyordu.

KAVRAMSAL GELİŞİM

Lâikleşme tezi yaygın bir destek kazandı ve Peter Berger (1969) ve Will Herberg (1960) dâhil, birçok yazar tarafından geliştirildi. Bu tez sosyolojik teoride ve din sosyolojisinde büyük bir etki yarattı ve – Üçüncü Dünyanın hâlâ büyük ölçüde dinsel toplumlarından ziyade- Batı toplumlarının tutumları ve değerlerindeki önemli değişimler konusunda temel bir açıklama sunar göründü. Hatta bu fikirler örgüt­lü dinin insanların kalpleri ve ruhlarını -koro ayinleri veya TV dini gibi- modern yöntemlerle ele geçirme girişimlerini bile etkiledi.

Ancak bu teze ve ilgili beş argümana ciddi itirazlar yükselmeye başladı:

İlk olarak, VVilson ve diğerlerinin kullandıkları kiliseye devam ista­tistiklerinin güvenirlikten yoksun ve muhtemelen geçersiz oldukları

 

gösterilmiştir. Bu bilgiler ve rakamlar sadece düzensiz olarak (genel­likle kiliseler tarafından) toplanmıştır ve bir inanç yokluğunun kesat göstergesi olarak alınamazlar. Örgütlü bir dinsel uygulamaya katıl­madan da Tanrıya inanmak ve kişisel olarak dinine bağlı kalmak mümkündür. Bazı dinler dinsel faaliyetlere düzenli olarak katılmaya önem verirlerken, diğerleri aynı tutum içinde olmayabilir. Benzer şekilde, kiliseye devam mutlaka güçlü dinsel inançların bir göstergesi değildir. Çoğu insan korku, alışkanlık sonucunda ve doğumlar, evlilik­ler ve cenaze törenleri gibi toplumsal nedenlerle kiliseye gider. Yapı­lan araştırmalar, insanların % 90’ının Tanrıya inandığını ve % 60’ının Ingiliz Kilisesine üye olduğunu göstermiştir. Dinsel inançlar üzerine araştırmalar aynı ölçüde değerlendirme ve eleştiriye açıktır. 1995 İngiliz Toplumsal Tutumlar Araştırması insanların Tanrı’ya inançların­da süregelen bir azalmanın varlığını göstermiştir ve Steve Bruce’ın (1995) daha önceki araştırmaları da günah, şeytan ve ebedî lânet- lenme gibi konularda benzer bir inanç zayıflamasının varlığını göste­rir. Peter Brierly (1991), aksine, dinsel katılım azalsa da, irrasyonel olmasına rağmen, insanların hâlâ bazı dinsel veya manevî inanç bi­çimlerine veya inanç unsurlarına bağlılıklarını sürdürdüklerini belirtir. Bizzat VVilson “dinsel bağlılığın gücünü ölçmenin hiçbir uygun bir yolu” olmadığı fikrine katılır.

İkinci olarak, kilise günümüzde çok az toplumsal işlev yüklense ve özellikle daha dinsel bir yapıya sahip olsa bile, bu genel eğilim sade­ce gelişmiş sanayi toplumlarında bütün organizasyonlarda gözlenen genel bir uzmanlaşma hareketiyle sürekli ilişki içindedir. Hıristiyan ahlâkı hâlâ çoğu Batı toplumunun toplumsal değerlerinin temelini oluşturmaktadır; hatta görünüşte en lâik ülkelerden biri olan Britan­ya’da Kraliçe Kilisenin başıdır, Piskoposlar hâlâ Lordlar Kamarası’nda oturmaktadır, Kuzey İrlanda nüfusunun % 80’i dindar Protestan veya Katolik’tir, insanlar hâlâ doğum, ölüm ve evlilik gibi temel geçiş tören­leri için kiliseye gitmektedir. Fransa, İtalya ve özellikle İrlanda gibi diğer Batılı toplumlarda örgütlü din hâlâ güçlüdür ve ulusal hükümet üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Benzer şekilde din, sözgelimi Kuzey İrlanda, Polonya ve İran’da olduğu gibi, ülke bir iç krizle veya dış tehditle karşılaştığında ulusal birlik ve kimliğin merkezi haline gelmektedir. Toplum ve devlet üzerindeki etkilerini kaybeden Kilise­ye veya kiliselere katılmama düşüncesi tartışmalıdır. David Martin (1969) günümüz Batı toplumlarında Ortaçağa göre yüksek düzeyler­de katılmamanın varlığını belirlerken, Steve Bruce (1995) bu uzak­laşmanın kiliseleri, özellikle İngiltere Kilisesini modern yaşam biçim­lerine karşı ve hatta nükleer güç ve kentsel yoksulluk gibi farklı tar­

 

tışmalı alanlarda İngiliz hükümetine karşı daha eleştirel bir tutum almasını mümkün kıldığını belirtir.

Etkisi azalsa da, Kilise giderek uzmanlaşmış, değerler ve ahlâk ko­nularına daha fazla ve günümüzde devletin sorumluluğu altında olduğu düşünülen ekonomik ve siyasal sorunlara daha az odaklan­mıştır. Jose Casanova (1994) gibi yazarlar, daha da ileri giderek, 1960’lar ve 70’lerde din özel kişisel inançlar ve kanaatler alanına çe­kilse de, 1980’lerde kiliselerin intikamlarını almak için kamusal alana yeniden girdiklerini ve Batılı -ve Doğulu- toplumlarda kürtaj konu­sundaki temel tartışmalara, Kuzey İrlanda ve Ortadoğu’daki olaylara ve komünizmin çöküşüne önemli katkılarda bulunduklarını ileri sü­rerler. Bruce ve Casanova’ya göre, din zayıflamaktan ziyade farklılaş­mış, ayrışmış ve devletin işgal ettiği lâik alandan bağımsızlaşmıştır. Amerika’da Yeni Sağın, köktendinci Protestan Kiliselerin canlanışı ve Amerikan politikasını etkileme kabiliyetleri bir başka örnektir.

Üçüncü olarak, dinsel mezheplerin gelişimi parçalı bir süreç olabi­lir, ancak o yine de, büyük ölçüde maddeci bir toplumda yeniden canlanan bir hakikât ve anlam arayışını yansıtmaktadır. Bu gelişim basitçe Tanrı’yı inkârdan ziyade geleneksel dinlerden uzaklaşmanın bir göstergesi olabilir. Örneğin Britanya’da temel dinlerden birine üyelik azalsa da, House Church Movement gibi bağımsız hareketler olağanüstü gelişme göstermiştir ve artık günümüzde Birleşik Kral- lık’ta Müslüman, Hindu ve Yahudi gibi Hıristiyan-olmayan bir mil­yondan fazla insan vardır. Mormonlar gibi Avenjelik hareket ve mez­hepler günümüz Amerika’sında dinsel bir coşku yaratmışlardır ve artık Yeni Sağ çoğunluğun bir parçası olarak hatırı sayılır etkiye sa­hiplerdir. Fakat eleştirmenler bu yeniden canlanışı Tanrıya inançtan ziyade -Amerikan halkına çok az dinsel anlama sahip başka bir ticarî ürün olarak ambalajlanıp satılan- Amerika sevgisinin bir ifadesi ola­rak görürler. İlk lâikleşme tezi, gerek Britanya’da Protestanlığın ge­rekse İtalya ve İspanya’da Katolikliğin olsun, merkezi bir kilisenin, ortaklaşa kabul gören bir inancın gücünü yitirdiğini ima ediyordu. Bu güç kaybı çok olumlu karşılanabilse de, modern yazarlar dinsel ço­ğulculuğun, birçok farklı inanç biçiminin, farklı kültler ve kiliselerin gelişmesinin modern toplumlarda insanlar için tercih anlamına gel­diğini vurguladılar. Roof ve McKinney (1987) özellikle dinsel tercihler kendi televizyon kanallarına sahip olsalar bile, bu sürecin ‘kiliseler’ ve tarikatların tüketim mantığının bir parçası olarak göründüğü ABD’de geçerli olduğunu buldular.

Ayrıca, George Chryssides (1994) gibi yazarlar, Britanya gibi mo­dern toplumlardaki etnik azınlıkların, kendi dinsel pratiklerini ev

 

sahibi kültüre uyarlarken inançları veya bağlılıklarını yitirmediklerini aksine çoğu kez ülkeye yerleşirken onu bir güç ve destek kaynap olarak kullandıklarını vurgular.

Dördüncü olarak, lâikleşmenin temel argümanı, “din geçmişteki altın çağının gücünü artık yitirmiştir” düşüncesine dayanır. Bununla beraber, tarihçiler, Viktorya çağında bile dinin göründüğü kadar güçlü olmadığını göstermişlerdir. Orta sınıflar daha sofu ve dindar görünürken, 1851 sayımları yetişkin nüfusun sadece % 40’ının kilise­ye düzenli olarak devam ettiğini göstermiştir. Muhtemelen gerçek bir azalma olmamıştır; biz zaten aslında hiçbir zaman dinine çok bağlı bir toplum değildik ve ne sanayileşme ne de rasyonelleşme onun zayıflamasına yol açmıştır. Lâikleşme yönündeki genel eğilim açık olsa da, David Martin’in (1978) belirttiği gibi, oldukça değişken­dir ve kaçınılmaz değildir. Onun ABD, Britanya ve İsveç karşılaştırması lâikleşmenin etki ve kapsamındaki farklılıkları gösterir ve bu farklılık diğer modern ve modernleşmekte olan toplumlarda bile açıktır. Fransa, İtalya ve İspanya gibi gelişmiş ülkelerde bile Katolik Kilisesi önemli bir güç olmayı sürdürürken, Hollanda ve Almanya gibi ülke­lerde Protestan ve Katolik kiliseleri hâlâ etkilidir. Gelişme ve modern­leşme çabası içindeki Üçüncü Dünya ülkelerinde dinler oldukça farklı deneyimler yaşamışlardır; bazılarında, örneğin Tunus ve Mısır’da dinsel inançlar zayıflarken, diğerlerinde -İran’daki gibi- dinsel lider­ler siyasal değişimi yönlendirmişler ve Batılı değerlerin İslâmî inançla­rı bozmasını engellemek için, dinsel ve ahlâkî coşkuyu ekonomik gelişmeyi kontrol ve kanalize etmekte kullanmışlardır. Lâikleşme Martin’e (1991) göre, ne otomatik ne de evrensel bir süreçtir.

Lâikleşme tezinde temel problem, din tanımının yetersiz olması ve dinselliği -insanların inançlarının gücünü- ölçmenin kesin bir yolunun bulunmamasıdır. Glock ve Stark (1965) gibi yazarlar ölçme­ye çalışsalar da, öznel bir kavram olduğu için bunu yapmak imkânsızdır. Ayrıca, örgütlü dinin ve dinsel inançların temeli üzerinde ortak bir tanımda birleşmek mümkün olsa bile, din ve modernite arasındaki ters ilişkinin ölçülmesi ve hesaplanması, bizzat modern toplum teriminin yeniden tanımlanması gerekir. Sözgelimi, Afrika’yla karşılaştırıldığında Amerika ne kadar moderndir ve ABD’de dinselli- ğin önemi ve gücü Kuzey Afrika veya Uganda’dakine göre daha mı azdır?

Bu yüzden, lâikleşme terimi, kimisi basitçe belirli bir yazarın eği­limleri ve kanaatlerini yansıtan ve oldukça farklı yorumlara açık ola­cak derecede muğlaktır. Bu yüzden, David Martin (1969) terimin sosyolojiden atılmasını önermiştir. Çoğu kez lâikleşme tartışmasıyla

 

ilişkili olanlar farklı şeylerden söz etmişlerdir; ve örgütlü dinin güç kaybettiği söylenebilse de, bireysel inanç ve manevî anlam ihtiyacı her zaman güçlü olmuştur. Post-modernistler, örneğin, bilim ve ras- yonalitenin cazibesini yitirmesi ve koruyuculuk görevini yerine geti­rememesi yüzünden, insanların yeniden irrasyonel ve manevî alanla­ra yöneldiklerini öne sürerler. Din -ister örgütlü olarak ister kült ben­zeri biçimde- yeniden canlanacak ve gençleşecektir. Örneğin Gilles Kepel (1994), büyük dinlerin -İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik- mo­dern toplumun anonim ve kişisellikten-uzak doğasına karşı bir tepki olarak canlandıklarını belirler. Hatta en modern ve en kapitalist bir toplum olan Amerika’da bile dinsel katılım hızla % 40’lara sıçramış görünmektedir.

Bu tartışmanın sonuçları nereye varırsa varsın, Bryan VVilson’ın fik­ri son yirmi yılda din sosyolojisindeki temel tartışmalardan birini başlatmıştır. Lâikleşme tezi ne doğrulanmış ne de çürütülmüştür. Ortaya atıldıktan 30 yıldan fazla bir zaman sonra bile, VVilson’un lâik­leşme teorisinden yararlanılmakta, tartışma ve araştırmaları yönlen­dirmektedir. Bu teori, farklı toplumlardaki farklı deneyimlere, özellikle dinin yeniden canlandığı toplumlara, milliyetçi hareketlere veya – modernleşmeye ve Batılı teknolojiler ve iş yöntemlerinin yarattığı tüketimciliğe bağlı olarak- topluluğun ve ahlaki değerlerin ortadan kalkmasını engellemek için dinsel değerleri kullananlara yoğunlaşa­rak, daha konu odaklı ve analitik hale gelmiştir. Her kadar sınırlı olsa da, dinin etkisi ve önemi en modern toplumlarda bile gücünü sür­dürmektedir.

İlgili Makaleler