Hukuk Sosyolojisi

KÜRESELLEŞME SURECİNDE HUKUK

KÜRESELLEŞME SURECİNDE HUKUK

Günümüzde, dünyanın çok boyutlu, köklü ve dinamik bir değişim sürecinden geçmekte olduğu; toplumlar, devletler, ekonomiler, kültürler, insanlar ve çeşitli gruplar arasındaki ilişkilerin ve etkileşimlerin giderek yoğunlaştığı; ekonomik, si­yasal ve sosyo-kültürel yapılardaki dönüşümün, bilimsel ve teknolojik gelişmelere eşlik ettiği gözlenmektedir. Bu gelişmelere bağlı olarak ekonomi, siyaset, sosyolo­ji, kültür, medya ve hukuk alanındaki literatürde; sınırlar ötesi ya da ulus ötesi olay ve oluşumlara giderek artan ölçülerde bir önem verildiği ve bu süreci ifade etmek üzere küreselleşme kavramına başvurulduğu görülmektedir.

Küreselleşme, üzerindehenüz fikir birliğine varıl­mış bir kavram değildir. Bu kavram, değişik açılardan hareketle farklı anlamda ve içerikte kullanılabilmekte­dir. Kimi yazarlar, küresel­leşmenin ekonomik boyu­tunu öne çıkarırken, kimi­leri de siyasal ya da sosyo­kültürel boyutunu vurgula­yabilmektedir. Aynı şekil­de, bazı düşünürler, kendi­liğinden gelişen bir süreci ifade etmek için küreselleş­me kavramını kullanırken,

diğerleri, özellikle gelişmiş  Günümüzde sınırlar ötesi ya da ulus ötesi olay ve oluşumlara giderek artan ölçülerde bir önem verilmekte ve bu süreç, küreselleşme kavramıyla ifade edilmektedir.

bazı ülkelerce yönlendirile­bilen bir olguyu anlatmak üzere söz konusu kavrama başvurmaktadır. Yine, kimi bilim adamları, kökleri çok eskilere giden bir oluşuma işaret etmek üzere küresel­leşme sözcüğüne atıfta bulunurken, kimileri yeni bir gelişmeyi aynı sözcükle isim- lendirebilmektedir.

Küreselleşmeyi, kapitalizmin gelişme sürecindeki bir aşama olarak değerlendi­ren fiaylan’a (1997: 10) göre küreselleşme, sözcük olarak, dünyanın bütünleşmiş tek bir pazar haline gelmesini ifade etmektedir. Küreselleşme, yeni ortaya çıkan bir olgu değildir. Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren küresel bir nitelik göstermiştir. Ulusal devletler de kapitalist dönüşümün ortaya çıkardığı yapılardır. Ancak kapitalizm, ulus-devletlerin sınırlarıyla yetinmemekte, bu sınırları geçerek dünya ölçeğinde etkisini göstermektedir. Küreselleşme, genel olarak, ekonomik etkinliklerin uluslararası nitelik kazanmasını ifade eden bir kavram olarak anlaşıl­makla beraber, esasında bundan daha fazla anlama gelmektedir. Dünya çapında göçmenlerin yoğun sınır ötesi hareketliliği, ekonomik gelişmelerden daha önemli bir hâle gelebilmekte ve ulus-devletin temel taşı olan vatandaşlık statüsünü eroz­yona uğratabilmektedir. Aynı şekilde, ekolojik meseleler de ulusötesi bir anlam ka­zanmaktadır. Dahası, uluslararası kurumlar ve özellikle uluslararası insan hakları kodları, önceden tahmin edilemeyen bir öneme sahip olmaktadır (Jacobson 1994a: 2). Esasında, yeryüzünde önceleri birbirleriyle nispeten kopuk halde yaşayan kü­çük topluluklar, ekonomi, ticaret, siyaset ve savaş gibi nedenlerle sürekli temaslar kurmuşlardır. Bu anlamda, tarihin çok eski devirlerinden beri insanlar ve toplum­lar arasında temaslar varolmuştur ve giderek yoğunlaşmıştır (Ayata 1997: 62). So­nuç olarak denebilir ki küreselleşme ya da uluslararası bütünleşme, yeni bir olgu olmayıp çok uzun zamandır süregelen tarihsel bir eğilimin sonucudur. Yeni olan, bu sürecin son yıllarda giderek hızlanmış ve yoğunlaşmış olmasıdır. Aynı şekilde, küreselleşme, sadece ekonomik boyutlu bir oluşumu değil; siyasal, sosyo-kültürel, ekolojik, teknolojik ve ideolojik boyutlara sahip bir süreci ifade etmektedir. Söz konusu olgunun geçmişi, kapsamı ve boyutları dikkate alındığında; bunun yalnız­ca gelişmiş ülkelerce yön verilen bir fenomen olmaktan ziyade; tarihi süreçte, özel­likle kapitalizm ile birlikte giderek gelişen bir oluşum olduğu anlaşılmaktadır.

Küreselleşme süreci, genel olarak, kapitalist sistemin oluşum süreciyle birlikte süregelen bir olgu olarak değerlendirilebilir. Bu süreç, ekonomik, toplumsal ve kültürel sistemlerle birlikte, ulusal devletin de dahil olduğu siyasal sistemi etkile­yip dönüştürmektedir. Küreselleşme sürecini simgeleyen oluşumlar; bölgesel bü­tünleşme, yerelleşme ve özelleştirme olarak nitelenebilir.

Bölgesel bütünleşme ya da bölgesel entegrasyon kavramı, dar anlamda, coğra­fi açıdan birbirine yakın ulusal ekonomiler arasındaki ilişkilerin daha yoğun hale gelmesini ifade etmektedir. Geniş anlamda ise belirli bir coğrafyayı paylaşan ülke­lerin; pazarlarını, ekonomilerini, üretim süreçlerini, siyasi ve stratejik güçlerini bir­leştirme yönünde harcadıkları çabaları tanımlamak için kullanılmaktadır. Avrupa Birliği (AB) ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Birliği (NAFTA) bünyesindeki bü­tünleşme, Güney Amerika’da ve Latin Amerika’da gözlenen birleşmeler, bölgesel entegrasyona örnek olarak verilebilir.

Yerelleşme, bir anlamda, devletin merkezi yönetim birimleri ile yerel yönetim birimleri arasındaki iş bölümünde yerel birimlerin ağırlık kazanması anlamına gel­mektedir. Başka bir açıdan yerelleşme ya da yerellik, ulus-devlete fazla ihtiyaç du- yulmaksızın, bireylerin ve yerel birimlerin ortak birliktelik duygusu ve kültürü al­tında kendi kendilerini yönetme yeteneğine kavuşmalarını ifade etmektedir.

Küreselleşme sürecinin, özellikle 1970’li yıllarda giderek hızlanıp yaygınlaşma­sıyla gündeme gelen bir diğer kavram, özelleştirme olmuştur. Özelleştirme, kamu kesimi etkinliklerinin sınırlandırılması, kamuya ait bir işletme ya da faaliyetin özel sektöre devri, satışı ve kiralanması, yani mülkiyet ve yönetimlerinin değişik yön­temlerle özel kesime aktarılması anlamına gelmektedir.

Kapitalizm, 16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Batı Avrupa’da şekillenmeye baş­layan yeni toplumsal düzeni ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Modern devlet ise 16. ve 18. yüzyıllarda Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve ulusal devlet ola­rak da ifade edilen devlet tipini anlatan bir deyimdir (fiaylan 1994: 16-18). Ulus- devlet, bir toplumun yöneticilerinin, şiddet araçlarının yani, asker ve polisin yöne­timini tekellerine almalarına yarayan siyasi yönetim kurumlarından oluşan bir dev­let olarak tanımlanabilir (Giddens 1996: 146). Toplumu yönetenlerin, asker ve po­lis sayesinde kazandıkları denetim gücü, onların sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde egemenliklerini destekleyen temel unsur olmuştur. Böylece, sınır­ları belli bir toprak parçası ile merkezîleşmiş yönetim gücü, ulus-devletin kurucu ögeleri olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin gelişme sürecinde; sadece devlet ya­pısı değil, aynı zamanda hukuk da değişmiştir. Bu süreçte, feodal dönemin dağı­nık hukuk yapısının yerini, hukukun birleştirilmesi ve yalmlaştırılması çabası al­mış; hukuk dağınıklığından hukuk birliğine ve yargı birliğine geçiş bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu bağlamda egemen ve bağımsız ulus-devletler, hukukun önem­li bir kaynağı olmuş; ulus-devlet çerçevesinde hukukun üstünlüğü, hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik anlayışı gelişmiştir. Böylece, ulusun tamamına aynı şekil­de uygulanabilen ortak hukuk sistemi gelişmiş ve bu hukuk sistemi yerel birimler­deki dağınık hukukun yerini almıştır.

İnsanlık tarihinde, tüm dünyayı kapsamına alan ve birbirleriyle etkileşim hâlin­deki ulus-devletlerin karşılıklı bağımlılığına dayanan bir sistem şeklinde örgütlen­meye, ulus-devletler aşamasından önce rastlamak mümkün değildir. Ulus-devletler nüfusları, doğal kaynakları, ekonomik yapıları, siyasal ve askerî kapasiteleri, dış çı­karları ve politikaları, sosyo-kültürel özellikleri bakımından birbirlerinden farklı ol­dukları hâlde, bir uluslararası sistem oluşturup bu sistem içinde fonksiyon görebil­mektedirler. Böyle bir sisteme katılan her üye devlet, diğer ülkeler ile girdiği poli­tik, ekonomik ve kültürel ilişkilerden ve bu ilişkilerin oluşturduğu bütünsel yapı­dan önemli ölçüde etkilenmektedir. Uluslararası sistemin doğası, üye devletlerin gücüne ve etkisine, aralarındaki ilişkilere yön veren davranış normlarına göre be­lirlenmektedir. Üye ülkelerin, göreli kapasitesi ve motivasyonları zamanla değişin­ce, uluslararası sistemin yapısal ve fonksiyonel karakteristikleri de değişmektedir. Böylece, ayrı ayrı ulus-devletler ile uluslararası sistem, karşılıklı bir belirleyicilik ilişkisine girmiş olmaktadır. Çünkü, bir düzeydeki değişme, diğer düzeyin de de­ğişmesinin zorunlu sebebi olabilmektedir. Uluslararası sistem ulusal hükümetler arasındaki ilişkilerden ve hükümetlerle uluslararası kurumlar arasındaki bağlardan daha fazlasını içermekte; ekonomik, bilimsel, dinsel, eğitimsel, kültürel amaçlarla sınır ötesi faaliyetlerde bulunan özel örgütlerin, grupların ve bireylerin fonksiyonel ilişkilerini, keza bunların kendi aralarındaki ilişkiler kadar, diğer hükümetlerle ve uluslararası kurumlarla olan ilişkilerini de kapsamaktadır. Bu çerçeve içinde üye devletlerin karşılıklı bağımlılığı arttıkça, kendi iç ve dış meselelerini kendi başları­na belirleme ve düzenleme yetenekleri de azalmaktadır (Geiger, 1988: 2).

Modern devlet ve ulus- devlet: Modern devlet, 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve ulusal devlet olarak da ifade edilen devlet tipini anlatan bir deyimdir. Ulus-devlet, bir toplumun yöneticilerinin, şiddet araçlarının, yani ordunun ve polisin yönetimini tekellerine almalarına olanak sağlayan siyasi yönetim organlarından (parlamento, bakanlar kurulu ve mahkemeler gibi) oluşan bir devlet olarak tanımlanabilir. Toplumu yönetenler, siyasi örgütler, ordu ve polis sayesinde ülke adı verilen toprak parçası üzerinde egemenliklerini sürdürürler. Modern ulus-devlet, aslında bir Avrupa icadıdır. Modern devletin kökleri, 1300 yılları dolaylarında görülmeye başlamakla birlikte, 1648’deki Westfalya (Westphalia) Barış Antlaşmasından önce, egemen ulus-devlet niteliğine kavuşamamıştır.

Toplumsal ve politik ilişkilerin küreselleşmesi, iki büyük tarihsel dönemde vu­ku bulmuştur. Genel olarak kabul edildiği üzere, Avrupa’da devletler sistemi 1648’deki Westfalya Barışı ile kurumsallaşmaya başlamıştır. Devletler sisteminin dünyanın diğer yörelerine yayılması ise yaklaşık 19. yüzyılın ortalarındaki Batı sö­mürgeleştirme süreci yoluyla olmuştur. Westfalya Barışı, birçok bakımdan devlet­ler sisteminin ortaya çıkışını simgeler. Otuz Yıl Savaşları’nm sulh ile sona ermesi, Kutsal Roma İmparatorluğu’na son vermiştir. Bu, devletler sistemine hukuksal bir temel sağlamıştır. Böylece, Westfalya Barış Antlaşması’na taraf olanların, gerçek
anlamda bir bağımsızlık statüsüne kavuşmalarının kabulü söz konusu olmuştur. Ayrıca, devletlerin egemen varlıklar olarak tanınmasıyla, egemenlik ilkesi ile ulus­ların kendi kaderini belirleme ilkesi hayata geçmiştir. Westfalya, aynı zamanda ba­ğımsızlık ve egemenlik statüsüne kavuşmuş devletler arasında akdedilen ilk çok taraflı sözleşme niteliğindedir. Böylece 17. yüzyılda devlet, uluslararası düzen üze­rinde dramatik etkiye sahip, kamusal alanı ifade eden bir kavram olarak ortaya çık­mıştır. Böylesi bir kamusal alanın ortaya çıkışı, Ortaçağ Avrupası’ndan modern Av­rupa’ya geçişin de bir simgesi olmuştur (Jacobson, 1994a: 5). Westfalya Barışı’nm getirdiği modelden itibaren uluslararası sistemin temel özellikleri şöyle sıralanabi­lir (Cassese, 1994: 397):

Dünya, büyük ölçüde kendilerine ayrılan toprak ve deniz parçası üzerinde en üst otoriteye sahip egemen devletlerin oluşturduğu bir topluluk niteliğin­dedir. Her bir devlet, kendisini mükemmel bir topluluk olarak görmekte olup, başka bir gücün otoritesine boyun eğmek istemez, yani kendinden başka bir üst otorite tanımaz durumdadır.
Meşruiyetin birincil kaynağı güçtür.
Hukuk yaratma, ihtilafları çözme ve hukuku icra etme şeklindeki üç temel hukuksal fonksiyon, bir ölçüye kadar merkezîleşmiştir. Dünya topluluğuna üye her devlet, gerçek gücüyle orantılı bir şekilde, bu fonksiyonları yerine getirme görevini bizzat kendi üzerine almıştır.
Güç kullanımı üzerine empoze edilecek herhangi bir hukuksal engel yok­tur. Ülkelerin egemenlik, politik bağımsızlık ve kendi vatandaşlarını koruma hakkına ilişkin hukuki ilkelere, güçlü devletler, ancak kendi çıkarlarına ay­kırı olmadığı ölçüde saygı göstermektedirler.
Uluslararası nitelikte haksız, hukuka aykırı davranışlardan sorumluluk, ihlal- ci devlet ile mağdur arasındaki özel bir mesele olarak görülmektedir.
Bütün devletler, aralarındaki gerçek farklılıklar ve dengesizlikler dikkate alınmadan eşit bir statüde kabul edilirler. Hukuk kuralları, bu anlamda taraf­sızdır.
Uluslararası hukuk, devletlerin birlikteliğini sağlamak üzere tesis edilen ku­rallar bütünü niteliğindedir. Bununla, devletlerin birlikte, yan yana yaşama­ları için gerekli şartlar sağlanmaya çalışılır. Bu aşamada devletlerin işbirliği, genel olarak savunma ve askerî amaçlarla sınırlıdır.

Uluslararası veya hükümetler arası örgütler,

genellikle, birden çok egemen devlet tarafından belli bir amaç veya amaçlar için resmî bir antlaşma ile kurulan organizasyonlar olarak tanımlanmaktadır. Bu örgütlere, birden fazla devletin katılımı söz konusudur. Bunlar, hükümetler arasında yapılan iki veya çok taraflı sözleşmelerle oluşturulur. Örneğin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü gibi.

Toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkilerin küreselleşmesine bağlı olarak uluslararası sistem, I. Dünya Savaşı’ndan, özellikle de II. Dünya Sava- şı’ndan sonra farklı bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Günümüzde her türlü bilgi, fikir ve haber akışı hem çok artmış, hem de pek sınır tanımaksızın hızla yayılmak­tadır. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçtikçe, daha önceki toplum tipinin ihtiyaçlarına göre şekillenen yapılarda ve kurumlarda da değişim yaşanmaktadır. Nasıl sanayi toplumu, tarım toplumundan farklı olmuşsa, bilgi toplumu da sanayi toplumundan farklı bir yapı göstermektedir. Bu bağlamda ulus-devlet ile ulusal hukuk da dönüşüme uğramaktadır. Bu süreçte, başta üretim ve ticaret etkinlikle­ri olmak üzere, birçok faaliyet ulus ötesi niteliğe bürünmektedir. Uluslararası hu­kuk, uluslararası iktisat, uluslararası ticaret, uluslararası ilişkiler deyişleri gerçekli­ği tam olarak kavrayamamakta; ulus ötesi ve ulus üstü oluşumlardan söz edilmek­tedir. Bir zamanlar, devletlerin yetki alanında görülen birçok konu, giderek ulus­lararası ve ulusüstü düzeyde düzenlenmeye başlamıştır. Devletler arası ilişkilerde geleneksel kurumlar ve mekanizmaların etkinliği, giderek artan ölçülerde sorgu­lanmaktadır. Aynı şekilde, gittikçe çoğalan ve sıklaşan uluslararası etkinlikleri ve
ilişkileri düzenlemekte uluslararası hukuk yetersiz kalmaktadır. Hukukun en önemli kaynaklarından biri olan uluslararası sözleşmelerin sayısı, çok büyük öl­çüde artmıştır. BM kurulduğundan beri, BM sekreteryasına kayıtlı ikili ve çok ta­raflı anlaşmaların sayısının elli binin üstünde olduğu belirtilmektedir. Bu anlaşma­ların giderek artan sayısına, etkili yaptırımlardan yeterince yoksun olmaları da ek­lenince, küresel nitelikteki olay ve olguları düzenlemek bakımından ciddi sıkıntı­lar ve yetersizlikler gözlenebilmektedir. Bundan dolayı da uluslararası ilişkiler ala­nında uluslararası sistemin hâlen etkin aktörleri olan ulus-devletler için evrensel yürütme kuralları koymak, yaptırımlar geliştirmek ve bunları hayata geçirmek, üs­tesinden gelinemeyecek bir sorun hâlini almıştır. Bu süreçte uluslararası örgütler, giderek başat bir konuma gelmiş; başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, Av­rupa Konseyi (AK), Avrupa Birliği (AB), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi çok sayıda uluslararası ve uluslar üstü örgüt, aynı zaman da hukuku yaratan ve uygulayan organlar olarak dünya siste­mi içindeki yerini almıştır.

Küreselleşme sürecinin insan hakları hukukunu nasıl etkilediğini tartışınız.

Uluslararası hukukta zorlayıcı herhangi bir mekanizmaya başvurmadan, birçok devletin, deniz hukuku, diplomatik dokunulmazlık ve sivil havacılık kuralları gibi düzenlemelere genel olarak uydukları gözlenmektedir. Uluslararası hukuka uyma­yı sağlamanın geleneksel araçları; müzakere, arabuluculuk, misilleme ve nadiren de Uluslararası Adalet Divanı gibi ulus üstü yargı organlarına başvurmadır. Bu ge­leneksel mekanizmalar, uluslararası örgütlerin ihlalciler hakkında verdikleri karar­lar ve hazırladıkları raporlarla desteklenmektedir. Ancak, günümüzde Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) ve diğer özel kuruluşların, uluslararası ölçekte daha ciddi yaptırımların ve davranış kodlarının peşinde koştukları gözlenmektedir. Bu kuru­luşlar ve bazı devletler, BM Güvenlik Konseyini, BM kararlarına uymayı reddeden ülkelere karşı, ekonomik ve benzeri yaptırımları uygulamak için harekete geçire­bilmektedir. Ancak, uluslararası hukuk kurallarını ihlal edenleri yola getirecek da­ha etkili mekanizmaların ve yaptırımların yokluğunda, uluslararası hukuk kendin­den beklenen rolü yeterince yerine getirememektedir. Bundan dolayıdır ki ulusla­rarası ilişkiler alanında, giderek zorlayıcı önlemlerin tesis edildiği görülmektedir. Örneğin, DTÖ anlaşmazlık çözme kurulları, artık haklı olan taraf için haksız tarafa özel bir gümrük tarifesini yüklemek üzere bağlayıcı karar vermek yetkisine sahip olmuştur (Ratner, 1998: 48-49).

VM ş|r njzpr^

Sivil toplum kuruluşları veya hükümetler dışı örgütler, devletler ile herhangi bir ilişkisi olmadan, devlet sınırları dahilinde veya bu sınırları aşacak şekilde örgütlenen, zaman zaman devletlere alternatif güçler olarak belli alanlarda etkinlikte bulunan kuruluşlardır. Örneğin, Uluslararası Şf Örgütü ve insan Hakları Derneği gibi.

Günümüzde, uluslararası aktörlerin davranışına ilişkin standartlar ve sınırlama­lar koyan, devletler tarafından da benimsenen ilkeleri ve kuralları içeren bir hu­kuksal aracı ifade etmek üzere, yaygın bir şekilde “davranış kodu” terimi kullanıl­maktadır. Başka bir deyişle, davranış kodu, bir terim olarak, devletlerin ve diğer uluslararası aktörlerin (ulus ötesi şirketler, uluslararası örgütler ve sivil toplum ku­ruluşları) davranışlarına ilişkin bazı prensipler ve kurallar bütününü anlatmak üze­re kullanılmaktadır. Bu davranış kodları, çoğunlukla daha kapsamlı bir hukuksal metinden ya da kurumsal uygulamalardan edinilen tecrübe ve birikimin ışığında geliştirilen ilke ve kurallardır. Bu ilke ve kurallardan oluşan davranış kodlarından bazıları, hukuken bağlayıcı niteliktedir. Bu nitelikte olmayan kodların da dolaylı da olsa, hukuksal bir öneme sahip oldukları söylenebilir. 1970’li yıllarda davranış ko­du terimi, özellikle uluslararası ekonomik organizasyonlar tarafından kullanılmış­tır. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Gelişme Konferansı (UNCTAD), 1972 yılında dizi
konferanslara ilişkin bir davranış kodu önererek, bu konuda açılım yapmıştır. Ar­dından 1974’te teknoloji transferine ilişkin uluslararası bir davranış kodunu salık vermiştir. Daha sonra da çok uluslu şirketlere ilişkin bir davranış kodu oluşturma girişimi başlamıştır (Fatouros, 1994: 252).

Uluslararası düzeyde davranış kodlarının ya da hukuksal standartların oluştu­rulmasında, çok uluslu şirketlerin de önemli bir yeri vardır. Sözleşme standardizas- yonuna yönelik düzenlemeler, bu oluşuma iyi bir örnek oluşturmaktadır. Örneğin, deniz sigortacılığına ilişkin sözleşme standartlarının belirlenmesi ve bunların bir ül­kede uygulanır hâle gelmesinin başlangıcı, 14. yüzyıla kadar götürülebilir. Ulusla­rarası iş dünyasındaki kolektif standardizasyona ilişkin başka bir örnek, uluslarara­sı ticaret birlikleri tarafından geliştirilen standart terimlerdir. Uluslararası Ticaret Odası (ICC) himayesinde, uluslararası satış terimlerinin temel standartları ile ulus­lararası satışların finansmanına ilişkin terimler ve koşullar belirlenmiştir. Bu stan­dartlaşma örnekleri, önemli ölçüde, büyük uluslararası firmaların ihtiyaçları çerçe­vesinde şekillenmektedir. Ulusal mahkemeler, Uluslararası Ticaret Birliği’ne ve bu birliğin geliştirdiği standartlara hukuki bir sonuç bağlayabilmektedir. Günümüzde bu standartlar, uluslararası işletme hukukunda önemli yükümlülüklerin bir kayna­ğı hâline gelmektedir (Muchlinski, 1997: 86-87).

Çok uluslu şirketlerin, hem kendi merkez ülkelerinin hem de yatırım yaptıkla­rı, ticari ilişkide bulundukları ülkelerin hukuk düzenini etkilemek üzere lobi faali­yetlerinde bulundukları da bir gerçektir. Bu konudaki çabalara örnek olarak Eko­nomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nm (OECD) hazırladığı yabancı mülkiyetin korunması hakkındaki anlaşma taslağı (OECD Draft Convention on the Protection of Foreign Property) zikredilebilir. Ayrıca, son yıllarda kabul edilen ve DTÖ’nün il­gi alanında bulunan, Ticaretle Bağlantılı Yatırım Tedbirleri (TRIMS) ve Ticaretle Bağlantılı Fikrî Mülkiyet Hakları (TRIPS) düzenlemeleri de bu çerçevede verilebi­lecek diğer örneklerdir.

Ayrıca OECD, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve UNCTAD bünyesinde ge­liştirilen davranış kodlarından da şu örnekler verilebilir (Fatouros, 1994: 254):

OECD Konseyi tarafından kabul edilen, çok uluslu girişimlere yönelik ola­rak geliştirilen OECD ilkeleri,
ILO Yönetim Kurulu’nca kabul edilen, çok uluslu girişimlere ve toplumsal politikaya ilişkin ILO Deklarasyonu,
UNCTAD’ın Sınırlayıcı İş Uygulamaları Kodu. Bu kod, UNCTAD’ın himaye­si altında toplanan konferans tarafından önerilmiş ve Birleşmiş Milletler Ge­nel Kurulu’nca kabul edilmiştir. Bununla, sınırlayıcı iş uygulamalarının kon­trol edilmesine ilişkin çok taraflı bir ilkeler ve kurallar seti oluşturulmuştur.
BM Teknoloji Transferi Kodu (UNCTAD Transfer of Technology Code).
Birleşmiş Milletler Çokuluslu Şirketler Kodu (U.N. Transnational Corporati- ons Code).

Çok uluslu şirketler, küresel çapta faaliyette bulunan, kuruldukları ülke dışındaki yerlerde de üretim ve dağıtım sürecini kontrol ve koordine eden büyük şirketlerdir. Bu şirketlerin kökeni, 14. yüzyıldan itibaren şekillenen erken dönem ticari kapitalistlerin faaliyetlerine kadar götürülebilir. Örneğin, Hansa Birliği, ingiliz ve Alman Doğu Hindistan Kumpanyaları gibi. Ancak, çok uluslu ya da uluslar ötesi şirketlerin ilk gerçek büyük gelişimi, endüstriyel kapitalizmin yükselişe geçtiği 19. yüzyılda meydana gelmiştir. Örneğin, Shell, British Petrol, General Motors vb. gibi.

OECD

Bu davranış kodlarıyla, yabancı yatırımlar ve yabancı mülkiyet koruma altına alınmış, ticarî liberalizasyon hızlandırılmış ve bu çerçeve içinde, millîleştirilen ya­bancı mülkiyetin bedelinin tümüyle tazmin edilmesine ve yabancıların sözleşme­lerle kazandıkları haklara, devletlerin müdahale etmemesine yönelik kurallar geti­rilmiştir. Bu kodların temel ilgisi, ulus ötesi şirketlerdir. Bu kodlarla, aynı zaman­da, ulus ötesi şirketlerin ulusal politikalar üzerindeki etkisine, müdahalesine ve ekonomik etkinlikleri kontrol etme çabasına karşı da uluslararası düzeyde bir dü­zenleme getirilmek istenmiştir.

Uluslararası düzeyde ortaya çıkan bu hukuksal düzenlemelerle birlikte, dene­bilir ki hukuk kavramının içeriği de değişmeye başlamıştır. Bu değişim, özellikle de uluslararası hukuk alanında söz konusu olmaktadır. Hukuk, genel olarak, insan ilişkilerini ve davranışlarını düzenleyen, devletin örgütlü gücünün desteğine sahip maddi müeyyideli kurallar bütünü olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımda, yaptırım ve yaptırımın gerisindeki devletin örgütlü gücüne yapılan vurgu dikkat çekmekte­dir. Bu tür hukuka, “sert hukuk” (hard law) adı verilmektedir. Ancak, günümüzde, özellikle uluslararası hukuk alanında devletin örgütlü gücüne yapılan vurgu gide­rek azalmış; sert hukuk anlayışından “yumuşak hukuk” (soft law) anlayışına doğ­ru bir gelişme başlamıştır denebilir.

Geçmişte, devletler arasında yeni bir antlaşma yapılmadan, başka bir anlatımla, yeni bir geleneksel sözleşme imzalanmadan, boşluk bulunan durumlarda, eskiden tesis edilen bir kural olup olmadığı araştırılmadan, birçok hukukçu ve uluslararası mahkeme harekete geçmemiştir. Mutlaka, devletler arasında akdedilen yeni veya eski bir sözleşmeye dayanma ihtiyacı duyulmuştur. Günümüzde, bu anlayışın gi­derek değişmeye başladığı söylenebilir. Örneğin Dünya Bankası, 1992’de doğru­dan yabancı yatırımların ele alınması ile ilgili bir dizi rehber oluşturmuştur. Bu ku­rallar, hiçbir kuruluşu bağlamamakla beraber, devletler ve şirketler, bunları geliş­mekte olan ülkelerin yabancı sermayeyi yatırıma özendirmesinde kullanacağı ölçüt olarak uygulamaktadır. Yumuşak hukuk, devletlerin uymadıkları takdirde bir ihlal ya da yaptırım korkusu olmadan uluslararası alanda yapılan yeni düzenlemelere uyum sağlamalarının yolunu açmaktadır. Normatif beklentiler, hem geleneksel sözleşmelerin evriminden daha hızlı, hem de devletlere zorla kabul ettirilen bir antlaşmadan daha hassas bir şekilde oluşmaktadır. Yumuşak hukuk, ayrıca devlet­lerin uymadıklarında cezalandırılacakları yeni bir “sert” hukuk kuralının oluşması­nın da başlangıç noktasıdır (Ratner, 1998: 46-47).

Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenmeye başlayan yeni uluslararası ya da küresel hukuk sisteminin temel özellikleri şöyle sıralanabilir (Cassese 1994:398-399):

Egemen devletlerin tahtını sarsmaksızın, uluslararası örgütlerin mantar gibi çoğalması ve devletler üzerinde etkili mekanizmalar olarak önemli roller oy­namaya başlamaları,
Uluslararası alanda birey ve insan gruplarına tanınan sınırlı rolden, bunların uluslararası meselelerde, kısmen de olsa, söz sahibi birimler haline gelmeleri,
Sömürgeci devletlere, ırkçı rejimlere ve yabancı işgalcilere karşı örgütlü in­san gruplarına geniş roller tanınması ve bunların söz sahibi birimler olarak kabul edilmeleri,
Devletlerin kullandıkları askerî ve hatta ekonomik güç üzerinde bazı sınır­lamaların empoze edilmesi,
Uluslararası ilişkilerde meşrulaştırıcı kriter olarak münhasıran güçe tanınan ağırlığın sınırlanması ve güce sınırlar getiren yeni bir değer sisteminin tedri­cen oluşması,
Uluslararası toplumun, üç temel hukuksal fonksiyonu (hukuku yaratmak, ihtilafları çözmek ve hukuku icra etmek) ifa etmesini kolaylaştırmaya yöne­lik bir dizi araç veya mekanizmanın tesis edilmesi.
Önceden, uluslararası topluluğun bütün üyelerinin davranışına yön vere­cek, evrensel nitelikli uygun hukuksal normlar pek yoktu. 1960’lı yıllardan itibaren, böylesi ilkelerin tedricen oluşmaya ve uluslararası düzenlemelerin omurgasını oluşturmaya başlaması,
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde, tasavvur bile edilemeyecek öl­çüde, birey haklarına ve insan haklarına ilginin artmış olması,
Irkçılığa, ayrımcılığa, köleciliğe ve benzeri zalimce davranış ve uygulamala­ra karşı çıkan, insanı kutsal sayan değerlerin ve barışı korumaya yönelik ça­baların yoğunlaşması.

Westfalya modeli,

Avrupa’da “Otuz Yıl Savaşları” sonucunda imzalanan Westfalya Barış Antlaşması, yeni uluslararası düzene yönelik tarihsel bir dönüm noktası olmuştur. Diğer devletlerin, her bir ulus-devleti egemen ve bağımsız en üst otorite biçimi olarak resmen tanımalarıyla devletler arası sistem başlamıştır. Bu çerçevede ulus -devlet; ulusal kontrolün tekelde toplanmasıyla, merkezîleşmeyle, hükümetin diğer örgütlerden ve kuruluşlardan farklılaşmasıyla, diğer devletler tarafından otonomisinin karşılıklı kabul edilmesiyle karakterize olmuştur.

Uluslararası alanda eski ve yeni uluslararası hukuk modelleri birlikte etkinlik göstermekte, yeni model henüz eski modeli tamamen ortadan kaldıracak düzeye erişememiştir. Gelişmekte olan yeni model, kendini eskisi üzerine eklemlemekte; güç kullanımına dayalı “Westfalya Modeli”nin üzerine yeni değerler, standartlar ve normlar konmaktadır. Böylece devletler, uluslararası etkinliklerinde giderek artan ölçülerde uluslararası standartları dikkate almakta ve çoğu zaman, bunlara kendi­liğinden uymaktadır. Uluslararası arenada devletler, halen egemenliklerini büyük ölçüde muhafaza etmekle birlikte, devletlerin yanında uluslararası örgütler, hükü­metler dışı organizasyonlar ve ulus ötesi şirketler gibi aktörler de uluslararası sis­tem içinde yer almaktadır.

Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin günümüzde ulaştığı düzey ve yaygınlık kar­şısında, sanayi toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillenen ulus-devlet ve hukuk çer­çevesi yetersiz hâle gelmektedir. O dönemin ihtiyaçlarına göre şekillenen kurum­lar ve oluşan kurallar, küreselleşen bir dünyada endüstri sonrası toplumların ihti­yaçlarına yanıt verememektedir. Gelişen şartlar, ülkeler arasında daha yoğun iliş­kiler kurulmasını, yeni normlar yaratılmasını ve iş birliği mekanizmaları oluşturul­masını zorunlu kılmaktadır.

Küreselleşme sürecinin Türk hukuk sistemini nasıl etkilediğini araştırınız.

İlgili Makaleler