Makro Sosyoloji

KÜLTÜREL YAPI

 

Sosyo-kültürel yapı birlikte bir bütünlük arzeder. Bu nedenle öncelikle her iki kavramın neyi ifade ettiği ve hangi olgulara karşılık olarak kullanıldıklarının açıklanması gerekir.


Kültür Nedir?

Kültür terimi, günlük dilde, bazı bedensel –kültürfizik- ifadesinde, ya da, zihinsel -matematik kültürü-nde olduğu gibi- melekelerin geliştirilmesi veya gelişmiş olması anlamına gelmektedir. Ayrıca, “kültürlü bir kişi” ifadesinde olduğu gibi, okumuş ve bu sayede estetik zevkini, muhakeme gücünü ve eleştiri yeteneğini geliştirmiş insanın özelliğini de belirtmektedir. Ancak sosyal bilimler kültür kavramına günlük dildeki bu anlamlarından farklı anlamlar yüklerler. Bu bilimlerden ikisinin kültür kavramı ile ilgili açıklamaları önemlidir. Bunlar antropoloji ve sosyolojidir.
Şüphesiz kültürün bütün antropologlar ve etnologlar tarafından etnolojinin temel ve merkezi kavramı kabul edilmesi tabiidir. Ancak bu kavramın neyi ifade ettiği hususunda mevcut görüşler birbirinden pek çok farklılıklar gösterir. Bu nedenle de farklı farklı kültür tanımlarıyla karşılaşmaktayız.
Birkısım antropoloğa göre kültür, “öğrenilmiş davranış”tır. Bazılarına göre ise kültür, davranıştan çok “davranışın bir soyutlaması”dır. Bir kısmına göre de, “bir şey ne ise odur.” Bu anlamda bazı antropologlar için taş baltalar, toprak mamülleri vb. maddi şeyler kültürü temsil ederler. Bunun tam aksini söyleyenlere göre ise maddi şeyler kültürü temsil edemezler. Bazıları için kültür “ruhi ve zihinsel bir olgu” dur. Diğer bazıları için ise, kültür “dış dünyada algılanabilen nesne ve olaylar”dan ibarettir. Başka bir grup “kültür, fikir ve düşüncelerden ibarettir” der. Ancak bu gruptakiler fikirlerin kaynağı konusunda ayrılırlar. Bunlardan bir kısmı “fikirlerin kaynağının, araştırılan insanların ruhunda bulunduğunu” söylerken, diğerleri “bu fikirlerin aslında araştırıcıların ruhunda var olduğu” görüşündedirler.
Bu kültür tanımları ve anlayışlarını daha da çoğaltmak mümkündür. Mesela, kültürü “bir psikolojik savunma mekanizması” olarak düşünenler olduğu gibi, onu, “(n) ile (m) nin karşılıklı ilişkiler içindeki farklı toplumsal işaretlerinin farklı cevapları” diye kabul edenlerden tutun, kültürü “bir toplumun şahneyi” diye tanımlayanlar da mevcuttur.  Bir müzik korosunda müziğin ahenkli bir bütünlük içerisinde bulunabilmesi için herkesin ona göre kendisini ayarladığı bir müzik aleti bulunur. Neyle icra edilen bir müzikte de bir baş neyci ve çalan bir ney bulunur. Bu neye göre herkes müzik aletinin akortunu yapar. Kültür bu benzetmeye göre toplumda şahney görevi görmektedir.
Wilhelm von Humbodlt (1767-1835) insanlık tarihinin teknik, ekonomik ve yönetim tezahürlerini “kültür”, manevi ve yaratıcı teşebbüslerini ise “medeniyet” olarak tanımlar. 19. yüzyılda ise kültür ve medeniyete yüklenen bu anlam yer değiştirir. Tarihi ve felsefi yazılarda kültür, medeniyetin zıddına daha çok manevi-yaratıcı, medeniyet ise teknik, sanat ve enstrumental anlamlarında yer alır.
Humbolt’un bu anlayışının bizim için önemi, kültürle medeniyet arasındaki ilişkiyi vurgulamasıdır. Bu değerlendirme daha sonra maddi kültür ve manevi kültür ayırımına varacaktır. Hatta kültür sırf manevi kültür anlamında ele alınacak, maddi kültüre ise medeniyet adı verilecektir.
Sosyolog ve antropologlar tarafından farklı olgular için farklı anlamlar yüklenen kültür ve medeniyet kavramları, anlam farklılıklarına rağmen kültür adı verilen bir bütünün iki görünümünden ibarettirler. Bize göre kültür ve medeniyeti iki ayrı olgu kabul etmek yanlıştır. Bu tür bir ayırım kültürün iki yanını vurgulamak, anlatım kolaylığı sağladığı içindir; zihni bir işlemdir ve realitede içiçe bulunan bu iki kavramı birbirinden ayırarak analiz etmek mümkün değildir. Bu nedenle her iki kavram beraberce bir bütünü oluşturdukları için “kültür ve medeniyet” şeklinde birbirlerinin tamamlayıcısı (lazım-ı müteradifi) olarak kullanılmaktadır. Zira kültür ve medeniyet düzeyi, bir toplumun insanlık tarihindeki yerinin ifadesidir.
Kültür kelimesinin aslı Latince’dir. Türkçe kullanılış şekli (kültür) Fransızca “culture” kelimesinin Türkçe okunuşudur. Latince “cultura” tarlaya ekin ekmek, sütü mayalamak anlamlarına gelmektedir. Bu nedenle Türkçe karşılığı olarak “ekin” veya “maya” şeklinde tercüme edilebilir. Gökalp “kültür” karşılığı olarak “hars” kelimesini kullanmaktadır.
Kültür, sosyolojinin temel konularından birisi olmasına rağmen ele alınışı bakımından antropoloji ile sosyoloji arasında fark vardır. Sosyoloji antropolojinin ele aldığı şekliyle kültürün mahiyeti ile ilgilenmez. Sosyoloji kültürü, toplumu meydana getiren sosyal yapı unsurlarından biri olarak ele alır.
Sosyal ve kültürel yapı birlikte toplumu oluştururlar. Sosyal yapı, toplumun bir hiyerarşik düzen içerisindeki kuruluşunu, kültür ise bu kuruluşun muhtevasını ifade eder. Sosyoloji, kültürü ‘kültür-sosyal yapı’ ilişkisi, ‘kültür-toplum’ ilişkisi, ‘farklı kültürler arası ilişkiler’i ve ‘bu yapıları belirleme’si bakımından kendisine konu edinir. Diğer bir ifade ile toplumda icra ettiği fonksiyon açısından kültür, sosyolojinin konusuna girmektedir.
İnsanın tabii ve sosyal olmak üzere iki çevresi söz konusudur. İnsan bu iki çevreye bağımlı bir varlıktır. İnsanın tabii ve sosyal çevresine karşı bağımlılığını azaltması onun her iki çevre karşısındaki bağmsızlığını arttıracak ve kendi merkezli yapacaktır. Bu anlamda kültür, insanın tabii çevre karşısında kendi varlığını devam ettirebilmek için, çevresini idare etme ve hâkimiyeti altına alma çabası sonucunda yarattığı ikinci çevresidir.
İnsanın, tabii çevreyi ve sosyal çevreyi kendine hizmet eder duruma getirebilmesi için onu öğrenmesi gerekir. Bu anlamda kültür, insanın çevresini kendi merkezli yapabilmek için öğrendiği her şeydir. Bu husus kültürün en önemli özelliğidir. Kültürle ilgilenenler, kültürün öğrenme ile elde edildiği ve öğretme ile yeni nesillere aktarıldığını ittifakla kabul ederler.
Maddi ve manevi bütün varlıklardan onları işlemek suretiyle elde edilen ürün kültür objesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda kültür, insanın tabii çevre ile ilişkisi ve kendi zihni varlığına dayalı olarak yarattığı (konu ve teknikler dahil ) insan tarafından icat edilmiş ve nesilden nesile aktarılmış, geliştirilmiş duygu, düşünce ve davranış şemalarının bütünüdür. Tanıma dikkat edilecek olursa, kültür, insan ve toplumun nesilden nesile aktarılabilen hayat tarzını tasvir etmektedir. O halde kültür, insanın yaratıcı faaliyetlerinin yekünü; beşeri grup tecrübelerinin teşkilatlanmış şeklidir.
Bütün bu tanımları birleştirdiğimizde kültür, insanın geliştirdiği araçlar, silahlar, mesken ve emtia, üretim tekniklerinin geliştirilmesinden, düşünce ve inanç sistemlerine, hukuk, devlet, ahlak, sanat, bilim dâhil, felsefe, sosyal organizasyon ve kurumlara kadar ne varsa her şeyi kapsar. Özetle kültür, maddi ve manevi olarak vücuda getirilmiş her şeydir ve bu özelliği ile de “sosyal birikim” ve “sosyal miras” olarak ifade edilir.
Kültürler batmış olsa da, mesela taşıyıcı olarak bir toplum çökmüş veya ortadan kalkmış olsa da, çoğu defa kültür objeleri nesnelleşmiş şekliyle (anıtlar gibi) baki kalırlar. Bu durumda biz toplumların tarihi varlık alanı içindeki yerlerini onların kültürel mirası ile bilme imkânına sahip oluruz.
Sosyal pozisyon, rol ve statüler, sosyal grup ve kurumlardan oluşan sosyal sistem insan tarafından geliştirilmiştir. Toplum ferdin ve ferdi şahsiyetin dışında, fertler arası ilişkiler sisteminden doğan beşeri hayatın bütününü ifade eder. Aslında toplumun bizzat kendisi belli bir kültüre aittir. Böylece toplum ve kültür, birbirini karşılıklı sınırlamakta ve bu sınırlar içerisinde, bir bütünün iki farklı görünümü olmaktadır. Bu bütün bir yandan kültür şemaları, uyum, başarı ve tabiata hâkimiyet formları, diğer yandan birlikte beşeri hayatın organizasyonunu ifade eden toplumdan oluşmaktadır. Bu nedele de biz, kültürün sosyal karakterinden söz ederiz.
Kültürün hiç bir unsuru doğuştan değildir. Her nesil kültürel mirası geçmiş nesillerden devralır. O halde kültür öğrenilir. O uzun veya kısa boyluluk, saçların sarı veya siyah olması gibi kalıtımla elde edilmez. Bir kültürü öğrenmek için yegâne şart, insanlarla biyolojik akrabalık değil, zihni ve bedeni (maddi ve manevi) beraberlik ve hareketliliktir. Bir Avrupalı Avrupa kültürüne biyolojik olarak Avrupalı olduğu için değil, Avrupa’da doğduğu, eğitildiği ve yetiştiği için uyar.  Türk, Hintli, Çinli, Finli, ya da Afrikalı için de bu böyledir.
O halde insan kültürün hem yaratıcısı ve hem de alıcısıdır. Ancak kültürün tek tek toplum üyelerinden bir parça da bağımsız olduğu varsayılabilir. Dil, dini naslar, ilmi teoriler, kanun yapma yetkisi kültürün tek tek objektif realiteleridir. Her neslin hazır bulduğu kültürü benimsemesi kaçınılmazdır. “Kültürlenme” adı verilen bu süreç vasıtasıyla her nesil tarihi durumunun şartlarına uyar ve onu gelecek nesillere aktarır.


Kültürel Formların Farklılığı

Kültür türlü şekiller alır. Maddi gelişme ve manevi sistemler sosyal gruptan sosyal gruba farklılık gösterirler. Her halkın örf ve âdetlerden oluşan bir varlığı vardır. Her toplum belli bir tarzda düşünebilen ve hissedebilen kendine özgü bir hayat şekline sahiptir. Toplum makro bir sosyal gruptur ve birtakım mikro sosyal grupların bir bütünüdür. Bu nedenle tek tek mikro sosyal grupların kültürleri (alt kültür) tekrar daha büyük bir grup çerçevesinde kendine özgü bir üst kültür oluşturur. Bu durum yalnız coğrafi olarak yayılmış bir kültür dâhilindeki büyük grup için söz konusu değildir. Mesela, Avrupa kültürü dâhilindeki Avusturya, Alman, Fransız, İtalyan, İspanyol vs. kültürü gibi.. Avrupa kültür coğrafyasını meydana getiren bu tek tek kültürler de kendi içerisinde alt kültürlere sahiptirler. Mesela Türk kültürü bütün Türk coğrafyasında yaşayan Türklerin ortak kültürüdür. Aynı şekilde Anadolu coğrafyası dâhilindeki kültür kendi içinde bir bütündür ve bu da Anadolu coğrafyasının farklı alt kültürlerinin bir bütünüdür. Belli bir makro sosyal grubun maddi ve manevi kültür şemalarının da alt kültür şemaları vardır. Mesela bu anlamda din kültürü ekseninden bakıldığında Batı kültürü Protestan ve Katolik alt kültürlerinden oluştuğu gibi Türk kültürü de Sünni ve Alevi alt kültürlerinin bir bütünü olarak vücut bulur. Bunları da birtakım alt kültür şemalarına ayırmak mümkündür. Aynı şekilde bir toplumun yapısını meydana getiren sosyal tabakalar ve sınıfların da kendilerine özgü kültürlerinden bahsedilebilir. Mesela, üst tabaka, alt tabaka ya da orta tabaka kültürü, zengin kültürü ve işçi sınıfı kültürü gibi..  Biyolojik gelişme ölçüsünü kullanarak genç, yetişkin ya da yaşlılara ait kültürden de söz etmek mümkündür. Demek ki sürekli olarak insanların varlıklarını sürdürebilmek için geliştirdikleri spesifik davranış şekilleri söz konusudur.


Kültürel Farklılık ve Bütünlük

Kültür insan hayatında hem bütünleştirici hem de farklılaştırıcı bir faktördür. Aynı kültürü benimseyen insanlar ortak düşünce ve davranış şemaları oluştururlar. Bu ortak şemalar sayesinde aynı kültür çevresinde yaşayan insanlar kolay ve çabuk anlaşırlar ve böylece bir bütünlük meydana getirirler. Ancak bunun tersine farklı kültürlere mensup insanların birbirleriyle anlaşmaları aynı nedenlerle güçtür. Hatta aynı dili konuşan insanlar arasında bile alt kültür farklılıklarından dolayı karşılıklı anlaşma zor olabilir. Aslında ayrıntıya girildiğinde üst kültürle onun içinde yer alan alt kültür arasındaki farklılık her ikisinin dillerinde de görülür. Zira dil kültürün temel ögelerinden biridir. Bu nedenle toplumun kültürü farklılıklar içermekle birlikte benzerliklerin oluşturduğu bir bütünü ifade eder. Ancak farklılıkların benzerliklerden baskın olması durumunda veya bu farklılıklardan bir bütün meydana gelmiyorsa, farklı kültürlerden söz edilir.
Bir ferdin bir kültürün bütünü ile bağdaşması; onu bütün unsurları ile tıpatıp benimsemesi mümkün değildir. Bu olumsuz bir durum değil; aksine kültürel değişmenin sebebidir. Böyle olmasaydı kültürel değişme ve gelişme mümkün olmazdı.
Demek ki kültürel değişmenin ve gelişmenin temelinde kültürü be-nimsemedeki farklılıklar yatmaktadır. Aynı şekilde kültürü benimseme derecesi de uyumu ve kültürel bütünlüğü ifade etmektedir. Bir insan içinde bulunduğu sosyal grubun kültürüne ne ölçüde katılırsa, diğer bir ifade ile kültürlenirse o kültürün o ölçüde temsilcisidir. Ancak her kültürün kendine özgü temel özellikleri, olmazsa olmazları vardır. Bunlar bir kültürün özünü teşkil ederler. Fertler bunları devralır ve kendisinden sonra gelen nesillere aktarırlar. Aksi durumda kültürel çözülme ortaya çıkar ve toplum hayatiyetini kaybeder.


Kültürün Muhtevası

Her sistem gibi kültürel sistem de birtakım parçalardan ibarettir. Muhtevası göz önünde bulundurulduğunda kültürü maddi ve maddi olmayan (manevi) diye ayırmak âdet haline gelmiştir. Böyle bir ayırım realitede mevcut değildir; düşüncede yapılmış bir ayırımdır. Çünkü dış görünüş şekilleri ve maddi objeler genellikle kendi başlarına anlamsızdırlar. Onlara anlam kazandıran insan düşüncesidir.
Clark Wissler kültürü muhteva bakımından dokuza ayırır:

     İletişim ve haberleşme (dil ve yazı sistemleri vs.)
     Maddi özellikler (yeme-içme âdetleri, mesken, nakil ve ulaşım, gi-yim-kuşam, aletler, silahlar, üretim şekilleri )
     Sanat (müzik, tiyatro, resim, plastik sanatlar vs.)
     Mitoloji ve bilim
     Dini şekiller
     Aile ve sosyalleştirme/sosyalleşme sistemleri (evlenme ve nikâh şekilleri, akrabalık sistemleri, intikal ve veraset, sosyal kontrol, spor ve oyun)
     Mülkiyet şekilleri
     Yönetim (devlet şekilleri, hukuk sistemleri, yönetim şekilleri)
     Savaş

Diğer bir ayrımda ise üç kategori kullanır.  
Bunlar:

     Akıl yürütme
     Estetik
     Kontrol kategorileridir.

Akıl yürütme: Endüktif olarak kazanılmış bütün bilgi tarzları; pratik ve deneyle test edilebilen ne varsa; aletler, makineler ve muhtelif kullanım maddeleri yanında, maddi olmayan teknikler, ilmi bilgiler, mantık vs. de bu kategoriye dahildir.

Estetik: Sanatın bütün maddi konuları; sembolik ve muayyen ayinler; ve de maddi olmayan şeyler, ilham şekilleri ve sanatın ifade şekilleri bu başlık altında yer alır.

Kontrol: Kültürün en önemli fonksiyonlarından birisi de toplum üyelerinin davranışlarını denetleme ve kontroldur. Bu nedenle sosyal grup üyeleri üzerinde denetleyici ve kontrol görevi icra eden her şey bu kategori içine girer (vatanseverlik sembolleri, otorite şekilleri, ahlaki standartlar, dini ve hukuki yaptırımlar vb.).


Kültürün Etkileri

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kültür bir sosyal grubun hayat tarzıdır. Bu nedenle sosyal grubun hayat süreci ile sınırlıdır ve grubun psişik ve ırkî karakterinden daha sabit ve süreklidir. Biyolojik özellikler, mesela doğum ve ölüm durumları daha fazla değişkendir. Hâlbuki kültür birçok nesli kapsar ve bu nesiller arasında sürekli bir yapı olma özelliği gösterir.
Zorunlu olarak çocuk içinde doğduğu grubun hayat şeklini benimser. Genel olarak beşeri nitelikler itibariyle insan belli bir sosyal grubun üyesi ve bu grubun hayat tarzının bir ürünüdür. Çocuğun kültürel kapılanması o kadar erken ve mükemmel olur ki, kültürel veraset sanki doğuştanmış gibi kabul edilir. Bunun için sosyo-kültürel davranış şekillerinin değişmesi ekseriya çok zordur. Erken yaşlarda vuku bulan bu kültürel benimseme ve kapılanma işlemi, çocuğun bu beşeri değişken yapısına sürekli bir karakter kazandırır. İşte bu karakter vasıtasıyla ferdiyet sosyal davranma konumuna gelir. Mesela belli bir dilin kazanılması psikolojik mekanizmanın olgunlaşması ve gelişmesi sonucudur. Düşünce ve fikirlerin kazanılması da böyledir. Belli şeylerin öğrenilmesi başka şeylerin öğrenilmesini dışta bırakır. Bu nedenle yetişkin insan başka bir kültürel çevreye girdiğinde davranış zorluğu çeker, hatta yeni kültürel davranış şekillerini öğrenmek ona imkânsız gelir. Mesela köyden şehre göç eden insanların durumu, göçmenlerin uyum güçlükleri gibi.


Kültür Değişmesi

Kültür toplumla birlikte vardır. Tarihi varlık alanı içerisinde ilk kültür ilk toplum birlikte var olduğu gibi, birlikte var olacaklardır. Zira kültürle toplum zorunlu olarak birlikte bulunurlar. Hatta birarada yaşayan insanlar belli bir kültür oluşturarak “toplum” haline gelirler. Böylece kültür toplumu yaratırken toplum da kültürü değiştirerek ona yeni şekiller kazandırır. Bu nedenle sosyal değişme, kültür değişmesi ile birlikte gerçekleşir.
Kültür değişmesi yenilik (innovation), icat ve keşif sonucunda vuku bulur. Yenilik düşünme muhtevaları (zihniyet) ve davranış şekillerinin değişmesi ile ilgilidir. Öyle ki, değişme sonucunda meydana gelen bu yeni düşünme muhtevaları ve davranış şekilleri, daha önce mevcut olanlardan mahiyet itibariyle farklılık gösterir. Buna karşılık icat, pratik kullanıma yarayan konu ve metotlarla, keşif ise var olan fakat şimdiye kadar bilinmeyen bir şeyi bulup meydana çıkarmakla ilgili bir faaliyettir. Yani, icat yeni bir şeyin bulunması, keşif ise var olan bir şeyin bilinmesidir.
Bir toplumda meydana gelen kültür değişmesine yalnızca o toplu-mun iç dinamikleri sebep olmaz. Kültürün yayılma özelliği dikkate alındığında bir kültürün başka bir kültürle teması ve etkileşmesi ile de kültür değişmesi meydana gelir. Bu temas, ister bir toplumun başka bir toplumu hâkimiyeti altına alması ve kültürünü o topluma kabul ettirmeye çalışması şeklinde, isterse iki kültürün yan yana bulunması veya göçler vasıtasıyla gerçekleşsin kültür değişmelerine sebep olur. Kültür unsurlarının bir toplumdan diğerine geçmesi haline (unsurlar esas alındığında) yayılma (diffusion), alıcı toplum sözkonusu ise kültür iktibası (cultural borrowing) denmektedir.
Değişmede etkileme karşılıklı da olsa genellikle hâkim kültürden zayıf veya yenik kültüre doğru vuku bulur. Alıştırma, telkin ve kabul süreçleri sonucunda kültürel değişme gerçekleşir. Bu değişmeye, değişme ajanları aracılık ederler.
Demek ki, kültür değişmesi zorla yapılabileceği gibi, serbest kültür değişmesi şeklinde de olabilmektedir. Mecburi kültür değişmesi daha ziyade bir toplumun başka bir toplumun hâkimiyeti altına girmesi veya bir toplumda üstten aşağıya doğru; idari bir nüfuz ve iktidara sahip bir grubun yabancı bir kültürü veya bunun belli unsurlarını çoğunluğun arzusuna aykırı olarak kendi toplumuna zorla kabul ettirmeye çalışmasıdır. Serbest kültür değişmesi ise, bir sosyal grup veya toplumun yabancı bir kültüre sahip grup veya toplumla temasa geldiğinde hiç bir dış veya iç baskı altında bulunmaksızın bazı unsurları, yahut kültürün belli bir kısmını alıp benimsemesi sonucunda bünyesinde meydana gelen değişmelerdir.
Değişme kültürün hangi unsurunda daha önce başlar? Bazı antropologlara göre maddi, bazılarına göre ise manevi kültür unsurları önce değişmeye uğrar. Ayrıca değişme kültürün belli unsurlarında başlayıp diğer unsurlara geçmesi şeklinde olabileceği gibi, kültürün bütününü de kapsayabilir. Daha açık bir ifade ile, şu sorulara verilecek cevaplar, kültürün değişme durumunu ve derecesini de göstermiş olacaktır: Kısımlardan birisinin değişmesi diğer kısımların da değişmesine sebep oluyor mu? Eğer böyleyse diğer kısımlar belli bir doğrultuda mı değişiyor, yoksa bu hususta başka imkânlar var mıdır? Umumi bir kültür değişmesinde hangi kısım ilkin değişmeye başlıyor; hangi kısımlar onu takip ediyor? Sosyal ve kültürel süreçlerin muhtelif kısımlarında ortaya çıkan değişmenin hızı nedir? Bütün kısımlar aynı süratle mi değişiyor? Bu soruların cevapları da antropologlar arasında farklılıklar göstermektedir: Her kültür sürekli bir değişme halinde bulunmasına karşılık hepsi aynı zamanda ve aynı süratle değişmez. Değişme halinde bulunan bir kültürde bazı kısımlar değiştiği halde diğer kısımlar değişmeyebilir. Bu da kültürün bir kısmında meydana gelen değişmenin diğer kısımlara geçmesini gerektirecek derecede bunların arasında sıkı bir bağlılığın bulunmadığını gösterir. Bundan da kültürün muhtelif kısımlarında, bilhassa maddi kültürle manevi kültür arasında ahenksizlik, aksaklık meydana gelmektedir. W. F. Ogburn (1886-1959) bu durumu “kültürel gecikme” (cultural lag) teorisi ile açıklamaktadır. Ona göre sosyal ve kültürel değişmede dört etkili faktör mevcuttur. Bunlar, icat ve keşifler (teknik, ilmi ve sosyal), toplumun kültür temellerinde bu buluşların birikimi, buluşların yayılması ve toplumun çeşitli kısımlarının bu buluşların yarattığı değişikliklere uyması. Bütün bu değişmeler esnasında kültürün unsurları arasında bir boşluk doğar. Dengeli bir toplumda maddi kültürle manevi kültür arasındaki mesafe kısadır. Halbuki böyle bir durumu yakalamak çoğu zaman mümkün değildir. Mesela son yüz sene içinde gerçekleşen sanayi inkılâbı Batı toplumlarının maddi kültürlerinde büyük değişmelere sebep olmuştur. Buna karşılık manevi kültür aynı hızla değişmemiş ve maddi kültürle manevi kültür arasında bir boşluk ve dengesizlik doğmuştur. Marx’a göre, önce teknolojik değişme vuku bulur sonra manevi kültürde değişme olur. Marx’dan farklı olarak Max Weber -ekonominin belirleyicilik özelliğini gözardı etmeden- bir zihniyet ve üst yapı kurumu olan dinin maddi kültür üzerindeki etkilerini vurgular. Yani, Weber’e göre maddi kültür manevi kültürden sonra oluşur ve manevi kültürün değişmesi ile dönüşüme uğrar. Gerçekte sanayi inkılâbı ilmi gelişmelerden önce vuku bulmamış; ilmi gelişmenin zihniyette meydana getirdiği değişikliklerin sonucu olmuştur. Hatta modernizmin 13. yüzyıldan başlayan bir zihniyet değişiminin sonucu olarak ortaya çıkması gözardı edilmemelidir.
Aslında kültür değişmesi, değişmeyi meydana getiren şartlara, psikolojik faktörlere, karşılaşılan kültürlerin nevine, seviyesine, özetle bu hususta etkili olan başka birçok faktörlere bağlı bulunmaktadır.  Bu nedenle sosyal değişmede olduğu gibi kültür değişmelerini de tek sebeple (monist) açıklama hatasına düşmemek gerekir.


Kültür ve Medeniyet

Kültür ve medeniyet, tanımlanması bir hayli güç kavramlardır. Bu güçlük, geniş anlamlar ifade etmelerinin yanısıra, çeşitli dillerde farklı anlamlara gelmelerinden ve zaman içinde anlam kaymaları göstermelerinden de kaynaklanmaktadır.
“Kültür” terimi, Batı dillerine onsekizinci yüzyılın sonlarında yer-leşmiştir. Daha önceki dönemlerde Fransızca’da “yetiştirme, büyütme ve tarım” gibi anlamlar ifade ediyordu. (Nitekim, dilimizde “kültür”ün karşılığı olarak, Ziya Gökalp tarafından önerilen ve bir süre kullanılan “hars” kelimesi de, Arapça’da “çiftçilik” anlamına gelmektedir)
“Medeniyet” teriminin Batı dillerinde karşılığı olan “civilisation” kelimesi de, ilk olarak 1776 yılında türetilmiştir. Daha önceleri, sadece fiil ve sıfatı kullanılan bu kelime; ilk yıllardan itibaren, “fikri, ahlâki, teknik ve sosyal ilerlemeler -din dışında-” gibi anlamlar yüklenmiştir.
Bizde “medeniyet”ten ilk söz eden Mustafa Reşit Paşa’dır. 1834 yılında Paris’ten gönderdiği resmi yazılarında, “civilisation”un Türkçe’de karşılığını bulamadığı için, “terbiye-i nas ve icra-yı nizâmat” ifadelerini kullanmış; kısa bir süre sonra, “civilisation”un karşılığı olarak “medeniyet” kelimesi doğmuştur. Çoşkulu belâgatıyla, medeniyeti “asayişin -rahat, huzur ve refahın- kemâli” olarak geniş kitlelere takdim eden aydınımız ise, Namık Kemal’dir.
Ne var ki, aydınlar, medeniyetten yaldızlı ifadelerle söz ederlerken, halkın bu kavrama bakışı bir hayli soğuk olmuştur. Yüzyılar boyunca Batı ile sürekli bir savaş halinde olan bir millet için bundan tabii birşey de olamazdı. Bu olumsuz bakış, özellikle halkın vicdanını yansıtan şairlerde net olarak görülebilir: Yenişehirli Avni, medeniyet için “garaz-ı nefsani” demektedir; milli şairimiz Mehmet Akif ise, “tek dişi kalmış canavar”. Kısacası, halk, “medeniyet”i, “zengin, şımarık ve düşman bir Avrupa; sefâhat ve fuhşiyat” olarak tasavvur etmiştir.
O dönemde, medeniyet kavramını, ilmi bir çerçeveye oturtan tek kişi, büyük tarihçimiz Ahmet Cevdet Paşa’dır. Cevdet Paşa’ya göre; medeniyet, toplumların hayatında ileri bir merhaledir. Tarih boyunca, önce devletler kurulmuş, böylece düşman korkusundan azat olunmuş; daha sonra insanlar, “ihtiyâcât-ı beşeriyelerinin tahsiline” ve “kemâlât-ı insaniyelerinin tekmîline” yönelmişler, yani medenileşmişlerdir. Paşa, insanlar “bedeviyet”ten “hadariyet”e ve “medeniyet”e geçerler demekte; medeniyeti, diyar diyar gezen bir geline benzetmekte; ne bir kavmin, ne de bir ülkenin imtiyazında olmadığı fikrini ileri sürmektedir. Tarihi kuşatan bu uzun seyahatte; sırasıyla, Hint, Bâbil, Mısır, Yunanistan, İskenderiye ve Orta Doğu’da ikamet edilmiş, daha sonra Avrupa’ya yerleşilmiştir. Medeniyetin, bundan sonra ne tarafa gideceği de belli değildir.
Görüldüğü üzere; Cevdet Paşa’nın düşüncesi, temelde, ondördüncü yüzyılda yaşamış Kuzey Afrikalı büyük İslam tarihçisi İbn Haldun’a dayanmaktadır. İbn Haldun, bir kavmin yaptıklarının tamamını, sosyal ve dini düzenini, âdet ve inançlarını ifade etmek üzere “umran” kelimesini kullanmıştır. ‘El-İber’ isimli tarih kitabının girişi mahiyetinde olan Mukaddime’sinde, toplumların bu özelliklerini inceleyen ilme “ilm-i umran” adını vermiş; bu ilmin kurucusunun da kendisi olduğunu belirtmiştir. İbn Haldun’un “umran”ı, günümüzde daha çok “kültür” kavramı ile karşılanmaktadır.
Dilde sadeleşme akımının etkisi ile, Türkçe’de “medeniyet” kelimesinin yerine “uygarlık” sözcüğü önerilmiş; bu sözcük, zaman içinde yaygın bir biçimde kullanılır olmuştur. Halbuki, “medeniyet”, Arapça bir kökten türetilmiş “Türkçe” bir kelimedir. Tamamen bize aittir. “Uygarlık” ise, yanlış uydurulmuş, köksüz bir sözcüktür. “Uygurluk” şeklinde olsaydı, doğru kabul edilebilirdi; çünkü, “uygur” kelimesi, Türklerin yerleşik hayata geçerek şehirler kurma dönemini ifade etmektedir.
Kültür ve medeniyet kavramları, farklı zeminlerde değişik anlamlar ifade eder. Örneğin, “kıt’a” temel alınarak Asya, Avrupa ya da Afrika medeniyetinden; “bölge” baz alınarak Akdeniz ya da Anadolu medeniyetinden; “millet” baz alınarak Çin, Hind, Yunan ya da Türk medeniyetinden; “din” baz alınarak Hrıstiyan ya da İslâm medeniyetinden söz edilebildiği gibi, “kişilik”le ilgili olarak “medeni insan” gibi ifadeler de kullanılmaktadır. Aynı şekilde, burjuva, gecekondu, kenar mahalle ya da apartman kültüründen; köy, şehir ya da bölge kültüründen; “kahve kültürü”nden; “kültür mantarı”ndan ya da “kültürlü bir kişi”den söz edildiği görülmektedir. Alt-kültür, hip kültür, devrimci kültür, karşı-kültür, anti-kültür ifadeleri ile de zaman zaman karşılaşılmaktadır.
Almanlar, XIX. yüzyıldan beri, “kültür” kelimesini fikri ve ilmi ilerlemeyi; “medeniyet” ile de, insan hayatının maddi yönünü ifade etmişlerdir. Tönnies ve Weber için medeniyet, pratik ve/veya teorik bilgiler bütünü, insanın tabiata söz geçirmesini sağlayan -insanın dışındaki tüm araçlar; kültür ise, değerler, idealler ve normatif prensiplerin bütünüdür. Genel olarak “ruh” ve “madde” ayrımı yapma temayülünde olan Alman felsefesinin, kültürü yücelttiği ve medeniyeti küçülttüğü görülmektedir. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki “Bugün toplum lüzumundan fazla medenileşmiştir” -yani, maddi ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamaktadır- sözünde de, medeniyete böyle bir anlam yüklenmiştir.
Alman antropolog Thurnwarld da benzer açıklamalar yapmaktadır: Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve âdetlerden, düşüncelerden, ifade şekillerinden, kıymet biçmelerden, tesislerden ve teşkilattan oluşmuş öyle bir sistemdir ki, tarihi bir ürün olmak üzere teşekkül etmiş, geleneğe bağlı bir toplum içinde onun medeni donanımı ve vasıtaları ile karşılıklı etkiler sonucunda meydana çıkmış ve bütün unsurlarının zamanla birbiri ile kaynaşması sayesinde ahenkli bir bütün haline gelmiştir. Medeniyet ise, birikmiş bir bilgiye ve teknik vasıtalara sahip olmayı ifade eder. Formüle edilecek olursa, “kültür, takınılan tavır; medeniyet, bilme ve yapabilmedir.”
Kültür terimini Amerikan İngilizcesine sokan Taylor (1871), kültür ve medeniyeti eş anlamlı olarak kullanmış, “bilimleri, inançları, san’atları, ahlâkı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı diğer yetenek ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütün”  olarak tanımlamıştır.
Fransızlar, 1930’lara kadar kendi “culture” ve “civilisation”-larına sadık kalmışlardır. Buna göre; kültür, insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba -amaç-; medeniyet ise, dünyayı değiştirmek için girişilen hareketler -araç- olarak görülmektedir.
Amerikalı sosyolog Mac Iver’ın açıklamaları da bu doğrultudadır: İnsanın yarar sağlamak amacıyla belli bir hedefe ulaşmak için kullandığı her çeşit vasıta medeniyet unsurlarını oluşturur. Şüphesiz, tekniğe ait olanlar en başta gelir. Kültür unsurlarının ise, gayesi bizzat kendileridir; başka bir gaye için vasıta olmazlar. Mac Iver’a göre medeniyet, insanın hayatı üzerinde tesir eden şartları kontrol amacıyla sarfettiği gayretler sonucunda meydana getirdiği mekânizma ve teşkilatın tamamıdır. Yani sosyal kurumlar, tornovidadan bilgisayara kadar tüm teknik araçlar, demiryolları, seçim sandıkları, okullar, bankalar, ticaret odaları, kanunları; kültür ise, yaşayış ve düşünüş tarzımızda, günlük ilişkilerimizde, san’at, edebiyat ve dinde, sevinç ve eğlencelerde tabiatımızın kendisini ifade etmesidir.
Bizde medeniyet ve kültürü sistemli bir biçimde ilk tarif eden düşünür Ziya Gökalp’tir. Ona göre; hars (kültür), manevi, medeniyet ise maddi değerleri ifade etmektedir. Hars milli, medeniyet beynelmileldir. Yani, medeniyet, milletlerin müşterek malıdır. Her milletin ona katkısı vardır. Fakat, medeniyetin her millette aldığı hususi şekiller vardır ki, o da “hars”tır.
Hars, yalnız bir milletin dini, ahlâki, hukuki, bedii, lisanî, iktisadi, fenni hayatlarının ahenkli bir mecmuudur. Medeniyet ise, birçok milletin sosyal hayatlarının müşterek mecmuudur. Mesela, Batı medeniyeti ortaktır; ama, Fransız, İngiliz, Alman harsları vardır.
Medeniyet, usûl vasıtası ile ve ferdi iradelerle meydana getirilen sosyal olayların hepsidir. Her türlü bilgi ve kurumlar gibi… Harsa dahil olanlar ise, usûl ile, fertlerin iradeleri ile oluşmamıştır, sun’i değildir. Kendiliğinden meydana gelir ve gelişir. Lisan gibi…
Bu yüzden, harsa ait değerler mübadele edilemez; medeniyete ait değerlerde ise, milletler arasında mübadele olur.
Harsın kaynağı halktır; medeniyeti ise, milletin güzîdeleri (aydınlar) temsil ederler. Güzîdeler, halka medeniyet götürüp, ondan harsı alırlar.
Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri isimli kitabında, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
İnsanların, beslenme, barınma, korunma, eş bulma gibi “biyolojik”; aralarındaki ilişkilerin düzenlemesi gibi “sosyal” ve iç huzuruna kavuşmak, gelecek endişesinden kurtulmak, açıklamaktan aciz kaldığı olaylar karşısında duyduğu hayret ve korkudan uzaklaşmak, sevmek ve sevilmek gibi “ruhsal” ihtiyaçları vardır. Fertler, ihtiyaçlarının şevkiyle eğlence ve oyalanmaya, kendilerini ifade arzusuyla san’ata, emellerine nail olma, dayanak arama ve sığınma saikiyle de sihir ve dine başvurmuşlardır.
Biyolojik, sosyal ve ruhi, tüm ihtiyaçların tatmininde rol oynayan her vasıtaya “kültür unsuru” ve bunların meydana getirdikleri bütünlüklere “kültür terkibi” (kültür kompleksi) denilmektedir.
Tarihi gelişme sürecinde bu temel ihtiyaçların karşılanması “kül-tür”ü; değişik toplumlarda farklı biçimlerde karşılanması da “kültürlerin çeşitliliği”ni ortaya çıkarmıştır.
Kültür unsurlarının bir kısmı hayati öneme sahiptir. Bir kısmı ise, kültürün çevresinde-kıyısında kalmaktadır. Varlığı ya da yokluğu, o top-lum için çok fazla önem taşımamaktadır. Toplumların kendileri için hayati önemi olan kültürel unsurlara daha sıkı sarıldıkları, bunlardan kolay kolay vazgeçmedikleri görülmektedir. Önemli olmayan kültür unsurları ise, yerlerini daha kolay bir biçimde başkalarına bırakabilmektedir.
İlk ve aslî ihtiyaçlar kültürün meydana gelmesine sebep olmuş; kültür ise, yeni ihtiyaçların doğmasını mümkün kılmıştır.
Yüksek, ince, işlenmiş kültür ürünleri veren toplumları, ilk ve aslî ihtiyaçlarının tatmini yükünden kolayca sıyrılmasını bilen ve böylece serbest zaman kazanan insanlar kurmuşlardır.
Bütün bu bilgiler ışığında “kültür”, “bir toplumun sahip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden oluşan öyle bir bütündür ki, toplum içinde mevcut her nevi bilgiyi, ilgiyi, alışkanlığı, kıymet ölçülerini, genel tutum, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Hepsi birlikte o toplum mensuplarında genellikle müşterek olan ve diğer toplumlardan ayıran hususi bir hayat tarzı temin eder”  şeklinde tanımlanabilir.
Görüldüğü üzere bu tanım, kültürü, -medeniyeti de içine alarak- en geniş anlamıyla tanımlamaktadır. Günümüzün kabul gören tanımları da, -farklı ifadelerle de olsa- kültürü bu geniş çerçeve içinde değerlendirmektedirler. Bir kısım sosyal bilimci ise, kültürü “maddi” ve “manevi” olmak üzere ikiye ayırmakta; maddi kültürün karşılığı olarak “medeniyet” kavramını tercih etmektedir.
Genel bir ilerleme ve gelişme bakımından çeşitli kültürler karşılaştırılmak istenirse, bu ancak “maddi kültür” alanında mümkün olabilir. İleri, geri ve benzeri sıfatlar ancak “maddi kültür” için söz konusudur. Manevi kültür unsurları için, sadece ‘farklılık’lardan söz edilebilir. Özetle:

     Kültür, öğrenilir.
     Kültür, tarihidir ve süreklidir.
     Kültür, ‘sosyal’dir.
     Kültür, ideal ya da idealleştirilmiş kurallar sistemidir.
     Kültür, ihtiyaçları karşılar ve doyum sağlar.
     Kültür, değişir.
     Kültür, bütünleştiricidir.


Kültürle İlgili Kavramlar

Tüm kültür-Hâkim kültür (mass culture): Bir toplumda yaygın olan kültüre verilen isimdir.

Alt kültür (subculture): Bir toplumda hâkim olan kültürden belli bir düzeyde farklılık gösteren ve azınlıkta olan gruplarca benimsenen kültürdür. Alt kültürler, özellikle heterojen bir yapı gösteren günümüz toplumlarında dikkati çekmektedir. Geniş kitlelerden kendini soyutlayan ve farklılıklarını rasyonalize eden gruplar için kullanılan bir terimdir.
Alt kültürden söz edebilmek için yaygın olan kültürden tam bir kopma değil, kısmi bir farklılaşmanın olması gereklidir. Bu farklılaşma hâkim kültürün temellerini sarsacak nitelikte değildir.

Karşı kültür (contre-culture): Hâkim kültürün belli özelliklerini reddeden ve onunla çatışmaya giren toplumsal grupları nitelendiren bir kavramdır. Hâkim kültüre “reddiye” ve çatışma özelliği ile alt kültürden ayrılır. Toplumun hâkim kültürü yanında alt kültürler ‘tabii’ bir durum arz ederken, karşı kültür ‘Sun’i’ bir görüntü oluşturmaktadır.

Kültürleme (enculturation): Sosyalleşme ile eş anlamda kullanılan bir kavramdır. Geniş anlamıyla eğitim demektir. Bir toplumun kendi kültürünü üyelerine aktarma sürecine denir.

Kültürel yayılma (cultural diffusion): Toplumda maddi veya manevi kültür ögelerinin, sürekli olarak -içten dışa ya da dıştan içe doğru- yayılmasıdır.

Benzeşme/Özümseme (assimilation): Bir kültürün başka bir kültürü egemenliği altına alarak kendine benzetmesidir. Asimilasyon herhangi bir zorlama olmaksızın sosyal ilişkiye giren taraflar arasında kendiliğinden ve ikiyönlü olarak gelişen bir durumdur. Örneğin, kırsal kesimden kentlere göç edenler zamanla kent kültürünü kazanırken, kent kültürüne de köye özgü kültürel özellikleri kazandırarak onun da değişmesine neden olurlar. Anlaşıldığı üzere, asimilasyon kültürel ilişkiye giren taraflar arasında cereyan eden ve tarafların kaynaşmasıyla sonuçlanan doğal bir süreçtir. Asimilasyonun ilk aşaması önceki kültürün unutulması, ikinci aşaması ise yeni kültürün benimsenmesidir.

Kültürleşme (acculturation): Difüzyon sürecine giren ögelerin birbirini etkilemesi ile ilişkiye giren iki tarafın da birtakım değişikliklere uğramasıdır. Ama esas değişiklik kültürel baskıya maruz kalan tarafta olur. Anlaşıldığı üzere akkültürasyon, genellikle egemen bir gücün zorlamaları sonucunda gelişen bir durumdur ve bu özelliği ile asimilasyondan ayrılmaktadır. Hıristiyan misyonerlerin Afrikalılar’a kendi inançlarını benimsetmeleri veya Üçüncü Dünya Ülkelerinin batılılaştırılması çabaları tipik akkültürasyon örnekleridir.
Kültürleşmenin asimilasyondan bir diğer farkı da, mevcut kültürün ege-menliği altına girdiği kültür karşısında yok olacak düzeyde erimemesidir. Asimilasyonda ise egemen kültür diğerini tamamıyla yok eder.

Kültürlenme (culturation): Alt kültürlerden ya da değişik kültürlerden gelen kimselerin birbirlerini etkilemesi ile yeni bir terkibin oluşmasıdır.

Kültürel değişme (cultural change): Toplumun bütününün ya da bazı kurumlarının çeşitli kültürel özelliklerinin -izafi olarak- kalıcı birtakım değişiklere uğramasını ifade eden bir kavramdır.

Kültürel gecikme (cultural lag): Kültürel değişme sürecinde kültürün maddi unsurlarının manevi unsurlarından daha hızlı değişmesinin ortaya çıkardığı durumdur. Kültürel gecikme “anomi” adı verilen kuralsızlık ve kargaşa halinin nedeni olarak görülmektedir.

Kültür şoku (culture shock):  Sıkıntı, bunalım ve benzeri biçimlerde kendisini gösteren, yeni bir kültüre uyum güçlükleridir.

Zorla kültürleme (transculturation): Bir kültüre mensup fert ya da grupların, başka bir kültür tarafından zorla değiştirilmesidir.

Kültürel rölativizm (cultural relativism): Bir kültürün maddi ve manevi unsurlarının farklı toplumlar için değişik anlamlar ifade etmesine denir.

Kültür taassubu (ethnocentrism): Fertlerin kendi kültürünü başka kültürlerden üstün tutmasıdır. Etnosantrizm belli ölçülerde toplumun hayatiyetini devam ettirmesine hizmet ederken, katı bir taassup da kültürün kendini yenileme kapasitesini yok ederek olumsuzluklara yol açabilir.
Etnosantrizm, kendi kültürüne sahiplenme anlamında olumlu, başka kültürlere düşmanlık noktasında olumsuz değerlendirilmesi gereken bir durumdur.

Yabancı hayranlığı (xenocentrism): Etnosantrizmin karşıtı olan bir kavramdır. Başka kültürlere hayran olma, kendi kültürünü aşağılama, yabancıların yaşama tarzına özenme halini ifade eder. Körü körüne bir yabancı hayranlığı kültürel dejenerasyona ve başka kültürlerin hegemonyasına yol açan olumsuz bir durumdur.
Yabancı korkusu (xenofobizm): Nativizm ve kültür milliyetçiliği şeklinde ikiye ayrılır.