Antropoloji

Kültüre Yaklaşımlar: Temel Antropoloji Kuramları

Antropolojinin gelişiminde kuramsal zenginlik, daha çok sosyal/kültürel alanda ortaya çıkan tartışmalardan türemiştir. Sosyal/kültürel alanın, felsefeden ve diğer sosyal bilimlerden de etkilenerek gelişen kuramları, antropolojinin diğer alanları üzerinde de belirli etkiler yaratabilmiştir. Antropolojide kuramların çoğulluğu, bili­min gelişim tarihi içinde farklı değerler ve sorunlar üzerinde odaklaşan ve birbir­lerini eleştirerek zamanla iç içe giren, hatta birbirini besleyen bir dizi antropoloji okulunun doğmasıyla ortaya çıkmıştır. Başlangıçta, özellikle 19. yüzyılın sosyal bi­limlerinin etkisiyle evrimci ve işlevci, yani ilerlemeci ve dengeyi öngören kuram­ların egemenliğinde olan antropoloji, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha çok çatışmacı dediğimiz kuramların etkisi altında gelişmiştir. İlk kuramlar, kültür­leri bütünsel sistemler olarak ele almışlar ve incelenen toplulukları düzenli ve ma­kul yaşam tarzları içinde betimlemişlerdi; bu kuramların sömürgeci geçmişle bir hesaplaşma kaygısı da olmamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise sömürgeciliğin çözülmesi ve Üçüncü Dünya olarak tanımlanan ülkelerin hızlı bir değişim süreci­ne girmeleri, çatışmanın toplumların hayatında aslî bir unsur olduğuna ilişkin bi­limsel bakış açısını pekiştirmiştir. Şimdi bu kuramsal çoğulluğun içinde öne çıkmış ve etkili olmuş olanları sırasıyla ele alacağız.

Tek hatlı evrim: insanlığın gelişimini ilkelden gelişmişe doğru izlenen tek bir hat üzerinde görmek ve açıklamak eğiliminde olan evrimci görüştür.

EVRİMCİ VE TARİHSELCİ KURAMLAR

  1. Yüzyıl Evrimciliği
  2. yüzyılda antropoloji içinde antropolojinin ilk kuramsal modeli olarak ortaya çı­kan evrimcilik, bütün toplum ve kültürleri bir gelişme çizgisi içinde görmeye çalış­tı. 19. yüzyılın hâkim bilim anlayışını yansıtan biyoloji ve jeolojide ortaya çıkan ev­rimci yaklaşım, evrenin, yeryüzünün ve canlıların başlangıçtaki hallerinden değişe­rek bugüne geldiklerini ortaya koyuyordu. Antropolojik evrimcilik de, tıpkı doğa­daki gibi insan kültürlerinin de geniş zaman dilimleri içinde, ilkel olandan ileri aşa­malara doğru değişime uğradığını öne sürdü. Bütün evrimci görüşler, insanlığın ve onun kültürünün ilkel (ya da vahşi) olandan uygar olana doğru giden tek hatlı bir evrim sürecinden geçtiği konusunda hemfikirdiler. Evrimci yaklaşım, kendi çağının ilkellerini ya da vahşilerini ise yaşayan kültürel fosiller ya da evrimin başlangıcındaki insan topluluk­larının çağdaş kalıntıları olarak görmekteydi.

Evrimci okulun ilk ve en önemli temsilcilerinden birisi Ed- ward Tylor’dur (1832-1917). Bugün bile rahatlıkla başvurduğu­muz kültür tanımını yapan Tylor, antropoloji yazınında bu bili­min konusunun kültür olduğunu söyleyen ilk bilim insanıdır. Tylor ile birlikte, biyolojik olanla kültürel olan arasındaki ayrı­ma yapılan vurgu açık ve güçlü bir hal almaya başlamıştır. Tylor, kültürel evrimi aklın ilerleyişi olarak görmekteydi. Tylor’a göre uygar olanla vahşi olanı birbirinden ayıran en önemli şey, uygar olanların hurafeleri terk ederek aklı ve onun ürünü olan bilimi benimsemiş olmalarıdır. Tylor’un düşüncelerine baktığı­mızda 19. yüzyıl felsefesini etkileyen iki önemli ismin, diyalek­tik idealizmin kurucusu Hegel’in ve pozitivizmin kurucusu Au- guste Comte’un etkisi altında kaldığı görülmektedir.

Evrimcilerin bir diğer önemli ismi Lewis Henry Morgan’dır (1818-1889). Esas mesleği avukatlık olan ama Amerikan yerlilerinin davalarına bakarken onların farklı kültürlerine ilgi duyarak onları incelemeye girişen Morgan, yazdığı Eski Top­lum (1871) başlıklı kitapla döneminin düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir. Bu kitapta Morgan insanın kültürel evrimini teknolojiyi esas alan üç ana evreye ayır­mıştır. Çünkü Morgan teknolojik gelişmenin kültürel evrimle koşut gittiğine inanı­yordu. Morgan’ın ilk evresi yabanıllık evresidir. Alt, orta ve üst aşamaları bulunan bu evrede insanlık avcı-toplayıcılık etkinliğiyle yaşamaktadır. Bu evre çömlekçili­ğin keşfine kadar sürmektedir. İkinci evre barbarlık evresidir. Bu evre de alt, orta ve üst aşamalara ayrılır. Çömlekçiliğin gelişimi, yerleşik hayata geçiş, hayvan evcil­leştirmesi ve demirin ergitilmesi bu evrede gerçekleşmiştir. Homeros zamanının Grek kabileleri, Roma’nın kurulmasından önceki İtalya kabileleri, Sezar zamanının Germen kabileleri bu evreyi yaşayan topluluklardı. Yazının keşfiyle uygarlık evre­sine geçilir. Bu evre de eski ve modern olmak üzere iki aşamaya ayrılır. Morgan teknolojiye dayalı bu aşamalandırmasma koşut biçimde evrilen bir akrabalık ve ev­lilik sistematiği önermiştir. Ona göre evlilik, kuralsız cinsel ilişkilerin yaşandığı ilk halinden çağdaş tek eşliliğe doğru ilerleyen 15 aşamalı bir evrim geçirmişti.

Evrimci antropologların en önemli sorunu veri azlığı idi. Evrimci görüşler ve modeller genellikle başkalarının (gezginlerin, askerlerin, kâşiflerin, misyonerlerin) anlatılarına dayanmaktaydı. Dolayısıyla gözlemlerinde sistemli ve nesnel olama­dıkları görülür. Veri azlığı ile 19. yüzyılın hâkim görüşü olan tarihsel ilerleme anla­yışı yan yana gelince, sorunlu bir bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bu okul kültür kavra­mını öne çıkarması, fiziksel farkları ne olursa olsun bütün insanların ruhsal bir bir­liği bulunduğunu öne sürmesi ve farklı toplulukların yaşam biçimlerine dikkat çek­mesiyle bir çığır açmıştır ama kültürler arasındaki eşitliği ve kültürel göreciliği ka­bul etmenin çok uzağında kalmıştır. Beyazların temsil ettiği Batılı modern kültürü ve toplum hayatını evrimin en üst basamağına koyma eğilimi, evrimcileri eşitlikçi ve göreci yaklaşımın tamamen dışında tutmaktadır.

19- yüzyıl evrimci antropologlarının bilimsel yöntemlerindeki en önemli sorun nedir? Tar­tışınız.

Difüzyonizm

Özellikle etnografya müzesi olarak bildiğimiz müzelerde maddî kültür ürünlerinin ve alan araştırmalarından elde edilen verilerin birikmesi, biricik ve tek hatlı bir ev­rim şemasının olanaksızlığını göstermek bakımından yararlı oldu. Bu çerçevede ev­rimciliğe karşı difüzyonizmin (yayılmacılık) yükseldiğini görmekteyiz. Difüzyo­nizm, kültürün gelişim ve değişiminde en önemli etkenin başka kültürlerden gelen maddî ve manevî öğelerin o kültüre girmesiyle gerçekleştiğini öne sürer. Difüzyo­nizm, özellikle teknolojik yeniliklerin her kültürde kendi başına gerçekleşemeyece­ğini söyleyerek, kültür içinde özgün buluşların ortaya çıkmasının istisnaî ama baş­ka kültürlerden almanın genel kural olduğunu savunur. Difüzyonizm, müzeciliğin en gelişkin olduğu ülke olması nedeniyle ilk olarak Almanya da gelişti. Önde gelen Alman difüzyonistleri, insanlık tarihinde bir kaç çekirdek bölge olduğunu ve kültü­rel öğelerin oralardan çevreye yayıldığını söylüyorlardı. Mısır ve Mezopotamya gibi yüksek kültürlenn önce temas yoluyla yayıldığını ve ardından göç ve fetih gibi sü­reçler yardımıyla daha geniş alanlara dağıldığını savunuyorlardı. Bu yaklaşımı ne­deniyle bu kuram, kültür-çevre kuramı olarak da adlandırılmıştır.

 

Difüzyonizmi Kuzey Amerika’ya taşıyan kişi, Franz Boas (1858-1942) olmuştur. Öncelikle kültürel öğelerin coğrafî dağılımı üzerinde duran Boas, kültürel değişi­min tarihsel ve psikolojik süreçlerini kurgulamak için bu öğelerin dağılımına bak­mak gerektiğini öne sürmekteydi. Boas’ın difüzyonist izleyicilerinden pek çoğu dikkatlerini kültür alanlarına, yani belirli bir coğrafî alana yayılmış ortak kültürel özellikleri paylaşan kültürlerin görüldüğü bölgelere çevirdiler ve bu ortak öğelerin belirli bir ekolojik bölgeyle ilintili olduğunu gördüler. Kültür ile fiziksel çevre ara­sındaki ilintiye dikkati ilk çekenler bu antropologlar olmuştur. Bunlar, müzeci antropolojinin etkisiyle örnekleri toplamaya, bunların yayılma alanlarını kaydet­meye ve tiplerine göre sınıflandırmaya özen gösterdiler. Ancak bu okul asla kültü­rü, birbiriyle karşılıklı etkileşim ve bağıntı içinde bulunan ögelerden oluşmuş bü­tünlükler olarak kavrayan kuramsal bir açılım geliştiremedi.

Difüzyonist okulun bu eksikliği, 20. yüzyılın başlarında kültürün bütünsel bir sistem olduğu görüşünün yaygınlaşmasıyla giderilmiş, ama bu yeni bakış açısı di- füzyonizmin temel tezini kökünden sarsmıştır. Zira böylelikle yayılmadan çok kül­türlerin iç işleyişi öne çıkmaya ve gözlemlenmeye başlamıştır. Batılı olmayan kül­türlerle temaslar arttıkça bunların sanıldığından çok daha tutarlı ve mantıklı bütün­lükler olduğu kavrayışı giderek yerleşmiştir.

Tarihsel Özgücülük (Amerikan Tarih Okulu)

Başlangıçta difüzyonist fikirleri benimsemiş olsa da, tarihsel özgücü (historical particularist) yaklaşımı kuran kişi Amerikalı antropolog Franz Boas’tır. Boas, fark­lı yaşam tarzlarının ve düşünce biçimlerinin son tahlilde fiziksel çevreden etkilen­diğini göstermek amacıyla 1883-1884 yıllarında Baffin Adaları Eskimoları arasında ilk alan araştırmasını gerçekleştirdi. Ancak Boas, buradaki gözlemleri sırasında bir­birine çok benzeyen iklim koşularında geniş bir kültürel çeşitlilikle karşılaştı ve bu durum onun çevresel belirleyicilik tezini terk etmesine yol açtı. Boas’ın bundan sonraki ilgisi her tek kültür içindeki ayrıntılara ve farklı halkların kültürel ve tarih­sel gelenekleri arasındaki ilişkilere yöneldi. Boas, alan araştırmaları sonucunda kültürel gelişmenin evrensel yasalarını araştırmadan önce tek tek kültürlerin nasıl geliştiğine bakılması gerektiğinin altını çizmiştir. Her kültürün kendine özgü ve ay­rı bir tarihi olduğu görüşü tarihsel özgücü yaklaşımın esasıdır. Böylelikle antropo­loji içinde nomotetik bilim anlayışı yerine idyografik bilim anlayışına yaklaşan ilk kişi olmuştur (Nomotetik ve idyografik bilim anlayışları için bkz. Ünite 1).

Boas, kültürel gelenekleri ve yaşam tarzlarını açıklamak için üç temel etkeni in­celemenin gerekli olduğunu öne sürüyordu. Bunlar çevresel koşullar, psikolojik etkenler ve tarihsel bağıntılar idi. Boas bunlar içinde en büyük ağırlığı tarihsel ba­ğıntılara tanıdı. Boas’a göre toplumlar ve kültürler, kendi özgül tarihlerinin ürü­nüydü. Dolayısıyla kültürü anlamak ancak o toplumun tarihinin incelenmesiyle mümkündü. Kültürler ayrıca kendi coğrafî bağlamlarından soyutlanarak da anlaşı­lamazdı. Bu açıdan bakıldığında Boas’ın kültürel göreciliğin kurucularından biri olduğu görülür ve 19. yüzyıl evrimciliğine karşı en ciddi kuramsal konumu oluş­turduğu belirlenebilir. Kültürel göreci yaklaşıma göre eğer her kültür kendi tarihi­nin ürünüyse, tek çizgide ilkelden gelişmişe doğru uzanan tekil bir insanlık tarihin­den bahsetmek olanaklı değildir. Bu nedenle üstün, geri, ilkel, çağdaş gibi terim­lerle kültürler arasında karşılaştırma yapmanın hiçbir geçerliliği olamaz ve buna bağlı olarak genel bir kültür kuramına da varılamazdı.

Boas’ın ve kuramının 20. yüzyıl antropolojisi, özellikle Amerikan ve Fransız an­tropolojisi üzerinde büyük bir etkisinin bulunduğu ve antropolojinin temel ilkele­rinden bir kısmının Boas öğretisiyle bağlantılı olduğu söylenebilir.

İŞLEVSELCİ VE YAPISALCI KURAMLAR

İngiliz İşlevciliği

İşlevcilik, kültürel öğelerin kültür bütünü içinde nasıl işlev gördüğünü ve bu bü­tünle nasıl uyum sağladığını antropolojik araştırmanın temel meselesi sayar. îşlev- ciler, antropoloji içinde uzun süreli alan araştırmasını ilk uygulayan grup olarak öncellerinden ayrılırlar. İngiliz İşlevciliğinin kurucusu ve başta gelen kuramcısı Bronislaw Malinowski’dir (1884-1942). Polonya asıllı olan Malinowski, İngiltere’de antropoloji eğitimi görmüş ve Yeni Gine yakınlarındaki Trobriand adalarında üç yıl boyunca alan araştırması yapmıştır. Malinowski’nin bu alan araştırması, daha son­raki alan araştırmaları için temel bir araştırma modeli olarak kabul edilmiştir.

Malinowski’ye göre bütün insanların, yeme, içme, barınma, giyinme, türün de­vamını sağlamak gibi bazı ortak temel ihtiyaçları vardır. Diğer ihtiyaçlar bu teme­lin üzerinde yükselir, yani temel ihtiyaçların karşılanması ikincil ihtiyaçları ortaya çıkarır. Malinowski, kültürel işlevlerin hem temel hem de bunlardan türeyen ikin­cil ihtiyaçları karşıladığını söyler ve öncelikle bu ihtiyaçları gidermeye yönelik ol­mayan bir kültürün var olamayacağını vurgular. Böylelikle, ilk bakışta anlamsız ya da temelsiz, başka neden veya so­nuçlarla bağıntılandırılamayan gelenek ve göreneklerin an­lamlı olduğu ortaya çıkacaktır. İşlevcilik, belirli işlevlere sa­hip ögelerin karşılıklı ve bağımlı ilişkileri biçiminde görülen bir kültür bütününe vurgu yaparak, daha önceki kültür ta­rihi yaklaşımından ayrışmıştır. Oysa Boasçı kültür tarihi yak­laşımı için bir geleneği ya da inancı incelemek, onun ya ta­rih ya da insanların evrensel psikolojik özellikleri içindeki kökenini araştırmak anlamına gelmekteydi.

İşlevciliğin başlıca kuramsal zayıflığı, esas olarak kültü­rün bireyin ihtiyaçlarını karşılamak bakımından nasıl çalıştı­ğına ağırlık verirken, bireyi aşan sosyo-kültürel etki ve olu­şumları (örneğin devrimleri, iktisadî bunalımları ya da aile gibi bazı toplumsal kurumları) ihmal etmesinden ileri gel­mektedir. Öte yandan eğer bütün insanların ihtiyaçları te­melde aynıysa ve kültürler bu ihtiyaçlar temelinde örgütlen- mişse, kültürel farklılıkların kaynağının ne olduğunu açıkla­mak konusunda herhangi bir açılım getirmemektedir.

Yapısal-İşlevselcilik

Bu yaklaşımın kurucusu ve ilk kuramcısı olan İngiliz antropolog Alfred R. Radclif- fe-Brown (1881-1955), toplumu birbirini destekleyen öge ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı olarak gören ve kültürün tek tek bireylerin değil bu toplumsal işleyişin bir ürünü olduğunu söyleyen Fransız sosyolog E. Durkheim’dan etkilen­miştir. Bu çerçevede Radcliffe-Brown’ın ağırlık verdiği odak, Malinowski’nin aksi­ne, psikolojik ve biyolojik değil, sosyolojiktir. O yüzden bu kuram sosyolojinin te­mel kavramlarından biri olan toplumsal yapı kavramıyla ilişki kurmayı seçmiştir. Durkheimcı sosyoloji kuramında toplumsal yapıyı kuran en önemli unsur ortak bi­linç durumudur. Ortak bilinç bireyi aşar ve bireysel eylem ve inançlar bu geniş çerçevenin tezahürlerinden oluşur. Durkheim, toplumsal gerçekliğe ilişkin herhan­
gi bir unsurun ancak toplumsal gerçekliğe ait bir başka unsurun sonucu olduğunu söyleyen toplumsal belirleyicilik ilkesini getirmiştir. Dolayısıyla, toplumun karşılık­lı ilişkiler içinde olan bireylerden oluştuğunu kabul etmekle birlikte, bu bireylerin bireysel davranışlarıyla açıklanamayacağını öne sürmüştür. Durkheim’a göre top­lumsal gelenekler ve yapılar, bireysel bilinci en bilinçli bireyin bile farkında olama­yacağı şekilde biçimlendirir. Farklı toplumlar farklı düşünce kalıplarına ya da ko­lektif temsillere sahiptir. İşte sosyal bilimin temel inceleme konusu da budur.

Radcliffe-Brown da, bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir

organizmaya benzetmiştir. Buna göre bu varlığını kuran ve deva­mını sağlayıcı biçimde, denge halinde çalışan bir bütündür. Öte yandan, Durkheim’ın temel aldığı birey-toplum ilişkisinde oldu­ğu gibi birey, onu aşan toplumsal yasalara boyun eğen, bu yasa­lar gereğince hayatını sürdüren bir unsurdur; bireysel farklılıklar ancak bu çerçeve içinde ortaya çıkabilmektedir. Malinowski’nin kültür kuramında birey esastır ve kültürün bireyi nasıl destekle­diği öne çıkar. Yapısal-işlevselcilikte ise konu, bunun tersine, toplumsal yapının farklı ögelerinin toplumsal düzen ve dengeyi nasıl ayakta tutacak biçimde çalıştığı olmuştur. Her iki yaklaşım arasında vurgu farkı açıktır: Malinowski bireyin temel ihtiyaçları üzerinde dururken, Radcliffe-Brown toplumsal yapının işler bi­çimde sürdürülmesine dikkati çeker. Her iki görüş de bütüncü kültür anlayışına büyük katkı yapmış, alan araştırması teknikleri­nin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. Kültürel gelenekleri, kurumları, alışkanlıkları tek başına olgular olarak ele almak yeri­ne, içinde var oldukları ve geliştikleri toplumsal bağlama bak­mak gerektiğini vurgulamalarıyla bu kuramlar, antropolojinin

bütüncü yönünün gelişmesinde önemli bir katkı yapmıştır. Bu­nunla birlikte her iki kuramsal yaklaşım da tarihsel gerçekliği dışarıda bırakmala- rıyla eleştirilmiştir. Ayrıca hem kültürel değişme meselesi hem de fiziksel ve biyo­lojik çevrenin kültür üzerindeki etkileri bu kuramlarda ihmal edilmiştir.

İngiliz işlevciliği ile yine İngiltere kökenli yapısal-işlevselcilik arasındaki temel fark ne­dir? Tartışınız.

Yapısalcılık

Antropolojide yapısalcı düşünce, dilbilimci Saussaureden etkilenen Claude Levi- Strauss tarafından geliştirilmiştir. Yapısalcılık da, tıpkı işlevci ve yapısal-işlevselci bakış açılarında olduğu gibi, tarihi dışarda bırakan bir analiz çerçevesi oluşturmuş­tur. Yapısalcılık, toplumsal olgu ve öğelerin ancak toplumsal yapı denilen ve sade­ce bir model kullanılarak erişilebilecek gizli bir boyutun varlığı üzerinden anlaşıla­bileceğini öne sürer. Bu gizli boyut dilde saklıdır. Zira dil, insan aklını düzenleyen mekanizmaların dışa vurumudur ve kültür dediğimiz şey, aslında bu mekanizma­ların dışsal yansımasından başka birşey değildir. Dolayısıyla insanların zihinsel al­gıları, insanla nesnel dünya arasındaki yegâne ilişki biçimidir. Doğal ya da nesnel dünya, insanın zihinsel kavrayışı dışında bir gerçeklik değildir. Bu dünya zihnin te­mel mekanizmaları tarafından zihinde inşa edilmekte ve dille dışa vurulmaktadır. İşte yapısalcı antropoloji bu temel mekanizmaların ilkelerini bulmaya çalışır. Yapı­salcılığın temel kabulüne göre bu ilkeler zaten insan düşüncesini yöneten süreçle­rinin yapısında mevcuttur.

Levi-Strauss’u izleyen diğer yapısalcılar özgül kültürel sistemle­rin yapısal işleyişini açıklamaya yönelmişlerdir. Fransız antropolog Louis Dumont (1911-1998) Hindistan’daki kast sistemini toplumda­ki üç yapısal ilkeyle; ayrılma, hiyerarşi, etkileşim ilkeleriyle açıkla­maktaydı. Yapısalcılık, sadece tarihi göz ardı etmesiyle değil, de­ğişmeyi açıklamaktaki güçsüzlüğü ve zihinsel süreçlere tanıdığı ağırlık nedeniyle kültürdeki çevresel uyarlanma boyutunu dikkate almamasıyla eleştirilmektedir.

PSİKOLOJİ VE BİYOLOJİ YÖNELİMLİ KURAMLAR

Kültür-Kişilik Kuramı

Bu kuram, sosyolojiden çok psikolojinin etkisi altında, 1930’ların ortalarından itibaren antropologlarla psikologlar arasında kurulan yakın ilişkilerin bir sonucu olarak Kuzey Amerika’da gelişmiştir. Kuramın öncüsü ve Boas’ın öğrencisi olan Ruth F. Benedict (1889­1948), hem kültürlerde ve hem de bireyin ruh hallerinde karşılık bulan ortak tema ve başa çıkma yollarının var olduğunu öne sür­müştü. Dolayısıyla kültürleri benimsenen bu başa çıkma yolları üzerinden tanım­lamak ve sınıflandırmak mümkündü. Kültürün iç tutarlılığı, ancak bireyin sorunlar­la başa çıkma kapasitesini yükselttiği ölçüde sürdürülebilen bir konuydu. Bu açı­dan sorunlu kültür ögeleri zamanla ya değişerek ya da başka bir biçime dönüşe­rek bu iç tutarlılığın yeniden oluşmasına hizmet edecek biçimde var olabilmektey­di. Kültür Örüntüleri (1934) başlıklı kitabında Benedict bireylerin ruhsal yapılarını belirleyen iki tip kültür ayırt etmiştir. Birincisi uzlaşmacı, psikolojik ve duygusal aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi kültür, ikincisi ise coşkulu ve romantik, şiddete ve tehlikeye eğilimli Dionisyak tip kültürdür. İkinci Dünya Savaşı içinde, savaşın sonlarına doğru, Japonların inatçı savaşkanlığı karşısında sorun yaşayan Amerikan ordusu, Japonların bu ruh haline bir açıklama getirmek üzere Ruth F. Benedict’i görevlendirmişlerdi. Benedict, bu araştırma görevi sonucunda ^ kaleme aldığı Krizantem ve Kılıç (1946) başlıklı kitapla bu Ja­pon ruh durumuyla Japon kültürü arasında bir ilişki kurdu. Böylelikle kültürü temel kişilik yapısını biçimlendiren en önem­li etken olarak kavrayan kültür-kişilik kuramı temel eserlerini vücuda getirmiş oluyordu. Bu kuram psikolojik antropoloji di­siplininin gelişmesine yol açtı. Bu disiplin 1960’larda en gör­kemli ve en revaçta olduğu yılları yaşamıştır.

Benedict ve izleyicileri, insanları ve kültürlerini uyarlanabi­len olgular olarak değil, neredeyse sadece kültürel bir uzay içinde varolan, onları çevreleyen fiziksel dünyadan, diğer kül­türlerden ve tarihsel olaylardan soyutlanmış ögeler olarak gör­mekle eleştirilmişlerdir.

Sosyobiyoloji Kuramı

Biyolojiye da­yalı olduğunu savunan sosyobiyoloji kuramı, kültürel öge ve  kurumlarda bu esası arayan antropolog ve sosyal bilimcilerin dayandığı temel yaklaşım olmuştur. Yaklaşım, tarih ve kültür
araştırmaları gibi toplumsal bakış açılarıyla ele alınması gereken insanî çeşitliliğe ilişkin durumları, biyolojik olgulara bağlanan bir nedenselliğe indirgemesiyle eleş­tirilmektedir. Bu yaklaşımın vardığı en uç nokta, pek çok karakterin kültürel süreç­ler yoluyla sonradan kazanılmış durumlar olmayıp genlerde saklı olduğunu iddia eden genetik indirgemecilikte görülür.

İlgili Makaleler