Felsefe Yazıları

Kültür, Türk-İslam Kültürü Nedir? Tanımı,Tarihi (Sosyoloji)

edebiyat-2/istanbul-universitesi” 139″ 246″ KÜLTÜR

Karmaşık ve oldukça önemli olan bu terimin tek bir tanımını yapmak zordur, ancak aşağıda verilen tanımların her biri farklı amaçlar için yararlı olabilir.

A.L.Kroeber ve C.Kluckhon´ın çağdaş sosyal bilimcilerin çoğu tarafından olumlu öğeleri barındırdığı kabul edilen sentezi şöyledir: “Kültür, İnsan gruplarının üretimlerini de içeren belli başlı kazammlan-nı oluşturan ve sembollerle elde edilen kuşaktan kuşağa aktarılan açık ya da gizli davranış kalıplarından oluşur; geleneksel düşünceler ve özellikle buna ilişkin değerler kültürün temelini oluşturur; kültürel sistemler, bir açıdan eylemin sonucu ola­rak düşünülebilir, öte yandan daha sonraki eylemin gerçekleşme koşullarını oluştururlar.”

Bir biyolog olan G.E. Hutchinson kısa bir tanım yapmaktadır: “Bir grubun gösterdiği tüm davranış biçimleri o grubun kültürü olarak adlandırılır”. Ama bazdan bu tanımı, kültürel farklılıkların sadece o gruba özgü davranışlardan oluştuğu düşüncesiyle kabul etmeyebilirler. Bu pürist bakış açısına göre ancak, bir grup insanın bir amacı gerçekleştirmek için olası ve işlevsel olarak etkin birden fazla yol varken yalnızca birini seçmekle belirgin bir ter­cih yapıyorsa, kültürden söz edilebilir. Aynı düşünceye göre, mesela balıkçılığı tüm detaylarıyla tanımlamadıkça onu deniz kültürünün bir parçası olarak kabul etmek anlamsız olacaktır. Öte yandan balığı elde eden, ama onu kullanamayan bir toplum için bu veri, kültürü tanımlamada oldukça büyük bir önem taşır.

Buraya kadar verilen tanımlamalarda dikkati çeken bir eksiklik, işlemsel (operasyonel) bir boyutun olmayışıdır. Hutchinson´un bu konudaki yaklaşımı şöyledir: Bir grup ve yeni doğmuş bir bebek olduğunu varsayalım; eğer bu bebek grup içinde büyütülür ve daha sonra gözlenirse davranışlardan farklı olmadığı görülür.

Bu kişinin, alındığı ikinci grubun kültürünü oluşturan davranışlardan tamamen farklı bir davranış biçimi gösterebilmesi için doğumundan hemen sonra bu ikinci gruptan ayrılmış olmalıdır.

Düşünce çizgisi, sosyal bilimcilerin son zamanlarda, kültürel birimleri birbirinden ayırmada kullandıkları en önemli kriter olan “önemli süresizlikler” üzerinde kurdukları stres ile çakışmaktadır. Bu temele dayanarak C.Levistrauss´un tanımı sosyal bilimcilerin çoğunun söylediğine ve gerçekte uygulamalı çalışmalarına ve araştırmalarına, tamamen uyan, göreli olarak yoğun ve bir ölçüde işlemsel bir tanım olarak tekrar hatirlatılabitir: “Bir kültür, belirli bir zaman ve dönemde bir İn­san grubu içinde güncel olan davranış biçimi kalıpları setidir. Yürütülen araştırmanın ölçeği ve bakış açısından, diğer davranış kalıbı setlerinden gözlenebilir farklılıklar gösterir.”

Set ve setler kelimeleri, topolojik matematiğin dalı olan “set teorisi”nin yarı-teknik anlamı çerçevesinde anlaşılmalıdır.

İngilizce´de çiftçiliği ön plana çıkaran kültür 1420´ lerde ortaya çıkmıştır. Antropolojideki teknik deyim İngilizce´de ilk kez 1865yılında E.B.Tylor tarafından kullanılmış, sistematik olarak tanımlanmış ve aynı yazar tarafından 6 yıl sonra temel bir kavram haline getirilmiştir: “Kültür, etnografik anlamda bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, gelenek ve insanın toplumun bir üyesi olarak elde ettiği diğer yetenekleri ve alışkanlıkları içeren karmaşık bir bü­tündür.”

Zamanla kültürün tanımları antropoloji ve diğer sosyal bilimlerin temel bir kavramı olarak yeniden üretilmiştir. İngilizce´de antropolog, sosyolog, psikolog, psikiyatrist ve diğerleri tarafından kullanılan160 tanım saptanmıştır. Bu tanımlar temel özellikleri açısından 6 gruba ayrılırlar:
edebiyat-2/kultur” 282″ 180″ 1) Tasvirci,

2) Tarihsel,

3) Kurala,

4) Psikolojik,

5) Yapısal,

6) Genetik.

1- Tasvirci tanımlamanın temsilcisi olan F.Boas, Tylor´un klasik tanımını yinelemektedir: Kültür bir toplumun sosyal alışkanlıklarının tüm göstergelerini, yaşadığı toplumun tüm alışkanlıklarından etkilenen kişinin tepkilerini ve bu alışkanlıkların belirlediği insan etkinliklerinin ürünlerini içerir. Bu gruptaki tanımların en belirgin özellikleri, a) kapsamlı bir bütün olarak kültür; ve b) Kültür´ün içerdiklerinin ayrıştırılmasıdır.

2- Kültürü tarihsel açıdan ele alan ikinci grubun tanımları, kültürü kendi başına tanımlamak yerine, sosyal miras ya da sosyal gelenekler gibi tek bir yönünü dikkate alır: “…Kültür bir sosyal mirasdır. Genelde kültür deyimi insanlığın bütün sosyal mirası anlamına gelir, özel bir terim olarak bir kültür, sosyal mirasın belirli bir katmanıdır.” .

3- Üçüncü grup, kültürü belli bir yaşam biçimi veya dinamik gücü olan kurallar ve onların sonuçları olarak tanımlamaktadır.

4- Dördüncü grup uyum sağlama, öğrenme ve alışkanlık gibi süreçleri ele aldığı için psikolojik olarak adlandırılmaktadır. Kültür öncelikle ihtiyaçları karşılamak, sorunları çözmek ve dış çevreye diğer insanlara uyum sağlamak için gereken teknikler dizisi olarak görülür. Bu gruptaki tanımların bir kısmı kültürü bir psikolojik ekolün kavramlarına indirgemeye çalışmaktadır: “Kültür kelimesi bütün isteklerimizi kanalize etme veya yerine başka bir şey koyma veya tepki gösterme biçimlerinin tümünü kapsar; kısacası (kültür) toplumda içgüdüleri bastıran veya farklı yollarla tatminine İzin veren her şeydir.”

5- Yapısal gruptaki tanımlardan yalnızca dördü 1945 öncesinde ve bir tanesi de 1939´lardan önce yayınlanmıştır. Bu tanımlar her kültürün sistematik niteliğini, kültürün ayrıştınlabilir yönleri arasındaki organize ilişkileri vurgulamaktadır.

Kültür, davranışlara dayanması ve onları yorumlaması gereken, ancak kendisi bir davranış olmayan soyut ve kavramsal bir modele dönüşmektedir. Örneğin C. Kluckhohn ve W.H. Kelly kültürün “bir grubun tüm ya da belirli üyeleri tarafından paylaşılan gizli ya da örtük yaşam biçimlerinin sonucu olan bir sistem” olduğunu iddia etmektedir. Kültürün mantıksal bir yapı -davranışların soyutlanmasına dayanan bir model- olduğu antropologların yalnızca bir bölümü tarafından kabul edilmektedir. Ancak R.Linton, D.Bidney ve L.White gibi antropologlar, kültürün somut davranışlardan oluştuğu konusunda ısrar etmektedirler. Bu antropologlar yine de “davranış biçimi kalıpları”, “davranış formları” gibi deyimleri kullanmaktadırlar.

6- Genetik grup, kültürün nasıl oluştuğu, kültürü ortaya çıkaran veya mümkün kılan etmenlerin neler olduğuna ilişkin sorulara yanıt ararlar. Kültürün diğer özelliklerine de değinmekle birlikte özellikle genetik açıdan konuya eğilirler. LJ.Carr bu düşünceyi “geçmişteki davranış bütünlerinin geleceğe aktarılabilen sonuçlarının birikimi” olarak özetlemektedir.

Yaklaşık olarak 1935´den bu yana, bir çok İngiliz sosyal antropolog, temel kavram olarak kültür yerine “sosyal yapı” terimini kullanmaktadır. Bu eğilim, kültür kavramının kullanımım kısıtlamaya ve değerini kaybetmesine yol açmışsa da, İngilizlerin geliştirdikleri tanımlar Amerikalıların tanımlarının değişik biçimleri içinde yer almaktadır. Örneğin R.Firth´in sentetik saptaması bîr Amerikalı tarafından şu şekilde yeniden yazılabilir: “Eğer toplum belli bir yaşam biçimi olan örgütlü kişiler kümesi olarak tanımlanırsa, kültür işte bu yaşam biçimidir. Eğer toplum sosyal ilişkilerin bir toplamı ise, kültür de bu ilişkilerin kapsamıdır. Toplum insan öğesini, halkın bütününü ve onlar arasındaki ilişkileri vurgular. Kültür ise, halkın miras aldığı, kullandığı, katıldığı ve aktardığı maddi ve manevi kaynak birikimi öğesini vurgular. Bu öğe fiilleri düzenleyici rol oynar. Ayrıca sosyal davranışların etkilerinin sonuçlarını da içerir ve eylemi teşvik eder.” İngiliz sosyal antropologlarının tanımlarından yalnızca M.Fortes´in “kültü­rün, yapıdan söz edilebilen her yerde sosyal gerçeklerin niteliklerini, gerçek veya düşünce düzeyinde niceliksel tasvir ve analize açık sosyal olayların özelliklerini belirlediği” yolundaki tanımı dikkat çekici niteliktedir.

Firth, Kroeber ve Kluckhohn´un kültür tanımlarında işlev kavramına bu kadar az eğilmiş olmalarına ve bu noktamn birçok İngiliz antropologunun görüşünü yansıtmasına şaştığını belirtmektedir.

Çeşitli akademik disiplinlerin özelliklerini yansıtan gerçekten sürekli ve tutarlı bir eğilim yoktur. Aslında, birkaç farklı örnek bir kenara bırakılırsa, kültür terimini antropolojik anlamda kullanan sosyal bilimcilerin tümünün yalnızca vurguladıkları noktalar ve ne kadar açıklamaya gerek duydukları açısından farklı yaklaşımları olduğu söylenebilir.

Arkeologların genellikle insanın ürettiklerinin tanımlanması üzerinde durduklarını vurgulayan aşağıdaki cümlelere sık sık rastlanmaktadır.” (Kültür) doğumundan itibaren insan tarafından elde edilen herşeydir.”

R.M.Macıver gibi birkaç Amerikalı sosyolog, uygarlığı toplumun nesnel teknolojik ve bilgisel faaliyetleri olarak; kültürü ise öznel din, felsefe ve sanatla tanımlamaktadırlar. Bu görüş, kültür öğesini oldukça değiştirebilir, benzersiz ve eklenemez olarak görürken uygarlığı biriken ve değişmez bir olgu olarak ele almaktadırlar. Bunun bir uzantısı olarak Türkiye´de Z.Gökalp´in “kültür millidir, uygarlık evrenseldir” formülü uzun yıllar kabul edilmiş bir görüş olmuştur.

(SBA)

KÜLTÜR

Alm. Kultur, Fr. Culture, İng. Culture. Bir milletin maddî-mânevî değerleri: Bir milletin bütün sanat faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve âdetlerinin, anlayış ve davranışlarının, toplamı o milletin kültürüdür. Buna mânevî kültür veya hars denir.

Biyolojide bakterilerin sun’î olarak üretilmesi kültür (mikrop kültürü) olarak isimlendirildiği gibi, bir müsabaka veya antrenman öncesi yapılan ısınma hareketleri de kültür-fizik olarak adlandırılmaktadır. Dilimizde maddî kültür, mânevî kültür, kültürlü adam, kültür dâiresi, kültür çerçevesi, kültür kompleksi, kültür bütünleşmesi, kültür yayılması, kültür temâsı, kültür kaynaşması, kültür benimseme ve kültür değişmesi, millî kültür gibi çeşitli terkipler hâlinde kullanılan kültür kelimesinin umûmiyetle, dilimize Fransızcadaki “Culture” kelimesinden geçtiği kabul edilmektedir.

Kültür kelimesi aslında Lâtincede “toprağı işlemek, zirâat” demektir. Sonradan bu tâbir, Batı Avrupa’da “yüksek umûmî bilgi” mânâsı kazanmış ve Türkçeye de bu anlamda girmiştir. Kültür târihçileri, sosyologlar ve sosyal psikologlar kültürün ıstılahî (belirli bir sahadaki ilmî) mânâsını değişik ifâdelerle belirtmişlerdir.
edebiyat-2/mevlevi” 155″ 265″ C.Wisler, kültür; “Bir halkın yaşama tarzıdır.” derken, E.Sapir onu; “Atalardan gelen maddî, mânevî değerlerin tamamı” şeklinde târif etmiş, F. A.Wolf ise; “Bir milletin ferdlerinin iştirak hâlinde bulundukları mânevî hayat”ın kültür olduğunu ifâde etmiştir.

A.Yong, kültürün, “İnsanın tabiatı ve kendisini idâre etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser” olduğunu belirtirken, A.K.Kohen, “Umûmî olarak inançlar, değer hükümleri, örf ve âdetler, zevkler kısaca insan tarafından yapılmış ve meydana getirilmiş her şey”in kültür olduğunu ifâde etmiştir.

R.Thurnawald, “Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve âdetlerden, düşüncelerden, ifâde şekillerinden, kıymet biçimlerinden, tesislerden ve teşkilâttan meydana gelmiş âhenkli bir sistemdir.” demiş, fakat E. B.Taylor onu; “bilgiyi, îmânı, sanatı, ahlâkı, örf ve âdetleri, ferdin mensubu olduğu cemiyetin bir üyesi olması îtibâriyle kazandığı alışkanlıkları ve diğer bütün mahâretleri içine alan gâyet karışık bir bütündür.” şeklinde târif etmiştir.

Ziyâ Gökalp ise; “Hars (kültür), yalnız bir milletin dînî, ahlâkî, hukûkî, adlî, estetik, lisânî, iktisâdî ve fennî hayatlarının âhenkli bir bütünüdür.” demiştir.

Kültürün doğuşu, insanın yaratılışı ile eş zamanlıdır. Şüphesiz kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır. İnsan sâhib olduğu zihnî kuvvetin yardımı ile bütün tabiatı, enerjiyi, canlı-cansız bütün varlıkları, renk, ses, şekil ve benzeri keyfiyetleri kendi yapısına uygun bir şekilde işleyerek değiştirir. Bunu yaparken insanın güç aldığı iki kaynak vardır. Birincisi Allahü teâlânın kendisine verdiği üstün genelleme, teşhis, tecrid ve yüceltme kâbiliyeti. İkincisi de karşılıklı istifâdeye dayalı toplum hayâtıdır.

Bir insan grubu, diğer insan grupları ile hiçbir temasta bulunmayıp ilkel bile olsa, yine kendisine mahsus bir dile, basit de olsa bir dünyâ görüşüne ve estetiğe ulaşabilmektedir. Nitekim on beşinci asırdan beri yeni kıtalar, topraklar ve diğer insanlarla temas hâlinde olmayan birçok ada keşfedildi. Buralarda yaşayan insan gruplarının hepsinin seviyelerine uygun bir kültüre sâhib oldukları görüldü. Fakat dış dünyâya kapalı olan bu kültürler, başka kültürlerle temas edemedikleri için gelişememişlerdir. Kültür ve medeniyetlerin ileri ve güçlü olduğu ülkeler sosyal ve kültürel temaslara açık ülkelerdir.

İnsanlar dünyâda yaşama mücâdelesi verirken iki yönlü bir gayretin içindedirler. Bunlardan birincisi insanın içinde doğup büyüdüğü tabiat çevresinde değişiklikler yapması ve geliştirmeye çalışmasıdır. Yollar, köprüler, barajlar, fabrikalar yapmak, kanallar ve tüneller açmak, tabiattaki enerji, madenler, bitki ve hayvanlardan faydalanmak sûretiyle maddî refahını yükseltme hareketidir. İnsanın bu gayretinden ortaya çıkan değerlere maddî kültür unsurları ve medeniyet gibi isimler verilmektedir. Daha çok müsbet ilimlerin (fen ve teknik) içerisine dâhil olduğu bu değerler milletlerarasıdır.

Ekseriya kültür ile yanyana kullanılan, bâzan da kültürün eş anlamlısı zannedilen “medeniyet” kelimesinin târifi ise şu şekilde yapılmaktadır: Medeniyet “milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vâsıtalarının bütünüdür.” veya “aynı medeniyet dâiresine giren birçok milletlerin sosyal hayatlarının müşterek bir yekünüdür.” Batı medeniyeti denildiği zaman, din bakımından Hıristiyan olan toplulukların, sosyal değerleri ile müsbet ilme dayalı teknik anlaşılmaktadır. Halbuki batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Fen bilimlerinde benzer bir anlayış içerisinde olmalarına, tekniği bulma ve kullanmada birbirlerine yakın yollar takib etmelerine rağmen, bu milletler başka başka diller konuşurlar. Âdetleri, gelenekleri, ahlâk anlayışları, güzel sanatları, mahallî müzikleri ve giyinişleri bir değildir. Hattâ hepsi Hıristiyan inancına sâhip bulunmakla berâber, din konusundaki tutumları da farklıdır.

İşte bu ayrı ayrı inanış, meyil (eğilim), düşünce, kullanış ve davranış tarzları her milletin millî kültür unsurlarını teşkil etmektedir. Yâni kültürlerden doğan medeniyet karakter yönünden umûmî, kültür ise husûsîdir. Medeniyet bilme ve yapabilme, kültür takınılmış bir tavır olmaktadır. Her topluluk bir kültür sâhibi olduğundan, her kültür ayrı bir topluluğu temsil ettiğinden, bir kültürün varlığı, bir milletin mevcudiyetini göstermekte bir topluluğun varlığı ise bir kültürün varlığına işâret sayılmaktadır. Yalnız milli kültürü olan bir kavim kültür bakımından yükseldikçe, medeniyet doğmaya başlar. Bunun açık örneği İslâm medeniyetidir.

Bir milletin mânevî kültür değerlerinin yekününü din, dil, sanat, edebiyat, örf ve âdetler ile, düşünüş ve yaşayış tarzları meydana getirmektedir. Bu kültür değerleri milletlerin hayatında önemli bir yer tutarlar. Milletler bu tip kültür değerleri üzerinde hassasiyetle dururlar, bunları mümkün mertebe zedelemeden ve hattâ geliştirerek kendinden sonraki nesillere devrederler. Çünkü millîlik, orijinallik, tabiîlik, canlılık gibi vasıfları olan kültürde müştereklik yâni sâdece yaşayan cemiyetin değil, geçmişteki ve gelecekteki cemiyetlerin de müşterek malı olma keyfiyeti ile devamlılık özelliği çok önemlidir. Eğer bir kültür toptan terk edilecek olursa veya özü bırakılacak olursa o cemiyetten, milletten eser kalmaz. Nitekim 10. asra kadar Türk kavmi olan Bulgarların, kültürleri değişince, o târihten îtibâren slavlaşmış oldukları buna açık bir misâldir. Kültürde bütün cemiyete şâmil olma ve nesilden nesile intikâl etme durumu da çok mühimdir. Kültür unsurlarının bozulduğu bir cemiyette çeşitli tehlikeler meydana gelir ve bunlara mukâvemet çok zorlaşır. Kültürün fertler ve cemiyetler üzerinde icrâ ettiği hizmet hiçbir zaman inkâr edilemez. Zîrâ kültür millî duyguların gelişmesini sağlayıp ferdi vatansever yapar. Bu yolla millî bütünlüğü sağlar. Böylece fertleri ve cemiyeti korur. Yine kültür, kişinin insânî meziyetlerini takviye edip fazîlet ve fedâkarlık aşılar. Onu namuslu ve ahlâklı yaptığı gibi şahsiyet sâhibi kılar. Netice olarak fert ve cemiyet büyür ve sükûna kavuşur. Kültür aynı zamanda millet fertlerine uyanıklık temin eder ve bu sayede millet muhtelif tehlikelerden korunmuş olur. Şu bir vakıadır ki, kültür unsurlarının terk edilmesi, ihmâli veya yozlaştırılması cemiyetlerin başlarına sayısız tehlikeler açmaktadır.

Kültür, istiklâl isteyen bir yapıya sâhiptir. Cemiyetler, kendi topluluklarında başka bir kültürün boy gösterip gelişmesine izin vermezler ve mücâdele içine girerler. Cemiyet olduğu müddetçe millî kültür mücâdelesi devâm eder.

Bir milletin kendine has îmân (inanış)ve amelini (yaşayışını) meydana getiren din, asırlardan beri kültürün en önde gelen unsuru olmuştur. Aslında bu unsurlar bir cemiyetteki bütün ferdî hareketleri, örf ve âdetleri, sanatı vs.yi tesir altına alır.

Türkler Allahü teâlâya inanır ve îmânları sebebiyle yalnız O’na kulluk ederler. Din ve devletlerini, vatanlarını, o vatan için şehîd olanları ve o vatana hizmet edenleri de mübârek bilirler. Türk velî ve kahramanlarının hayat hikâyeleri, din ve devlet için feragatli mücâdeleleri ve lider kişi olarak millete verdikleri hedeflerin neler olduğu nesilden nesile anlatılmıştır. Türk halkının yüzyıllardır okuyup sevdiği pekçok kitap bir kültür mîrâsı olarak bugüne kadar gelmiştir. Yine eskiden hemen her köyde okunan Mevlid, Ahmediye, Muhammediye ve Mızraklı İlmihâl gibi kitaplar yeniçeri kışlalarında da okunuyordu. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Behlül-i Dânâ gibi velîlerin menkıbeleri dillerden düşmezdi. İhtiyar yeniçeriler gençlere eski savaşların hatıralarını anlatırlardı. Savaşa duâ ile başlanır, gülbank çekilir, yürüyüş ve hücumda tekbirler alınır, çarpışma sırasında sancak dibinde ordu hâfızları tarafından Fetih sûresi okunurdu. Ancak mânevî değerleri, bugün yalnız savaş zamanlarına ve milletin başının dara düştüğü günlere mahsus kalmıştır. Bir milletin çocuklarına, hangi milletin büyükleri anlatılırsa, o milletin târih şuuru verilmiş olur. Bu sebeple bugünkü gençliğin kimleri kendine örnek seçtiği incelenmeli ve ona göre tedbirler düşünülmelidir.

Türk kültürünün din ve îmândan sonra gelen en mühim unsuru “dili”dir. Dil, gerek fert olarak insanları, gerek cemiyet ve millet olarak toplumların ses dünyâları, ifâde şekilleri, konuşmaları olup, fertleri birbirine bağlayan ilk sosyal bağlardan ve ortaklıklardan sayılır. Bir milletin dili, onu diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardandır ve millî yapıyı meydana getiren sağlamlaştıran ve destekleyen en büyük faktör ve dayanaktır. Millî birliğin sarsılmadan devâm ettirilebilmesi için Türk dili değerlerinin korunması gerekmektedir. Türk’ün kahramanlık ve civanmertliğini terennüm eden destanları, marşları, hikâyeleri, şiirleri, mânileri ve ninnileri dilimizin en müstesnâ vesikalarıdır. Ancak iki sebepten dolayı bu kültür değerlerinin bugünkü nesille irtibâtı kesilmiştir. Bunlardan birincisi yazı ve harf inkılâbı. İkincisi ise uydurukça kelimelerle dilimizi yozlaştırma gayretleridir. Böylece ortaya dedesinin mezar taşı kitâbesini okuyup anlamayacak bir nesil çıkmıştır.

Bir milletin mâzisini, çağlar içinde kendine has yürüyüşünü, hareketini, hayat tarzı ve tavrı teşkil eden târih, bugünün ve geleceğin ferdlerini de birbirine bağlayan, onlar arasında kader birliğini temsil eden, milletlerin nereden gelip nereye gittiğini gösteren en önemli kültür unsurlarındandır. Millet ferdleri zaferlerle iftihâr ve sevinç duyar, hezimet ve yenilgilerle de keder, üzüntü hissederler. O bakımdan târih bir milletin sosyal akrabâlık bağı sayılır.

Dünyâda Türkler kadar eski bir târihe sâhip pek az millet gösterilebilir. Bütün târihi boyunca, Türk kültüründe devlet ve hânedan millî varlığın temel direği olarak muhâfaza edildi. Türk milleti, sonunda târihi boyunca kazandığı gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Târihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova mâhiyetindedir. Teşkilâtçılık, idârecilik, hâkimiyet duygusu, adâlet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedâkarlık ve feragat gibi kültürümüzün bütün üstün vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir. Osmanlılar kendisini, Allah’ın kullarına hizmet etmek ve Allah’ın adını yüceltmek için kurulmuş bir devletin temsilcisi olarak görüyordu. Onun hizmetinin takdiri ve mükâfâtı ancak insanların hakîkî sâhibinden gelebilirdi. Hükümdâr kânun karşısında halkının en basit fertleriyle aynı muameleye tâbi tutuluyordu. İnsanlar devlet için yaşıyor, devlet için ölüyorlardı. Çünkü onlar dinle devleti aynı şey olarak görüyor, biri yıkılırsa diğerinin de mahvolacağını biliyorlardı. Ayrıca devlet onların inandıkları kültür kıymetlerini korumakla görevliydi.

Maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidermek için dâimâ faâliyet hâlinde bulunan bu esnâda da hem oyalamak ve eğlenmek, bu arada dinlenmek, hem de güzel şeyleri yakalamak istekleri içinde bulunan millet fertlerinin bu meyilleri neticesinde sanat eserleri meydana çıkar. Müşterek zevki ifâde eden bu sanat eserleri, milletleri birbirinden ayıran zevk ve duyguların şekillenmesini sağlarlar. Âile fertlerinin birbirleriyle ve insanın diğer insanlarla olan münâsebetleri, çeşitli muâşeret âdâbı ve kâidelerine dâir bâzan yazılı hukukta yeri olmayan örf ve âdetler vardır. İşte bunlar bir milletin yazılı olmayan sosyal kânun ve nizamları sayılır. Kânunlar meydana getirilirken de bunlara müracaat edilir. Böyle olmazsa millet hayâtında önemli sosyal hastalıklar ortaya çıkar. Hattâ, kânunda yeri olmayan birçok ictimâî münâsebeti, bir cemiyetin kendine mahsus örf ve âdetleri tanzim edip düzenler.

Diğer taraftan Türklerin fethettikleri ülkelerde hakimiyet kurarken mevcut kültür konusundaki anlayış ve hoşgörüsünü, târih içinde hiçbir millet göstermemiştir. Türkler, diğer milletlerin din, dil, örf ve âdetlerine büyük bir müsâmaha göstermişler ve onların yok olmaması için çalışmışlardır. Avrupalılar bütün bu özellikleri dolayısıyla 15 ve 16. asırlara “Türk asrı” demektedirler. Süveyş Kanalının açılmadığı ve Ümit Burnunun keşfedilmediği dönemlerde bütün Asya-Avrupa ilişkileri Türkiye üzerinden yapılabiliyordu. Daha sonra ülkemiz bu sosyal temas imkânını yavaş yavaş yitirdi. Kendi kabuğuna çekildi. Oysa bu yüzyıllarda Avrupa’da bilim ve teknik alanda büyük ilerlemeler kaydediliyor ve yeni buluşlar birbirini tâkib ediyordu. Nihayet 18. yüzyıldan îtibâren Batılılar, Türk-İslâm dünyasına sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve askerî bütün güçleri ile yüklendi. Asırlar boyu süren bu mücadele, Türk cemiyeti ve müesseselerinin topyekün yapısına tesir edecek kadar güçlü olmadı. Zîra OsmanlıTürkü için imparatorluk, ilk Müslümanlığın bütün anavatanlarını da içine almak üzere bizzat İslâmiyet manasını taşıyordu. Osmanlı ülkesinde, imparatorluk topraklarına “İslâm ülkeleri”, bu ülkelerin hükümdarlarına “İslâm pâdişahı”, askerlerine “İslam askeri”, dini reislerine “Şeyhülislâm” denir; halk da kendisini her şeyden önce ve bilhassa “Müslüman halk” olarak düşünürdü. Osmanlı Türkleri kendilerini İslamiyetle bir tutarak, kendi hüviyetlerini İslâmiyetle kaynaştırdı. Nitekim Türkiye’de Türk isminin hemen hiç kullanılmadığı devirlerde Batılılar bu ismi Müslüman kelimesine eş mânâda tutmuşlar ve Müslüman olan bir batılı için “Türk oldu” ifâdesini kullanmışlardır. Batılılar böylesine derin ve sağlam kültür bağları ile birbirine bağlı Osmanlı cemiyetini teknik üstünlükle zaafa uğratamayacaklarını anlayınca onlara kendi inanç, düşünce ve fikirlerini aşılamaya başladılar. Kendilerine ilim almaya gelen Osmanlı talebelerini ve çeşitli görevlerle ülkelerinde bulunan mevki, makam sevdalısı devlet adamlarını zaaflarına göre vaadlerle kandırdılar. Bunlara Osmanlı Devletinin kurtuluşu ile ilgili programlar sundular. Bu programlar uygulanırsa kendilerinin de destek olacaklarını belirttiler. Osmanlı Devletinde görülen Tanzimat hareketi bu uygulamanın ilk safhasını teşkil etti. Tanzimat hareketi ile mânevî kültür değerleri tartışılmaya başlandı. Neticede dünyâda Türk çağını yaşatan ve tekrar yaşatmaya yarayacak olan bu mânevî kültür değerlerimizi ortadan kaldırmaya yönelik tehlikeli bir hareket başgösterdi. Jön-Türkler, Genç Osmanlılar ve İttihatçılar gibi isimler taşıyan bu yeni hareketin öncüleri her fırsatta, batının teknik üstünlüğünü yakalayabilmenin İslâmiyeti bırakmakla mümkün olabileceğini sandılar ve bunu devâmlı tekrarladılar. İslâmiyetin bize verdiği bütün kültür değerlerinin düşmanı oldular.

Ancak kurtuluşu yabancı kültürlere sığınmada arayan böyle kimselerin yaptığı iş, yüzme bilmeyen bir kimsenin kendisini ölüme daha çok yaklaştıran çırpınışlarına benziyordu. Osmanlı İmparatorluğunun son yılları bu konuda delil teşkil edecek pekçok olayla doludur. Devleti kurtarmak gayesiyle harekete geçen Genç Osmanlılar, Rus ve Fransız ihtilalcilerinden aldıkları teşvikle ihtilal cemiyetleri kurdular. İttihat ve Terakkiciler Türk hükümetini yıkmak için Ermeni ve Bulgar komitecileriyle işbirliği yaptılar. AhmedRıza ve arkadaşları Türkiye’ye müdahale etmeleri için İngiltere ve Fransa nezdinde teşebbüse geçtiler. Hüseyin Avni Paşa ile Midhat Paşa ve arkadaşları Sultan Abdülaziz’i devirmek için yabancı devletlerle anlaşmaya vardılar. Neticede bu siyâsî çekişmeler Osmanlı Devletinin yıkılmasından ve Türk illerinin düşman ayağı altında kalmasından öte bir işe yaramadı. Türk milleti bu ve benzeri ihanet derecesindeki gaflet hareketleri sebebiyle tarihinin en buhranlı ve zor günlerini geçirdi. Oysa yeryüzünde tarihin en büyük ve kudretli devletini kurmuş Türk milleti için, kendisinin millî ve manevî değerlerinden başka örnekler aramaya ihtiyacı yoktu.

Bu görüş farklılıkları neticesinde Türkiye’de halk ve aydın kültürü olarak iki farklı kültür meydana geldi. Halka göre aydınlar ne kendine, ne de milletine güvenen, basit menfaatleri büyük başarı zanneden, küçüklüklerini halka karşı kibir ve gururla kapatmaya kalkışan, maddî menfaat düşkünü, yabancı taklitçisi, maneviyat düşmanı, saygısız ve köksüz kişilerdir. Aydınlara göre ise halk; câhil, hurafeci, kıt ve dar görüşlü, her şeye kolayca kanan bir kitledir.

Türklerdeki bu kültür farklılaşmaları arasında batılı devletler tarafından empoze edilen bazı unsurlar da vardır. Türk aydınları bunları Avrupalıların düşmanlığını kırmak için kabul ettikleri halde, millete kendi buldukları birer reform hareketi diye gösterdiler ve sonraki nesillere de bu şekilde kabul ettirdiler. Böylece Avrupalı görünmek ve kendisini onların tehlikesinden uzak tutmaktan başka mânâsı olmayan bir takım yenilik hareketlerini benimseyen Türk aydını, halkının nazarındaki îtibarını büsbütün kaybetti. Halk, onlardaki bu kültür farklılaşmasını, savaşta bizi yenemeyen düşmanların kendi aydınlarımız vasıtasıyla bize galip gelmesi mânâsında yorumladı.

Nitekim 1821 Rum isyânının baş planlayıcısı olduğu için, Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında Fener Patrikhanesinin kapısında asılan Patrik Gregoryos’un, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı (İstanbul’da senelerce Rus sefirliği yapan İgnatiyef’in hatıraları arasında neşredilen) bir mektub, bizler için çok ibret vericidir.

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için, çok sabırlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına (devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine) olan itâat duygularından gelmektedir.

Türkler, zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk u idâre edecek reislere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar. Onların bu meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da ananelerine olan merbûtiyetlerinden (bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden (sağlamlığından) gelmektedir.

Türklerde evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) kesr etmek (parçalamak) dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak) îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-ı milliyye ve mâneviyyelerine (millî ve mânevî geleneklerine) uymayan hâricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.

Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için, mücerred olarak, harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ, sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakârını tahrik edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebilmelerine sebeb olabilir.

Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbi tamamlamaktır.”

Ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühim olan bu mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, şu iki husus bilhassa önemlidir:

1) Türklerin mâneviyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak,

2) Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahribâtı tamamlamaktır.

Görüldüğü gibi, Türklerin muvaffakiyet sebepleri arasında, devlet ve millet birliği Müslüman olmaları, güzel ahlâk sâhibi bulunmaları, ananelerine bağlılıkları gibi bâzı mühim hususlar sayılmış, ancak ve ancak mâneviyatları sarsıldığı, dînî metânetleri zaafa uğratıldığı zaman yâni kültürlerinden ayrıldıkları zaman Türklerin mağlub edilebilecekleri ve Osmanlı Devletinin yıkılabileceği açıkça zikredilmiştir.
edebiyat-2/robertkolej” 174″ 263″ Batılılar bu şekilde, bir taraftan, aydınlar vâsıtasıyla, bilhassa İslâm ülkelerini kültürlerine yabancılaştırma politikasını güderken, diğer taraftan da o ülkelerde eğitim yuvaları açmak sûretiyle etkili bir faâliyet başlattılar. Nitekim Lozan Barışı sırasında Avrupalı delegelerin Türk delegeleriyle yaptıkları en çetin münakaşa, bu yabancı okullar mevzuunda oldu. Kânûnî devrinden beri verilen kapitülasyonların kaldırılması hususunda o kadar direnmedikleri halde, yabancı okullar mevzuunda çok ısrar ettiler ve isteklerini aldılar. Türkiye’de okul açan yabancılar (Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb.) kendi kültürlerine sırt çevirmiş bir milletin evlatlarını daha kolay etki altına alabileceklerini çok iyi biliyorlardı.

Şurası bir gerçektir ki, bir millet, başka bir milletin toprağını istilâ ettiğinde, bunun belli bir zaman sonra, er veya geç geri alınabildiği, ama fikirleri millî ve mânevî değerleri bozulan ferd ve cemiyetlerin kişi ve milletlerin düzelmelerinin kendilerini toparlamalarının çok zor bir iş olduğu görülmüştür. Bunun gerek tarihte, gerek yakın zamanlarda pekçok misallerini görmek mümkündür. Fransa işgâl ettiği Afrika ülkelerinden, İngiltere de sömürge yaptığı Hindistan’dan askerî güç olarak çıkmışlardır. Ama, maalesef kültürel yönden tesirleri daha devâm etmektedir.

Fransız Cumhurbaşkanı de Gaulle “Türk kültür ve medeniyeti dünyâ çapında bir kıymettir.” demektedir. Dünyâda yazılmış bütün seyahatnâmelerde bütün milletlerin karakterleri hakkında yazılanlar gözden geçirilirse, Osmanlı Türkü kadar övülmüş bir millet görülemez. Buna rağmen, milletimizin tekrar kudret ve îtibâr kazanmak için yaptığı mücâdelede önderlik yapması gereken bâzı aydınların, mânevî sefâlet içine düşmüş olmaları ve düşmanına boyun eğerek hürriyete kavuşacaklarını düşünecek kadar gaflette kalmaları şaşılacak bir durumdur. Halbuki bunlar Türk kültürü ile batı kültürünün mânevî kudret kaynaklarını araştırıp vatanın ve milletin saâdeti için çalışabilirlerdi. Nitekim Japonya ve Kore gibi ülkeler bunun en güzel misâlini vermişlerdir.

Bugün için kültür değerlerimize sâhip çıkılmadan ve yeni nesilleri bu kültür değerleri ile yoğurmadan, milletimizin istenilen seviyeye gelmesi mümkün değildir. Dikkate alınması gereken en önemli mesele millî kültür politikasının tesbitinden sonra, millî kültürü teşkil eden unsurların muhâfazası, yayılması ve geliştirilmesidir.

Rehber Ansiklopedisi

Kültür

Kültür farklı anlamları olan bir terimdir.

İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları bir inançlar ve adetler sistemidir.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ise, kültür (ekin, eski dilde hars) kavramının tanımı şu şekildedir:

“ Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.”

Sosyolojik olarak, kültür bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır. Kültürün oluşmasında ikili bir süreç vardır; birinci süreçte insan pasif ve alıcı konumdadır. Belli bir coğrafi çevrede yaşıyor, beslenme ve barınma ihtiyaçlarını orada gideriyordur. Doğayla kurulan bu öncül ilişki, yani ihtiyaçları doğrultusunda edindiği bilgi, dili, davranışları ve maddi üretim ve tüketim aletleri kültürün yaratılmasında birinci aşama olarak karşımıza çıkar. İkinci aşamada ise insan alıcı konumdan çıkar ve üretmeye başlar; yani yaşadığı çevreye etkin ve aktif bir güç olarak katılır. Bu süreç ilk aletlerin yaratılmasıyla sınırlı olarak başlayıp Neolitik Çağ’la birlikte hız kazanmıştır. Kültür birikimle birlikte ivmesi artan bir toplumsal yapı bileşenidir. Giderek her nesil miras aldığı kültüre maddi ve manevi bir katkı yapar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır.

Bireyler için ise yargılama, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenme ve tecrübeler yoluyla geliştirilmiş olan biçimine o kişinin kültürü denir. Bireyin edindiği bilgileri anlatmak için de kültür sözcüğü kullanılır.

Etimolojisi
Kültür sözcüğü Latince culturadan gelir. Cultura, inşa etmek, işlemek, süslemek, bakmak anlamlarına gelen Colere’den türetilmiştir. Örneğin Romalılar ‘mera işlenmesine’ agri cultura demişlerdir.

Türkçe’nin batı dilleri etkisine girmesinden önce (Cumhuriyet döneminde de) kullanılan hars sözcüğü ise Arapçadır ve “tarla sürmek” anlamına gelir.

Her iki kelimenin de tarımla ilgili olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, 20. yüzyıl’da Türk Dil Kurumu tarafından uygun görülen ekin sözcüğü, bu yabancı kökenli kelimelere alternatif olarak önerilmiştir.

Kültürler kavramı
Kültürler, kültür kavramına ilişkin olarak bir sıfat halini ifade etmektedir. Tek başına kullanıldığında kültür, aşağı yukarı insan yaşamının tümünü ifade eder. Kültürler kavramı ise, kültürün oluşum yönüne atıfta bulunmaktadır. İş kültürü, uyuşturucu kültürü, ahlaki, siyasi, akademik ve cinsel kültür terimleri yaşamın ilgi alanlarını, kavramlaştırma, sınırlama, yapılanma ve düzenlenme biçimleri de dahil denetleyen inanç ve adetler için kullanılır. Eşcinsel, gençlik, kitle ve çalışan sınıf kültürü gibi terimler bu grupların toplum içindeki yerlerini ve iç ve dış ilişkilerini yürütme biçimlerini ifade eder. Mesleki branşlaşma ve uzmanlık alanlarına, herhangi bir sektöre yönelik bir atıfla kültür kavramı da yerleşik kullanım halindedir.

Vikipedi