Felsefe Yazıları

Kozmoloji-Kozmos-Evren (Bilim-Felsefe-Dini Anlayışta)

KOZMOS

Yaratılmış olan varlıkların tümü, algı alanımız ve kavrayış gücümüzün erişip ku­şatabildiği düzenli ve uyumlu bir bütün içindeki tüm yaratıklar, atom çekirdeğinden gökcisimlerine (ve en kaba biçimiyle maddeden, en latif düzlemdeki meleğe) varıncaya dek uzayın (ve zamanın, uzay ve zaman Ötesinin) bütünü kozmos olarak adlandırılır. Bu tanım, Batı düşüncesinin çizdiği kozmos şemasından daha kap­sayıcıdır. Gerçekten de, çağdaş düşüncede, düzenli ve uyumlu bir bütün olarak düşünülen, kavranabilen maddeyle dolu uzayın tümü olarak tanımlanmakta; madde ötesi dışta tutulmaktadır.

Günümüzde, kozmosun bu dar çerçeve içinde tutulmasıyla da kalınmamış, kavram ayrıca bir bölümlenmeye uğratılarak ´dünyamız dışındaki doğa bütünlüğü’ biçiminde alınıp bütün yıldızları galaksileri, kümeleri, gazları ve bulutlan içeren, o kadarla kalan bir alanla sınırlandırılmıştır. Dünyamızı da içine alan doğa bütünlüğü ise, Fransızca´da Unİvers, İngilizce´de Universe, Almanca´da Universum ya da Welt/Weltall kelimeleriyle anlatılır olmuştur. Bu adlandırma açısından bir yaklaşımda bulunduğumuzda kozmos´un alışıla geldiği üzere kainat kelimesi yerine âlem sözcüğüyle karşılanması daha uy­gun görünmektedir. Çünkü, Kainat, -yukarıdaki yaklaşım çerçevesinde Univers´in karşılığı olmaktadır. (Yeni Türkçede kullanılan evren kelimesi ise, her iki anlamda da kullanılmaktadır)

Kozmos kavramı çevresindeki bu tutum bilimsel bir zorunluğun sonucu olmaktan çok, ideolojik bir yaklaşımın ürünüdür. Üstün bir varlık olan insanı en geniş kapsamı içinde varlıklarla birlikte irdeleme yönteminin doğurduğu bir kavram olan kozmos, yaratıcının (ve haliyle de insanın) dışlanması temeline oturmuş bulunan Batı´nın pozitivist/rasyonalist kafa yapısının bu doğrultudaki yaklaşımları so­nunda ve böyle bir yaklaşıma elversin diyedir ki, ´dünyamız dışındaki doğa bütünlüğü´ düzlemine oturtulmuş ve öylece tanımlanmıştır.

Bu çerçeve içinde kozmos, sınırları belirlenemeyen bir fiziksel sistem olarak ele alınır. Dolayısıyla maddi düzlemde ne olduğu ve nasıl oluştuğu noktası üzerinde durulur. En yeni teoriye göre, kozmos başlangıçta tek bir bütün halindeydi. Büyük bir patlama olmuş ve bu patlamayla birlikte kozmos oluşmaya başlamıştır. Ni­tekim teoriye göre başlangıçta, kozmos, sıcaklığı arkasında 16 tane sıfır konularak ifade edilen bir (1) sayısının ifade ettiği yükseklikte, proton, nötron, pozitron ve nÖtrino gibi temel parçaaklardan oluşmuş olağanüstü ve sonsuz yoğun bir ortamdır. Madde yoğunluğu yerine eşdeğer enerji yoğunluğunun bulunduğu bu ortamda gerçekleşen büyük patlama üzerine 10 saniye gibi bir zaman içinde sıcaklık dokuz sıfırlı bir rakama inmiş ve temel parçacıklar daha ağır çekirdekler oluşturmak üzere birleşmeğe başlamışlardır.

Bu birkaç dakikalık olay sırasında nötronlar, protonlar tarafından çekilerek, yo­ğunluğu büyük döteryum oluşmuş, ardın­dan bir tepkimeler zinciri başlayarak hid­rojen ve helyum gazları ortaya çıkmıştır. Yüzde 25 helyum, yüzde 75 hidrojen ve az miktarda da döteryum gazından oluşan ve bir yıldız çekirdeğini andıran bu mat yapı, bir milyon yıl boyunca foton yayılımına da elvermeksizin soğumaya yüz tutmuş ve sonuçta sıcaklık 3000°C´a, yoğunluk ise 1000 atom/cm3 ´e düşmüştür. Yoğunluk ve sıcaklıktaki bu düşme sonunda ´ışınım´olayı başlamış; maddenin enerjiye baskın çıkmağa başladığı bu evrede ışınım yoluyla uzaya yayılan madde, kütle çekimi etkisinin kuvvetiyle kümeler oluşturur olmuştur. Yıldız Çağı diye adlandırılan bu süreçte gökadalarının ve yıldızların oluşumu gerçekleşmiştir. Büyük patlama kuramına göre, patlama olayının uzantısı olarak kozmos, halen genişleyen bir yapı belirtmektedir. Ancak, kozmozda bulunan kütle çekim kuvveti bu genişlemeyi yavaşlatmakta ve dengelemektedir. Yoğunlukta da, ısı gibi, zaman içinde düşme­ler sürüp gitmektedir. Şu var ki, yoğunluğun belli bir düzeyde sürüp gitmesi durumunda, kütle çekim etkileşimi sonucu genişleme, bir süre sonra duracak ve kozmosda çöküntü başlayacaktır. Bu açıdan ´yoğunluk´, kurama dayalı olarak oluşturulan senaryolar için büyük bir önem taşımakta ve ´kritik yoğunluk´ sayısına göre değerlendirmeler yapılmaktadır. Ortala­ma yoğunluk ´ kritik nokta* dan büyük olur­sa, çökme; küçük olursa sürekli genişle­me sözkonusudur. Küçük yoğunluk durumunda açık, büyük yoğunluk durumun-daysa kapalı bir özellik kazanan kozmosun (genel izafiyet teorisinde öngördüğü, fotonların madde ortamında uzay-zaman eğrileri üzerine hareket edişi doğrultusunda) salınım yapan bir kozmoz olduğu varsayılır. Yoğunluğa bağlı olarak ya (artış halinde) çökme ya da (azalma durumunda) dağılma sonucuna götüren bu ´Genişleyen Evren Teorisi´nin genel geçer bir açıklama olarak benimsenmesi üzerine ´Durağan Hal´ teorisinin dayandığı ilkelerden biri olan ´evrenin ortalama yoğunluğu değişmezdir´ görüşü terkedilmiştir. Bu teorinin en ilgi çekici yanı, genişleyen kozmosda yoğunluk azaldıkça, sürekli bir biçimde madde yaratılarak yoğunluğun dengelendiği görüşüdür. ´Genişleyen Evren Teorisi´nin kozmosda yaratılmayı devre dışı bırakmasına karşılık, fiziğin temel yasalardan biri olan madde ve enerjisinin korunumunauygun düşmediği gerekçesiy­le terkedilen ´Durağan Hal Teorisi´ de kozmosun başlangıçsız ve sonsuz olması gibi bir sonuca götürmektedir.
//
Bu yolla oluştuğu varsayılan kozmozun, yapılan gözlemlere dayanılarak, bizimki­ne benzeyen galaksilerle dolu olduğu sanılmaktadır. Uzayda yüzlerce, hatta bin­lerce galaksinin oluşturduğu yığınlar bulunmaktadır. Kütle çekim kuvvetleri bu galaksilerin en parlak olanlarını merkezde toplamış, daha sönük olanlarsa yığınla­rın dış bölümlerinde yeralmışlardır. Bu galaksilerden bir bölümü çekirdek, disk, ayla ve sarmal kolları bulunan “sarmal galaksiler”; diğer bölümüyse, elipsoit ya da küre biçiminde topluluklar oluşturan yıldızların oluşturduğu ´eliptik galaksiler´-dir. Ayrıca bu ayrımın dışında kalan ´düzensiz galaksilerdin de varlığı sözkonusu edilmektedir. Bunlara da´bulutsu´ adı verilmektedir. Sarmal bir gökada olan samanyolu, 2 milyon ışık yılı ıızakliğındaki yine sarmal bir galaksi olan Andromeda ve daha 18 kadar galaksi, dünyamızın da içinde bulunduğu ´Yerel Küme´ diye adlandırılan yığını oluştururlar. 2 Milyon ışık yılı genişliğindeki bir bölgeyi kaplayan ´Yerel Küme´nin ötesinde, yığının çapının birkaç katı uzaklıkta diğer galaksi ler bulunur. Uzaya hangi doğrultudan ba­kılırsa basılsın, uzağa gidildikçe sönükle-şen ve gözlemlenmesi güçleşen galaksiler ve bunların içinde yer aldığı yığınlar gözlenir. Daha uzak bölgelerdeyse, ´kuvazar´lar yer alır. Bu yıldızımsı cisimlerden binlercesi belirlenmiştir.

Dünyamızın içinde bulunduğu Samanyolu galaksisi içinde 12 basamaklı sayılarla anlatılan sayıda yıldızın bulunduğu yüz-bin ışık yılı çapındaki bir küre biçimindedir. Güneş, Samanyolu içindeki bu yıldızlardan yalnızca biridir. Çevresindeki gezegenlerle birlikte Güneş Sistemi´ni oluşturur. Günümüzde Güneş´in uydusu dokuz gezegenin varlığı bilinmektedir. Bunlar­dan Merkür ve Venüs, Yeryüzüne göre Güneş´e daha yakın, diğerleri İse, yakınlık sırasıyla Merih, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton olup, daha uzaktırlar. Yer´in güneşten uzaklığı 500 ışık saniye olup, bu uzaklık Astronomi´de ´Gök birimi´ olarak anlatılmakta ve ´AU´ kısaltmasıyla gösterilmektedir. Güneş sisteminin en uzak gezegeni olan Neptün, Güneş´e 40 AU uzaklıktadır ki, bu da yaklaşık 5,5 ışık saati tutmaktadır. Aynı uzaklık Yer ile Güneş arasında 8 ışık dakikası; ay ile yer arasında ise, yalnızca, yaklaşık 1,5 ışık saniyesîdir.

Görüldüğü üzere, kozmos, günümüz bilim anlayışında -artık, yalnızca- bir fiziksel olgu olarak değerlendirilmektedir.´-Dünyamız dışındaki doğa bütünlüğü´ sınırlamasıyla hem ´Kozmos ve Dünya´ dolayısıyla ´Kozmos ve İnsan´ ilişkisi dışlanmakta ve hem de olay bütünüyle ´doğa* perdesiyle perdelenmesi gibi bir eğilim içinde bulunulmaktadır. Başlangıçta astronomi (daha önceleri de astroloji) bili­minin çerçevesi içinde yalnızca bir ´tanımak ve bilmek için araştırma´ konusu yapılan kozmos, pozitivist/rasyonalist anlayışın egemenliğinin ardından fiziksel bir olay olarak irdelenince, (astrolojinin astronomiye dönüşmesi örneği) kozmolografyadan dönüşmeyle oluşan kozmolojinin alam içine sıkışarak kozmogoni, uzay fiziği ve evren kimyası adlı disiplinlerin de yardımıyla ´sıradan bir şey’ durumuna indirgenmiş olmaktadır.

Bu, doğrudan doğruya ´ideolojik’ bir tutum olarak değerlendirilmelidir. Çünkü bu tutumla hem insanın kozmos içindeki yeri gözden kaçırılmakta, hem kozmosla olan ilişkisinin kesilmesine çalışılmakta; hem de bunların doğuracağı sonuç olarak ´yaratıcı´ ve ´yaratılış´ kavramları dışlanmış olmaktadır. Rasyonalizm -Pozitivizm- Materyalizm zincirinin oluşarak insanlığın boynuna dolanma sürecinin he­deflendiği ´Yaratıcısız Kozmos´ ve ´Birbaşına Olan İnsan´ olgularını yapılandırma doğrultusundaki yönelimi güdümleyen ´ideolojik´ tutumunun tutumun gerçekleş­tirdiği bir yaklaşım biçimidir bu.

Başlangıçta, ´ dünya’nın kozmosla olan ´göbek bağı´ kesilmiş, Kopernik eliyle bu ikisi birbirine yabancılaştırılmıştır. ´Dünyanın çevresinde dönen Güneş´ kanısının yerine, ´Güneşin çevresinde dönem Dün­ya´ düşüncesi yerleştirilmekle, Yeryüzü ve dolayısıyla insan, kozmos içindeki seçkin ya da belirgin konumunu yitirerek, ´sıradan´ bir kimliğe indirgenmiştir. Ardın­dan, kozmos ´fiziksel bir bütün´ olarak alı­nınca seçkin konumunu yitirmiş duruma düşürülmüş de bulunsa, zamanın bir yerinde ´kozmik bir açılım´a yönelebilecek olan insana kozmosun kapılan da kapatılmıştır. İnsan, şu uçsuz, bucaksız akıp giden kozmos içindeki sayısız yıldız yığınlarından birinin içinde bulunan bir saman-yolu içindeki sistemlerden bir güneş sisteminin yalnızca bir uydusu olan bir geze­gende, her çeşit bağdan ve İlgiden kopuk, yalnız basma kalakalmıştır. Çevresindeki tüm oluşlar ise, hiçbir gizemi bulunmayan birer fiziksel ve kimyasal olay; belki matematik düzen içinde bîr kendiliğinden akıştır artık. İnsansız bir kozmos, koz-mozsuz bir insan, eşittir, insan olmayan bir insan demektir. İnsanın aslında kozmosa yabancılaşmakla kendi kendine yabancılaşmıştır.

Oysa bu yere gelinmeden önce insan, kozmosla birlikte vardı. Kendi kimliğinin uzantısını kozmosun derinliği içinde araştırarak yakaladığı sırların ışığında tanıma çabası içindeydi. Kozmosa bakış biçimiy­le kimliği de belirleniyor; kozmosu yorumlayışı kişiliğini oluşturuyor ve ona bir dünya-görüşü, bir yaşam anlayışı kazandırıyor, böylece seçkinleşiyor, İnsanlaşıyordu. Kozmos ve insan içice anlam kazanı­yordu. İstisnasız tüm felsefi düşüncelerin ilk adımlarını hep ´kozmos´a yönelik olarak atmış olmaları, kendilerini kurarken ´ilkellerini belirlemek üzere ´kozmos-insan´ ikilisinin ilişkisinden yola çıkmaları bunun göstergesi ve kozmostan soyutlanmış olan günümüz insanının biçareliği de olayın negatifinden belirlenmesinde başlıca tutamaktır.

Bir arayış, insanın kendim ve yaratıcısını, konumunu ve varacağı yeri arayış alanı olan kozmoz, şimdi, yalnızca fiziksel bir sisteme İndirgenmişse, bunun sorumlusu da yine insandır. Arayışı sırasında ba­şına buyruk olmak isteyişi, kendince oluşturduğu ´ilke´leri temel alarak kendi kozmosunu tanımlamaya kalkışması, kendi dışından saydığı kimi aydınlıklara gözlerini kapaması, Allah´ın gönderdiği gerçek­lerle yarışmak istercesine gerçeği kendince araştırmaya kalkışıp, edindiklerini birer ilk ´ilke´ sayarak kozmosu buna göre anlamlandırmaya ve biçimlendirmeğe kalkışması Kopernik-öncesi dönemde kimi sapkınlıklara yol açtığı gibi, sonrasındaki gelişmelerde de bugün karşı karşıya kaldığı büyük felaketlere yol açmıştır. İnşama olayların akışına bakarak yaptığı kendi yo­rumlarını ´kesin gerçek´ sayıp, formülleştirdikten sonra ´değerler alanı´nı buna gö re düzenlemeye çalışma eğilimi, onu başlangıçta kimi ´ilkelerine´ dayalı kozmos ve insan açıklamalarına kavuşturmuş olsa da, sonunda, büyük bir yitiğin kucağına atmıştır. İnsanın, evreni kendince biçimlen­dirip onun üzerinde egemenlik kurma çırpınışının ürünü olarak ortaya çıkan bir yitiktir bu.

Çağın bunalımları içindeki insanın kendini kurtarabilmesi, kendini yeniden konumlandırmasına bağlı görünmektedir. Yaratılışındaki seçkinliğine ve kendisine musahhar kılınmış doğanın bu özelliğine ilişkin bilincine karşın, kozmostaki´halifelik´ sıfatından yoksun bırakılınca, bilincinde olmaksızın da olsa, elinden alınmış bulunan bu meşru egemenlik hakkım başka yoldan ele geçirebilmek için evrenin mut­lak yönlendiricisi, güdücüsü olmak gibi bir yetkiyle donanmanın ihtirasına girmiş; kozmik bağlantılarının kopmuş bulunması dolayısıyla da neyi ele geçirebilirse kâr olduğunu sanacak bir günü birlikliğe tutuklanmıştır. Eğer, kendini yeniden konumlandırırsa, kozmostaki yerini belirleyerek kozmosla yeni bir iletişim içine girebilirse, doğaya yaklaşımı kesinlikle in-sanlaşacak, çevresiyle İlişkileri yeniden düzenegirecek, benliği bunların uzantısıy-la yeniden biçimlenecek ve ´sorumlu bir kullanıcı ve yönetici´ olarak kozmos içindeki tutumunu yeni baştan düzenleyecek­tir. Bunun için, ilkin, çok eski insanların bile farkına varmış bulunduğu gerçeğe, kozmosun kalbinin dünya olduğu, yaratılışın ´insan´ı amaçladığı ve insan için gerçekleşmiş bulunduğu gerçeğine dönüş yapılmalıdır. Kozmolojinin son belirlemele-riyle ulaşılan ´hangi noktasından bakılırsa bakılsın, kozmosun tüm yapısının aynı biçimde görüleceği´ ve ´uzayda kozmosu temsil için seçilecek noktalardan tümü­nün eşdeğer bîr işlev ve özellik içinde bu­lunduğu´ verileri de, herhangi bir yıldız sistemini ya da sistem içindeki herhangi bir gezegeni odak almanın sonuçta bir fark doğurmayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Güneş sistemi diye bilinen sistemin merkezi olarakGüneş de ahnsa, Merkür de alınsa, Dünya da alınsa, değişen hiçbir şey olmayacak, hepsi birbirinin çevresindeki dönüşünü yine sürdürecek, yıllar yine 365/6 gün, mevsimlerin sayısı yine dört, bir gün yine 24 saat olacak ve ay ve güneş tutulmaları, kuyruklu yıldız görüntüleri yine şimdiki gibi sürüp gidecektir. Değişen tek şey birilerinin Güneş Sisteminin merkezi olarak güneşi alıp, onu da dağınık bir uzayda bir yıldız yığınının bir üyesi sayması yerine, bir başkasının Güneş sisteminin merkezine Dünya´yı oturttuktan sonra, bu sistemi Yer Kümesinin merkezinde sayması ve Yer Kümesini de kozmosun odak noktasına oturtması olacaktır. Yani, kozmolojik, astrono­mik, fizik bakımlardan -hesaplamalar da dahil- hiçbir şeyde bir değişme olmayacak, ama insan özkonumuna oturacağı için, Rasyonalist-Pozitivist- Materyalist düşünce sürecinde kendini yitirerek bir çıkmaz içinde bunalıma düşmüşlük sona erecek; sorumluluğunun bilincine varan insanoğlu tüm kozmosla birlikte yaşamım ve kafa yapısını da yeni baştan yorumla­mayla kurarken ayrıca kozmosun derinliğiyle alışveriş içinde bir gönül edinecek, böylece anlam kazanan yepyeni bir yaşam içinde sükûnet ve tatmine kavuşacaktır. Çünkü, yaratıcıyı tanıyacak, yaratılışı algılayacak, yaşamın buradaki geçiciliğini ve bu dünyanın ötesinde de sürüp gideceği kavrayacaktır.

İslam´ın konuya bakışma gelince, Kur´an-ı Kerim´de ´kainat’ sözcüğüne veya eşdeğer bir kavrama rastlamamaktayız. Bu kavramın İslam Literatürüne girişi, müslümanların felsefeyle tanışmalanyla birlikte başlar. Felsefenin yorumlamayla biçimlendirerek kanıtladığı Kozmos´u İslam´ın öğretileriyle düzeltmek, yeniden düzenlemek ve ötekilerin yanlışlarını gösterip, yanılgılarını belirlemek üzere bu kavram gündeme getirilmiştir. Hatırlamak gerekir ki, ´kozmos´, felsefeye de, sıradan bir gökyüzü araştırması, bir merak konusu olarak değil, doğrudan doğruya varlığa ve yaşama bakış, bunları yorumlayış gereksinmesiyle girmiştir. Belirledikleri ilk ilkelerinin ışığında, filozoflar, savlarını geçerli kılmak, tutarlı bir eksene oturtmak için bu ilk ilkeler açısından kozmosa bakmış, öylece yorumlayarak düşüncelerini bütünleştinnenin yollarını aramışlar ve bunun sonucunda da ´Kozmos´gündemin değişmez maddesi, felsefelerin vazgeçilmez öğesi olmuştur.Çünkü her niçin, nasıl, neden´ sorusunun yanıtı ancak bütün içinde aranırsa bulunacak ve bütüne onaylatılrsa geçerlilik kazanacaktır. Bîr bakıma, kozmos, belirlenen ilk ilkelerin irdeleme zemini, doğrulanma ortamı olarak işlev vermiş; böylesine bir İşlevle her gündemde yer almıştır. İlk ilkelerin sistematize edilerek düşünce düzenlerinin kurulabilmesi bir ´fikri kozmos´ oluşturalabilmesiiçin, bir yöntem olarak, kozmos hep ´başvuru çerçevesi´ olarak kullanılmıştır. Diğer düşünce ve inançlar da yine kozmik bir kaynakla ilişkilendirilerek, böylece, herbirinin yaşama geçirilmesi Kur´an-ı Kerim´de ya ´alemler´, ya da ´tüm şeyler´ ifadeleri yer alır. Ya da daha açık bir anlatımla ´yedi gök ve yer ve bunların arasındakiler ve içindekiler´ sözkonusu edilir. Bunun sebebi Kur´an-ı Kerim´in yaklaşımında yaşamı anlamlandırinak, ya da bütünleştirmek için Kozmos ya da benzeri bir kavrama, böyle bir kavramın belirlediği bir ortama ihtiyaç bulunmamış olmasıdır.

Kozmoloji

Evrenbilim (Evren bilimi) veya Kozmoloji bir bütün olarak evreni konu alan bilim dalının ismidir. Kozmoloji sözcüğü türkçeye Yunanca κοσμολογία (cosmologia, κόσμος [kozmos] düzen + λογια [logia] söylev) sözcüğünden türemiştir. Her ne kadar kozmoloji sözcüğü nispeten yakın zamanlı bir sözcük olsa da, evren tarih boyunca bilim, felsefe, ezoterizm ve din gibi farklı disiplinler tarafından araştırma konusu olmuştur. Kozmoloji ise bir sözcük olarak ilk kez 1730 yılında Christian Wolff’un Cosmologia Generalis isimli eserinde kullanılmıştır.

Kozmoloji ile uğraşan bilim adamlarına kozmolog veya evrenbilimci denir. Çağdaş yazında kozmoloji veya evrenbilim ile genelde fiziksel kozmoloji kastedilmektedir. Bu bağlamda, kozmologlar kozmoloji çalışmaların içerisinde astronominin yanı sıra birçok bilim dalını da kullanırlar: biyolojiden matematiğe kadar. Kozmoloji evrenin yapısını, tarihini ve geleceğini inceler. Fiziksel evrenin bir bütün olarak kavranıp anlaşılmasını sağlamak amacıyla, doğa bilimlerini, özellikle gökbilim ve fiziği bir araya getirir.

Farklı dallarda kozmoloji
Yakın zamanda, fiziksel kozmoloji olarak adlandırılan ve evrenin bilimsel gözlem ve deney yoluyla anlaşılmasını konu edinen bağlamda fizik ve astrofizik bilimleri merkezî bir konumdadırlar. Fiziksel kozmoloji, evrenin büyük patlama (big bang) sonrası yaklaşık olarak 13.7 ± 0.2 milyar (109) yıl önce ortaya çıktığını ve evrenin tarihinin başlangıcından sonuna kadar tamamen fizik kanunları tarafından idare edilen düzenli bir süreç olduğunu ortaya koyar.

Felsefî bir açıdan evreni inceleyen metafiziksel kozmoloji ise çok eski bir disiplin olup evrenin, insanın, tanrının ve/veya onların ilişkilerinin doğasını aklî ve ruhânî deneyimler ve/veya gözlemler sonucu açıklamaya, sezgisel çıkarımlar bulmaya çalışır.

Dinî kozmoloji ise fiziksel kozmolojiden ziyade metafiziksel kozmolojiye yakın olan ve evrenin tarihi ve doğasının belirli bir dinî bağlamda incelenmesinden ibarettir. Farklı dinlerin inanç yapıları oldukça farklı olduğu gibi evrene bakış açıları da oldukça farklıdır. Bu sebeple her dinin bir veya daha fazla farklı dinî kozmolojik görüşleri bulunmaktadır. Ayrıca kozmoloji sıklıkla dinlerin ve mitolojilerin var oluş ve gerçeğin doğasına dair görüşlerinde de önemli bir yer edinir. Bazı durumlarda, evrenin yaratılışı (kozmogoni) ve yok edilişi, son buluşu (eskatoloji), dinî bağlamda, insanın evrendeki konumu ve kimliği açısından önemli bir yer işgal etmektedir.

Daha ziyade çağdaş bir ayrışık disiplin de ezoterik kozmolojidir ki bu dinî ve felsefî bağlamdaki kozmoloji anlayışlarına yakın olsa da geleneklerden daha ayrık ve belirli bir dogmatik itikaddan bağımsız, sıklıkla inançtan ziyade özellikle çağdaş entelektüel anlayışa dayanan, ve ruhâniliği sadece biçimlendirici bir kavram olarak gören bir kozmoloji anlayışını tanımlamaktadır.

Tarih boyunca farklı kozmoloji fikirleri

Tarih boyunca kozmoloji dünyanın birçok farklı bölgesinde farklı şekillerde farklı medeniyetlerce keşfedilmiş, çeşitli kozmogoniler, evrenin ortaya çıkışına dair hikâyeler ortaya atılmıştır. Bir antropoloji araştırmasında, kozmoloji incelenen 60’dan fazla farklı kültürde bulunan ortak elementlerden biri olarak geçmiştir. Kozmoloji anlayışı sıklıkla din ile içiçe olmuş, kutsal sayılan dinî metinlerde kendine yer bulmuştur. Bunun sonucu olarak kozmoloji ve kozmogoni topluluk ve hatta birey bağlamında farklı değerlendirmelere yol açmıştır. Farklı dinler arasındaki dinî farklılıklar bu dinlerin ortaya attığı kozmoloji ve kozmogonilerde de görülebilir.

Mezopotamya kozmolojisi

Mezopotamya halklarının kozmolojik görüşleri çağdaş fiziksel kozmolojinin ilk örneklerinden biri, hatta bazı bilim adamlarınca ilk örneği olarak kabul edilir; zira bu kozmoloji anlayışında matematik ve deneysel gözlem önemli bir yer edinmiştir. Özellikle Babilliler matematiksel hesaplamalar ve deneysel gözlemlerle gök cisimlerinin hareketleri konusunda büyük ilerleme katetmişlerdi ve evreni bu şekilde, dönemin ve daha sonraki dönemlerin daha ziyade dinî kozmoloji anlayışlarına oranla, bugünkü standartlara göre daha fiziksel olarak ele almışlardır. Bununla birlikte bu medeniyetlerce geliştirilen kozmoloji teorik bir alt yapı barındırmamaktadır ve bu bazı bilim adamlarının fiziksel kozmolojinin kökenini Antik Yunan olarak görmesine yol açmıştır.

Hindu kozmolojisi

Hindu kozmolojisi tarihte bilinen ilk evren modelini barındırır ve Hinduizmin kutsal Vedik metinlerinden Rig-Veda’da açıklanmıştır. Buna göre evre genişleme ve tamamen yıkıma uğrama arasında gidip gelir. Çok daha yoğun bir formdan (ki bu noktaya Bindu denir) genişlemiştir. Evren canlı bir özdür ve sürekli olarak devam eden bir doğum, ölüm ve yeniden doğum döngüsü içerir.

Vedik metinlerin en eskileri olan Samhitalar oldukça basit bir kozmolojiye yer verir ve bu kozmoloji genelde iki veya üç parçalı bir yapıya sahiptir: (ikili olduğu durumda) gök-arz veya (üçlü olduğu durumda) gök-atmosfer-arz. Bu noktada kozmogoni belirsizdir ve yaratımcılık fikri çok vurgulanmamıştır. Hatta Rig-Veda’da bulunan ve kozmogoniye ilişkin olan bazı ilahilerde evrenden önce hiçbir şeyin, tanrılar dahil, var olmadığından veya var olup olmadığının belirsizliğinden bahsedilir; tanrıların var oluşları ile evrenin var oluşu arasındaki ilişki genel olarak belirsizdir ve birkaç çeşitli kozmogoniler Rig-Veda’da yer alır: 10. kitaptaki 90. ilahi gibi[8]. Ayrıca Rig-Veda’daki kozmoloji ile ilgili şarkılarda rita yani evrensel düzen kavramı bulunur. Bu metinlerden yaklaşık bin yıl sonra yazılmış olan (yaklaşık olarak M.Ö. birinci bin yılda) Upanişadlarda ise bu temel ve basit kozmoloji anlayışı gelişir ve özellikle felsefî olarak da derinleşir. Upanişadik “kozmik yumurta” temeli bundan sonraki dönemde Hindu kozmolojisinin temelini arz eder. Evrensel döngü vurgusu bu kozmolojide büyük bir rol oynar ve sonuç olarak daha önceki metinlerde er alan rita kavramından ziyade mokşa (yani reenkarnasyon döngüsünden kurtuluş) vurgulanır, önem kazanır. Bu kozmolojide bulunan Brahman ve Atman kavramları ve ritanın yanı sıra kişilerin bireysel hayatları bağlamında ele alınan dharma kavramı da kozmolojinin temel taşlarını oluşturur. Ayrıca Upanişadlardaki evren ayrımları da genişler; örneğin yedi parçalı evren anlayışı mevcuttur. Hinduizmdeki kozmoloji Upanişadlardaki gelişiminden sonra da gelişmeye devam etmişse de bu gelişim Upanişadlardakindeki gibi Vedik temelleri terk etmez.

Hindu kozmolojisi aynı zamanda bir kozmografi ve evren tarihi (kozmik tarihçe) de barındırır. Hindu evren tarihinde evren, döngüsel kozmolojiyle uyumlu bir şekilde, altın çağla başlayan ve giderek kötüleşen, bayağılaşan 4 çağdan geçer ve sonunda yok edilir ve tekrar yaratılarak aynı 4 çağı yaşar; bu şekilde bir döngü içerisinde evrenin doğuşu, ölümü ve yeniden doğuşu devam eder. Hindu kozmografisi ise şaraptan denizler, farklı yerleri ayıran geometrik şekildeki sıradağlar gibi öğeler barındıran zengin bir kozmografidir.

Bilim-2/yingyang” 201″ 293″ Çin kozmolojisi

Çin kozmolojisi düzen vurgusu yapan ve ahenk içindeki bir evren modelini kullanan, evren anlayışını yin-yang, 64 hekzagram ve 5 element (Wu Xing: ateş, su, toprak, hava ve metal) üzerinde temellendiren bir kozmolojidir. Çin kozmolojisinin ilk örnekleri MÖ birinci binyılda Shang Hanedanlığı sırasında ortaya çıkmıştır ve oldukça sadedir. Evren cennet ve dünyaya ayrılmış, en baş Tanrı tarafından denetlenirken, evrenin bütünü ile parçaları arasında tam bir ahenk ve ilişki bulunmaktadır. Evrendeki düzenin küçük ölçekte evrenin parçalarında ve insan hayatında bulunması fikri ve cennet-arz ikiciliği daha sonraki gelişimlerde iyice vurgulanır. Çin kozmolojisi özellikle Zhou Hanedanlığı sırasında çok gelişir ve daha sonra kozmolojinin temellerinden olacak yin-yang ikiciliği gibi kavramlar bu dönemde kozmolojiye yerleşirler. Yin-yang ikiciliği farklı formlarda evrenin her yanında ve bir bütün olarak evrende ortaya çıkan önemli bir özelliktir ve birbiriyle çelişen, birbirine zıt olan bir çiftten oluşan bu anlayış zıtlıkların ve zıt olanların temelde birbiriyle yakından ilişkili olduğu ve birbirleriyle var olabildikleri anlayışına dayanır. Çin kozmolojisinin diğer temelleri olan 64 hekzagram ve 5 element de gene bu dönemde Çin kozmolojisindeki yerlerini alırlar. Daha önceki dönemlerde kehanet için kullanılan 64 hekzagram bu dönemde evrendeki değişiklik türleriyle ilişkilendirilerek kozmolojik bir anlam kazanmıştır. Son olarak 5 element evrenin doğası gereği, evrendeki farklı şeylerin birbirlerine doğru değişimi, değişerek farklı şeyler olmalarını simgeleyen bir şekilde kozmolojideki yerini alır. Ayrıca bu dönemde kral da kozmolojideki yerini alır. “Cennetin oğlu” olarak evrensel bir statü ve meşruiyet kazanan kral aynı zamanda bu payesiyle cennet ile arz arasındaki köprü haline gelmiştir. Aynı zamanda kral dünyadaki işlerin evrenin işleyişi ve evrensel ahlâkî unsurlarla uyum içinde olmasından sorumlu olan kişidir. Daha sonraki Han Hanedanlığı döneminde bu kozmoloji anlayışı büyük oranda aynı kalmış fakat bütünleştirilmiş, ve sistematize edilmiştir ve bu açıdan da bu dönem önem taşır. Özellikle Budizm Çin’e gelişi ve yayılışı sebebiyle olumsuz etkilenen Çin kozmolojisi Song Hanedanlığı döneminde tekrar yükselişe geçse de daha sonraları tekrar gözden düşmüş, özellikle Batı’dan gelen yeni bilim ve çağdaş kozmoloji anlayışından olumsuz etkilenmiştir.

Çin kozmolojisi aynı zamanda zengin bir kozmografiye sahiptir. Büyük oranda geometrik vurgular barındıran bu kozmolojiye göre dünya kare, cennet (gök) ise kubbe şeklinde yani daireseldir. İlk kozmolojilerde de bulunan bu kozmografi daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Kare şeklindeki dünyanın tam ortasında Çin’in bulunduğuna, her köşede dağ ve krallıkların bulunduğuna inanılır. Zhou Hanedanlığı döneminde bu kozmografi anlayışı devam etmiş bununla birlikte dünya karesi dokuz parçaya ayrılarak açıklanmıştır. Dokuz sayısı bu dönemde kozmografide vurgulanmış, kozmografinin birçok parçası dokuza bölünmüştür.

Yunan kozmolojisi, Batlamyus ve Orta Çağ
Klasik dönem Yunan filozoflarından Aristo ve Eflatun’un kozmolojileri Yunan kozmolojisi açısından önemli oldukları gibi fiziksel kozmoloji tarihi açısından da önemlidirler zira bunlar daha önceki kozmolojilerin geneline nispeten çağdaş fiziksel kozmolojiye daha yakındırlar. Platon, geometrik bir kozmoloji anlayışı ortaya atmış ve görünüş ile gerçek arasında farklı bağlamlarda da ortaya attığı görüşlerine kozmoloji içerisinde de yer vermiştir. Ona göre ‘görünürdeki’ evren düzensizken ‘görünmeyen, gerçek’ evren ise düzenliydi. Buna göre astronomlar gök cisimlerine dairesel hareketler izafe ederek sadece görüntüyü kurtarmaya, korumaya çabalamaktaydırlar. Her ne kadar Platon’un kozmoloji anlayışı kendi felsefesi bağlamında uygun olsa da, pek tutanamamıştır. Platon’un öğrencisi ve bir diğer önemli Yunan filozofu Aristo ise gök cisimlerini taşıyan ve dönen küreler olduğunu öne sürmüştür. Bu kozmoloji anlayışı genel Yunan kozmoloji anlayışı içinde Orta Çağ boyunca korunmuştur. Aristo bu kürelerin hareketinin kürelerin doğasında olduğunu öne sürmüş ve buradan çeşitli metafiziksel bağıntılar kurmuştur. Orta Çağ’da Aristo’nun eserlerinin diğer klasik Yunan filozoflarınınkilerle birlikte İslam felsefesi aracılığıyla tekrar Batı’ya dönmesi Batı’da bu eserlere olan ilgiyi arttırsa da Aristo’nun evren anlayışının, özellikle de evrenin kadimliği fikrinin, o dönemde Batı’da hakim olan Hıristiyan anlayışla çelişmesi sonucu felsefî tartışmaların yanı sıra kozmolojik tartışmalar da ortaya çıkmıştır.

Yunan kozmolojisini sistematize edense Batlamyus olmuştur. M.S. ikinci yüzyılda yazmış olduğu başlıca eseri Almagest genel kabul görmüş, yüzyıllarca boyunca kullanılmış, kendisinden önce yazılan çoğu eserin nüshaları, artık kullanılmadıkları için, üretilmemiştir. Batlamyus’un evren anlayışı geometriktir, sayısal ve hesap bazlı değil daha ziyade geometriye vurgu yapan bir kozmolojidir ve kürelerden oluşan bir kozmolojidir. Antroposentrik yani insan merkezli olan ve dünyayı evrenin merkezinde ön gören bu kozmoloji anlayışı uzun bir süre kabul görmüştür.

Bilim-2/samanyolu” 221″ 159″ Copernicus, Galileo ve Newton’un keşifleri

16. yüzyılda Leh bilim adamı Mikolaj Kopernik heliosentrik yani Güneş merkezli bir kuram ortaya atmıştır. Copernicus’un bu teorisi İtalyan astronom Galileo’nun yeni keşfedilen teleskop ile yaptığı gözlemlerce doğrulanmıştır. Bu gelişmeler kozmoloji açısından büyük adımlar olduğu kadar genel olarak tarih ve düşünce tarihi açısından da önemli olmuşturlar; daha önce ortaya atılan ‘düzenli’ evren anlayışı yerine oldukça ‘düzensiz’ ve ‘kusurlu’ gözüken bir evren anlayışına bırakmış bu da özellikle dinî bağlamda çeşitli sorunlar yaratmıştır. Daha sonraları Danimarkalı bilim adamı Tycho Brahe’nin yaptığı çeşitli gözlemler sonucu, Alman matematikçi ve astronom Kepler gök cisimlerinin mutlak ve mükemmel dairelerde değil elips benzeri (yani eliptik) orbitlere sahip olduğu ortaya koymuştur. Kepler, gezegenlerin hareketlerine dair ortaya koyduğu yasalarla bazen çağdaş astronomi biliminin babası olarak kabul edilir.

Bununla birlikte dönemin en önemli sorunlarından birisi olan ve gök cisimlerinin hareketlerinin (ve hareketlerinin eliptik şeklinin) sebebini konu alan sorun Newton tarafından çözülmüştür. Newton yer çekimi kuvvetine dair çeşitli sonuçlara varmış, ayrıca matematiksel olarak bu çekim kuvvetinin nasıl gök cisimlerinin eliptik orbitlerde hareket etmesini sağladığını kanıtlamıştır.

Kozmoloji ile ilgili birçok önemli kavram ve terim bu dönemde büyük gelişme ve değişim göstermiş. Dünya merkezli kozmoloji anlayışı sebebiyle o zamana kadar Dünya’nın etrafında dönen gök cisimlerini tanımlayan gezegen terimi, Güneş merkezli kozmoloji anlayışının güç kazanmasıyla artık Güneş etrafında dönen gök cisimlerini tanımlamakta kullanılmaya başlanır. Bu anlayış dolayısıyla Dünya’nın da aslında bir gezegen olduğu sonucunu çıkartmıştır[14]. Güneş Sistemi dışı gezegenlerin varlığı ise, bu dönemin sonunda farklı yazarlar tarafından olası bulunsa ve dile getirilse de, 20. yüzyıla kadar doğrulanamamıştır.

Çağdaş kozmoloji anlayışı ve gelişmeler

Çağdaş kozmoloji ile kastedilen büyük oranda fiziksel kozmolojidir. Matematik ve fizik bilimleri yardımıyla teorilerin ispatı yapılır ve astronomik keşiflerle desteklenir. Evrenin içinde yer alan bütün gök cisimleri, gökadalar, yıldızlar, karadelikler, gezegenler, uydular, bunların oluşumları, birbirleriyle olan ilişkilerinin kuramsal olarak incelenmesi bu bilim dalı içine girer.

Teknolojinin ilerlemesi ve farklı dallardaki bilimsel keşifler ve buluşlar, örneğin Einstein’in görecelik teorisi, son bir-iki yüzyıl içinde fiziksel kozmoloji anlayışının da büyük oranda gelişmesine yol açmıştır. Fiziksel kozmoloji dışında çeşitli ezoterik hareketlerin ortaya attığı ezoterik kozmolojiler de yine bu dönemde ortaya çıkmış ve gelişme kaydetmiştir.

Çağdaş fiziksel kozmoloji teknolojik olanakların sağladığı gelişmiş gözlemlerle birçok keşfe konu olmuştur. Örneğin Harlow Shapley gözlemleri sonucu güneş sisteminin de içinde bulunduğu Samanyolu gökadasının düşünülenden (yaklaşık 10 bin ışık yılı) çok daha büyük (yaklaşık 100 binlerce ışık yılı) bir çapa sahip olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca yine Shapley o zamana kadar yaygın bir görüş olan ve güneş sistemini gökadanın merkezine yakın konumlandıran görüşün yanlış olduğunu ortaya çıkarmış ve güneş sisteminin gökadanın merkezinden oldukça uzakta olduğunu kanıtlamıştır.

Büyük Patlama ve kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonu
Edwin Hubble’ın gözlemleri gökadalar hakkında daha fazla bilgi ortaya çıkarmış ve evrenin genişlediğini kanıtlamıştır. Hubble’nin keşfi, (evren genişledikçe) galaksilerin hızının uzaklıklarıyla birlikte artmasını keşfetmiş olmasına dayanıyordu. Georges Lemaître ise evrenin “kozmik yumurta”dan (nasıl) genişlediğini açıklayan teorik fikirler ortaya atmıştır. Bu teori evrenin kökenini açıklamak için bugün sıklıkla kullanılan büyük patlama teorisinin ilk ortaya çıkışıdır; “büyük patlama” ismi ise ilk kez İngiliz astrofizikçi Fred Hoyle tarafından kullanılmıştır ki kendisi, evrenin kökenine dair büyük patlamadan oldukça farklı (başlangıç noktası olmayan sonsuz) bir evren modeli içeren sabit durum kozmolojisi) savını savunduğu için, bu tabiri biraz da alayla ortaya atmıştır. Hoyle aynı zamanda yıldızların içinde meydana gelen nükleosentezi de tanımlamış olan kişidir. Daha sonraları, evrenin ve evrenle bağıntılı olarak zaman ve üç boyutlu uzayın, büyük bir patlama sonucu ortaya çıktığını öngören, büyük patlama kuramı lehine, kozmik arkaplan radyasyonun gözlenmesi ve kuasarların keşfi gibi, çeşitli gözlemsel kanıtların bulunması sonucu bilim dünyası tarafından bu teori genel kabul görmüştür. Aynı zamanda bu keşifler sabit durum kozmolojisinin de büyük patlama karşısındaki çöküşünü hazırlamıştır. Bu kozmolojide evren uzay ve zamanda değişim göstermiyordu, nitekim isminin “sabit durum kozmolojisi” olması da bu temele dayanmaktadır. Sabit durum kozmolojisi özellikle 20. yüzyılda popülerleşmiş olsa da daha sonra, belirtildiği gibi, yeni keşifler sayesinde büyük patlama kuramı karşısındaki konumunu kaybetmiştir ve büyük patlama genel kabul görmüştür. Bununla birlikte son yıllarda yapılan çeşitli gözlemler ve elde edilen bulgular Büyük Patlama kuramı açısından çeşitli soru ve sorunlara yol açmıştır ki bu soru ve sorunların hepsine 2007 yılı itibariyle bir yanıt getirilememiştir; meselelerin çoğunluğu hâlen yoğun tartışma konusudur. Nitekim fiziksel evrenbilim birçok bilinmeyen alan ve sorun içeren bir daldır; genel olarak kabul gören evrenbilim modelinin (İngilizce özgün adıyla Lambda-Cold Dark Matter veya kısaca ACDM) sahip olduğu 18 parametrenin 17’si bağımsızken bunlardan sadece 13 tanesi gözlemsel bilgi ile uyum arz etmektedir.

Büyük patlama kuramı lehine kabul edilen en önemli gözlemsel kanıtlardan biri 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson tarafından keşfedilmiş[5] olan kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonudur. Aslında kozmik mikrodalga arkaplanı çok daha önceleri, 1948’de, George Gamow ve Ralph Alpher tarafından öngörülmüştür. Sıklıkla CMB (İngilizce ismi olan cosmic microwave background radiationa binaen) olarak kısaltılan kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonu tüm evreni dolduran bir elektromanyetik radyasyon formudur. Kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonu büyük patlama kuramı için çok önemlidir zira bu kuram yapısı gereği bu tip bir fenomeni öngörmektedir. Bu sebeple kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonunun keşfi büyük patlama kuramı lehine çok büyük bir adım oluşturmuştur. Bu radyasyonu incelemek için NASA tarafından yapılan Kozmik Arkaplan Kâşifi, İngilizce özgün adıyla Cosmic Background Explorer veya COBE, bu alanda önemli başarılara imza atmış ve COBE projesinin baş araştırmacıları olan George Smoot ve John Mather 2006 yılında başarılarından ötürü Nobel Fizik Ödülünü kazanmışlardır. Kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonudaki küçük salınımların incelenmesi evrenin doğası, yaşı ve yapısı hakkında önemli bilgiler sağlamaktadır. NASA tarafından 2001 yılında uzaya gönderilen Wilkinson Mikrodalga Anizotropi Sondası, İngilizce özgün ismiyle Wilkinson Microwave Anisotropy Probe veya kısaca WMAP, tarafından sağlanan güncel bilgiler doğrultusunda Büyük Patlama’dan bugüne kadar ki zaman, evrenin yaşı, yaklaşık olarak 13.7 milyar yıldır. Bu sayının hata payı yaklaşık olarak %1’dir ki bu da yaklaşık olara, 13.7 milyar ± 200 milyon yıl sonucunu doğurur. Farklı metodlar sonucu ulaşılan diğer yaş tahminleri ise 11 milyar ile 20 milyar arasında değişse de, birçok tahmin 13-15 milyar yıl aralığında bulunmaktadır.

Çeşitli gelişmeler, savlar, karanlık madde ve karanlık enerji

Bugün evrenin sadece %4’ünün yaydığı elektromanyetik radyasyon tarafından doğrudan gözlemlenebilir olduğu, kalan kısmın %73’ünün karanlık enerji, %23’ününse karanlık maddeden oluştuğu düşünülmektedir. Karanlık madde ve karanlık enerjinin doğası ve özellikle hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Karanlık enerji tüm uzaya yayıldığı ve evrenin genişleme hızını arttırdığı düşünülen, hipotetik (yani savsal) bir enerji formudur. Karanlık madde ise gözlemlenebilmesini olanaklı kılacak kadar elektromanyetik radyasyon yaymayan veya yansıtmayan, fakat gözlemlenebilir cisimlerde oluşturduğu yer çekimsel etkiler yüzünden varlığı savlanan, yapısı bilinmeyen maddedir.

20. yüzyılda ortaya atılmış bir kavram olan karanlık enerjinin ilk benzerleri, terimin ortaya atılmasından oldukça önce ortaya çıkmıştır. Dinamik evren yapısı kanıtlanmadan önce Einstein evrenbilim sabiti (kozmolojik sabit) fikrini yer çekimini karanlık enerji ile dengeleyecek biçimde, statik bir evren modeline ulaşabilmek için önermiştir. Daha sonra dinamik evren modeli kanıtlanınca bu fikirlerden vazgeçilmiştir. 1970’lerde Alan Guth, kavramsal açıdan karanlık enerjiye benzer olarak, negatif bir basınç alanının, evrenin erken devrelerinde kozmik şişmeyi sürdürebileceğini önermiştir. Karanlık enerji terimi ise 1998 yılında Michael Turner tarafından ortaya atılmıştır. Karanlık enerjiyi destekleyen ilk doğrudan kanıt süpernova gözlemlerinden, Riess et al tarafından ortaya çıkarılmış, daha sonra Perlmutter et al tarafından doğrulanmıştır.

Karanlık madde olarak anılan fenomene ve varlığına dair ilk kanıt İsviçreli astrofizikçi Fritz Zwicky tarafından 1933’de tespit edilmiştir. Karanlık maddeye ilişkin kanıtların birçoğu gökadaların incelenmesi sonucu elde edilmiştir. Galaktik rotasyon eğrileri (gökada dönüş eğrileri), eliptik gökadaların hız dağılımları, gökada kümelerindeki kayıp madde gibi birçok konu karanlık maddenin varlığını destekleyecek kanıtlar sunmuştur.

1997’de bazı bilim adamları evrenin olası farklı süreçlerini özetleyen, dört süreçlik bir plan ortaya atmışlardır. Buna göre evren yaklaşık olarak bir katrilyon ((1.000.000.000.000.000 = 1015)) yıl sonra yıldızların sönmüş ve sadece beyaz, kırmızı veya kahverengi cüceler ile nötron yıldızları şeklinde var olacağı bir sürece girecektir. Bu süreç sonrası, büyük yıldızların kara deliklere dönüşmesiyle, bir kara delik süreci (veya dönemi) başlayacaktır ki bu süreçte evrendeki cisimleri yutmuş olacak, zamanla kendileri de yok olacaklardır. İlgili araştırmaya göre bu sürecin şu ana oranla yaklaşık olarak yüz trilyon trilyon trilyon yıl sonra ortaya çıkması beklenmektedir. Son süreç ise evrende hiçbir maddenin bulunmadığı bir süreçtir ve Kara(nlık) Dönem olarak anılmıştır.

Dinî kozmoloji açısından, İbrahimi Dinlerin çeşitli mensupları evrenin başlangıcı için büyük patlama teorisinin dinî kozmoloji anlayışı ile çatışmadığına dair açıklamalarda bulunmuşlardır

Vikipedi

İlgili Makaleler