Sosyoloji

Korku Sineması Ansiklopedisi

Korku
Sineması Ansiklopedisi

60’lardan
Günümüze

Korku sineması kadar popülaritesini her
dönem koruyan ve izleyicinin ilgisini sürekli ayakta tutan bir film türü yok gibidir.

Diğer türlerin aksine zengin bir alt tür
menüsüne sahip olan korku her on yılda bir farklı ürünlerle kendini yenilemiştir.

Sessiz sinema döneminin dışavurumcu şaheserleri
(Nosferatu, Dr. Caligari’nin Muayenehanesi), 30’ların Universal filmleri
(Drakula, Frankenstein…), 40’ların RKO logolu psikolojik korkuları (Kedi
İnsanlar, 7. Kurban), 50’lerin bilim kurgusal gerilimleri (Ceset Yiyenlerin İstilası,
Onlar), Hammer yapımevinin klasikleri (Frankenstein’ın Laneti, Drakula),
60’ların “Psycho” (Sapık), “Night of the Living Dead” (Yaşayan Ölülerin Gecesi)
ve “Rosemary’s Baby”leri (Rosemary’nin Bebeği), 70’lerin “The Exorcist”
(Şeytan), “The Texas Chainsaw Massacre” (Teksas Elektirikli Testere Katliamı),
“Suspiria”ları; 80’lerin şok edici gore ürünleri, gençlik düşmanı slasher’ları
ve dönemin diğer zombili, psikopatlı, şeytanlı, filmleri ilham verici
özelliklerini bugün de korumaktadır.

…türün kaderini William Friedkin’in “The
Exorcist”i (1973) değiştirmiştir.

KORKU
SİNEMASININ TARİHÇESİ

…korku türünün ilk esin kaynakları (…) gotik
romanlardır.

1896 yılında Georges Méliès sadece 2 dakika
süren bir film çeker. “Le manoir du diable” (Şeytanın Şatosu) adlı bu film bir
vampir yarasanın şeytana dönüşmesini konu almaktadır ve sinema tarihçilerinin
bir kısmına göre ilk korku örneği olarak kabul görmüştür.

Murnau (1881-1931) bütün zamanların en iyi
vampir filmlerinden “Nosferatu, eine Symphonie des Grauens”la (Nosferatu,
Dehşetin Senfonisi- 1922) adını korku sineması tarihine altın harflerle yazdırmıştır.
Murnau, gölgemsi figürlerle ürpertici bir atmosfer yakalar; mekânlar
otantiktir, görüntüler zamanının çok ötesindedir.

30’larda sesli sinemaya geçişle birlikte Avrupa’da
sular durgunlaşırken Nazi rejiminin baskısıyla pek çok yetenekli yönetmen,
oyuncu ve kameraman ABD’ye göç etmiştir. Universal yapımı korku filmlerinin
başlangıcı tam da bu yıllara denk düşer.

“Dracula” (1931) Universal’in ilk iddialı
korku projesidir.

Boris Karloff’un oynadığı “Frankenstein”
yine bu yıllarda çekilir.

40’larda savaşın dehşetini yaşayan sinema
dünyası korkuya daha mesafeli bir duruş sergilemiştir. Bu dönemde RKO firmasının
filmleri dikkat çeker.

Mark Robson’un ilk filmi “The Seventh
Victim”(Yedinci Kurban, 1943) korku klasikleri “Rosemary’s Baby” (şeytana
tapınanlar) ve “Psycho”nun (duş sahnesi) öncülüdür. Ayrıca, cinsel eğilimlerin
sadece ima edildiği o yıllarda lezbiyen altmetniyle dikkat çekmiştir.

İlk hayaletli ev filmi “The Uninvited” Paramount
Pictures tarafından bu dönemde çekildi.

50’li yıllar soğuk savaşın paranoya
atmosferinde geçer.

Hitchcock’un ilk korku filmi olan “Psycho”
(Sapık-1960) slasher ve psycho thriller olarak adlandırılan alt türlerin öncülüdür;
defalarca taklit edilmiştir.

Daha kötümser bir film olan “The Birds”
(Kuşlar), 70’lerde popüler olacak saldırgan hayvan temalı alt türün rehberidir.

Polanski’nin şeytanlı filmlerin yolunu açan
“Rosemary’s Baby” (1968) bu yıllarda çekilen bir diğer kilometre taşı filmdir.

George A. Romero’nun çığır açan “Night of
the Living Dead”i (Yaşayan Ölülerin Gecesi, 1968) sahte bilimsel
referanslarıyla 50’lerin bilim kurgu korkularını temel alan bu mini bütçeli
film görülmemiş bir gişe hasılatı elde etmiştir.

Bu dönemde Japonya’da Kaneto Shindo ülkenin
iç savaşlar yaşadığı Orta Çağ yıllarında geçen erotizm yüklü doğaüstü bir drama
(Onibaba, Çukur, 1964), Masaki Kobayashi ise hayalet ziyaretleri anlatan 4
bölümlü bir dönem filmi (Kwaidan, Hayalet Hikâyesi, 1964) yönetmiştir.

Georges Franju (1912-1990) tarafından
çekilen “Les yeux sans visage”la (Yüzü Olmayan Gözler, 1960) yeni bir alt türün
(manyak cerrahlar) doğuşuna vesile oldu.

“Village of the Damned” (Lanetli Kasaba,
1960) şeytani çocuk izlekli filmlerin ilk yetkin örneğidir; küçük bir İngiliz
kasabasında aynı gün dünyaya gelen, birbirlerine su damlası gibi benzeyen üstün
zekâlı çocukların hain planlarını konu alır.

Korku sineması 70’lerde altın çağını yaşamıştır.

70’lerin ilk bombası “The Exorcist” (Şeytan,
1973) William Friedkin’in usta işi anlatımıyla beyazperdeye taşınmıştır.

“The Omen” (Kehanet, 1976) 70’lerin ikinci
popüler şeytanlı filmidir; konusu, evlatlık aldığı çocuğun kıyamet habercisi
bir iblis olduğunu fark eden aileden zengin bir büyükelçinin çevresinde
şekillenir.

“Alien” (Yaratık, 1979) 50’lerin paranoya
eksenli bilim kurgu-korkularıyla benzeşir; sanat yönetimi ve özel efektleri
eşsizdir.

Steven Spielberg’in yönettiği “Jaws”
(Denizin Dişleri, 1975) saldırgan hayvan izlekli filmlerin en ünlüsüdür

Tobe Hooper’ın nekrofil seri katil Ed
Gein’ın cinayetlerinden esinlenerek hayata geçirdiği “The Texas Chain Saw
Massacre” (Teksas Elektrikli Testere Katliamı, 1974) gösterildiği dönemde tam
bir şok yaratmıştır.

Brian De Palma’nın ilk korku filmi
“Sisters” (Kızkardeşler) kanlı bir “Arka Pencere-Sapık” çeşitlemesidir (hemen
her filminde Hitchcock referansları göze çarpar).

Wes Craven ucuz vahşet gösterileri sunan
istismar ürünleri “Last House on the Left” (Soldaki Son Ev, 1972) ve “The Hills
Have Eyes” ile (Tepenin Gözleri, 1977) dikkat çekmiş, Sharon Stone ve Johnny Depp’i
sinemaya kazandırmıştır.

“Halloween” (1978) John Carpenter’ı
korkunun önemli isimlerinden biri yapmıştır.

David Lynch büyüleyici “Eraserhead”le
(Silgi Kafa, 1977) geleneksellik karşıtı tavrının ilk sinyallerini vermiştir;
tek odalı izbe evinde yeni doğmuş deforme bebeğiyle yaşayan bir adamın tuhaf
bir fantezi dünyasına sürüklenmesini anlatır; filmde tek bir normal karaktere
rastlamak olası değildir.

David Cronenberg “Shivers” (Parazit
Katiller, 1975) ve “Rabid”le (Kuduz, 1977) bedensel korku diye anılan yeni bir
alt türün mimarı olmuştur.

Dario Argento’nun filmleri “Profondo rosso”
(Derin Kırmızı, 1975) ve “Suspiria”da (1977) şiddet çok daha yoğun ve abartılıdır;
büyücülerin hüküm sürdüğü bir bale okulunda geçen “Suspiria” bütün zamanların
en popüler Avrupa korkusudur; renk ve müziğin aşırı kullanımıyla görsel-işitsel
bir ziyafet sunar izleyenlere; cinayet sahneleri absürd ve vahşidir…

80’lerde vahşet dalga dalga yayılmış ve
beyazperdeler kana bulanmıştır.

“The Evil Dead” (Şeytanın Ölüsü, 1981)
dönemin simge filmlerinden biridir.

“Friday the 13th” (13. Cuma, 1980), yoz
gençler bilinmeyen katiller tarafından kesici aletlerle katledilir.

…cinayete kurban giden bir çocuğun
hayaletiyle karşılaşan dul bir bestecinin hikâyesini anlatan “The Changeling”
(Dehşet, 1980) 80’lerin ve bütün zamanların en iyi Kanada korkularından
biridir.

“The Fog” (Sis, 1980) Carpenter’ın ilk
doğaüstü korkusudur; yeni çevrim “The Thing”de (Şey, 1982) müthiş makyaj
efektleriyle gövde gösterisi yapmıştır.

Wes Craven “A Nightmare on Elm Street”de
(Elm Sokağında Kâbus, 1984) korku sinemasının en belalı karakterlerinden Freddy
Krueger’le tanıştırır izleyiciyi.

Michael Mann 80’lerde çarpıcı görsellikleri
ve şahane elektronik müzikleriyle baş döndüren iki korku-gerilim yönetmiştir: “The
Keep” (1983) ve “Manhunter” (1986). Dahi seri katil Hannibal Lecter’ın ilk kez
huzurlara çıktığı “Manhunter”da emekli bir FBI ajanı çocuklu aileleri katleden bir
manyağın izini sürer…

Tobe Hooper 80’lerin başlarında ilk stüdyo
filmi “Poltergeist”la (Kötü Ruh, 1982) iddialı bir şekilde piyasaya çıkmıştır

Stanley Kubrick’in “The Shining” (Cinnet,
1980) adlı filmi kış boyunca kapalı kalan lüks bir dağ otelinin bakıcılığını
alan alkolik bir yazarın deliliğe sürüklenişini anlatır; romanındaki doğaüstü
motiflerin Kubrick tarafından bertaraf edildiğini düşünen Stephen King filmi
sevmemiştir ama “The Shining” kısa zamanda korku sinemasının unutulmazları arasındaki
yerini almıştır.

Clive Barker’ın sado-mazo fantezilerle
süslediği “Hellraiser” (1987), “Alien” taklidi “Xtro” (1983), “Gothic” (1986)
ve “Paperhouse” (1988) adlı filmleri dönemin ses getiren İngiliz yapımlarıdır.

80’lerde İtalyan piyasa yönetmenleri çılgın
gore filmleri üretmişlerdir; Lucio Fulci kan ve vahşet sattığı filmleriyle
80’lerin parlayan yıldızıdır

İtalyan korku sinemasının 80’lerdeki en
sabıkalı filmi “Cannibal Holocaust”dur (1980). Filmin yönetmeni Ruggero Deodato
gerçek cinayetlere yer verdiği sanısıyla ülkesinde hâkim önüne bile çıkmıştır.

90’lar.

“The Silence of the Lambs” B sineması kökenli
Jonathan Demme’nin ilk korku filmidir. Film 5 dalda Oscar kazanarak korku
sinemasının prestijini yükseltmiştir.

“Bram Stoker’s Dracula” (1992) ve “Mary
Shelley’s Frankenstein” (1994) ihtişamlı setleri ve yıldız oyuncularıyla klasik
korkuların izini sürmüşlerdir.

Hideo Nakata’nın “Ringu”su (1998) tüm
zamanların en popüler Japon korkularından biridir; seyredenlerin 7 gün içinde
ölümlerine neden olan bir video kasetin esrarını araştıran bir kadın
gazetecinin hikâyesini anlatır. Aşırılıkların yönetmeni olarak nam salan
Takashi Miike’nin “Odishon”u (Ölüm Provası, 1999) finaldeki dayanılmaz ayak
kesme sahnesiyle hafızalara kazınmıştır.

Daniel Myrick ve Eduardo Sánchez’in
yönettiği “The Blair Witch Project” bulunmuş film materyali konulu, belgesel
havası verilmiş (mockumentary) filmlerin moda olmasını sağlamıştır.

“Scream” (1996), “The Sixth Sense” (1999), “The
Witches” (1990), “Misery” (1990), “Seven” (1995), “The Bone Collector” (1999)
ve “Lost Highway” (1997) 90’lı yılların diğer önemli korku filmleridir.

2000’ler

David Lynch enigmatik ve kasvetli başyapıtı
“Mulholland Drive”da (Mulholland Çıkmazı, 2001) izleyenleri yine çetrefili bir
düş âleminin içine sokmuştur

“Final Destination” (2000), yaşamları
tehlikeye giren seksi genç kızların, yakışıklı erkeklerin serüvenleri
işlenmiştir.

Kurbanlarına terk edilmiş mekânlarda
ölümcül tuzaklar kuran zekâ küpü bir psikopatla ilgili olan “Saw” (Testere,
2004) ve kötücül bir ruhun musallat olduğu bir çiftin hikâyesini anlatan
“Paranormal Activity” (Paranormal Faaliyetler, 2004) “Final Destination” gibi
kârlı bir seriye dönüşmüştür

Eli Roth, uçkuruna düşkün 3 gencin
Slovakya’da dehşet verici bir organizasyonun tuzağına düştüğü “Hostel”de (2005)
kan ve sadizm meraklılarının ekmeğine yağ sürmüştür.

Şeytanlı, şeytan çıkarmalı ve ruh zapt
edilmeli filmler 2000’lerde yeniden moda olmuştur. Post apokaliptik zombi
salgını (“Resident Evil”, “Underworld” ve “World War Z” gibi) bu dönemin bir
başka modasıdır.

Richard Gere’lı “The Mothman Prophecies” (2002)
karısı öldükten sonra kendini açıklanamaz paranormal olayların içinde bulan bir
Washington Post muhabirinin hikâyesini anlatır.

“The Others” (2001) 2000’lere damgasını
vurmuştur; neredeyse tüm karakterleri ölülerden oluşmaktadır; Alejandro
Amenábar yönetmiş, Nicole Kidman ışığa duyarlı çocuklarıyla dev bir malikânede
yaşayan dindar bir kadını oynamıştır; eve, geçmişten gelen gizemli ziyaretçileri
almasıyla ailesiyle ilgili korkunç bir keşifte bulunacaktır.

Takashi Shimizu, kötücül ruhlara ev
sahipliği yapan lanetli bir evde geçen “Juon” (2002) serisiyle meşhur olmuştur.

Kiyoshi Kurosawa “Kairo”yla (2001) ruhlar
âlemini modern teknolojinin karmaşasıyla bağdaştırmıştır; bir web sitesi
aracılığıyla ölülerle iletişime geçen bir grup gencin yaşadığı doğaüstü
deneyimleri konu edinen filmin Amerikan (Pulse-2006) ve Türk (D@bbe-2006) versiyonları
yapılmıştır.

Kim jee-woon’un doğaüstü dokunuşlu aile trajedisi
“Janghwa, Hongryeon”u (2003) ve şiddetin tavan yaptığı seri katil filmi
“Akmareul Boatda”sı (2010) etkileyicidir.

“Oldeuboi”yle (2003) kültleşen Park
Chan-wook alışılmışın dışında bir vampir filmi (Bakjwi, 2009) yönetmiştir.
Joon-ho bong’un “Gwoemul”u (2006) Seul şehrini birbirine katan bir deniz
canavarıyla ilgilidir; son yılların ses getiren Güney Kore korkularından biri
olmuştur.

İngiliz korku sinemacıları 2000’lere
fırtına gibi girmişlerdir; Danny Boyle’un çıldırtan virüslü distopyası “28 Days
Later” (2002) bu furyada ortaya çıkmıştır.

Balagueró-Plaza ikilisinin ortak yönettiği “Rec”
(2007) en popüler İspanyol korkularından biridir.

Guillermo del Toro’nun İspanya İç Savaşı’nı
fon alan “El espinazo del diablo” (2001) ve “El laberinto del fauno”su (2006),
Juan Antonio Bayona’nın “El orfanato”su (2007) ödüllere boğulmuştur.

Günümüzde hem kitlesel ürünlerle, hem de
bağımsızların katkılarıyla varoluşunu sürdüren korku sineması yaratıcılık krizi
yaşamaktadır; konu sıkıntısından nereye saldıracaklarını bilemeyen Hollywood stüdyolarının
en büyük silahı yeni çevrimler (remake), devam filmleri (sequel), öncesini
anlatan filmler (prequel) ve çizgi roman uyarlamalarıdır.



Tuğrul Sezer

Cinius Yayınları

Mayıs 2015

İlgili Makaleler