Din ve Toplum

Klasik Tabakalaşma Teorileri

Klasik Tabakalaşma Teorileri

Bu anlamda, sosyoloji geleneğinde, toplumsal tabakalaşma ve farklılaşmayı ilk in­celeyen ve toplumsal yapı içindeki eşitsizliklere ve farklılaşmalara ilk dikkat çeken iki önemli sosyal bilimci Karl Marx ile Max Weber olmuştur. Marx ile Weber’in ço­ğunlukla birbirleriyle çelişen sosyal tabakalaşma tezleri, bütün toplumlarda var ol­duğuna inanılan toplumsal tabakalaşmaların incelenmesi için bir başlangıç oluştu­rur. Klasik sosyolojinin ana akım kavramlarını ve düşüncelerini yansıtan bu iki is­min toplumsal tabakalaşma teorileri, bir yandan bu teorilerin Batı dışındaki top­lumlara da uygulanmasıyla ve diğer yandan da toplumda zamanla yaşanan deği­şim ve dönüşümlerle birlikte, yeni toplumsal tabakalaşma görüşlerinin ve ekolleri­nin oluşmasına yol açmıştır. Böylece bir yandan çatışmacı ve diğer yandan da iş- levselci veya uzlaşmacı bir toplumsal tabakalaşma teorileri ortaya çıkmıştır veya bu iki yaklaşımı harmanlayan görüşler ileri sürülmüştür.

Çatışmacı toplumsal tabakalaşma teorilerinin temeli, Karl Marx’ın toplumu eko­nomik ilişkiler biçiminde kavrayarak toplumda çıkarları ve amaçları birbirleriyle çelişen ve çatışan sınıflar bulmasına kadar geri götürülebilir. Özellikle Batılı top­lumları analiz ederken toplumsal tabakalaşma teorileri konusunda katkıları azım- sanmayacak derecede önemli olan Marx, bir toplumsal yapıyı üretim ve mübade­le ilişkileri olarak çözümler. Bir toplumda üretim ilişkilerinin niteliği o toplumun yapısını belirlediği gibi, toplumsal tabakalaşmayı oluşturan yapısal farklılaşmaları da belirler. Üretim ilişkilerinin tarıma dayalı olduğu ve köylünün bir takım imtiyaz­lı zümrelerin topraklarını işleyerek geçimlerini sağladığı ve toplumsal yapının da bu üretim ilişkisine göre belirlendiği bir toplumsal yapı, feodalizm olarak tanımla­nırken; üretim araçlarının belirli zümrelerinin elinde olduğu, üretim araçlarına sa­hip olmayanların da emeklerini kullanarak geçimlerini sağladığı sanayileşmiş bir toplumsal yapı da kapitalist bir toplumsal yapı olarak tanımlanır. Feodalizmde top­lumsal tabakalaşma köylüler ile imtiyazlı kesimler arasındaki çatışmacı nitelikler­den oluşurken kapitalizmde ise emek gücünü kullanan işçiler ile üretim araçlarına sahip olan burjuva arasında bir toplumsal tabakalaşma gerçekleşir. Marx, bu ke­simleri tarif ederken onların bir “sınıf” oluşturduğunu; her bir “sınıf’ın amaç ve çı­karlarının birbirleriyle çeliştiğini ve çatıştığını iddia eder. Emek gücünü kullanan “sınıf” ile üretim araçlarına sahip olan “sınıf” arasındaki eşitsiz ilişkilerde birinci ke­sim giderek yoksullaşırken diğer kesim ise giderek zenginleşerek toplumsal yapı­nın sarsılmasına yol açacak niteliklere bürünürler.

Marx’ın toplumdaki eşitsizlikleri ve farklılaşmaları çözümlerken kullandığı bu yöntemde toplumsal yapının diğer unsurlarını oluşturan idari, hukuki, dinî örgüt­lenmeler ile toplumsal yapının normatif boyutlarını oluşturan diğer kültürel ya da ahlaki unsurlar da üretim ilişkileri temelinde bir hüviyet kazanırlar. Dolayısıyla, sa­dece üretim ilişkileri değil toplumsal yapının bütünü, sınıf temelli toplumsal taba­kalaşmanın doğurduğu ilişkiler temelinde bir sınıfın aleyhine, sömürülmesi ve di­ğer sınıfın lehine, sömürmesi biçiminde şekillenir. Ancak Marx’ın toplumsal taba­kalaşmaya temel oluşturan çatışmacı sınıf düşüncesinin farklı boyutları da vardır. Örneğin Marx’ın bu konuda yazdıklarından bir toplumsal yapıda sadece iki ve bir­birleriyle çatışan sınıftan değil, bu sınıflardan herhangi birisinin kategorisine sokul- sa da onlardan farklı özellikler sergileyen farklı sınıf davranışlarından bahsetmek mümkün görünmektedir. Örneğin, üretim araçlarına sahip olamasa da tam anla­mıyla emek gücünü de kullanmak zorunda kalmayan bir toplumsal katman olarak “küçük burjuvazi”den veya “orta sınıf’tan da söz edilebilmektedir. Aynı şekilde bir sınıfın kendi sınıf niteliğini kazanması için sınıfının bilincinde olması da önemlidir. Ancak Marx’ın toplumsal tabakalaşma teorisinin en önemli ayaklarından birisini, toplumsal yapıdaki sınıfsal temelli farklılaşmasının, toplumun iç çelişkilerini artıra­cağı ve dolayısıyla bu çelişkiler dolayısıyla eşitsiz bir toplumdan eşitlikçi bir toplu­ma doğru bir geçişin yaşanacağı düşüncesi oluşturur. Toplumsal eşitsizliklerle mü­cadele etme ve topluma daha eşitlikçi bir amaçla müdahale etme geleneği, Marx’ın toplumdaki bu iç çelişkileri gidereceği varsayılan “devrimci” yönteminden doğar. Dolayısıyla Marx’ın toplumsal tabakalaşma teorisi, bir yandan toplumsal yapı çö­zümlemesini içerirken diğer yandan da toplumsal değişme teorisi de sunar.

Marx’tan bir çok açıdan etkilendiği söylenebilen ancak teorilerini tamamıyla ondan farklı şekilde oluşturan Max Weber ise bir toplumsal yapıdaki ekonomik ilişkilerin önemini reddetmemekle birlikte, toplumsal tabakalaşmayı oluşturan un­surların ekonomik ilişkiler dışındaki ilişkilerle de biçimlendiğini öne sürer. Ancak Weber, toplumsal yapıda birbirlerinden farklılaşan ve eşitsizlik temelinde oluşan “sınıflar”ın varlığını kabul eder. Ne var ki Weber’e göre “sınıflar”, Marx’taki gibi ça­tışmacı bir temelde değil, aynı ekonomik karakteristikleri taşıyan toplumsal grup­lar olarak tanımlanır.

Weber’in Marxist anlayıştan ayrıştığı en önemli nokta, sadece “smıf’ı farklı ve çatışmacı olmayan bir şekilde tanımlaması değil, bu tanımlamayı genişletirken top­lumsal tabakalaşmanın alanını da yaymasıdır. Örneğin Weber’in toplumsal tabaka­laşmayı ve toplum içindeki eşitsizlikleri çözümlerken ana ilgisi, iktidarın ve hâki­miyet ilişkilerinin örgütlenme biçimlerini göstermektir. Bu ilişkileri incelerken sınıf temelli veya ekonomik temelli eşitsizliklerin rolünü de gösterir ve iktidar ve hâki­miyet ilişkilerinin maddi kaynakların eşitsiz dağılımı olduğunu belirtir. Bu sınıf hâ­kimiyetidir. Ancak Weber, bundan başka iki ayrı iktidar tarzı daha tanımlar. Bun­lardan birincisi, kişinin toplumsal konumundan kaynaklanan eşitsiz ilişkilerdir. Bu sosyal statünün veya saygının beraberinde getirdiği bir ilişkidir ve buna da toplum­sal iktidar adı verilir. Bu hâkimiyet tarzında, ekonomik olarak imtiyazlı olan kişi­ler, kendilerinden daha alt bir sınıftan kişilerin toplumsal statüleri yüksekse onun toplumsal hâkimiyetine tabi hâle gelebilirler. Dolayısıyla statü grupları da toplum­sal tabakalaşmanın bir unsuru olarak kabul edilmelidir. İkincisi ise yasal iktidarı elinde bulunduranların veya onları etkileme gücü ve nüfuzu bulunanların oluştur­duğu siyasal hâkimiyettir. Bu hâkimiyet tarzı da toplumsal tabakalaşma ve farklı­laşma oluşturur çünkü toplum içindeki çeşitli gruplar ya da örgütlenmeler, yasal hâkimiyet oluşturan kesimleri etkilemek için bir “parti” (veya “zümre” grubu) ola­rak ortaya çıkabilmektedirler.

Dolayısıyla Weber için analitik olarak toplumsal tabakalaşmayı belirleyen üç ayrı grup vardır. Bunlardan birincisi, Marx’taki gibi ekonomik temelli gruplaşmala­rı belirleyen, ancak Marx’takinin aksine çatışmacı bir temelde tanımlanmayan, ki­şinin gelir elde etmek için sahip olduğu mal ve hizmetlerden toplum içindeki ya­rarlanma derecesini belirleyen “sınıf’tır. İkincisi, kişinin toplum içindeki saygınlık derecesini sağlayan, bu yolla da kendisine bir hayat tarzı ve tüketim kalıpları su­nan “statü”dür. Örneğin meslek grupları bir statü oluşturabilir veya soylu ya da köklü ailelerin fertleri, toplumsal sınıflarına bakılmaksızın toplum içinde, ekono­mik olarak imtiyazlı kimselerden daha fazla saygı görebilir. Son olarak da daha çok ortak kökenleri, amaçları ya da çıkarları olan grupların ekonomik veya statü dışı nedenlerle biraya gelerek oluşturdukları siyasal örgütlenme anlamındaki “parti” (veya “zümre”) gruplarıdır. Burada “parti”, siyasal partilerden çok belirli bir ama­cın ya da birlikteliğin oluşturduğu kümeleri içerir. “Parti (Weber’in Almancada kul­landığı “stand” ifadesinin başka bir anlamı olan “zümre”) dinî birliktelikleri de içe­rebilir. Örneğin, bir Protestan ya da Katolik, içinde bulunduğu sınıfına veya top­lumsal statüsüne bakmadan, sadece kendi dininden olduğu için bir Protestan ve­ya Katolik oluşum içinde yer alabilir.

Max ve Weber ile klasik bir tanıma kavuşan toplumsal tabakalaşma daha son­ra toplumsal yapının farklı kavranması ve toplumda yaşanan değişim ve dönüşüm­lerle ortaya çıkan yeni durumların anlamlandırılması açısından yeni tanımlara ka- vuşsa da Marx ve Weber’de anlam bulan çatışmacı ve işlevselci (veya uzlaşmacı) görüşlerin bir yansıması olarak kalmış; kimi zamanda bu iki yaklaşımın bir sente­zi biçimini almıştır.

Her ne kadar klasik toplumsal tabakalaşma teorileri arasında değerlendirilmese de burada Emile Durkheim’in toplumsal iş bölümü yaklaşımından söz etmek ye­rinde olacaktır. Durkheim, klasik sosyolojinin Marx ve Weber ile birlikte üçüncü büyük ismi olmasına ve toplumsal yapı konusunda belirli bir görüş ortaya koyma­sına rağmen, toplumsal değişme ve en önemlisi de toplumsal tabakalaşma konu­suyla doğrudan ilgili bir tez ileri sürmemiştir. Ne var ki onun toplumsal iş bölümü konusundaki yaklaşımı, konumuzla bir anlamda alakalı bazı unsurlar içerir.

Durkheim için toplum ve toplumsal yapı, akılcı bir şekilde kavranılabilen bir ahlaki normlar manzumesidir. Bu yapıya anlam veren husus; toplumun, dinî yapı­ların etkisinden kurtulduğu modern dünyada, topluma neredeyse kendince dinî bir hüviyet kazandıran ve kutsal bir rol veren bir şekilde yapılanmasıdır. Toplum­sal yapı, kendisini bir arada tutan değerlerin ve unsurların ortadan kalktığı modern bir ortamda, kendi kutsalını kendi içinde oluşturarak bir kaynaşma ve kendi için­de bir iş bölümü oluşturarak hayatiyetini sürdürür.

Durkheim’in toplumsal yapısında da elbette toplumsal eşitsizlikler, adaletsizlik­ler ve farklılaşmalar vardır. Ne var ki bunlar ne Marx’ta olduğu gibi çatışmacı bir biçimde şekillenir ve ne de Weber’de olduğu gibi toplum içindeki zümrelerin, sta­tülerin ve rollerin işlevsel veya uzlaşmacı bir şekilde kavranılmasından oluşur. Durkheim’de bizatihi belirli normlar ve ahlaki manzumeler etrafında şekillenen toplum fikri, bunların hepsini de aşar.

Öncelikle din, Durkheim için toplumu kavramanın önemli bir aracıdır. Ancak onun görüşünde din, iman, inanç, akide ve hatta Tanrı ile alakalı bir bağ gibi di­nin kurumsal yapısını aşan bir anlamı haizdir. Denebilir ki onun için dinden ziya­de dini haleleyen kutsal daha fazla önplandadır. Modern toplumun bireyleri aynı amaç çerçevesinde birleştirebilecek, bireylerde kolektif bir yapıya aidiyet duygusu uyandırabilecek unsuru, Durkheim işte dinin bu kutsal halesinde bulur. Ancak bu kutsal, tamamıyla toplumsal yapının, toplum içindeki mekanizmaların oluşturdu­ğu, bir anlamda kendi bütünlüğü için kendi içinden çıkardığı seküler bir kutsaldır. Din de kurumsal yapısından ayrı olarak, toplumsal unsurlar arasındaki uyumu güçlendiren “sivil bir din”dir.

Toplumda böylesi bir kutsal duygusunu verebilecek mekanizmalar ise bireyle­ri bir toplumda yaşadıkları hissiyle donatan dayanışma duygusu ve iş bölümüdür. Toplumda bir yandan ekonomik çıkarlara dönük, bireyci ve kolektif amaçlarla uyuşmayan eğilimler vardır. Bu eğilimler, donuk ve tek düzedir; bireylere toplum­sal bir anlam sunmada çok fazla girdi sunamazlar. Dahası bireylere ya da gruplara toplumsal hayatla ilgili bazı hususları icbar ederler, belirli bir güç uygularlar. Do­layısıyla çıkarcı yönelimlerin toplumsal yapı için anlamı, onları aşan bir aidiyet duygusuyla dengelenmesini; bireyci, sadece kendi çıkarlarına dönük, hatta top­
lumsal duygudaşlığa zarar verici bu yönelimlerin bir toplumsal dayanışma duygu­suyla sınırlandırılmasını gerekli kılması yönündendir. Ekonomik çıkarlara dönük eğilimlerde bu tür bir dayanışma duygusunun olmadığı, toplumu anarşiye ya da anomiye sürükleyebilecek bir ortamın bulunduğu durumlarda Durkheim, bunun ahlaki normlar ya da siyasi kararlarla oluşturulması gerektiği fikrindedir. Amaç, toplumsal yapıyı sarsabilecek eğilimleri, ortak bir kolektiflik hissinde birleştirmek, kaynaştırmak ve toplumsal çözülmeye imkân vermemektir.

Durkheim’ın özellikle dinî ritüellerde bulduğu kutsallık halesini, bütün bir top­luma şamil kılmaya çalışmasının nedeni budur. Nasıl ki dinî bir tören esnasında bütün bireyler aralarındaki farklılıkları ve çıkar ya da amaç çatışmalarını unutarak aynı yöne doğru yöneliyorlarsa toplumsal eşitsizlikleri, farklılıkları ve katmanlaş­maları aşan dayanışma duygusu da topluma dinî bir ritüeldeki gibi bir kutsallık at­federek toplum içinde aynı dayanışma hissini verebilmelidir.

Bu anlamda Durkheim, toplumsal bir yapının iki tür dayanışma mekanizma­sıyla bir bütünlüğe sahip olabileceğini ileri sürer. îlki, modern öncesi toplumlar­da görülebilen, siyasal bir örgütlenmesi yeterince gelişmemiş ya da gevşek geliş­miş, toplumsal unsurlar arasındaki ilişki biçimlerinin, akrabalık ilişkilerinde oldu­ğu gibi, kendiliğinden oluştuğu ya da zihniyet benzerliklerine veya adetlere da­yandığı dayanışmadır. Fikir birliğine ve kendiliğinden duygudaşlığa bağlı bir bir­liktelik biçimidir bu. Bu dayanışma tarzında bireyler ya da gruplar, kendilerinden daha büyük ya da geniş bir kitlenin etkisi altında neredeyse yok olurlar. Durk­heim buna, bireylere kendiliğinden bir dayanışma sunduğundan “mekanik daya­nışma” adını verir.

Diğeri ise toplumsal olarak gelişmiş, bireyler arasındaki farklılıklar belirgin­leşmiş, karşılıklı bağımlılık ihtiyacı ziyadesiyle gelişmiş, siyasal olarak da belirli bir birlik oluşturmuş toplumların sergilediği bir dayanışmadır. Böyle bir toplum­sal yapıda, amaçlar ve çıkarlar farklılaştığından, her bir bireyin ya da toplumsal grubun topluma katkısı, başkalarının katkılarına bağımlı hâle gelmiştir. Kısacası, toplumsal yapı içinde, toplumsal farklılıklar ve katmanlaşmalar meydana gelmiş­tir. Böyle bir toplumsal yapıda, toplumsal dayanışma kendiliğinden değil, toplu­mu biraraya getiren unsurların, maddi ve manevi birliktelik duygusunu besleye­cek bir “iş bölümü” anlayışıyla şekillenir. Toplumsal iş bölümü, toplumsal den­genin sağlanması için elzem bir hâle gelir. Durkheim, bu tür dayanışmaya da “or­ganik dayanışma” adını verir.
Bu dayanışma biçiminde, toplumsal yapı içindeki farklılıklar gittikçe artmış, toplum içindeki bireyler ya da gruplar arasındaki mesafe açılmış ve hatta kaynak­ların kıt ve sınırlı olması nedeniyle toplumsal rekabet de artmıştır. Toplumsal yapı, mekanik dayanışmada olduğunun tersine benzerlikler üzerinden değil, farklılaş­malar temelinde oluşur. Hatta toplumsal farklılaşma ve bireyler arasındaki mesafe ne kadar artarsa bireyler ya da gruplar birbirlerine o kadar bağımlı hâle gelir. Bi­reyleri ve toplumsal grupları birbirlerine bağlayan mekanizma ise topluma bir kut­sallık halesi kazandıran, onu birarada tutan toplumsal değerler ve normlardır. Bu açıdan toplumsal farklılaşma ve işlerin toplumun farklı kademeleri ve katmanları arasında bölünmesi, toplumsal dayanışma ve kaynaşma duygusunu artırmakta ve toplumsal yapıyı bir arada tutmaktadır.

Toplumun her tabakasından bireyin ibadetlerde aynı amaç etrafında buluşması, Durkheim ‘de toplum için ibadetlerde oluşan haleye benzer bir bir mekanizma oluşacağı düşüncesine yol açmıştır.

Görüleceği üzere, Durkheim’da da bir toplumsal farklılaşma anlayışı bulun­maktadır. Zaten modern toplumları bu tür bir farklılaşma ya da katmanlaşma olma­dan kavramak güçtür. Ne var ki Durkheim, toplumdaki farklılaşmanın ve katman­laşmanın toplumdaki dayanışmanın yapıcı bir unsuru olarak değerlendirir ve onla­rın toplumu organik bir biçimde birleştirdiğini düşünür. Toplumsal yapıdaki bu or­ganik bütünlüğü bozabilecek her türlü eğilim ve çatışmacı yönelimler, bu arada sı­nıf temelli olsun olmasın her türlü toplumsal farklılaşmalar, organik bir biçimde toplumsal yapıda birbirlerine bağlanmazsa “anomali” olarak değerlendirilir. Bu ne­denle Durkheim’a göre, toplum içindeli bu anomali durumlarını, organik toplum­sal yapıyı bozmayacak şekilde düzenlemek; bunun için, eğitim sisteminden hu­kuksal düzenlemelere kadar toplumu düzenleyen her türlü yaptırımı ya da normu buna göre ayarlamak gerekmektedir. Hatta bireylerin olası anomali eğilimlerini toplumun organik yapısıyla düzenleyebilmek için, mesleki ya da benzeri ara ku­rumların oluşturulmasını önerir.

Bu anlamda Durkheim, toplumsal eşitsizleri ve tabakalaşmayı bir anlamda kabul eder. Ancak toplumsal yapının değişiminde veya dönüşümünde, bunların önemini kabul etmez. Örneğin Marx’ta olduğu gibi, sınıflar arasındaki toplum­sal eşitsizliklerin ve mücadelelerin, toplumsal yapının değişmesi için itici güç ol­duğu fikrini benimsemez. Bu tür toplumsal tabakalaşma eğilimleri, toplumsal anomaliye meydan vermemek için, normatif olarak, eğer bu mümkün değilse toplumsal otorite tarafından engellenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Durkheim için bir toplumsal yapının değişmesi, ahlaki, normatif veya siyasal reformlarla mümkündür.