Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar

KLASİK SOSYOLOJİ TEORİLERİNDE DİN

Klasik sosyoloji teorisyenleri için dinin yeri, işlevi ve konumu konusu çok özel bir yere sahiptir. Yukarıda dinin kökenine dair açıklamalarıyla bu düşünürlerin açıklamalarının sadece bir yönüne işaret etmiş olduk. Oysa bu düşünürlerin din hakkındaki görüşleri dinin kökenini açıklamaktan ibaret olmamıştır. Sonuçta dinin toplumsal hayatta oynadığı role dair bu düşünürlerin her biri kendine özgü teorileri içinde bir açıklamaya sahiptir. Klasik sosyologlardan bahsederken sosyolojinin bir disiplin olarak teşekkül ettiği anlardan itibaren, her biri kendi sosyolojik çerçevelerini oluşturmuş sosyologlardan bahsediyoruz. Yoksa bilmemiz gerekir ki Aydınlanma Dönemi düşünürlerinin hemen hepsinin dine dair bir bakışları vardır. Toplum filozoşarından Jean-Jacques Rousseau, John Locke ve Thomas Hobbes’dan Montesquieu ve Alexis de Tacqueville’ye ve Vico, Newton, Hume, Spinoza, Leibniz, Kant ve Hegel’e kadar bütün büyük felsefecilerin dine dair açıklamaları olmuştur. Burada dinin bütün bu felsefeciler için ne anlam ifade ettiğinden ziyade bir disiplin olarak din sosyolojisini şekillendiren sosyologların görüşlerini baz alıyoruz.

 

Auguste Comte: Bir Hurafe Olarak Dinden Evrensel Bilim Dinine
Comte’un din hakkındaki görüşleri çok karmaşıktır. Dinsel düşünceyi ilkel zamanlardaki insanlık durumuna özgü bir cehalete bağlamış ve bilgi seviyesinin artışı oranında aşılacak bir evre olarak görmüş olduğu hâlde Comte’un kendisinin bilimsel dönemlere özgü bir din inşa etme yoluna gitmiş olması da ilginçtir. Bu yolla Comte, aslında dinin bir hurafe ve uydurma olduğunu düşünse de bunun aynı zamanda toplum için işlevsel yönleri olan bir gereklilik olduğunu da kabul etmiş olur. Comte bu düşünceden hareketle bilimsel bir çağda, toplum için daha faydalı, çağın ruhuna uygun bir din geliştirme yolunu deneyerek bir “insanlık dini” tasarladı. Geliştirdiği dinin terminolojisi aslında Hıristiyanlığın kavramlarını taklit ediyordu. Yüce Varlık, Büyük Fetiş ve Büyük Orta şeklinde ifade ettiği bir tür teslis düşüncesi geliştirdi. Bilimsel düşünceye dayalı olacağı olduğu için evrenselliği ve kesinliği ispatlanmış olacağı beklenen bu insanlık dinine bir de ilmihâl yazdı.
Aslında Comte’un bu din kurma girişimi ile din hakkındaki genel görüşlerini bir arada almak lazım. Bu durumda Comte’un dinin toplumda oynadığı olumlu işlevlerine inandığı ama bu işlevine rağmen dinin insan zihni tarafından uydurulmuş bir hurafe olduğu inancında olduğunu gösteriyor. Geçmişte uydurulmuş ve olumsuz işlevleri de olan dinlere karşılık, geleceğin bilim insanına hizmet edecek, onun dünyasına denk düşecek uygun bir din geliştirmek pekâla iyi olabilirdi. Bu dinin kiliseleri üniversiteler ve okullar, rahipleri ise bilim adamları olacaktı.
Karl Marx: Bir Yanlış Bilinç ve Kalpsiz Bir Dünyanın Kalbi Olarak Din
Marx’ın din hakkındaki görüşleri onun toplumsal yapı hakkındaki genel görüşleriyle tutarlı bir görünüm sergiler. Bu görüşe göre dinin gerçek bir varlığı yoktur, olsa olsa maddi dünyanın çarpıtılmış bir yansımasıdır ve toplumdaki işlevi de bu temel varsayıma göre değerlendirilmelidir. Toplumsal yapının temeline üretim ilişkilerini, yani maddi-ekonomik altyapıyı koyunca dinin de bunun bir türevi olan diğer birçok üstyapısal kurumların yanı sıra bir bağımlı değişken gibi değerlendirilmesi kaçınılmaz olmuştur. Ancak muhtemelen diğer üstyapısal kurumlardan biraz daha farklı olarak din hakkındaki temel varsayımı, yukarıda da belirttiğimiz gibi, dine ilişkin her şeyin tamamen insan zihninin bir ürünü olduğudur. O yüzden Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni Eleştiriye Katkı isimli meşhur eserinde din eleştirisinin Almanya’da tamamlanmış ve geride kalmış olduğunu söylemişse de o bu eleştiriyi daha da ileriye götürmüştür. Almanya’daki din eleştirisinden kastı Ludwing Feuerbach’ın din eleştirisidir. Feuerbach da dinin insan zihninin bir ürünü olduğunu savunmuş ama bu üretimin insanın yaşadığı tarihsel şartlarda kendisine teselli hatta güç veren bir imge olarak yani bir bakıma toplumsal hayatta bir işlevselliği olmak üzere dini yaratmış olduğunu anlatmıştı. Buraya kadarı, yani dinin insan zihninin bir tasarımı olduğu düşüncesi Marx’a yeter görünmüş, sonrasında bu üretimin mahiyeti üzerine kendi eleştirisini katmıştır.
Bu doğrultuda Marx,  dinin bireysel değil toplumsal bir ürün olduğunu ve bu ürünün de yanlış ve aldatıcı bir dünya oluşturduğunu anlatır. Bu yanlış ve aldatıcı dünya tıpkı ideoloji gibi egemenlerin çıkarına hizmet eder, egemenlerin kurduğu dünyanın yeniden üretilmesine katkıda bulunur. Bu yanıyla din egemen düzenin sürdürülebilmesi için gerekli ideolojik desteği, bu düzenin yaraladığı ve konumları gereği isyan noktasına gelebilecek insanlara gerekli teselliyi ve huzuru yatıştırı-cı bir afyonla, yani aldatarak verir. içinde bulunulan gerçek dünyadan farklı fantastik bir dünya kurarak yanlış bir dünya bilinci kurar. Bu hâliyle çarpık da olsa gerçekliğin ürettiği bir yansımadır din. Ama Marx’a göre dine karşı mücadeleyi doğrudan dine yöneltmek de gereksizdir. Çünkü aslolan onu bu hâliyle yansıtmasını sağlayan maddi gerçekliği, yani üretim ilişkilerini değiştirmektir. Altyapıyı değiştirmeden sadece üstyapı üzerinde yapılacak bir değişikliğin kalıcı olma şansı yoktur.
Karl Marx (1818-1883) Almanya’da, avukat bir babanın oğlu olarak doğdu. 1841’de doktorasını tamamladı. Sonraki yıllarda Brüksel, Köln ve Paris de bulunan Marx Paris’te Friedreich Engels ile devrimci gruplara katıldı, burada 1848 yılında meşhur Komünist Manifesto’sunu yazdı. En önemli eseri ise Kapital’dir. Marx’ın din konusundaki çalışmaları şu kitaplarında ağırlıklı olarak yer almıştır: Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni Eleştiriye Katkı, Alman ideolojisi, Feuerbach Üzerine Tezler ve Kapital

Kısacası Marx, dine hem bir üstyapı kurumu olarak hem de ideoloji olarak yaklaşmış, her iki yaklaşımında da dinin bir insan kuruntusu olduğunda ısrar etmiştir. Tamamen kuruntu olan bir inanç ve ideoloji zamanla insanları nasıl bu kadar etkisi altına alabilir? Marx, dinin insan zihninden yola çıkarak zamanla insanları etkisi altına almasını yabancılaşma teorisine uygun olarak açıklar. Nasıl insan emeği kapitalizme artı-değeri taşıyarak kendine yabancılaşan ve kendisini ezen-sömüren bir sistem kuruyorsa din de benzer bir yabancılaşma sürecinin sonucunda insanı kuşatır.
Marx’ın dini bir afyon olarak niteleyen sözleri 20. yüzyılda dindar marksistler arasında farklı yorumlara açılmıştır. Özellikle Latin Amerika ve italya’daki Hıristiyan-Marksist ittifaklar bu tür yorumlara yüklenmiştir. Bu hareketler için dine çok açık cephe almış olan Marx’ın sözlerinin elverişli bir yorumu zorlamalardan kurtulamamış, nihayetinde Marx’ın dine atfettiği afyon nitelemesinin bir metafor olarak aynı zamanda tedavi edici anlamına dikkat çekilmiştir. Buna göre afyon nitelemesi dini aşağılayan bir şey değil aksine rahatlatan, tedavi eden bir ilaç boyutuna vurgu yapan bir niteleme olarak anlaşılabilir ki Marx’ın zamanında afyonun bu anlamının daha baskın olduğu bile düşünülmüştür. Oysa Marx’ın dinle ilgili teorik yaklaşımları dinin kökenine dair kesin bir yargı içerdiğinden, hem dindar hem Marxist olmanın yolu Marx’ın bu yaklaşımlarıyla daha eleştirel bir hesaplaşmadan geçmek zorundadır. Marx’ın din konusundaki yaklaşımları din sosyolojisinin ihtiyaçlarını tam olarak karşılamaktan uzak olmuştur. Dini hayatın bazı örneklerini kuşkusuz açıklamakta, hatta anlamakta yardımcı olsa da bütün din olgusunu anlamamızı sağlayacak bir teorik çerçeve sunamamıştır.
Din egemen sınışara hizmet eden bir ideoloji midir yoksa yoksul kitlelerin duygularını ve isyanlarını dillendirmenin bir aracı mıdır? Güncel örneklerle açıklayınız.    4    SIRA SiZDE
Émile Durkheim: Toplumsal Yapıştırıcı Olarak Din
Din sosyolojisinin gerçek anlamda çerçevesi belirlenmiş bir disiplin olarak ilk defa Durkheim tarafından uygulanmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öncelikle din olgusunu bütün boyutlarıyla anlamaya çalışmış ve onun toplumdaki rolünü, işlevini ampirik yöntemlere dayanan yaklaşımıyla açıklamaya çalışmıştır. Dinin işlevi hakkında alabildiğine nesnel gözlemlere dayanarak çıkarımlarda bulunmaya çalışmışsa da bu onun dine olan ilgisinin tamamen değerlerden bağımsız olduğu anlamına gelmez. Durkheim, özelde Fransa’da ve genelde Avrupa’da yaşanmakta olan
 
büyük parçalanma dönemini kendilerine dert edinen ve bu parçalanmadan bir bütünleşme formülü veya harcı üretmeye çalışan toplum düşünürleri çevresinde yetişmiştir. Durkheim’ın din çalışmaları o yüzden toplumsal bütünlüğü hedeşeyen araçsalcı bir yaklaşımı da içinde barındırır. Yani dini toplumsal bütünlüğün sağlanmasında ve sürdürülmesinde en güçlü yapıştırıcı (tutkal veya çimento) olarak görüyor ve bu işlevinin sürdürülmesine olumlu bakıyordu. Dinin bu olumlu işlevine olan inancı, yukarıda da belirttiğimiz gibi, diğer pozitivist çağdaşları gibi dinin sonuçta insan zihninin bir ürünü olduğu düşüncesinden de alıkoymuyordu. Hatta Durkheim bütün dinlerin kökeninin bir olduğunu ve dünyada var olan bütün dinlerin belli bir tarihsel gelişimin değişik evrelerine göre şekillendiğini düşündü.
Bu noktada Comte’un evrimci düşüncesini dinin tarihi için paylaştı ve dinlerin basit mekanik toplumdan karmaşık organik topluma doğru evrildikçe paralel olarak karmaşıklaşıp geliştiğini düşündü. Ancak modern dünyada organik yapıya doğru geliştikçe farklılaşan ve giderek parçalanma eğilimine giren toplumsal yapıyı bir arada tutan dinde de kaygı verici bir gevşeme baş göstermiştir. Bu da dinin eskiden olduğu gibi toplumu bir arada tutan bir tutkal işlevini yerine getirmeyi zorlaştırmıştır. Sanayi toplumu farklı kültürlere ve inançlara sahip bir çok insanı bir araya getirmiştir. Daha önce homojen bir çevrede yaşamakta olan ve bundan dolayı beraber yaşadığı insanlarla aynı anlam dünyasını paylaşan modern insan şehirde kendi inancını hiç tanımayan, o inançlara karşı tamamen kayıtsız insanlarla karşılaştıkça kendi inançlarına olan bağlılığında bir güvensizlik hissi oluşmaya başlamıştır. Durkheim’in anomie dediği bu oluşum sanayi sonucu oluşan kentlerin tipik özelliğidir. Bu ortam paylaşılan normların zayışaması anlamına gelir. Bireyleşme ve ortak değerlere bağlılıktaki gevşeme toplumda ciddi sorunlara yol açmaktadır. Durkheim’in meşhur eseri intihar, dini inançların bu şekilde zayışaması ile intihar oranlarının artışı arasında da anlamlı bir ilişkinin var olduğunu vulgular. Aynı şekilde görece bireyselliği teşvik eden bir din olarak Protestanların daha fazla yaşadığı ülkelerde de cemaat değerlerini daha fazla önemseyen Katolikliğe nazaran daha fazla intihar vakasının yaşandığını tespit eder. O yüzden Durkheim’in dinle ilgili çalışmaları da tıpkı intihar ile ilgili çalışmaları gibi toplumsal bütünlük ve düzen gibi pratik sorunlara bir çözüm arayışınca yönlendirilmiştir. Kuru akademik çalışmalar olmaktan öte, gerçek bir sorunun çözümüne odaklanan çalışmalardır.
Yapısalcı-işlevselci düşüncenin en önemli ismi sayılan Durkheim, toplumu bir organizma olarak düşünmüş ve her toplumsal kurum veya birimin bu yapıda bir işlevi yerine getirdiğini belirtmiştir. Dinin de işlevi toplumu bir arada tutmak, toplumu kaynaştırmaktır. Bu işlev için çimento veya tutkal gibi metaforlar kullanılmıştır. Ancak Durkheim sonrası işlevselciler dinin gördüğü bu işlevin ne türden bir işlev olduğu konusunda Durkheim kadar emin olamamıştır. Robert K. Merton, örneğin, bir işlevi yerine getiren herhangi bir kurum veya birimin bunu hangi ölçekteki bir toplum için yerine getirdiğini sormuştur. Özellikle din söz konusu olduğunda belli ölçekteki bir toplumsal oluşum için tutkal veya yapıştırıcı işlevini yerine getirdiği hâlde bir başka ölçekteki bir toplumsal oluşumda toplumsal grupları birbiriyle çatıştıran ve o toplumu bir arada tutmak yerine bölen bir etki yapabilmektedir. O durumda dinin işlevsel değil işlev-bozma (disfunctional) etkisi daha ağır basmaktadır. Yine de bu çatışma ortamında bile dinin belli ölçekteki grubu bir arada tutma işlevi daha fazla çalışmaktadır. Çünkü grup çatışmaları grubun dayanışmasını ve grup bilincini canlı tutar.
 

Max Weber: Anlamlı Sosyal Eylem ve Motivasyon Olarak Din
Yorumlamacı sosyolojinin ilk ve en önemli ismi olan Weber’in din sosyolojisi ile ilgili çok özel ve güçlü çalışmaları vardır. Onun dine dair yaklaşımı sosyal eylem hakkındaki tanımıyla tutarlıdır. Sosyolojinin başlıca rolünü sosyal eylemin yorumlanması ve anlaşılması olduğunu söyleyen Weber’e göre “sosyal eylem” de anlamlı eylemden ibarettir. insan bütün eylemlerini bir anlam atfederek yapan bir varlıktır. O yüzden yemek yemek, içmek gibi en temel beşeri hareketlerini bile hayvanlardan farklı olarak kendi kültürel farklılığını, yani anlamını atfederek yapar. O yüzden yemek yeme adabı veya davranışları her kültürde değişir. Böyle olunca sosyolojinin de temel görevi eylemleri yapan insanların kendi yaptıkları hareketleri hakkındaki niyetlerini, anlamlarını veya tanımlarını öğrenmeden onlar hakkında bazı teorilerden yola çıkarak açıklama yapamayız. Bu eleştiri “açıklamacı sosyoloji” ile “anlamacı sosyoloji” arasındaki bir ayırımın netleşmesine yol açarken Weber’in birinci önceliğinin eylemin aktörünü “anlamak” olduğu görülür.
Weber’in bu yaklaşımını uyguladığı meşhur çalışması Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda Marksistlere göre basitçe ekonomik şartların bir sonucu veya türevi olmaktan ibaret olan Protestan hareketin, aksine kapitalizmin ortaya çıkmasında etkili olan bir çalışma ve iş ahlakı motivasyonu sağladığını keşfeder. Bu sonuca Weber kapitalizmin ilk ortaya çıktığı yerlerin Protestanların yoğun olarak yaşadığı yerler olduğundan hareketle varır. O Protestanların dünyayı ve kendi eylemlerini nasıl yorumladıklarına, bizzat onları dinleyerek kendi sosyolojik yaklaşımının farkını ortaya koyar. Doğrusu kendisi de bir Protestan olduğu için Protestanların anlam dünyasını zaten yeterince tanıyordur. insanların doğuştan günahkâr olduğuna inanılan Hıristiyanlıkta bu günahın yükünden kurtulmanın bir yolu olarak dünya zevklerine mesafeli, çileci bir hayat önerilir. Protestanlık ise bu çileyi dünya için pozitif bir değere dönüştürmüş ve çile çekercesine çok çalışmayı bu çilenin bir kefareti olarak alır. Bu anlayışın harcamaksızın çok çalışmayı ve bu yüzden bir maddi birikimi ürettiğini kefşeden Weber böylece bir zihniyet dünyasının kapitalizm gibi özünde maddi veya ekonomik olan bir gelişmeye etki ettiğini söyler. Böylece Marksizmde ihmal edilen ve maddi şartların bir sonucu olarak gelişen zihniyet dünyasını sosyolojik araştırmanın merkezine koyar. Weber bu yaklaşım altında dünya dinlerini ve dinlerin farklı statü veya sınışar arasındaki şekillenişini de inceler. Onun Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli kitabının dışında ayrı bir Din Sosyolojisi ve Din Sosyolojisi üzerine Makalelerinin derlendiği kitapları da vardır.
Bugün din araştırmalarının bir çoğu Weber’in yorumlamacı sosyolojisinin etkisi altında daha kolay yapılmaktadır. Aslında sadece din araştırmaları için değil, her çeşit kültür araştırması için Weber’in bu yaklaşımı oldukça verimli bir çerçeve sunmaktadır. Çünkü insan varlığıyla doğal olarak oluşan kültür bir anlam sistemidir ve bu anlam bireysel veya kolektif olarak insanların zihinlerinde yer almaktadır. Onu ortaya çıkarmak için bizzat eylemi yapan insanları dinleyip anlamaktan başka bir yol da yoktur.

İlgili Makaleler