Kırsal Kesimlerin Hristiyanlaştınlması
Kırsal Kesimlerin Hristiyanlaştınlması
Orta Çağlar’ın feodal yapısını belirleyen temel unsurlar, Roma, Cermenlerin barbar istilaları ve Hristiyanlık kültürünün sentezlenmesiydi. Ancak Orta Çağların geneli bu senteze indirgenemez. Feodalleşmenin dışında kalan Vikingler ve Keltler gibi birtakım küçük gruplar da Orta Çağların parçasıydı; o dönemde yeni yeni gündeme gelmeye başlayan Yunan kültürünün Müslümanlar üzerinden aktarılmasının oluşturduğu ve daha sonraki yüzyıllarda Hristiyan, bir skolastik anlayışın temelini oluşturacak entelektüel ortam da.
Ne var ki feodal dönemde Batı Avrupa’nın tek dayanağı topraktı ve feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütleme çabalarından oluştu. Roma Kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık bu örgütlenmeyi kolaylaştırdı. Bunun kabaca iki yöntemle yapıldığı söylenebilir.
Bunlardan birincisi, feodal yöneticilerle girdikleri ilişkilerde onları bir anlamda kutsamalarıydı. Dolayısıyla feodal imtiyazlı sınıf da bunun karşılığında pagan adetlerinin yerine kilisenin uygun gördüğü uygulamaların yaygınlaşmasını kolaylaştırıyordu.
İkincisi ve şimdiye kadar üzerinde durmadığımız diğer yöntem ise manastırlardı. Her ne kadar manastır, Hristiyanlığa özgü bir yöntem olmasa da feodalleşen bir Avrupa’da manastırların edindikleri sosyal, ekonomik ve dinsel rol, feodal Avrupa’nın daha fazla çözülmeden ayakta kalmasını sağlayan unsurlardan birisiydi.
Altıncı yüzyılda yaşamış Aziz Benedict’le özdeşleşen Batı Avrupa manastırları, öncelikle disiplin, otorite ve düzen sağlayıcı kurumlar olarak feodal dönemde Batı Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu bir kurumsallaşmayı sağladılar. Papalığa bağlı çalışsalar da bir çok manastır, feodal dönemdeki az sayıda çalışan kurum gibi, öncelikle kendisine yeterli bir biçimde örgütlenmişti. Asli amaç keşişlerin dünyadan elini eteğini çekerek selamet aramaları olsa da manastırlar kapılarını dış dünyaya kapalı tutmadılar. Aksine feodal sistemin bir parçası olarak örgütlendiler. Ancak bununla da sınırlı kalmadılar. Pagan inançların hakim olduğu bir ortamda, Hristiyani ilkelere uygun bir ahlakın yerleşmesi için gayret gösteren diğer misyonerlik faaliyetlerinin de bir parçası oldular. Katolikliğin hem mezhepsel bölünmeyi aşarak ve hem de kendi kilisesini Ortodoks ya da diğer küçük kiliseler gibi başka kiliselerden ayrıştırarak Batı Avrupa’da oluşturmaya çalıştıkları otoriter bir idarenin de parçası oldular. Manastırlarda eğitim görenler dönemin prenslerine, aristokratlarına veya krallarına danışmanlık yaparken bu eğitim yoluyla Latinleşmiş bir Hristiyanlı- ğı kırsal kesimlere de ulaştırmaya çalıştılar.
Ancak manastırlar kendilerini eğitim faaliyetlerine vermiş görünürken bir çok yerde çevresindeki toprakları işleyen köylüleri de kendi serfleriymiş gibi kullandı. Kilise’nin ortadan kalkmış merkezi otoritenin yerini tutabilecek bir kurumsallaşmaya ve yayılmaya gidebilmesinin arkasındaki bir neden de feodal ilişkiler ve toprak imtiyazları nedeniyle elde ettiği gelirdi. Bir anlamda, manastırlar birer “fief” hâline dönüştü. Bir çok manastır, normal bir imtiyazlı zümrenin sahip olduğu topraklardan daha büyük topraklara hükmetmeye başladı. Bir çok yerde de imtiyazlı zümreler, sanki bir vakıfmış gibi, manastırlar kurarak bazı imtiyazlarını bu manastırlara devrettiler. Öyle ki Katolikliğe karşı Protestanlığın yayılmasında etkisi olan köylü ayaklanmalarının bir nedeni de köylülerin, manastıra karşı rant ve feodal hizmet yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddetmeleriydi.
Aynı şekilde kırsal bölgelerdeki kiliselerde de benzeri bir eğilim vardı. Neticede kiliseler ve manastırlar, toprağa dayalı bir üretimin gerçekleştiği feodal Avrupa’da hem sistemin bir parçası oldular, bozulan otoriteyi yeniden tesis etmek için gayret gösterdiler hem de ortak bir ahlak anlayışından yoksun kırsal kesime Hris- tiyanlık ve Latinlikle sentezlenmiş, kimi zaman da yerel pagan adetlerle kaynaşmış ortak bir ahlak anlayışı yerleştirmeye çalıştılar. Tabii ki bu yıllarda Kilise’nin, oto- riterliğin bütün araçlarını kullandığını da hatırlatmak gerek.