KESİNLİK
KESİNLİK
Zihnin bir hakikati
kavraması ve kabullenmesi ya da bir bilginin, bir kanının kuşkuya neden
olmadan onaylanmasıdır. Bu bakımdan kesinlik, Öznel (sübjektif) kesinlik
olarak düşüncenin hiçbir yanılma kuşkusu olmadan bir düşünceyi paylaşmasıdır.
Sözgelimi ahlaki ve dini inancın, bir kişisel konu olarak kesinliği böyledir.
Bu tür kesinlikte nesnel güvence sözkonusu edilemez.
Nesnel (objektif)
kesinlikte ise, bir bilginin bilgi kaynaklan ve konu üzerindeki nesnel
görüşlere dayanan güvenirliği anlatılır. Bu anlamda nesnel kesinlik dolaylı
bir yolla, yani delil ve akıl yürütmelere dayanılarak sağlanabileceği gibi,
dolaysız bir yolla, yani algılara ya da yaşantılara dayanılarak da elde
edilebilir.
Kesinlik, duyuların
deneyine dayandığında deneysel kesinlik, duygu ve vicdana dayandığında ahlaki
kesinlik, akla dayandığında da akli kesinlik şeklinde nitelendirilir. Aklİ
kesinlik üstünde genel olarak bir düşünce birliği sağlanmışsa da, bunların
arasındaki farklar açık bir biçimde ortaya konulmuş sayılamaz. Bu durum,
düşünürlerin kesinlik kavramına verdikleri anlam yanında, bizzat kesinlik
sorununun felsefenin en eski ve en önemli sorununu oluş-tur m asıyla da
ilişkilidir.
Gerçekten Antik
Yunanda bazı filozofların duyuların ve hayalgücünün insanı aldattığım İleri
sürmesi kesinlik kavramını tartışma gündemine getirmiştir. İnsan, bu denli
aldanışlara veya yanılgılara (do-xa) düşen bir varlık olduğuna göre, nasıl
oluyor da herhangi bir şeyin kesinliğinden açıkça sözedilebiliyor? Nasıl böyle
bir sonuca güvenebiliyor? Başka bir söyleyişle insanın hakikati bilmesi mümkün
müdür? Dahası birşeyin hakikat olmasının ölçüsü nedir? Üstelik kuşku duyulmayacak
hakikat var mıdır?
Demek oluyor ki,
kesinlik sorunu hakikat ve apaçıklık sorunlarıyla bağlantılı olarak ortaya
çıkmaktadır. Nitekim Elealı düşünürler, başta Protagoras ve Gorgias olmak üzere
Sofistler ve şüpheciler kesinlik konusunda kuşkulu bir tavır ortaya koyarlar.
Sözgelimi Parmenides, varlığın var olduğunu, yok olamayacağını, varlıkta
hareket, değişme ve oluşun söz konusu edilemeyeceğini ileri sürerken,
tabiattaki hareket, değişme ve oluş şeklinde algılanan şeyin bir görünüşten
İbaret bulunduğunu belirtiyordu. İşte bu görüşün gerçekmiş gibi algılanması,
duyumlarımızın bir aldatmasıdır. Yine Protagoras evren hakkında tümel ve kesin
bir bilgiye ulaşma bakımından yenetek ve imkanlarımızın elvermediğini, ayrıca
duyumlarımızın nesneler hakkında farklı bilgilere ulaştırdığını söylemiştir.
Kısacası, kesin ve apaçık bir bilgi elde etmemizin mümkün olmadığım, sahib
olduğumuz bilginin ise ancak görece bir değer ifade ettiğini belirtmiştir.
Çağdaşı olduğu Sofistleri ve bu bağlamda daha önceki filozofları eleştiren
Sokrates, Platon ve Aristoteles; bunların aksine kesin bilgiyi temellendirmeyi
ve kesinliğe ulaşmayı sağlayacak çeşitli yöntemler ortaya koymaya çalıştılar.
Daha sonraları da, kesinlik sorunu, Epikürcüler, Stoacılar, Orta ve Yeni
Akademia tarafından yeniden ele alınıp tartışılacaktır.
Fakat kesinlik
sorununu, sistemli bir şekilde ve sınırlarım belirleyerek ortaya koyan kişi
Descartes olmuştur. Descartes, felsefesinde Önemli bir Özellik olarak ortaya
çıkan yöntemleri, kuşku sürecinden sonra, kuşkudan arınmayı sağlayacak ölçüde
açık ve seçik olan ve kendisini kabul ettiren bir düşünceye rastlandığı zaman
kesinliğe de ulaşılacağını benimser. Bunu da “apaçıklık” şeklinde
tanımlar. Ona göre apaçıklık, bir düşüncenin nesnel gerçekliğinin delilidir;
çünkü Tanrı insanı aldatmak istemez. Bu anlamda Descartes için kesinliğin ve
apaçıklığın varlığını te-mellendiren şey “tanrısal doğruluktur.
Descartes’m bu husustaki görüşünü Ma-lcbranche de benimser. Keza Descartes’in
felsefesini birçok yönden doğrulayan Spinoza, onun “tanrısal
doğruluk” kavramını kabul etmez. Çünkü Spino-za’ya göre kesinlik ve
apaçıklık zorunlu olarak hakikate bağlıdır. Kaldı ki, “düşüncenin
gerçeklik ile uygunluğundan başka bir şey olmayan” hakikat, kendini bizzat
ortaya koyar ve aynı zamanda isbat eder. Onun için başka bir Ölçüye, yani
Descar-tes’in “tanrısal doğruluk” Önermesine gerek yoktur. Üstelik
bize apaçık görünen hakikatin hatayla karıştırılması da mümkün olamaz,
olmamalıdır. Bundan sonra Hume, Berkeley, Kant ve Comte gibi deneyci, idealist,
eleştirici (k-riıisist) ve potizivist filozoflar şüpheci tutumlarını son
sınırına kadar götürerek kesinlik sorununu araştırma ve eleştiri konusu yaptılar.
Kritisizmi savunan Kant ile pozitivist Comte’a göre, insan aklı ancak olguları,
olayları ve dış görünüşleri bilip kavrayabilir. Bu nedenle bunlardan yararlanarak
çeşitli akıl ilişkilerini, dolayısıyla bilimleri temellendirebilir. Fakat eğer
gerçeklik (hakikat) diye bir şey kabul edilecekse, akıl bunu asla bilemez,
gerçekliğin ne olduğunu asla anlatamaz. Ne var ki XIX. yüzyıldan itibaren, bir
anlamda pozitivizmin ve bilim alanındaki hızh gelişmenin de etkisiyle,
gerçeklik anlayışına dönüldüğü, insan düşüncesinin kavrayış gücüne inanıldığı
ve “kesinliğin, nesnel değeri” nin kabul edildiği şeklinde bir
düşünce akımının ortaya çıktığı görüldü. Spinoza’ mn belirttiği gibi, Hegel de
İde’ nin eksiksiz olması ve nesnelerin hareketini ortaya koyması, yani
diyalektiğin
kabulü şartıyla, îde
ile doğa arasında özdeşlik bulunduğunu, bilimlerde görüldüğü üzere hakikatin
nesnellik niteliğini yitirmeksizin gelişip ilerleyebileceğini savundu.
Dahası» gelişen bir gerçekliğin ancak nesnel olabileceğini söyledi. Bu anlamda
gerçeklik gelişerek ilerlediğine göre hareketsiz, değişmeden uzak ve mutlak
her hakikatin yanlışlık biçimine dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu düşünülebilir.
Başka bir söyleyişle, kesinlik hakikatin bir işaretiydi; apaçıklık ise
kendisini kabul ettirmek yetkisini ve gücünü bizzat kapsıyordu. Fakat bütün
bunlar düşüncenin değişmeden kalmasını olası kılan şeyler sayılamazlardı.
Çünkü düşünce değişmeden kaldığı, durağanlaştığı takdirde, apaçıklık;
içerikten yoksun, içi boşaltılmış ve ölü bir kesinlik ve apaçıklık biçimini
alacaktır. Bu nedenle Hegel ve onun karşısında yer alan diyalektik maddeciler,
giriştikleri çözümlemelerde değişim ve yenilenme üzerinde durdular. Çünkü
bunlara göre, öznel bilginin temeli olan kesinliğin nesnel bilginin kaynağı
olan hakikate veya gerçekliğe yönelmesi ve aynı zamanda kavuşması, bu değişim
ve yenilenme aşamalarını zorunlu kılmaktadır. Bütün bunlara rağmen kesinlik ile
gerçekliğin tam anlamıyla ve kesin bir biçimde birlikte bulunup
bulunmayacakları, insanın bugün için ulaştığı bilgi düzeyi bağlamında ele
alınamayacak temel bir sorun olmakta devam edeceği, düşünülmesi
gereken bir husustur.
İsmail KILLIOĞLU
Bk. Hakikat;
Sofistler.