Kent Sosyolojisi

Kentlerin Kökeni ve Tarihi

Toplumsal ilişkilerin mekânsal izdüşümü olarak kent, dünyevi olanı kutsal olandan, çalışmayı eğlenceden, kamuya ait

olanı özel olandan, erkekleri kadınlardan, aileyi ona yabancı olan her şeyden ayıran sınır çizgileri ağının

kendi içinde kesiştiği, aynı zamanda da onun yapısını oluşturduğu bir mekân

görünümüyle karsımızaçıkar.

Kentleşmenin altı bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarihî süreç içinde yer aldı-

ğı ve kesintisiz bir gelişmenin ürünü olarak günümüze kadar ulaştığı bilinmektedir.

Altı bin yıllık bir geçmişin akışı içinde, toplum farklılaşmalarına bağlı olarak

değişik özellikler gösteren kent olayında tanımlanabilir toplumsal ilişkileri yakalamak

mümkündür. Bu bağlamda kentlerin, hangi toplum ilişkilerinin ürünü oldu-

ğu, hangi toplumsal gelişme ve örgütlenmenin kentleşmeye yol açtığı ve hangi ihtiyaçları

karşıladığı araştırma konuları olmuştur.

Sosyolojinin araştırma konusu olarak kent, konunun değişik yönlerini ele almaları

bakımından bazı sosyologlar ve sosyoloji okulları (ekolleri) ile beraber değerlendirilir.

Bu bakımdan A. Comte, H. Spencer, F. Tonnies, K. Marx, H. Pirenne ve

M. Weber gibi araştırmacıların kent kuramları temel referanslar olarak görülmektedir.

Tüm yorumlarda ortak payda, şehir olayı ile Batının geçirdiği sanayi devrimi

arasında yakın ilişkidir. Sanayileşme hızlı bir kentleşmeye yol açmış ve sanayileşmenin

yol açtığı olgular ve dönüşümler en çarpıcı biçimde kendisini kentlerde

göstermiştir. Ayrıca kentler, toplumdaki değişiklikleri ve yeni şekillenen toplumun

özelliklerini bünyesinde taşımaktadır. Yeni oluşan kent merkezleri ortaya çıkarken,

bu merkezler yeni üretim ilişkilerinin biçimlendirdiği yeni hayat tarzlarının

göstergesi olmuşlardır. Ancak kentlerin batı sanayi devriminden çok daha gerilere

giden bir olgu olduğu unutulmamalıdır.

Max Weber’in araştırmalarında temel unsur, Batı uygarlığı ve özellikle onun

insanlık tarihinde benzersiz niteliklerinin açıklamak olduğu ileri sürülebilir (Tuna,

1987, s. 31). Bu batı merkezli yaklaşım tarzı, daha önceki araştırmacılarda da görülmüştü.

Gerçekten de Weber sosyolojisinin temel görevi, kapitalizmi açıklamak

ve bununla bağlantılı olarak Batı’nın toplumlar arası ilişkilerde ileri ve üstün oldu-

ğunu kanıtlamak olmuştur. Bu kanıtlama çabasının çerçevesini akılcılık kavramı

oluşmaktadır. Weber’e göre, insanlık uygarlığına ilişkin her alan (sanat, yönetim,

iş bölümü, kent vb.) ile her dönem (Yunan, Roma, Orta Çağ vb.) ancak bu çerçeve

içinde incelenince anlam kazanır (Tuna, 1987, s. 30-31).

Weber’in anlayışına göre, kent, “geleneksel otoritenin tükendiği, karizmatik

otoritenin henüz bulunmadığı ve yasal bürokratik otoritenin henüz doğmadığı bir

ortamda sürüp giden çıkar çatışmalarının artışında ortaya çıkar”. Bu bağlamda kent

iki bakımdan önem kazanır: İlki, kentler, tarihi ve toplumsal çatışmaların sonucunda

otoritenin “akılcıllaştırma”sının sahnesi olmuştur. İkincisi ise, “akılcıllaştırma”

süreci içinde ortaya çıkan özellikler kentlerin özelliklerini belirleyecektir. Bu özgün

durum Batı uygarlığının da simgesi olacaktır.

‘Akılcıllaştırma’ süreci içinde oluşan özelliklerden bir tanesi üzerinde önemle

durulması gerekir. Kentlerin iktisadi ve siyasi özellikleri yanında, ona gerçek kimliğ

ini kazandıran olgu “topluluk olma” özelliğidir. Batı kentlerinin bu özgün

özelliği, doğuda ve diğer coğrafyalarda bulunmayan özgünlüktür (Tuna, 1987, s.

35-36). Bu bağlamda M. Weber’e göre, 16.yüzyıl Osmanlı İstanbul’u için ilginç bir

saptamada bulunur. Bu tarihlere kadar İstanbul’da tüccarlar, loncalar, yeniçeriler

ve sipahiler gibi askerî birlikler ile ulema ve derviş gibi dinî yapılar, diğer tüm mesleki

ve mahalli oluşumların kent örgütlenmesi içinde temsil edilme durumları yoktu

(Weber, 2000, s. 100). Bundan dolayı da İstanbul’u kentsel yerleşim olarak tanı

mlamaz. Aynı tespiti mutlakıyet sisteminin özerk kentsel kurumları oluşturması-

na izin vermediği 15 ve 16. yüzyıllar Paris’i için de söyler. Üstelik 16. yüzyıl Osmanlı

İmparatorluğunun en güçlü olduğu dönemdir. Weber’e göre, daha erken ta-

rihlerden itibaren Avrupa kentlerinde, toplumun çeşitli kesimleri özerk yönetim

sistem içinde kentsel yaşamın temsili haklarına sahipti. Weber’in Batı merkezli

yaklaşım tespitleri tartışmalı alanlar oluşturur.

Weber’e göre, tam bir kentsel topluluk olabilmesi için yerleşim biriminde alışveriş

ve ticari ilişkilerin göreli hâkimiyetin temsil edilmesi ve bir bütün olarak şu

özelliklerin yerleşim biriminde görülmesi gerekir:

1. İstihkâm: Kenti çevreleyen şziki unsur olarak sur sistemi,

2. Bir pazar yeri: Kentin şziki bir unsuru olarak örgütlemiş ve işlevi tanımlanmı

ş kentsel bölüm),

3. Hukuk: Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk hukuku

olması,

4. İlgili bir birlik biçimi: Esnaf loncalarından dinî kurumlara, kente özgü mal

üretiminden siyasi-merkezi yönetime kadar uzanan, din, yasa, örf, adet,

yurttaşlık ya da uyrukluk bağıyla kentliyi o kentle aidiyetlik ilişki kurduran

birlik,

5. Özerklik: Hiç değilse kısmen özerklik ve kendi kendine yönetme ve kent

sakinlerinin katıldığı seçimlerle iş başına gelen idari yetkililerce yönetim

(Weber, 2000, s. 91).

Weber’in bu tespitleri tarihi kentlerin hem şziki unsurların açıklanması hem de

bu tarihi kentlerin kentsel yaşamıyla ilgili sosyal olguların açıklanmasında kullanı-

labilir kuramsal bir çerçeve oluşturmaktadır.

 

 

 

Weber’e göre, kent,

 

“geleneksel otoritenin

 

tükendiği, karizmatik

 

otoritenin henüz

 

bulunmadığı ve yasal

 

bürokratik otoritenin henüz

 

doğmadığı bir ortamda

 

sürüp giden çıkar

 

çatışmalarının artışında

 

ortaya çıkar”.