Kimdir

Kemal Tahir Romanlarından Örnekler:

Kemal Tahir Romanlarından Örnekler:Kemal Tahir’in romanları, yayın yıllarına göre şunlardır: Sağırdere (1955), Esir Şehrin İnsanları (1956), Körduman (1957), Rahmet Yol­lan Kesti (1957), Yediçınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Esir Şehrin Mahpusu (1962), Kelleci Memet (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Bozkırdaki Çekir­dek (1967), Devlet Ana (1967), Kurt Kanunu (1969), Büyük Mal (1970), Yol Ayrımı (1971), Namuscular (1974), Karılar Koğuşu (1974), Hür Şehrin İnsanları (İki cilt, 1976), Damağası (1977), Bir Mülkiyet Kalesi (İki cilt, 1977).

Köyün Kamburu’ndan

Köyün Kamburu romanında, frengi vurgunu Parpar Ahmet’in oğlu Çalık Kerim’in köyde büyümesi, medresede okuması ve müthiş kurnazlığı ile mal mülk sahi­bi olarak, I. Dünya Savaşı’nda (sakatlık dolayısıyla askere alınmadığı için) köyde her keyfini sürdürür hale gelmesi anlatılmaktadır. Aşağıdaki parça, 1908 Meşrutiyet ih­tilâlinin Çorum’da nasıl karşılandığını anlatıyor. Bu parça ile Mehmed Âkif in Süleymaniye Kürsüsü’nden aldığımız “hürriyet” şiirinin, anlam, hatta tasvirlerce yakınlı­ğı dikkati çekmektedir. Hürriyet taşkınlığı için bk. Türk Edebiyatı, cilt I. s. 398-399.

«Çalık Kerim’in medreseye yerleşmesinin tam yedinci yılında, bir yaz günü Çorum kasabasında apansız bir gürültü koptu. Her köşe başında çifte davullar dö­vülüyor, kız gibi köçekler kıvır kıvır göbek çalkalıyordu.

Mahalle aralarına, çarşılara dağılan tellallar.

–    Allahım, dinini, peygamberini, padişahını sevenler, evine, dükkânına bay­rak asacak; bayrak… diye bağırdıklarından kasaba az vakitte gelin arabasına dön­müş kırmızı Osmanlı bayraklarından görünmez olmuştu.

–    Neyin nesi yahu. Bayram değil, kandil değil?.. Diyenler şöyle anlaşılmaz bir karşılık aldılar:

–   Hürriyettir bu, hürriyet…

–   Ne demek?

–    Hürriyet ağa!.. Bundan böyle sen sensin, ben de ben… “Hep bir eşit” oldtık. Başımıza buyruk..

–   Yalana bak! Ee?

–    E’si hürriyet dedin mi bitti. Gayrı canın çekerse padişahı it hesabına alma­yacaksın. Özgürlüktür bu, maskaralık belleme!

–   Sus, aman bir duyan olur da Yemenin Fizan çölünü boylarsın. Hem bu nasıl bir söz? Ağzın eğilir.

–    Hey baba? Geçti o baskı günleri, sen uykuda mısın? Ankara’dan kim geldi bakalım?

–   Kim geldi?

–   Cemiyet geldi yaylı arabasıyla… Bunlar buraya yetişmek için yolda tam üç çift at çatlatmışlar.

–   Burada bize n’olmuş ki yetişmeye çabalamış bu cemiyet her neyse?

–   Sana, bana müjde verecekler. Bayraklara davullara baksana.

–   Dur yavrum benim aklım karıştı, bu işe Veli Paşa ne demiş?

–     Hürriyete Veli Paşa ne diyebilir? Dâva vekili Cevdet Bey, Fazlı Bey meğer giz- %li din taşırlarmış. Veli Paşa’ya haber yollamışlar: “Bu sıra evinden çıkmasın, ken­dine iyilik getirmez!” diyerek.. Anladın mı?

–   Yalandır hey kardaş, bunun yalanlığı belli bir şey… Veli Paşa gibi bir başıbo­zuk paşası, Dâva vekili Cevdet Beyin kollarını bağlatıp sürgüne salsa haksız mı şimdicik? Hem de haklı..

–   Geçti o günler! Postaya git de telgrafçıyı dinle…

–   Nesini dinleyeceğiz?

–  Haberin kökü sıska telgrafçıda… Millete sormuşlar: “Hürriyet mi istersin, şe­riat mı?” demişler, millet Allah sayesinde “Şeriatı………………………………………………… et, hürriyet isterim” deme­sin mi?

–   Kim sormuş, hangi millete?

–   Kim olacak, Cemiyet… karşılığım veren de bizim millet. Sen-ben…»

(Köyün Kamburu, 4. bs., 1976, s. 155-157)

Devlet Ana

Kemal Tahir’in 1967’de yayımlanan Devlet Ana’sı, kendi romancılığında bir yenilik sayılacak değerdedir. Türk edebiyatının da klâsikleri araşma girmiştir. En güzel tarihî romanlarımızdan olan bu eser, bir doktrine veya sabit fikre de kapılmaksızın, Türk tarihinin ruhuna, insanımızın öz derinliğine, Türk dilinin üslû­buna iyice yaklaşmış romandır. Kendisi Devlet Ana hakkında şunları söylüyor:

“Türk romancısı, romanına aldığı Türk insanının tarihteki köklerini bilmek zorundadır. Gerçekçi açıdan yapılacak araştırmalarla bizim tarihimize ve insanı­mıza hak ettikleri saygı duyulacaktır.

Türk insanı, tarihinde büyük devletler kurmuş, bunları çağlarının tarihinde üstün bir yetenekle geliştirip yaşatmıştır. Bu açıdan en ileri toplumların kişileri kadar derindir. Roman kahramanları olmaya lâyıktır. Büyük romanlar yaratma imkânı verecek kadar da güçlüdür.

Türk romancısı, Türk insanım önce kendi sanatında yüceltmek, ona yaşama boğuşmasında güven vermek ödevindedir.”

Kemal Tahir, Devlet Ana’da, bu dediğini başarabilmek için Türk insanını, dev­let kurucu, sabırlı, azimli, gerçekçi Ve destanî taraflarıyla ele almıştır. Kahraman­ları, 700 yıl önce Söğüt’te küçük Osmanlı uç beyliğinin bir üst kadrosu halinde­dir. Hayalimizde ve saygımız üstünde yaşayan çehreler, karakterler olarak, Ertuğrul Bey’i, Osman Beyi, Orhan Bey’i ve onların çevresindeki aşiret Türklerini ya­şatmıştır. Tarihin bir büyük dönüm çağında, Selçuklu Devleti’nin çöktüğü; Bi­zans’ın yıpranmış ve güçsüz olduğu; Asya Moğol saltanatının Anadolu’da son koz­larını oynadığı ve Haçlı ordularının din adına çapulcu kavgalarına girdiği bir ka­rışık dönemdir bu.

Kemal Tahir, Türk, Haçlı, Hristiyan, Moğol… bütün bu çatışmaların kavşağın­da bulunan ve çalışkanlığı, temkinli savaşçılığı, temiz ahlâkı, yönetici dehâsı, bil­hassa da adaleti ile tutunabilen Osmanlı’nın bu çekirdeğini, “uç beyliğinden çı­kıp büyük devlet olmaya yöneldiği bir sırada ele almıştır.

Kurucu dehâsı ve şaşılacak devlet adamı vasıfları ile doğmuş Ertuğrul Bey, Osman Gazi, Orhan Bey gibi eşsizlerin yanına, onları zafere, büyüklüğe ulaştıran ilim, tecrübe ve mana güçlerini de ustalıkla yerleştirmiştir. Bunları yücelten de­ğerler

Her şeyden önce töreye saygı, devlet büyüklerine bağlılık ile hiç taassubu sev­meyen, “an sudan abdest alır” Dede Korkut Oğuzlarınınkine benzer bir din anla­yışıdır. Maddî gücün hemen yanına Şeyh Edebali’nin olgun şahsiyeti etrafında örülen “Ahî”lik ve tasavvuf terbiyesi konulmuştur. Yunus Emre, romanın kahra­manlarından biri olarak, gerçi tam bir başarı ile büyüklüğü ve derinliği ölçüsün­de çizilememiştir. Ancak sanki günümüzden bir yorumcu gibi o romanda yaratıl­mıştır. Kerim Can tipi etrafında bilgin ve din adamı olma tutkusu, savaşçılığa üs­tün gösterilmiştir.

Uzaktan Dede Korkut Oğuzlarının yaşayışı gibi bir yaşayış içinde oldukları se­zilen Söğüt’lüler, mücadele şartlan içinde yoksul fakat ümitli, cesur, azimlidirler. Kimi güzel, kimi yiğit kadınları (Bacıbey’leri), dervişleri, savaşçıları, din adamla­rı, gün görmüş ihtiyarlan, kâşifleri, şairleri bir aradadır. Aralarına katılmış Rum gençleri, Moğol ve Hristiyan kâhinleri vs. bu romanda, gelecek Osmanlı günleri­ni hatırlatan, anlamlı şahıs kadrolan oluştururlar.

Çevredeki ahî’leri, esnaf teşekkülleri, Rum tekfurları maceralarıyla, yine Os­man Bey’in (Edebali kızı) Bal-Hatun’a ve Orhan Bey’in de (Tekfur kızı) Nilüfer’e aşkları ile Devlet Ana, aynı zamanda tarih, macera ve aşk romanı cazibesi kaza­nır.

Kısacası, Osman ve Orhan Bey zamanındaki, fetih cenkleri, kalelerin ve hatta şehirlerin alınması; Hristiyanlarla iç içe hayat, yabancılar, din ve tarikat hamlele­ri, zıtlar üzerine kurulan âhenk vs..daha sonra kurulacak Osmanlı devletinin ma­yasını oluşturmaktadır; âdeta Osmanlı’nın bir maketini meydana getirmektedir. Bu kalabalık kadro, savaşlar, maceralar, göz yaşartıcı iyilikler, can yakıcı hainlik­ler, teke tek savaşlar ve aşklar ile Devlet Ana romanı, Söğüt’te Türklüğün yeniden kuruluş destanıdır. Yazarını ölümsüzleştiren de millet ve devletine sevgi menkı­beleriyle dolu bu destanî romandır. Böylece Türk yiğitlerini, Osmanlı nüvesinde dile getirebilmek için Kemal Tahir şüphesiz;

Dede Korkut Kitabını, Âşıkpaşazade tarihini, anonim tarihleri, vekâyinâmeleri, Battalgazi, Köroğlu destanlarım, Danişmendname, Düstûmame, Muhammediye kitaplarını ve hiç şüphesiz Evliya Çelebiyi, Yunus Divanmı, Naîmâ, Silâhtar ta­rihlerini bir çok kereler dikkatle okumuştur. Bu okuyuş ona yeni bir üslûp kazan­dırmakla kalmamış, aynı zamanda yeni bakış da sağlamıştır.

Kemal Tahir, Devlet Ana’da bile eski üslûbundan ve doktrin baskısından büs­bütün kurtulamıyor. Bazı ayrıntılarda “dava”ya kaçmaktan, Yunus Emre’ye, za­man zaman Marks’çılığı andırır sözler söyletmekten geri durmuyor. Alişan Bey, Hophop Kadı gibi bazı kişilerini, yersiz olarak karalayıp küçümsüyor. Bazı kadın kişilerin, hatta ön safta gelenlerin “cinsel” tutku ve davranışlarını da (doktrin ge­reği) lüzumundan fazla abartıyor.

Fakat Ertuğrul, Osman, Orhan gibi beylerin Şeyh Edebali gibi mana öncüleri­nin, bey kızlarının, Söğüt ulularının ve halkının hayat ve menkıbelerini anlatırken onların Türk-Müslüman şahsiyetlerine, tarihî gerçek çehrelerine, tutkunluk ölçülerinde saygılıdır.

Böylece Kemal Tahir, Tanzimat’tan beri Batı’nın ardına düşmüş ve ondan an­cak pek seyrek sanat eserlerinde sıyrılmış olan Türk romanında, gayret ve bilgi sayesinde edindiği ufuklar sonucu önemli bir değişiklik yapmış oluyor. Sanatçı­larımızın Türk halkına bakacağı pencereyi, ona sesleneceği üslûbu, onun yaşattı­ğı değerleri incitmeden, fakat modernleştirerek, Batı tekniği içinde vermeyi deni­yor. Ancak manevî değerlerimize bakışındaki ihtiyatlı şüphe mana erlerini sami­miyetle kavramasını az çok engelliyor.

Yazarın içindeki Türk-Osmanlı ve tarih sevgisi, çok okuduğu eski belgeler sa­yesinde gelişmiştir. Osmanlı’nın sağlam ölçü ve değerlerine yaklaşmış olan ro­mancı, eski romanlarında rastlanılan bazı zoraki yorumlardan, manevî değerleri fazla horlayıştan, hayatı ille de doktrin cenderesine zorlamaktan kurtulmuştur. Kemal Tahir, şu noktayı özellikle belirtiyor;

“Bizde bir yanlış inanç var: Osmanlı-Türk yazı sanatında şiir çoktur da düzya­zı hemen de hiç yoktur sanırız. Oysa son araştırmalarımız bunun tamamıyla ters olduğunu, Osmanlı şiiri, kalıplara sıkışıp tamamıyla tek düzelik gösterdiği halde düzyazımız (nesrimiz) çok büyük canlılık ve anlatım gücü taşımaktadır. Ne yazık ki, bugün Orta Anadolu Türklerinin konuşma dilinde kullandıkları bu düzyazıyı birçok millî varlıklarımız gibi Tanzimatın getirdiği millî felâket içinde görmemez­likten gelmişiz.”

Yazarın “Osmanlı şiiri” hakkındaki görüşlerine katılmak zor olsa da, Osman­lı devrinin bilhassa tarih ve halk nesirleri üzerinde söylediği zenginlik, çeşitlilik, bol ifade, bol hikmet, coşkunluk ve lirizm fikrine hak vermek gerekir. Nitekim Devlet Ana’yı okuyanlar işte o eski kitapların cümle yapılarından, kelimelerin­den, mizahından, kısa hikmetli, değişik ibarelerinden süzülerek halk ağızlan ile karışmış tatlı, bir yeni üslûp bulacaklardır. Yazar yer yer Meddah ağzı’nı ve lauba­li denebilecek kelimeleri biraz fazla kullanmış olsa da, onun Devlet Ana’da eski Türkçe ile halk dilini kaynaştıran yeni bir roman üslûbu denediği açıktır.

Kemal Tahir’in başarı ile yaptığı bu, tarihe olumlu eğilişin Türk roman ve şi­irinde, kendisinden önceki merhalelerine bir göz atalım:

Namık Kemal ve Ömer Seyfeddin, Türk tarih ve kahramanlarına-bu destanlı bakışın örneklerini daha önce vermişlerdi. Ayrıca, Türk şiirinde, tarihimize gü­nün gözüyle hayranlık dolu ilk bakışın Yahya Kemal tarafından tam başarı ile yö­neltildiğini biliyoruz. Onu bu değerlendirişte izleyen diğer iki önemli şair-yazarımız ise Ahmet Hamdi Tanpınar ile Arif Nihat Asya’dır.

Kemal Tahir’in Devlet Ana’da açtığı, Osmanlı’ya bu yeniden bakış çığırından esinlenenler de olmuştur. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Tarık Buğra, Emine Işınsu ve Sevinç Çokum gibi bazı romancılar, çeşitli eserlerinde bu yolu devam ettirmiş­lerdir.

Cumhuriyet döneminde Türk tarihine bu bakışlarla eğilmeyip… tam tersine kör ve karalayıcı kasıtlarla giden romanlar daha çoktur. Bu olumsuz tutumların sebebi ise:

Tanzimat’tan beri sürüp gelen ve maalesef gittikçe daha koyu taassup halinde devam ettirilen tarih düşmanlığı, kendimizi horlamanın, halkın değerlerine ku­lak tıkamanın ve bizde asıl dirilişi (rönesansı) yapacak eski eserlerimizi müzelik arşiv mallan sayma cahilliğinin sonucu olsa gerektir.

Bazı eksiklikleri olursa olsun! Şüphesiz millî bir ilhamla ve yazarın olgunluk çağında yazılmış önemli bir eserdir Devlet Ana. Hatta Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı ile millî roman ve edebiyata gidilecek yolu işaretlemiş olduğu söylenebilir. Dilde, tarihte kısır devrimcilik ve budayıcılık illetinden sıyrılarak hazineler yatan tarihimize ve onu anlamlandıran eserlerimize sahip çıkmadıkça, onları gençliğe sevdirmenin yollarım bulmadıkça, halkın değerlerine ve bugüne kadar yaşattığı sözlü, yazılı verimlere saygı ile eğilmedikçe, bize kendimizi bile hor gösteren Batı’nın kültür emperyalizmine yardakçı olmaktan başka hiçbir sonuç alamayız.

Tarihî-millî kaynaklara dayalı olacak her sanat deneyişi, gençliğimiz ve gele­ceğimiz üzerinde onarıcı etkiler sağlayacaktır.

Devlet Ana’dan

Devlet Ana romanı, Osmanlı beyliğinin kuruluş zamanı olan 14. asır başlârını, birkaç aylık süre içinde ele almaktadır. Ertuğrul Gazi’nin yaşlılık ve ölüm günle­ri, Osman Gazi’nin büyük dirayetle “bey” oluşu; Orhan Bey’in yetişme çağlan söz konusudur. Aynı günlerde Selçuklu Sultanlığı ise tükenişe doğru gitmektedir. Komşu Rum hisarları teker teker alınmakta, Bilecik’ten sonra Bursa’nın fetih rü­yaları görülmektedir. Tarihin bilinen vak’aları: Osman Bey’in Şeyh Edebali kızı Bal (Mal) Hatun’u isteyip alması, Orhan’ın Yarhisar Tekfuru kızı Nilüfer Hatun’a sevdalanıp evlenmesi romanın aşk ve macera yönleridir.

Orhan Bey’e Nilüfer’in yaklaşma ve konuşmaları ile Domaniç Yaylası’na Türk­men göçü ve başlıca kahramanları anlatan parçaların bir kısmını aşağıya alıyoruz:

«…Yolun Karasuya giren beri ucuna vardıkları zaman yokuş aşağı çığ gibi ge­len araba karşılarından yetişmişti. Öteki atlar, hızla akan derin suya batınca ar­kadakiler, bunların üstüne devrildi. Ok çatırdayarak kırılmış, baş tarafı suya gö­mülen araba, sert akıntıya iyice yanlamıştı. Dört hayvan can havliyle çırpındıkla­rı için, arabada kimin olduğu, kaç kişinin bulunduğu köpükten, serpintiden gö­rülemiyordu.

Orhan Bey kadın çığlıklarını bastırarak bağırdı;

–   Mavro, hayvanların kolanlarını kes… Beyhoca, arabayı tutalım!

Ok kırılmıştı ama atlar koşumlarından arabaya bağlı kalmıştı. Bu yüzden sü­rüklenmiyor, adamakıllı yanladığı halde devrilmiyordu.

Orhan Bey, gerekirse arabayı önlemek için akıntıyı kollayarak suya girmişti. Karaduman, güçlüydü, korkusuzdu, uzun bacaklarına güveniyordu. Hiç durakla­madan atılmıştı. Ayaklarının kesildiği yerde yüzüyor, tabanı bulduğu zaman sü­rüklenmemek için gayretle direniyordu.

–   Panayacimuuuuu!

–  Ah yetiş Hristos efendimiz…

–  Allah belânı versin Mavrooo.

Orhan Bey yetiştiği zaman atlar, arabayı çukurdan çekmişlerdi. Gözleri deh­şetle yuvalarından fırlamış, burun delikleri yumruk sığacak kadar açılmış, solu­yorlar, titreyen bacaklarıyla akıntıyı karşılamaya çabalıyorlardı.

–   Orhan Beysen misin? Yetiş!

Orhan Bey sesi alamadığı için, adının çağrılmasına şaştı:

–   Kimsiniz? Kimsin?

–   Yetiş arslanım, önce al. şu km…

–   Vay Artemis Ana… Neden ürktü…

–   Bırak gevezeliği de al şunu… Korkudan ölmezse soğuktan donacak…

Orhan Bey arabanın tente demirini tutmuştu. Artemis Ana’nın “kız” dediği

Yarhisar Tekfuru Senyör Hrisantos’un kızı Lotus olacaktı. Artemis Ana’ya sımsı­kı sarılmış üç kızdan hangisinin “Lülüfer” diye takılıp kızdırdığı küçük Lotüs ol­duğunu çıkaramıyordu. Bir geçen yıl, yaylaya erken çıkıldığı için görememişti. İki yılda bu kadar büyüyebileceğini aklı almıyordu.

Artemis Ana gerçekten kızdı, silkinip kendini kurtardı, yan Rumca yan Türk­çe beddualar ederek Meryem’i, Hristos’u yardımına çağırarak Lotüs’ü delikanlıya doğru itti. Kız, Orhan Bey’in anlayamadığı bir ürküntü ile süt anasına sarılmak isteyince, Orhan Bey çıkıştı:

–   Hadi… Hadi çabuk..

Çıkışmasının sebebi, arabanın yeniden kaymaya başlamasındandı.

Lotüs’ü saçlarından tutup kabaca çekti, önüne aldı. Sağ koluyla sımsıkı sarıp Karaduman’ı hemen tepikledi. Kız, bulanık, anaforlu akıntıdan büsbütün kork­muş hafif bir çığlıkla göğsüne sığınmıştı. Suda bırakılmış bir sünger gibi ıslaktı, yumuşacıktı. Orhan Bey birden keyiflenip alay etti:

–   Islanmışsın kız, suya düşmüş tavşana dönmüşsün…

Yüzünü göğsüne bastıran Lotüs, tüy kadar hafifti. Ayağının biri suya dokunu­yordu. Orhan Bey’in alaycılığı biranda acımaya döndü. Kolunu biraz sıktı:

–   Korkma! Yok korkacak bir şey!..

Lotüs başını kaldırdı. Kocaman kara gözlerinde, Orhan’ı şaşırtan güvenli bir rahatlık, dahası, hemen gülümsemeye dönecek bir muziplik vardı.

Orhan Bey, bu apaçık, dimdik, öyleyken yine de anlaşılmaz bakışlardan rahat­sız oldu.

Nisan geçip Mayıs başladığı halde bu yılın bahar güneşi yeni yeni kızdırıyor­du. Bu yüzden bozkır, göz alabildiğine yemyeşildi.

Bu yeşilliğin içinde, gök mavisi ipek fistanı, pembe bürümcekten örtüsüyle Yarhisar Tekfuru Senyör Hrisantos’un km Lotüs, taşıdığı ürpertici adı gerçekten yadırgatmıyordu. “Domuz Benito keşiş, bu adı, buna kerametinden mi bulup ko­du hey Allah!” Orhan, merak etmiş, bir gezginci Lâtin papazına sorup öğrenmiş­ti. “Lotüs”, her yiyen yabancıya, yurdunu unutturacak kadar tatlı, insanda akıl bı­rakmayacak kadar tutkunluk veren bir masal yemişiydi. Lâtin papazı, ayrıca “Mı­sır’ın ak nilüferine de Lotüs derler” demişti. Kıza şuncacıktan beri çiçeğin Türk­çe adıyla “Lülüfer” diye takılması bundandı.

Bir su birikintisinin yanından geçiyorlardı… (Lotüs, Orhan Bey’e.)

–   Çok merak ederim öteden beri sizin Domaniç yaylanızı.

–      Güzeldir yaylamız… Soğuksuları vardır. Ördek avlanır gölleri.. Çam orman­ları vardır M, gövdelerini iki adam kucaklayamaz.

–   Yüksek midir epey?

–   Bilir misin Sipahi dağı?

–   Bilirim.

–     İşte onun kadar… “Doruk düzden iki bin kulaç çeker” derdi rahmetli Ertuğrul dedem..

–   Sürüler koyun ayağıyla kaç günde çıkar o kadar yükseğe?

–      Yayılarak çıkar. Kaç gün tutarsa… Biz keselerden vururuz. İki günde tutarız^ yaylağı…

–   Çadırda mı yaşarsınız bunca zaman?

–      Kim demiş? Herkesin evi vardır, ikişer katlı. Geceleri soğuk olur. Ocak ya­kılmadan barınılmaz. Sürüler iki kez çıkar. İkinciye güzleme deriz. Yağlar basılır, peynirler tulumlanır boyuna… Derin inler vardır, kar kuyuları gibi serin… Yağı, peyniri salarız urganlarla… Durur taptaze… Biraz kederli güldü. Bu dediğim, mal davar bolsa… Hemen konuyu değiştirdi:

–   Kadınlar kilim dokur, içlik bez dokur, ipekli dokur.

–  Erkekler?

–   Ava gideriz. Panayırda ciride çıkarız. Silâh idmanı hiç durmaz, yeni taylar, geme, eyere alıştırılır.

–   Dönüş?

–   ilk karla dönüş başlar ama, harp diye inilmez. Karın önü sıra kona göçe bu­lursun düzü… Senin anlayacağın, beş altı ayı geçmez bizim Söğüt’te oturmamız.

–   Zor mudur böyle yan göçebelik… Yılda iki kere göçmek?

–  Birazdan görürsün!… Göçün başı ulaştıysa bayram yerine dönmüştür Bilecik Tekfuru Romanos emmimin ünlü Kozpınar meydanı.

–   Kolay alışır mı buna insan?

–   Bilmem… Birden dikkat kesilip gözlerini kırpmadan baktı, yavaşça sordu. Neden sordun Lotüs Hanım?

Lotüs hemen gözlerini kaçırdı. Yutkundu, telâşla karşılık verdi:

–    Yeni analığın Bal Hatun aklıma geldi. Ömrünce babasının tekkesinde otur­muş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan… Bunca hizmetçi, aşçı ana… Sen yaylayı anlatırken. N’apar dağ başlarında acaba! Yadırgar elbette biraz…

–   Bilmem, işe sıvanırsa yadırgamaya vakit bulamaz. “Erini seven avrat her bir şeye katlanır” demiş bizim Türkmen atalarımız…

Lotüs, yola çıktıklarından bu yana ilk kez, gerçek bir ilgiyle sordu:

–  Analığın her şeye katlanacak kadar sever mi babanı?

Orhan biraz şaşırdı ama pek umursamadı:

–   Sever… Sevmez mi?

–   Kaç yaşında Bal Hatun? Duyduğum doğruysa, on altı, on yediymiş.

–   O kadar…

–   Baban?

–   Otuz üç, otuz dört…

–   Doğru mu? Demek yaşı kadar fark var arada… sinirli sinirli güldü. Sevebilir mi hiç? Osman Bey, on altısında evlenseydi onun kadar kızı olurdu. Babası yaşın­da demek. Hayır sevemez, hiç sevemez.

Orhan Bey, şakalaşıyor mu diye merakla baktı. Sözün ciddîliğinden şüphesi kalmayınca gerçekten şaştı:

–   Yaşlı mı benim babam, senin hesapça Lülüfer Hanım?

–   Otuz yaşındaki bir kadın için yaşlı değil ama, on yedi yaşındaki için…

–    Y&şh demek… Koca Osman Bey… Ağzına arslanları alıp gelen yiğit… Türk- mende erkeğin yajşı yılla ölçülmez, yiğitlikle ölçülür. Bizde sakat makat olmayan erkeğin delikanlılığı kırkında başlar. Hele babam gibi güçlü, yiğit, yakışıldı oldu mu, yüz yaşına varsa delikanlılığı komaz elinden… İspatı: Ertuğrul dedem, doksa­nı aşmıştı, delikanlı gitti bu dünyadan… Köslüğün imdat davulunu duymasıyla hopladı bir “Atımı çekin!” deyip öldü…

Önde Osman Beyle Şeyh Edebali, Akçakoca… Arkalarında Söğüd’ün yaşlıları geliyorlardı. Şeyh Edebali ünlü ak katırına binmiş, büyük Ahî demeklerinde omuzuna aldığı, içi samur kaplı yeşil çuhadan uzun cüppesini giymişti. Ahî şal­varının altında sarı sahtiyandan yumuşak çizmeleri vardı. Horasan sarığıyla bir kat daha büyüyen kocaman kavuğunu nasıl olup da bu kadar kolay taşıdığına şaş­mamak mümkün değildi. Birlikte yaylaya çıktığı Türkmenlerin şerefine halis Bu­hara şalından kuşağına iki arşın Ahî palasını sokmuştu. Katırın eyeri, başlığı, he­le özengileri gerçek sanat işiydi. Göz alıcıydı.

Lotus, otuz üç yaşındaki Osman Bey’in daha on dördünde gösteren Bal Ha- tun’un yanında ne kadar yaşlı durduğunu merak etmiş, bunu araştırmaya hazır­lanmıştı. Fakat Edebali’den gözlerini ayıramadı. Yavaşça (yanındaki Bal Hatun’a) sordu:

–   Kimdir bu güzel dede?

Bal kız, biraz kibirle karşılık verdi:

–   Babamdır. Şeyh babam…

Lotüs, biraz şaşkın ağzından kaçırdı.

–   Dedeniz olmadığına emin misiniz?

Bal Kız, buna kahkahayla gülecekken kendini tuttu. Rum kızının elini sevgiy­le okşadı.

Meydanda ses kesilmişti. Osman Bey, Edebali’ye gidecekleri yolu gösterdi. Gerçekten yakışıklı erkekti. Esmerliğinde buğday tatlılığı, biraz iri burnunda, kö­şeli çenesinde, hele çatık kara kaşlarında gücüne, iyi bahtına güvenen mutlu er­keklerin iyimser rahatlığı vardı. Orhan Bey’in buraya gelirken yabancılık, kimse­sizlik üstüne söylediklerini hatırladı. Evet, bu Türkmenler, yurtlarından sökülüp buralara sürülmüşlerdi. Arkalarında güvenip dayanacakları hiç bir kuvvet yoktu. Öyleyken, bu iyimser rahatlık, bu palavrasız güven, bunlara nereden geliyordu? Başta babası olmak üzere tanıdığı Bizans soylularının, ünlü savaşçıların örtbas etmeye çalıştıkları karamsarlıklarını, gerektiği yerde bir türlü zaptedemedikleri nedensiz öfkelerini, anlamsız küstahlıklarını hatırlayınca bu sorunun karşılığı büsbütün önemleniyordu. Fırsatını bulur bulmaz bunu Orhan Bey’e sormayı ka­rarlaştırdı.                                                                                            ,

–   Haydi güzelim… Yoruldun!

Lotüs, Bal Kız’ın dostluk dolu bal gibi sesine gülümseyerek döndü.

(Devlet Ana, 1967, Bilgi Yayınlan, s. 409-430)

Osmanlı’nın Devlet Ülküsü

Devlet Ana’nın aşağıdaki bölümünde ise, Osman Gazi, Şeyh Edebali’ye kura­cağı devlet için uygulayacağı İnsanî, İslâmî, ahlâkî ilkeleri anlatmaktadır.

Edebali, yıllardan beri ilk defa birisine bir soruyu eni-konu çekinerek sordu:

–   Nedir amacın? Konya olmayınca, tasarlayıp bozulmasından korktuğun iş, nedir?

–   Anadolu’yu bırakacağım şimdilik… Benim gördüğüm, tez vakitte gidicidir Moğol… Çünkü Moğol’un düzeniyle de uyuşamaz bizim Anadolu toprağı… Eski Yunan’ın, Roma’nın düzeniyle de uyuşamamıştır çünkü… – Rahatça gülümsedi: – Bizim gazi beylikler çabalasın bakalım, Konya’yı ele geçirmek için… Boğuşsunlar birbirleriyle, güçten düşürsünler kendilerini boş yere… îşimi kolaylaştırsınlar! Verimli topraklara sahip olana yarar Anadolu… Tükenmez insan kaynağıdır, insa­nının zenaatı da göründüğü gibi, köylülük değildir, devlet kuruculuğudur.

–   Konya olmayınca, devlet nerede kurulacak?…

–   Koca Tanrıya şükür, bizim Bitinya Ucumuzun açıktır önü… İstanbul-Tebriz yolu üstündeyiz! Tüccarımız İstanbul’a bağlıdır. Paralılarımız İstanbul’da işletir paralarım… İstanbul deniz yoludur ki, ardımızın karayolu kesildiğine göre umut ordadır. Moğol’lar, Konya Selçuk Sultanlığı’nı nasıl yıktıysa, haçlı Frenk’ler de, Bizans İmparatorluğu’nu öyle yıktı. Marmara kıyılan verimli topraklardır. İmpa­rator güçsüz düştüğünden sahipsizdir. Biz fırsat kollayacaksak, üstünde yaşayan- lan beslemek zorunda kalacağımız verimsiz topraklan gözetlemeyeceğiz, sahiple­riyle beraber bizi de besleyecek topraklara yöneleceğiz!

–   Daha mı kolay barınır, Konya’da barınamayan Müslüman, kâfirlerin içinde?

–   Barınır. Çünkü suyun akarındayız burada!

(…)

–   Suyun akarını görmemekteyim. Osman Bey oğlum! Gün doğusunu bırakıp gün batıya bakmakla nesne hasıl olabilir mi?

–    Olur şeyhim! İstanbul’un Bizans’ı, Frenk’in Karanlık Dünyasından kopup geldi. Ama, oranın kölelik düzenini burada tutturamadı. Tutturamayınca da “Top­rak Allahın, İmparator kâhya, köylü kiracı” demek zorunda kaldı. İmparatorun hür köylüleri, Lâtin, İstanbul’u basıp alınca Frenk düzeninin nasıl bir belâ oldu­ğunu görüp anlamıştır. Bu düzen köylüyü köle etmeğe dayanır. Kim ister köle ol­mayı? Demek zorlayacaksın aralıksız! Zorlarken zorlarken n’olur adam? İnsanlık­tan çıkar! İşte bu sebepten Frenk adamı, say ki, kuduz canavardır. Kahpedir, kıyı­cıdır, Allahı maldır, dini imanı soymaktır. Irzı namusu, utanması acıması, sözü yemini hiç yoktur. Bunalırsa insan eti yer. Bizans köylüsü kabul etmez bu rezilli­ği… Uçlara yerleştirilmiş Hristiyan Türk’lerse hiç yanaşmazlar köleliğe… “Suyun akan” dediğim, işte budur. Bu yöneliş çok adam istemez! Kâlabalıkları biriktirip köylünün başına musallat etmek zorunda değilsin. Bu zamana kadar hiç görme­diği, bilmediği bir düzeni götürüp Bizans köylüsünü şaşırtıp ürkütmek de yok! Köleliğe karşı biraz hoşgörü, dayanışma, can, ırz, mal güvenliği sağlayacağız. Aim teriyle çalışanlar, bizden yana olacak ister istemez.. Bizim, suyumuzun akarı budur, Şeyhim, şimdilik de gün batıyadır. Frenk düzeninin gerçek sınırına dayanıncaya kadar, gün batı bizimdir! – Bir an soluklandı, gözleri umutla, güvenle parlıyordu: – Eğer bu yolu tutmazsak, fırsatı kaçırırsak, Bitinya Ucu da, her yerde­ki yüzlerce uçlardan biri gibi, iz bırakmadan batar gider!

Şeyh Edebili, bir şey söyleyecekmiş gibi yekindiyse de, yutkunarak geri dur­du.

Osman Bey bir zaman saygıyla bekledi. Yaşlı adamı daha çok bunaltmayı uy­gun görmemişti. Şeyh bir şey demeyince, sanki çok yararlı öğütler almış da teşek­kür ediyormuş gibi sesini yumuşattı:

–    Evet şeyhim, ferah olun! Ben bu işin her yönünü ölçüp biçtim, nerden girip nerden çıkacağımı hesaba vurdum. Dayanağım sizlersiniz! Babamın savaş yoldaş­ları… Uğraşta yenici, barışta düzen tutucular… Çoktandır şeyhim, şunları hiç ak­lımdan çıkarmamaktayım: Batıya yöneleceğiz! Talan etmeyeceğiz! Din yaymaya çabalamayacağız. Tersine, herkesin inancına saygı göstereceğiz! İnsanlar arasın­da, din, soy, varlık bakımından hiçbir üstünlük tanımayacağız! Günbatının Karan­lık Dünyası, karanlığı yüzyıllardan beri, sınırımıza sürmekte, bizi boğmağa çaba­lamaktadır. Yolunu kesen kuduz it gibi salacaktır. Bu sebeple yükleneceğimiz iş ağırdır. Gireceğimiz geçit derindir. Bu kancık karanlığa karşı diri durmak gere­kir. Savaşta düşmandan habersizlik körlüktür. Aldığın haberleri, ulaştır hiç ge­ciktirmeden… Ahîlerin bizi arkalasın! “-Gerekirse para veririz” dedin! Sağol! Ge­lir isterim, aldığımı öderim! Yüreğimizdekini söyledik! Doğruda bizi arkala! Yanı­lırsak yakamıza yapış!..

Yavaşça uzanıp eline vardı.

Edebali, kalkacakken, iki dizi üstüne gelip kendisini toplamıştı. Osman Beyi omuzlarından tutup abımdan öptü.

–   Destur şeyhim! Demek vardır. Geciktim!

Şeyh Edebili başını, “olur” anlamına salladı. Kara Osman Bey çıkınca, uzun süredir unuttuğu bir rahatlıkla, önemli bir konuşmadan sonra, sorumluluk duy­mamak rahatlığıyla gözlerini kapattı, ara kapı gıcırdayınca, döndü, tepsiyi alan km Bal Hatun’a sevgiyle gülümsedi.

(Devlet Ana, Bilgi Yay., 1967, s. 183-186)

Yol Ayrımı

Yol Ayrımı, Kemal Tahir’in, 1970’lerde tamamladığı, fakat daha önce tasarladı­ğı en güçlü son romanlarından biridir. Bir bakıma, “Nehir roman” halinde yürüt­tüğü ve önde gelen ortak kahramanı Osmanlı paşazadesi Kâmil Bey olan üç roma­nının sonuncusudur. Bunlar Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı’dır. Kemal Tahir’in, Millî Mücadele’nin öncesi Millî Mücadele günleri ve Cumhuriyet sonrası “oportünist” (çok yüzlü) günlerden söz eden romanları bu üç­ten ibaret değildir.

Yukarıda sayılan üç romanla birlikte, Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu vs. de on­lar arasındadır. Esasen bu yazar, daha birçok romanında, doğrudan veya dolaylı olarak, Millî Mücadele’ye dokunmuş bulunmaktadır. Nitekim Millî Mücadele günlerinden hayli akisler bulunan romanlarından birisi de Rahmet Yolları Kes­ti’dir. (Not, bu roman Türk Edebiyatı, birinci cildinde, s. 254-256 anlatılmıştır.)

Yol Ayrımı, Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin Mahpusu romanlarında üstün idealist davranışlarını gördüğümüz (sonradan Kuva-yı Millîyeci) paşazade Kâmil Bey’in ve onun gibi dürüst fakat tepeden inmeci (jakoben) ihtilâlci kişilerin kay­pak siyaset ve hileler karşısında yenilerek bir kenara itilişlerini anlatan hikâye­ler ve olaylarla dolu bir eserdir. Roman olmakla beraber, daha çok bir “belgesel gibi” okunabilir. Yol Ayrımı, 1930’da “danışıklı” biçimde, Mustafa Kemal Paşa ile Fethi Bey arasında “demokrasiyi getirmek” gibi büyük iddialarla kurulup, bir yıl geçmeden kapatılan Serbest Fırka acayipliklerini anlatır.

İdealist gazeteci, muhalif ve ittihatçıların, ayrıca devrimin asıl ciddiyetine gö­nülden bağlı olan Kemal Tahir’in Cumhuriyet kurucuları hakkındaki fikirleri bu eserde yer alıyor. Nitekim kendisi ve çevresindeki kişilerin, oportünist, kirli olay­lar karşısındaki kırgın tenkitçi, alaycı bakışları Yol Ayrımı’na yansıtılmıştır. Ata­türk’ün sofrası, Çankaya’dan (Saray) duyulan hadiseler, Halk Fırkası, Meclis, İs­met Paşa ve hükümet gibi o devrin siyasî, ekonomik, sosyal kaderine, hatta kişi­lerin yükseliş veya düşüşlerine hükmeden çevrelerin durumları ve dedikoduları da Yol Ayrımı romanını doldurmaktadır.

Diplomat, siyasetçi, partizan, idealist, köylü, yazar, gazeteci, iş adamı, vurgun­cu, profesör, bakan vs. gibi her zümreden insanlar, (çok defa da en meşhur isim­ler zikredilerek) romanda o devrin çıkarcı rezil tiplerini, siyasî densizlik veya si­yasî yolsuzluklarını konuşmaktadırlar.

Halka yansıyan, yansımayan yanlarıyla veya iç yüzleriyle, bu üst katlarda olup biten rüşvet, kayırma, yolsuzluk, takrir-i sükûn, doğu isyanları vs. dolayısıyla ya­pılan haksızlık ve kanunsuzluklar, bir ironi, mizah, hatta hiciv ustalığı ile dile ge­tirilmektedir.

Başlangıçtan beri ve özellikle Devlet Ana ile beraber, belgelere dayalı, düşün­ce romanının güçlü örneklerini yazan Kemal Tahir, gerçekleri çekinmeden orta­ya koyarak tabuları yıktığı; Marksizm’in bağnaz ve dar çemberinden kurtularak millî değerlerimize muhabbet gösterdiği; Osmanlı tarihine saygı duyduğu ve İs­tiklâl Savaşı’na da bazı sağlam belgeler açısından baktığı için hayret edilecek hü­cumlara da maruz kalmıştır. Bir Necip Fazıl, bir Osman Turan söyleyince, kolay­ca küfür ediyor “gerici” deyip geçiyorlar ama, Kemal Tahir gibi “Komünizmden hapislerde yatmış biri” araştırdığı ve bulduğu gerçeklere direnemeyerek bunları yazdı mı, küplere binmiş ve kıyametler koparmışlardır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri, Abdülhamid ve Mustafa Kemal hakkında ortaya koyduğu yeni görüş­lerinden ötürü Kemal Tahir’e saldıranlar Oktay Akbal, Cevdet Kudret, Fethi Naci, Ferit Edgü vs. gibi sosyalist yazar ve eleştirmenlerdir.

Aşağıdaki ilk bölümde Serbest Fırka’nın, tepeden inme kuruluşu, (“Serbest Fırka Hatıraları” adıyla bir de eseri olan) Ahmed Ağaoğlu ile İttihatçı avukat

Mahmut Celâleddin Bey (Deli Celâdet) arasında geçen bir konuşma biçiminde an­latılır. (Yol Ayrımı, s. 42 – 44)

İkinci bölümde ise, Serbest Fırka’nın yine yukarıdan gelen bir emirle ama söz­de Meclis’te (tıpkı Hilafet’in kaldırılması ve imparatorluğun tasfiyesi gibi) kapatı­lışı ise, Doktor Münir ile gazeteci Murad (Kemal Tahir’in kendisi olabilir) arasın­da geçen bir söyleşme şeklinde sunulmaktadır. (Yol Ayrımı, s. 424 – 452)

Bir Parti Kuruluyor…

«- Nereden çıktı apansız bu yeni fırka işi? Sakın Ağa Hoca, siz mi kandırdınız tıkara Fethi Bey’i? Siz mi razı ettiniz böyle bir işe?

–   Siz kim? Önce bunu anlayalım.

–   Siz… Yani, Halk Fırkası’ndaki İttihatçılar…

–    Halk Fırkası’nda ittihatçı yoktur, bunu böyle bil Farmason! Başkaca, Fethi Bey kandırılacak arkadaşlardan değildir!

–   Kandırılacak arkadaşlardan değil mi? Meseledir! Akıllı demeye mi getirmek­tesin, kurnaz demeye mi? Korkak demeye mi getirmektesin, geçmişten ibret ala­mayacak kadar unutkan demeye mi?

–   Hayır! Biz adam kandırmayız!

–   Siz! Ya sizi kim kandırır! Kendi kendiniz mi?

–     Celâdet! Vaktiyle şunu Damat Salih Paşa’nın yanına koşup Beyazıt meyda­nında sallandırmadık da…

–   Halt ettiniz!

–    Bırakın çekişmeyi, parti işini anlayalım! Ne zaman kararlaştı, kimlerin ara­sında? Burada mı, Paris’te mi, Gazi’ye nasıl açtınız? İsmet ne diyor?

–    Söyleyeceğim, şaşıracaksınız! Meclis tatile girdi. Ben geç geldim İstanbul’a… Duydum ki, Paris Büyükelçimiz Fethi Bey de İstanbul’daymış, bizim Molla’nın Büyükdere’deki yalısında oturuyormuş… Severim Fethi Bey’i… İyi arkadaştır. Dostluğumuz Malta’da büsbütün sıklaşmıştı. Gidip göreyim, dedim! Gittim. Bula­madım. Molla Bey Yalova’da olduğunu, bir şeyler yapmağa çalıştığını söyledi. Duydunuz elbet… Otuz bir Temmuz’da Gazi Hazretleri apansız Molla Bey’e gidi­yorlar, Ertuğrul yatıyla saat gecenin dokuz buçuğunda… Fethi Bey’le tam beş sa­at kapanıp görüşmüşler. Molla Bey’e bakarsanız, Fethi Bey gidişatın yanlışlığını anlatmış… Gazi Hazretleri de Fethi Bey’in düşüncelerini kendi düşüncelerine uy­gun bulmuşlar… Birkaç gün sonra da Fethi Bey’i, Yalova’ya çağırmışlar. Ayın ye­disinde de ben çağrıldım, baloya…

–   Ne balosu bu?

–   Artık Deniz Yollan vapur işletmiyor, balolar düzenliyor! Balo için sebep de aranmaz oldu çoktandır.

–   Çalın düğün olsun hesabı desene…

–   Evet Farmason, onun gibi bir şey… Balo vermek âdet oldu. Büyüklere yana­şıp çıkar sağlamak için en kestirme yol balo vermek… Gittik ki, her taraf tıka ba­sa dolu… Biz yersiz kaldık!

–  Hanım da mı beraber?

–   Hayır, Sitare’yi götürmedim, kızım Tezer’i götürmüştüm. Gazi Hazretlerinin özel misafirler için her zaman birkaç odanın boş tutulduğunu bildiğim için Baş­yaver Rusuhi Bey’e başvurdum! Gitti, birkaç dakka sonra döndü. “Oda kolay” de­di, “Gazi Hazretleri baloya gelmenizi emrediyorlar Ağaoğlu Ahmet Beyefendi!..” Bende simokin, frak yoktu. Yanıma almamıştım. Böylece gitmek zorunda kaldım. Dans salonuna girdim. Vakit Gazetesi sahiplerinden Ahmet Âsim Bey’in masası­na oturdum, çevremi seyre başladım. Salonun ortasında Gazi Hazretleri, İsmet Paşa, Meclis Reisi Kâzım Paşa, bir de Fethi Bey görüşüyorlardı. Gazi Hazretleri bakmalarken gözleri bana ilişti, yanlarına gelmemi eliyle emir buyurdular. Gazi Hazretleri her zaman yaptığı gibi, burnunu çekerek ve gülümseyerek, “Serbest Parti Reisi Fethi Bey” diye, beni Fethi Bey’e takdim etti ve bana hitaben, “Tabiî, Fethi Bey’le beraber çalışacaksınız!” dedi.

–   Böyle apansız damdan düşer gibi mi?

–  Evet!

–  Ne cevap verdin?

–   “Paşam, dedim, İsmet Paşa’yla Fethi Bey arasında tereddüt olunmaz mı?” de­dim. “Artık uzatma” dediler, “Fethi Bey’le berabersin!” Dans başladı, ben yerime döndüm. Gazi Hazretleri bir hanımla dans ediyorlardı. Benim yanımda durdular, bir kolunu boynuma attılar, yüzümü öptüler: “Seni tebrik ediyorum, dediler, Fet­hi Bey’le anlaşmışsın!.. ’’ “Fethi Bey’i görmedim daha” dedim, “Canım, siz tâ öte­den beri anlaşmışsınız. Hemen gidip Feth Beyi de, seni almış olduğu için tebrik edeceğim!” demezler mi?

–   Nasıl iştir bu, ben olsam ürkerim.

–   Haklısın Celâdet! Ben de şaştım. Ne Fethi Bey’le görüşmüştüm, ne de fırka­dan haberim vardı. Bu nasıl şey!

–   Kalk savuş derbeder, savuş da tatlı canini kurtar.

–   Hemen kalktım. Fethi Bey’in yanma gittim. Gazi Hazretleri onu da tebrik et­memişler mi? “Fethi Bey bütün bunlar nedir? Ben hiçbir şey anlamıyorum’’ de­dim. “Şimdi yeri değil! Yarın otelde uzun boylu görüşürüz!” dedi. (Yol Ayrımı, 1973, s. 42 – 44)

O Parti Kapatılıyor

–   Aslında, “Münir amca… Haftalar geçtiği halde, Millet Meclisinin izlediğim son oturumunu da hiç unutamıyorum ben…

–   Hangi oturumu?

–   Fethi Bey’i partisin i kapatmaya zorlayan oturum…

–   Yazdın ya.. Bana öyle pek dramatik gelmedi.

–   İstediğim gibi anlatamadım da ondan… Bizim gazetede olmuyor. Kâbus gibi çullandı üstüme benim bu oturum!.. İçime çöküp yerleşti.

–    Hatırlıyorsunuz! Gazi Paşa 1 Kasım’da Millet Meclisi’ni açma konuşmasın­da, belediye seçimlerindeki olayların önemsiz olduğunu, Avrupa’daki seçimlerde de böyle uygunsuzlukların görüldüğünü söylemişti. Önümüzdeki yıl yapılacak se­çimlerin selâmeti için kanunlarda gerekli değişikliklerin yapılacağım da müjde­ledi. Bundan iki gün sonra Gazi Paşa, Fethi Bey’in evine gitmiş, “Söylediklerimi nasıl buldun?” demiş, Fethi Bey, “Çok güzel” deyince, “Fakat bazı arkadaşlar be­ğenmediler” demiş…

–   Kimmiş bu bazı arkadaşlar? Kırklar mı?

–    Kırklar deniyor. Gerçek sayılan pek belli değil… Halk Partisi’nin bir çeşit idare kumlu… Ya da, yüksek kontrol heyeti… Önemli meseleleri önce bunlar ko­nuşur, karara bağlarmış da, sonra parti meclisine getirip onaylatırlarmış!

–  Adları?

–    Biliniyor, uğraşılsa listesi çıkarılır. Her ne pahasına olursa olsun, devrimle- ri savunmaya karart Kuvayı Milliyeciler… Gazi Paşa birkaç gün sonra gene git­miş Fethi Bey’in evine… “Bak nasıl formül buldum, önümüzdeki seçimler için” demiş… “Bir blok yapacağız! Böylece her iki partinin başına geçmiş olacağım. Her iki partinin adaylarım ben seçeceğim. Seçim tek dereceli yapılacak. Partiler kazandıkları oy kadar milletvekili çıkaracak” demiş. Fethi Bey çok sevinmiş. Ga­zi Paşa, “Blok fikri şimdilik gizli kalsın!” demiş… Fakat, gizli kalması gereken bu formülü üç gün sonra, Siirt Mebusu Mahmut Bey, Milliyet gazetesinde “Blok” baş­lıklı yazı ile açıklamaz mı?

–   Evet, “Halk Partisi böylece bir fikri kabul edemez” diyordu.

–   Bunun üzerine ayaklanmış bizim partinin kırklan… Asıl, kıyametleri kopa­ran Mm olsa beğenirsiniz, meslekdaşlarınızdan Doktor Tevfik Rüştü…

–   Ne diyor?

–    “Batılılar devrimler tutmadı sanırlarsa mahvoluruz” diye yırtmıyormuş ki, kat’iyen zapt olmuyormuş…

–   Demek Tevfik Rüştü’ye göre, bizim devrimler, bizim için değil, Batılılar için mi yapılmış?

–   Blok düzeniyle iktidarı çantada keklik sayarak hop hop hoplayan Fethi Su­na ne demiş?

–   Kan başına sıçramış tabiî… “Aman Paşam bu nasıl şeydir? Ben sizinle nasıl boğuşurum? Böyle bir durum düşünülemez bile… ” demiş, “Bizim maksadımız bu muydu?” demiş.

–   Neymiş bunların meğerse maksattan?

–   Kim bilir?

–   Buna karşı Gasd’nin cevabı?

–   “A canım, karşı karşıya geçer uğraşırız. Kim bilir belki de siz kazanırsınız” lâfını duymasıyla birkaç gündür blok yoluyla kendini iktidarda sayan Fetbi Bey’e dehşet elvermiş! “Peki! Arkadaşlarla bir görüşeyim!” diyebilmiş…

–   Parasını da geri istemiş mi Gazi Paşa bu konuşmadan yararlanıp?

–   Hangi parasını?

–  Canım, parti açarken Fethi Bey’e para vermiş ya… Bir söze göre altmış bin li­ra, bir söze göre otuz bin…

–   Evet, bu para meselesini biraz konuştuk Ağaoğlu Ahmet Bey’le… Paranın lâ­fını duymuşlar partidekiler… “Yüzünü görmedik! Harcandığını da bilmeyiz! Bu para Fethi Bey’le Tahsin Bey arasında kaldı öyleyse” dedi Ağaoğlu…

(Sonra meclis kürsüsünde, Fethi Bey şöyle konuşuyor:)

–   Bence önemli olan noktalar şunlar… Bu seçime kadar ömürlerinde hiç oy kullanmamış yüz binlerce vatandaş, oy atabilmek için günlerce sıralarım bekle­mişler. Bu seçmenlik işini gerçekten sevinçle, heyecanla yapıyorlarmış… Milletin seçime karşı gösterdiği bu büyük ilgi, bütün gerçek cumhuriyetçileri sevindir­mek lâzımken, oyların Serbest Parti’ye doğru akması bazı hükümet memurlarıy­la bazı Halkçıları kızdırmış… Egemenlik hakkını kullanmaktan başka bir şey yap­mayan halkı, gericilikle, komünistlikle, anarşi çıkarmakla suçlamışlar. “Eğer, de­di, Fethi Bey, en ileri gelen şehirlerimizde, kasabalarımızda, bu kadar geniş ölçü­de gericilik hareketleri vardıysa, o yerlerin idarecileri, bu seçimlerden önce hü­kümeti neden uyarmadılar? Serbest Parti’nin kuruluşundan önce, bütün memle­ket halkının hükümeti yüzde yüz tuttuğu söyleniyordu. Şurda burda işitilen bazı yanıp yakılmaların, çıkarları bozulmuş birkaç eski idare artığından geldiği söyle­niyordu. Ya da, yabancı kışkırtıcılara kapılmış bir iki akılsızın işi sayılıyordu. O zamana kadar hükümetle birlik olan halk, belediye seçimlerinde neden birdenbi­re gerici kesildi?”…

Buraya kadar her şey yolunda gidiyordu. Konuşmanın burasında, ön sıra bir­den bağırmaya başladı.

–   Ne diye.

–    “Milleti aldattınız” diyorlar… “Gericileri içinize aldınız… Milleti zehirledi­niz”…

–   Kim böyle bağıranlar?

‘ Başta Kel Ali… Recep Bey… Rasih Hoca… Vasıf Bey… Daha başkaları… Saldı­rıların ilerde ne hâl alacağını bilmediğim gibi, Serbest Parti’nin durumundan da haberim olmadığı için, Fethi Bey’in kuru gürültüye pabuç bırakmadan konuşma­sındaki rahatlığı beğenmiştim. İçişleri Bakanı kürsüye çıktı, suçlamaları, “Saygı­değer arkadaşının” yanlış haber almasına verdi, “Memurlarım hiçbir yerde ka­nundan kıl kadar ayrılmamışlardır. Yüksek Meclis, bununla ne kadar övünse az­dır” deyip kesti. Tam tamına bu kelimeleri kullanmadı ama, dedikleri buna yakın şeylerdi. Sonra bizimkiler sırayla kürsüye geldiler. Söylediklerini şöyle özetleye­ceğim: “Olup bitenleri hepimiz biliyoruz. Çünkü, gözümüzün önünde geçti. Fethi Bey, partisini “liberal olarak” daha sola gitmek için açmıştı. Cumhuriyetçilikle la­ikliğe de sımsıkı bağlı kalacağına söz verdiydi. Buna karşılık, illerdet ilçelerde partisini kimlere kurdurduğu meydandadır. Adam seçmekte “ustalık göstermedi” diyemeyiz. Her yerde, hepsi ezberlemişler gibi, hep aynı sözleri söylediler. Bu söz­ler, adamına göre değişiyordu. “Vergilen kaldıracağız” dediler, “Şekeri beş kuru­şa yedireceğiz, tütünü kırk paraya içireceğiz” dediler. “Din elden gidiyor” denil­di, “Tekkeler açılacak” denildi Şapkayı defleyip fes giydireceklerine yemin etti­ler. Kulaktan kulağa en namuslu insanlara kara sürülmek istendi. “Filânca hır­sız, filânca oğlancı, falancı ırz düşman, filânca kodoş” diyerek en edepsizce yalan­lar uyduruldu. Bu mudur yeni partiden beklediğimiz? Bu mudur memleketsever- lik?.. Milletseverlik?.. Bu mudur devrimcilik?” Fethi Bey, karşılık vermek için ye­niden kürsüye geldi. Gürültü gitgide artıyordu, “Teker teker gelin konuşun, cevap vereceğim” dedi. Gericiliği, insanlara kara sürme suçlamalarını kabul etmedi. Konuşturmak istemiyorlar, sözünü sık sık kesiyorlardı. İlk konuşmasındaki sâ- kinliğini yavaş yavaş kaybediyordu. Karşılıklı tartışmalar başlamıştı. Oturduğu yerden “Başvekil mi olacaksın?” diye bağırana, sözünü yanda bırakıp “Millet oy verirse olacağım elbet” diye karşılık veriyor, “Ne kerametin var?” diye sorana dö­nüp, kendisini düne kadar çok iyi tanıdığım söylüyordu. Bir ara büsbütün bunal­dı. Partisini Gazi Paşa’run emriyle açtığını anlatmaya girişti. O zamana kadar ken­dimi boğuşmanın hızına kaptırmıştım. Bizimkilerin adamı bunaltmaları meğerse hoşuma gitmiyor muymuş? Birdenbire, kendime geldim. Önce utandım, sonra, yavaş yavaş artan bir garip rahatsızlık duydum. Bu rahatsızlık, kürsüdeki tek ada­ma, kalabalığın haksız yere saldırmasından gelmiyordu. Fethi Bey’in kendisini düşürdüğü durumdu beni rahatsız eden…

–  Anlayamadım.

Murat, bir sigara yaktı.

–     Önce ben de anlayamamıştım pek… İki tarafın sözlerinde de yalanlar, doğru­lar vardı. Buna karşılık, güçler denk değildi. Çoğunluk, güçlüyken tek adama söz söyletmiyordu. Aslında ben tek kişiye çullanan kalabalıkları sevmem. Kalabalık­lar haldi da olsalar, bu hak, öyle pek övünülecek cinsten sayılmaz bence.„ Ama, üstüne kalabalıkların çullandığı kişilerin hepsi, her zaman insanı rahatsız etmez ki… Adam haklıysa, direnmesini kahramanlık sayarız. Beğeniriz. Yiğitliğinin kar­şısında gözlerimiz yaşarır. Burada haklılık, haksızlık denk olduğu halde, beni Fethi Bey rahatsız etmişti. Kendine güvenini kaybetmeye başladığı zaman duy­dum bu rahatsızlığı… İlk şaşkınlığını görseydiniz, ne demek istediğimi anlardı­nız. Bağırtılar artınca susup yukarıda bir yere bakmıştı. Ancak üçüncü bakışında, cumhurreisinin locasına baktığını anladım. Gazi Paşa locasında tek başına oturu­yor, eli çenesinde, seyrediyordu dikkatle… Fethi Bey’in locadan yardım istediğin­

 

den şüphelendim. Demek ki, karşısındakilerin kendisine böyle saldırabileceklerini hiç aklına getirmemiş, kendisini bu işe süren kuvvetin, yeri gelince, kalaba­lıkla arasındaki dengesizliğin bu kadar kıyıcı bir hal almasını önleyeceğine inan­mıştı. Ben daha önce olanları bilmediğim için, locanın adamı bıraktığını sezince, dehşete kapıldım. Serbest Parti’nin bütün milletvekilleri de, sanki tavanın yıkıl­masını bekliyorlarmış gibi omuzlarını kamburlaştırarak kafalarını kısmışlardı.

-Kürsüdeki adam, danışıklı döğüşün böyle bozulabileceğini hiç aklma getir­memişe benziyordu. Nedense bir kere daha, partisini Gazi Paşa’run enikonu bas­kı yaparak kurdurduğunu söylemek zorunluluğunu duydu. Artık her kafadan bir şey çıkıyordu. “Gazi bizimdir”, “Bize karşı çıkan, Gazi’ye karşı çıkmış demektir”, “Gerçek budur, bu gerçeği hiç kimse örtbas edemez!” Bu bağırtıların arasında Rasih Hoca’nın sesi duyuldu: “Hepinizi vatan haini olarak hemen mahkemeye ver­meliyiz!” Bunun üzerine Fethi Bey, bir kere Rasih Hoca’ya, sonra Cumhurreisliği locasına baktı. Titreyen elleriyle kâğıtlarını topladı.

–   Sonra dönüp Meclis kürsüsünden mi bildirdi partiyi kapattığını?..

–   Hayır… Kapatma bildirisinin yazılması saatlerce sürmüş.

(Yol Ayrımı, s. 424  431)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler