Kimdir

Kemal Özer kimdir? Hayatı ve eserleri

Kemal Özer kimdir? Hayatı ve eserleri: 1935 yılında İstanbul’da doğan Kemal Özer, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden ayrıldı. Bazı gazetelerde, yayınevlerinde çalıştı bazı dergileri de yönet­ti. İlk şiirlerinden sonra (1951) hikâyeler de yazmış 1956-60 yıllan arasında “Şiir Sanatı” dergisini çıkarmış, İkinci Yeni takımına da katılmıştır.

Şiir kitapları:

Şiirlerinden başka Sanatçılarla Konuşmalar (1979), Güldeki Şafak (1979, Bul­garistan gezisi) ve başka kitapları da vardır.

Kemal Özer hakkında bir eser: Öykü dergisi Mart 1976 özel sayısıdır. Varlık ve Gösteri’de çıkmış, onu anlatan yazılar, röportajlar vs. bulunmaktadır.

Kemal Özer, şiire, İkinci Yeni’ler arasında başlamış, bu grubun tutunan şair­lerinden biri olmuştur. Ancak, kendisi, 1950-1955 yıllan arasında ve İkinci Yeni ortamında yazdığı ilk şiirlerini, birçok kereler “içgüdüsel dönem”in ürünleri diye nitelendirmiştir.

İkinci Yeni’leri toplayan “a” dergisini 1956-1960 arasında çıkaran ve şiir üzerin­de denemeleri de olan Kemal Özer, kuşaktaşları arasında biçime, mısra kuruluşuna, kelime seçimine, iç ahenge, kafiyelere ve iç bütünlüğe önem veren şairlerdendir.

Sonet biçiminde yeni şiirler yazmış ve uzak çağrışımlı mecazlar kullanmıştır. Gül Yordamı, Bir Ölü Yaz gibi kitaplannda “öz şiir” kaygısı gözeten Kemal Özer, “Kavganın Yüreği” şiirlerinden sonra, öz şiiri ve imajı bir yana bırakarak şiirleri­ni bir süre Marksist eylemciliğin emrine vermiştir.

“Gül Yordamı” ile, ” Bir Ölü Yaz” ve “Tutsak Kan” gibi kitaplannda İkinci Ye- ni’nin hâlâ var olan esintileriyle “bireysel” dedikleri duygularla kimi açık, kimi simgeli ve hikâyemsi (çoğu) aşk şiirleri yazmıştır. Hem dış görünüşe hem de iç zenginliğe önem verdiği için beğenilen şairin o dönem şiirlerinden biri “Kralın Adamları”dır:

KRALIN ADAMLARI

Siz bir kraldınız nasıl hatırlamam Koyacak yer bulamayan ellerine

Adamlarının sırtından başka Kraldınız olmasın mı o kadar da

Deniz sizindi düşüp düşüp sarılmalar denizi Ay durduğunda gecenin bir yanma

Saçlar varmak üzereyken öteki saçlara

Sizindi yan yana uyumak geceleri.

Kan ise yiğittir bütün bilinenlerden El ile koymuş gibi yanma vardığınız Nasıl hatırlamam siz bir kraldınız Adamlar aktı şehrin çeşmelerinden

(Gül Yordamı)

Kemal Özer, Tutsak Kan’dan sonra (1963) Kavganın Yüreği (1973)’ndeki şiirle­rine kadar yazmakta sıkıntılar geçirdiğini “toplumsal bir içerik kazanmak” için “bilgi ve yöntem edinerek” değiştiğini Doğan Hızlan’a şöyle ifade ediyor:

“Yazdıklarımı benim kılan neydi? Bu soruya bulduğum yanıt şu oldu: “Benim!” diyebileceğim birşeyler koymak… 1965’Ierden sonraki toplumsal değişme, bu de­ğerlendirişi doğru yapmamı sağlayan bilgi ve yöntemi edinmeme yol açtı.

Bugün, daha önce yazdıklarıma göre başka türlü yazıyorsam bu değişimin kö­kenini bu ayırımda aramak gerekli… Altı yedi yıl süren bir kopukluk girdi araya. Bir ilgisizlik, bir küskünlük. Yazmaktan el çektim.”

Sonra, âdeta şiirini Marksist teorinin, sınıfçı kavganın emrine verdiği “Kavga­nın Yüreği” ve onu izleyen kitapları başlıyor. (Tıpkı Ataol Behramoğlu’nunkiler gibi) güçlü şiir olmayan şu gibi “güncel”, “bildiri” sözleri o günlerden kalmıştır:

“Hâlâ durur o akşam belleklerinde,

Mayalanır durur, birlikte bakmanın derinliğiyle,

Önüne geçilmez coşkusuyla, birlikte yürümenin,

Bir ağızdan söylemenin güzelliğiyle bir şarkıyı,

Birlikte sahip çıkmanın bir öfkeye Bir hesabı birlikte ödetmenin “Düşen kalır, bırakın ağlamayı”

Demenin kutsal ve hüzünlü aleviyle Yaşayıp durur o haziran akşamı”

(veya milletin bayrağına saygılı olmayan yakıştırmalarla şu yersiz lâflar)

“Geçiyor kalabalıkların üstünden bayrağımız.

Akşamları yorgun dönenlerin bayrağı yorgun,

Üşümüş, kavşaklarda ayrılanlann bayrağı, ışıksız

Evlerine. Yarın dipdiri olacakları kavşaklarda,

Omuzlarına vuracakları birbirlerinin.

‘Yazın eli kulağında” diyecekleri göğüs dolusu,

Al gömlekleri rüzgârla titreşirken.”

(Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya)

Gösteri dergisinde (1984) Doğan Hızlan’ın sorusu üzerine, (Behramoğlu’na da sorulduğu üzere) “Slogan şiiri1‘ yahut, daha doğrusu şiir ve slogan hakkında Ke­mal Özer şunları söylüyor:

“Bir şey söyleyen, söylediğini açık açık söyleyen bir şiirin amaçları arasında kitlelere ulaşmak da var. Tersini düşünmek, kendisiyle çelişmesini göze almakla eşanlamlı. Dolaysız şiirin kitlelere ulaşması, ne tek başına bir erdem, nede olumsuzlayıcı bir kusur. Topluca karalamak da yanlış, sloganlara zaman zaman yer ve­rişini görmezden gelmek de.

Önemli olan, bence, sloganın bir şiir içinde tuttuğu yer. Şiir onun üzerine ku­rulmamışsa, yaşam içinde herhangi bir öğe gibi ona da yer vermişse, kullandığı araçlar içinde yalnızca bir araçsa, slogana yer vermesi o şiiri değerden düşürmez.

Bu konuda iki noktanın daha altını çizmekte yarar görüyorum. Sloganı, yalnız­ca siyasal içerikli bir söz takımı olarak düşünmek yanıltıcı. Şiirsellikle slogan arasında doğrudan bir bağlantı kurmak da. Örneğin cicili bicili bir söz takımı da bal gibi slogan olabilir ya da slogana yer veriyor diye bir şiir şiirselliğini yitirme­yebilir.”

Bunları söyleyen Kemal Özer, ödüller konusunda, meziyet ve kusurlarını an­latmakta, şiirde ve özellikle (propagandaya, riyakârlığa aktörlüğe çok elverişli olan) Toplumcu edebiyatta slogansızlık ve şematizme karşıdır. İçtenlik, tutarsız­lık ve inanç aramaktadır.

Düşün (Ekim 1986) dergisinde şöyle bir hatırasını anlatıyor:

“1973’te Şili’de darbe olduğu zaman, birkaç gün sonra Nerudada ölmüştü ya. Bu konuda şiir yayımladı. Ben bu şiirin bir çözümlemesini yaptım ve şu sonuca vardım: Şiiri yazan ozan toplumcu bir bakış açısı taşımadığı için ele aldığı konu­yu şiirleştirmede şematik kalıyor, özüne inemiyor. Şiirde özel adlar ve anıştırma­lar var. Bunları şiirden çıkarıp onun yerine tam karşıt görüşte olanların adlarını koyduğumuz zaman şiir değişmiyor. Yani toplumcu bir şiirde olmaması gereken bir durum.”

Kemal Özer’in “Kavganın Yüreği”ne kadar yazdığı üç kitapta çıkan elli şiyini “içerik ve estetik” yönlerinden beğenmektedir. “Kavganın Yüreği” ile doludizgin girdiği “eylemci-bilimsel toplumcu” eserleri üzerindeki görüşlerini ve böyle hızlı bir geçişin sebeplerini ise Özer, aynı mülakatta (biraz savunma yapar gibi) şöyle anlatmaktadır:

“Bu yüzden, 1970-80 arası yazdıklarım, bir bakıma, okurla ilişki kurma arayış­ları oldu. Hem içerik, hem estetik düzeyinde. Örneğin “Kavganın Yüreği” (1973), içeriği İkinci Yeni’nin biçim olanaklarıyla dışlaştırma çabasının ürünüdür aynı zamanda. “Yaşadığımız Günlerin Şiirleri1‘ (1974) en yalın, en çıplak anlatımın şiir­le tutulan bir günlük düzeyine indirilmesidir. ‘Sen de Katılmalısın Yaşamı Savun­maya’ (1975) ise bu iki deneme ve arayışın bileşime ulaşmasıdır.

İçerik düzeyinde bakarsak güncel olayların yakından izlendiği, hızlı bir siya­sallaşma içindeki okurla daha çok bu yoldan ilişki kurulmak istendiği ortaya çı­kar. Ve eldeki veriler, bu amacın büyük ölçüde gerçekleştiğini, şiirlerin yalnız dergi ve kitap yoluyla değil, kart, müzik, gösteri, tiyatro, sinema, afiş, fotoğraf vb. ile de toplumsal dolaşıma girdiğini, toplumsal işlev bakımından sıkıntıya düşme­diğini gösteriyor.”

Şair, kendisinin: “İleride yazacağım daha oylumlu epik şiirlerin ilk aşaması” dediği “Kimlikleriniz Lütfen “den sonra, daha yeni tarzlara yönelerek “Araya Giren Görüntüler” ve “Sınırlamıyor Beni Şeyda’daki şiirlerini yazıyor. En son yayımla­dığı bu şiirler hakkındaki kanaati de şöyledir:

“Bunlar küçük küçük görüntüler çiziyor. Doğrudan değil dolaylı anlatımla, uzak çağrışımlarla, yeni ve değişik bir tutumdan haber veriyor. Hiç değilse benim son on yıllık şiir toplamım açısından.”

“Araya Giren Görüntüler’e bir örnek olarak “Her Soluk Alışta”sını görelim:

“Kaldırın bugün Ne kadar engel varsa güneşle aranızda elinizin değdiği her şey gökyüzü koksun.”

Bu son şiirleri, biraz daha olgun ve gelişmiş anlamda, ilk üç kitabındaki sami­mi, rahat, güzel Türkçeli, şairane özlü parçalarına bir dönüştür de denilebilir.

İlk şiirlerinden beri, güzel aşktan, gündelik sevişmelerden, kızgın ve şehevî sahnelere kadar fakat mutlaka “aşk’a ve sevişmeye” yer veren Kemal Özer, bu son şiirlerinde, daha zarif tarzda ve, bir eleştirmenin deyişiyle “geniş kapsamlı” aşkla­ra açılıyor. Sokak kavgalarını özlemek ve kışkırtmaktan, “toplu öfke” ve anarşi övgücülüğünden vazgeçmiş bir “toplumculuğu” da, şiirin yasaları içinde devam etti­riyor.

Şair, güçlü ve yetenekli olduğu için, esasen bütün dönemlerdeki şiirlerinde kendisini teoriye ve basmakalıba kaptırmamıştır. Nitekim, bir açık oturumdaki konuşmasında, devrimci veya özcü şairlere de öğüt olacak değerdeki şu sözü söy­lemiştir:

“İşe ele alman konu düzeyinde bakarsan yanlış oluyor. Bireysel temalar, top­lumcu temalar, böyle bir şey yok Ne grevden söz etmek toplumculuk, ne aşktan söz etmek bireycilik.”

Araya Giren Görüntüler (1983)’le beraber, çok az (15) şiiri içine alan Sınırlamı­yor Beni Sevda’da da aynı özellikleri görüyoruz.

Bu şiirlerin çoğunda mecaz’a bolca yer veriliyor. Anlam da bazen “simge”ler al­tına gizlenerek, okuyanı düşündürüyor. Kendisi zaten: “Kapalılık kavramına kö­rü körüne karşı olan bir ozan değilim. Kapalılığın nedenleri bence önemli” (Var­lık, Temmuz 1986) diyor.

Bu şiirlerde de “toplumsallık” elbette vardır. Şair, özellikle “sevda ve toplum­culuk” arasında denge kurduğunu, şiirinin bu iki kanat üzerinde durduğunu çok yerde vurguluyor. Hatta son kitabına “Sınırlamıyor Beni Sevda” adı bile bu ana şi­ir görüşünü özetlemek için verilmiş olsa gerek.

Nitekim, 1 Aralık 1977 tarihli günlüğünde, bu konuyu şöyle açıklıyor:

“Sevda olayını bireylerin siyasal ve toplumsal yapılan içinde değerlendirmek istiyorum. İkili bir duygu alışverişine indirgemek, sevdayı bir küçük burjuva ben­cilliği içinde ele almak olur.”…

“Sevda, insanı başka güzellikleri tadacak, başka insanları, başka sorunları, başka yaşamları kavrayacak bir duyarlıkla donatırsa, bir olgunluğa ulaştırırsa, kı­saca insanı geliştirirse sağlıklı bir ilişkidir. Bencil, çıkarcı, övüngen yaparsa, dü­şünceyi ve duyumu daraltırsa, burjuva dünyasının uzantısı olarak kalır.”…

Kemal Özer’den Seçmeler

AĞUSTOS BÖCEĞİ İLE KARINCA

Lafontaine’den çağımıza kalan Çağrışımlarla düşünürsek:

Bin üşengeç, biri çalışkan.

Belki başka türlü de olurdu demezsek öyledir gerçekten:

Biri savruk, biri tutumlu.

Birine göre varsa yoksa bugün, birine göre yann için her şey.

Tükenene kadar soluğu söyleyip durdu biri bütün yaz.

Ağzını bile açmadı öteki ve ambarını doldurdu

(Araya Giren Görüntüler)

BİR ENGEL ÇIKINCA

Böyle değildi bu kentte sokaklar, şarkılar ve insanlar.

Yürüyüp giderdik birlikte bir heyecanı paylaşarak.


Bir gergefe girip çıkan iğneler gibi ayaklarımız işlerdi yürüdüğümüz yollara coşkulu saatlerin nakışını. Alınlanmıza biriken güneş şimdi nerdeyse soğuyacak.

(Araya Giren Görüntüler)

ŞÎMDİ NEREDEYSE

Yokuş aşağı koştunuz mu hiç? . Durdunuz mu hiç bir engel çıkınca birdenbire?

Bileceksiniz öyleyse…

Bir baş dönmesi alır kesilen hızın yerini ve bacaklarınıza gelen rüzgâr sizden önce aşar engeli.

(Araya Giren Görüntüler)

BİRİKİME İNANMAK

Dalgayı haber veren yakamoz kimin gözüne çarpar kıyıda?

Çiçeğe durduğunu kim ayırt eder tepeden tırnağa giyinmeden ağaç?

Kimin dikkatini çeker küçücük bir bulut güneşi kapatmadan önce?

(Araya Giren Görüntüler)

Bir Yanım Göçebe Bir Yanım Çağdaş

İçimde bir rüzgârla yola çıkmıştım az önce.

Kapamıştım evimin kapısını, geride kalmıştı Asya bin şu kadar yıl geride.

Ama esiyordu yeleleri hâlâ bir yamaçtan aşağı süzülürken göçebe atlar,

esiyordu karışarak

deri ve ter kokularına

ve ışıldayan bozkır güneşine

elmacık kemiklerinde atalarımın.

içimde o rüzgâr

güneşli bir nisan günü

bin şu kadar yıl sonra.

Anımsıyorum o günü.

Evden çıkışımı anımsıyorum.

Aynı yollardan geçmiştim Yürüyerek,

vapura binmiştim anımsıyorum.

Hem sıradan bir gündü, hem değil.

Aynıydı evden çıkışun,

aynıydı geçtiğim yollar, vapurun iskeleye gelişi, bir selimi değiştirişim bir gazeteyle.

Oturduğum yer bile belki.

Hem sıradan bir gündü, hem değil.

Yıkanık İstanbul Görüntüsü pırıl pınldı karşımda.

Lodos yoktu, tortusuz bir hava.

Üstünde bir cambaz gibiydim iki kıyıyı birleştiren deniz çizgisinin.

Hem belliydi, hem belli değil uzaklaşıyor muyum birinden yoksa yaklaşıyor muyum ötekine.

İki kıyı arasında değil de sanki

iki duyarlık arasındaydı yolculuğum.

Gördüğüm, işittiğim, dokunduğum her şey

gerilen bir tel gibi

yansıtmaya hazırdı bugüne

yüzyıllar öncesinin titreşimini.

Onca görüntü asasında, örneğin gözlerimi alıyordu bir dam.

Bakıyordum, kiremitlerden, el değmemiş kırmızılığı ilk döşendikleri günün, vuruveriyordu dünyaya.

Ya da çözünük kara saçlarını bir kız bir yandan bir yana aktarsa sırtında, görüyordum çakan o gizli şimşeği. Döndürüverse bileklerini kalabalık arasında bir kadın, görüyordum sıçrayan kıvılcımı bileziğinden.

İplik iplik olmuştu bütün sesler, ayrılmıştı birbirinden.

Çıkıp geliyordu örneğin bir sözcük itip kakarak öteki sözcükleri, ele veriyordu usulca utançla sakınılmış bir cümleyi.

Neye dokunsa parmaklarım ele veriyordu pürüzler Yaşayanı en küçük ayrıntıda.

Eriyip gitmişti birdenbire alışkanlığın gerdiği zar nesnelerin ve sözcüklerin üstünden.

Hem sıradan bir gündü, hem değil.

Duydum yolculuk ettiğimi şimdiyle gelecek arasında.

İçimde titreşen bir rüzgâr bin şu kadar yıldan beri ve çağdaş bir esinti dudaklarımda Lubomir Levçev’in dizelerinden.

Duydum geçmek olduğunu göçebeliğin bir gökkuşağı altından her sabah, görülen işitilen dokunulan her şeyde yalnız o günü yaşamak olduğunu, ve saklamak olduğunu derinlerde bir yere bir gün geri dönme umudunu.

Ve duyurdu Levçev’in bir şiiri,

“Ne zaman geriye giden bir yol bulsam, içimde bile olsa bir o yol, yakıyorum o yolu hemen”

dedirten duyguyu.

Ve önünden geçtiğim zindanın taş duvarları arasında boğulan bir çığlık duyurdu bana çağdaş soluğunu yüzyılların.

Yüzyıllar öncesinde bir insan

biliyordu duyulmayacağını,

yankılanmayacağını bir daha

hiçbir kulakta hiçbir zaman,

biliyordu ve yenilmiyordu bunun kederine,

biliyordu ve göze alıyordu

bir çığlığa dönüşmeyi duvarlar arasında,

göze alıyordu teslim etmemek için

yüreğinin kandilindeki özgür alevi.

Duydum içime çektiğim havada güneşli bir nisan günü yüzyıllar sonra çağdaşı olduğumu o insanın.

ÖVGÜLER X

Uyuyorsun omuz başımda, sabahın ilk ışıklan soluk soluğa.

Kucaklamaya koşar gibi dünyayı bağrına basıp okşar gibi

kıpır kıpır el ve ayak parmakların,

kirpik uçların titreşiyor

bir sevincin pırıltısıyla kamaşarak,

ve seyirip duruyor ağzın

Sevgi dolu sözcükler

geçerken dudaklarının arasından.

Odamızın camından ilk ışıklarıyla sabahın içeri bakıyor dünya, gözleri benim gözlerim, dile gelecek birazdan benim sözlerimle yüreği, derisinde getirdiği ürperti benden sana armağan.

(Sınırlamıyor Beni Sevda)

SINIRLAMIYOR BENİ SEVDA

Sınırlamıyor beni sevda yalnız senin görüntünle.

Ne şendeki güzelliğe bağımlı ne benim duygulanma tutsak birlikte omuzladığımız dünya

Zincirleri yok kafamızda yalnız birbirimizi düşünmenin.

Birlikte ürettiğimiz sevinç çürüyüp giderdi çoktan paylaşmasaydık başkalanyla.

(Sınırlamıyor Beni Sevda)

ÖYLE KALSIN

Avutmasın beni kimse avutmasın.

Bağlarbaşı durağında nasılsa o aralık sabahı gök öyle kalsın.

Çekmek istiyorum bu acıyı.

Nasıl çmladıysa üç kurşun birbiri ardından, tek tek nasıl çaldıysa telefon


tarazlanmış, kesik kesik öyle kalsın havada.

Nasıl duyduysam öyle kalsın kulaklarımda haber.

Çekmek istiyorum bu acıyı.

Bir kuşku var içimde.

Neden geciktiler o kadar?

Saat 10’du aradıklarında bizi. Neden geciktiler o kadar?

İki saattir hastanedeydi.

Yanında olsak daha önce kurtarırdık onu belki, daha önce hş.ber salsalar.

Kuşkum öyle kalsın.

Mezara koyarlarken baktım uyuyor gibiydi yüzü.

Saçları yeni kesilmiş, kısacık. Yıllar öncesini anımsadım,

İlk kez düşünmüştü ölümü: “ölmeyeceğim değil mi anne?” hasta yatağında, elleri yanık, yineleyip durmuştu bu sözü.

Hüzün var bu evde artık.

Zaman bile onu anımsatıyor:

En erken o kalkardı sabahlan.

Onu anımsatıyor odasında yazıp da atamadığı mektuplar. Sevdiği yemekler geliyor yemek pişirdiğimde aklıma.

Nerde bir güzellik görsem, yeni açmış bir gül, bir deniz, karşılaşmış oluyorum onunla.

Arkadaşımdı o benim.

Yol gösterenimdi, öğretmenimdi. Nasıl paylaşıyorsa arkadaşlarıyla benimle de paylaşırdı her güzelliği Anlamını bulmuştu yaşamın Bir keresinde bencillik ettim üstü başı kan içindeydi Bir yaralıyı taşımıştı hastaneye yüzüme vurdu bencilliğimi Başka bir gün ise (salt sevgimden dolayı)

“olduğun gibi görünme” demiştim kızgınlıkla kınamıştı beni.

Ben birçok şeyi ondan öğrendim.

Bırakın öyle kalsın, ağıtlar azaltmasın bu acıyı.

Şimdi de bu acıdan öğreneyim başka yüreklere açılmayı.

“Ölümüyle bile öğretti” diyeyim “boşuna ölmedi” diyeyim Bırakın öyle kalsın.

(Gösteri 1988, s.88)

ÇOCUKLARIN OYUNU SINIRSIZDIR

Kim demiş suratlar asık, eller belde kim demiş kaşlar çatık, ağızlar kenetli oyun durmaz ki zamanı durdursanız bile

Durdursanız bile topu, oyunda kalır ipini bıraksanız düşmez uçurtma perçemlerden eksilmez koşmacanın rüzgârı

Diyelim değişik ülkelerden çocuklar buluştular bir oyunda, birinin eli dokunduğu zaman ötekinin eline bir gül ses verir İspanya’dan, ayak uçlarında yükselse biri ötekinin omzundan Afrika görünür, biri ötekine doğru bir adım atsa Akdeniz’e yaklaşır Kuzey Denizi.

Kim demiş böyle kalacak bu suratlar

böyle burkulmuş, bu denli gücenmeye hazır, bunca suskun

zaman durmaz ki oyunu durdursanız bile.

(Gösteri, Aralık 1990, S.53)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 4. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL