TARİH
TARİH
Geçmişte cereyan etmiş
hadiseleri zaman ve yer göstererek anlatan bilim dah.
“Tarih”
kelimesi Ibrânice’de “ay” mânâsına gelen “yarex”
kelimesinden gelmektedir. Hadiselerin seyrinden, hatta madde ve eşyanın
geçmişinden bahseden her yazı tarihtir. Buna göre tarih: “Sosyal bünyenin
organı olmak itibariyle insanlığın davranış ve fikirlerinin gelişmesini takip
eden bilgidir.” Tarih ilmi evvelâ cereyan etmiş hadiseleri tetkik konusu
yapar; ailelerin, kabilelerin, devletlerin ortaya koyduğu faaliyetleri,
bunların zaman ve mekan çerçevesinde kaydettiği gelişmeleri, bu gelişmeleri
etkileyen çeşitli âmilleri inceler. Fetihler, istilâlar, kuraklık, kıtlık,
zelzele ve benzeri akınlar, dinî hissiyat gibi ruhî ve manevî âmillerin
doğurduğu yenilikler hep laıihin ilgi alanına girer.
Yazılış tarzına göre
tarih, rivayetçi, öğretici, neden-nasılcı ve içtimaî gibi kısımlara ayrılır.
Rivayetçi tarih, olayları felsefî bakımdan sistemleştirmeye uğraşmaksızın
doğrudan doğruya rivayetleri toplar. Öğretici veya felsefî tarih, olayları
öğrenerek yararlı bir sonuç çıkarmayı gaye edinir. Neden-nasılcı tarih,
tarihî hadiselere karşı daima “neden nasıl” sorularını sorarak
araştırır, içtimaî tarih, tarihî olayların arkasında gizlenmiş tarihî ve
sosyal kanunları ortaya çıkarmaya çalışır.
Kaynaklan itibariyle
de, “Birinci el, ikinci el, üçüncü elden” yazılmış tarihlerden söz
edilir. Birinci el, bilgileri henüz tarih kitaplanna geçmeyen ilk kaynaklardan
alır. İkinci el, esas kaynaklara daha az inerek birinci el eserlerinden
yararlanılarak yazılan tarih kitaplarıdır. Bu ikinci tür kitaplara dayanarak
yazılanlara da üçüncü elden yazılmış tarih kitaplan denilmektedir.
Elde mevcut tarih
kaynaklannda yazılı vesikalara dayalı olarak hakkında bilgi yer almayan
devirlere “tarihten önceki devirler” denir. Bu dönemin tarihi
antropoloji ile sıkı sıkıya alâkalı olup insanların kullandıkları taş, demir, tunç
ve benzeri eşyanın ve diğer kalıntıların tetkikine dayanır. Yazılı vesikalar
M. ö.’ binde bulunduğundan insanlığın yazılı belgelere dayalı tarihi devir
yaklaşık olarak günümüzden 6000 yıl önce basılmış demektir. Aynca bu yazılı tarihin
umumî tarih plânında 476 Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışına kadar olan
kısmına “Eski Çağ”, 1453’te
istanbul’un fethine kadar geçen kısmına “Orta Çağ”,\l%9 Fransa
Ihtilâli’ne kadar geçen zamana “Yeni Çağ”, Fransa fhtilâli’nden
zamanımıza kadar geçen süreye de “Yakın Çağ”, denilmiştir.
Ayrıca Emevîler,
Abbasîler, Endülüs, Selçuklular, Osmanlılar gibi ayn ayrı devletleri hukuk
tarihi, kültür tarihi, medeniyet tarihi, tefsir tarihi gibi müstakil olarak bir
bilim dalını inceleme konusu yapan hususi tarih dallan vardır. Türk tarihi de
İslâm öncesi ve sonrası devirler olmak üzere genelde ikiye ayrılır.
Bilindiği gibi
araştırmacılar tarihî hadiselerin gerisinde yatan maddî ve manevî âmilleri ve
bunların neticesi olarak sosyal kanunlara ulaşılmasını öteden beri arzu etmişlerdir.
Bundan da çeşitli tarih felsefeleri ortaya çıkmıştır. Pozitivist, materyalist,
idealist, ekspressionist tarih telakkileri bunlardan baz ilandır.
İnsanlığa kendisinin
mazisini Öğretmesi itibariyle tarihin faydası açıktır. Nasıl ki bir insan, hayatının
sonlarına doğru tecrübe birikimi itibariyle ayn bir kıymet taşıyorsa, bütün
İnsanlığın tecrübelerinin öğrenilmesi de insanlık için böyledir. Bunu da
öğreten tarihtir.
Tarih insana mensup
olduğu milleti öğretir, halihazırdaki hayatı geçmiş hayatın bir tekâmülü
olarak anlatır.
Tarih; olaylan
zorlamayı, cereyan edişinin aksine yönlendirmeyi doğru bulmayan bir ilim
dalıdır. Bu münasebetle tarihî olay-lann saptırılması, tarih ilminin
kurallarına aykındır. Bir millet gerçeğe uygun bir şekilde vesikalara
dayandırarak, usulüyle tarih tetkiklerini yürütebİlen bilginler
yetişti-rebildiği sürece olgunlaşır ve milletler camiasında hakettiği yeri
alır. Tarih araştırmalannda olgunlaşmak, milletlerin olgunluğunu ölçmekte esas
teşkil etmektedir.
Tarih şuuru “Tarihin
akışı içinde belli bir görüş sahibi olmak” demektir. Millî tarih şuuru
“Millete ait tarihin basit vak’alar yığınından ibaret değil de bugünkü
kaderi çizen manalı bir zincirin halkaları halinde anlaşılması” demektir.
Bir başka anlamda millî tarih şuuru “Bir milletin geçmişte sağladığı
basanlardan ya da yenilgilerden çıkardığı ders ve kaidelerle yeni hayatında
muasır sentezlerle yeni basanlara erişmesi ve millî meselelerde halalardan
korunması” diye de yorumlanabilir.
İslâm’da tarih
telâkkisine gelince, İslâm’a göre her şey Allah’ın İradesiyle vücuda geliyorsa
da Allah Teâlâ her şeyi sebepler silsilesine bağlamış olup, muayyen bir kanuna
göre yapmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın önceden gelip
geçmişlere uyguladığı kanunu budur. Allah’ın kanununda değişme
bulamazsın” (Fetih, 23) buyurulmaktadır. İslâm’ın bu talimi hem tabiat
ilimleriyle, hem de tarihle uğraşacak islâm âlimlerinde, “Allah’ın, kainata
ve hadiselerin cereyanına yerleştirdiği bu sünneti, bu kanunu aramak
hususunda” büyük alâka uyandırmıştır. İslâm’da tarihçilik, önceleri
kronolojik bir sıralama içinde, hicrî yıllara göre hadislerin rivayet yoluyla
kaydedilmesi tarzında başlamış, daha sonra fütuhat kitaplarıyla vakanüvistlik
tarzında devam etmiştir. Böylece rivayetçi tarih doğmuş ve onun tasnifi
cihetine gidilmiştir. Hadis ravilerinin tenkidinde kullanılan usûl, tarih ve
rivayetlerinde de kullanılmıştır.
Bununla beraber
tarihçilikte muayyen sistem geliştiren İslâm âlimleri de çıkmıştır. Bunlardan
el-Birûnî (öl. 1050) tarihi meseleleri
gün ışığına çıkarmak için arkeoloji, jeoloji ve iktisadiyata önem vermiş,
hurafelerden arındırmaya çalışmıştır. Ona göre, tarihî hadiseleri dinî hisleri
fazla karıştırmadan muhakeme usulüyle tespit etmek mühimdir. -Bilhassa
yeryüzünün geçmişi hakkında bilgi toplayabilmek için arz tabakalarının
incelenmesini teklif ederek arkeoloji ve jeoloji ile bağlantı kurmaktan
bahsetmesi fevkalâde ilginçtir. Bir raviye göre medeniyet, sanat, içtimaî ve
iktisadî kanunlar insanın saadetini temin için göstermeye mecbur olduğu
çabaların ürünüdür. O, eserlerinde tabiî ve iktisadî amiller kadar kendi
ruhiyatından kaynaklanan âmillere de önem verir. Ona göre, beşer hayatında
ahlâkî kanunların tesiri büyüktür. Akıllı ve olgun insan ebedî kıymetlerden ve
maneviyattan haz duyar. Medeniyet, insanın kendisini, iradesi zayıf kişilerin
tesirine kaptırmayıp, kendi iradesine sahip olmasıyla ayakta durur. Birûnî’nin
bu sahada pek çok eseri varsa da, en meşhurlarından biri
“Asâru’l-Bâkıye” sidir.
Tarih felsefesinin
müstakil bir konu olarak ele alan en ünlü islâm âlimi İbn Haldun (öl.
1406)’dur. Bu konudaki fikirlerini “Ünvânu’t-lber” adlı eserinin
mukaddimesinde ele alır. İbn Haldun, tarihi, hikâyecilik ve mücerret
nakilcilik olarak görmemiş, tarihî olayları sebep-sonuç ilişkisine göre ele
almak gerektiğine ve tarih ki lap la rina girmiş olan hurafelerin ayıklanması
icab ettiğine kanaat getirmiştir. Bunu sağlamak için iki ana kural ortaya
koymuştun Birincisi, tarihî kaynaklan tenkit olup, bununla doğru olan haberleri
asılsızlarından ayır-detmeyi amaçlamıştır. İkincisi de, târihî olaylar arasında
sebep-sonuç ilişkisini tespittir ki, bununla da olayların gerçek sebeplerini
ve başka olayları nasıl etkilediğini ortaya çıkarmak istemiştir. Kısaca o bu
tarih felsefesi yapmış içtimai tarihin ilk örneği denilmektedir.
îbnMiskeveyh (Ö.
1029),Tacüddines-Subkî (Ö. 1370),el-Makkarî(Ö. 1631) gibi fslam alimlerinin de
tarihe dair ortaya koyduktan hususî görüşleri vardır.
Bizde îbn Haldun’u
okuyarak tarihî olayları, içtimaî şartları gözönünde bulundurarak cesaretle
ele alıp tenkidi-tahlili tarzda eser verenlerin başında Cevdet Pasa gelir.
Fakat o, İbn Haldun’u okumakla kalmamış, buna ilaveten bu ilkelerin tarihî
olaylara tatbikini başarmıştır. Cevdet Paşa, XIX. yüzyılın ünlü Türk
bilginlerinden olup 1825-1895 yılları arasında yaşamıştır. Kısâs-ı Enbiyâ ve
Tevârih-i Hulefâ’sı ile 12 ciltlik Tarih-i Cevdet’i tarihe dair meşhur
çalışmaları arasındadır. Tarihî konulan işlerken hikâyeciliği bir yana
bırakarak aralarındaki sosyo-ekonomik sebepleri araştırmaya ve bir tarih
felsefesi ortaya koymaya çalışır. Devletin doğuşu, yükselişi ve çöküşü
hakkında İbn Haldun’unkine yakın görüşleri vardır. Paşa’ya göre amaç, olaylan
hikâye olarak nakletmek değil, olayların doğruluk ve yanlışlığını ve gerçek
sebeplerini Öğrenmek suretiyle bunlardan ders almaktır.
Bundan başka, İbn
Haldun, düşünce plânında Osmanlı döneminde Pirizâde Mu-hammed Sahibi Efendi
(öl. 1749), Naimâ (öl. 1716), Müneccimbaşı (öl. 1631), Kâlib Çelebi (öl. 1657),
Taşköprizâde (öl. 1553), Morali Samipaşazade Abdüllatif Subhİ (öl. 1886),
Hayrullah Efendi (öl. 1866), Tunuslu Hayreddin Paşa (öl. 1890), Namık Kemal
(öl. 1888) gibi tarihçilerin dikkatim çekmiştir. Cumhuriyet döneminde ise konu
üzerinde Muallim
Cevdet, Zeki Velidi To-gan, Hilmi Ziya Ülken, Z. Fahri Fındıkoğlu, Nihat Falay,
Ahmet Arslan, Ümit Hassan, Cemal Zeki ve Süleyman Uludağ gibi araştırmacılar
çalışma yapmışlardır.
Keza Osmanlı döneminde
Muhyiddin Kafıyeci, Ahmet Vefik Paşa, Gelenbevizâ-de Ahmet Tevfik Bey, Müşir
Süleyman Paşa, Köprülüzâde Fuad, Akçuraoğlu Yusuf (20. yüzyılın birinci yansı)
gibi kimselerin tarihte usûl ve alâkalı görüş ve çalışmaları vardır.
Tarihin arkeoloji,
genel sosyoloji, sosyal psikoloji, hukuk, iktisat, antropoloji gibi ilim dallarıyla
münasebeti vardır. Tarih ve coğrafyanın iç içeliğinden bir “tarihî coğrafya”,
felsefe ile münasebetinden de “tarih felsefesi” doğmuştur. Paleografi
(eski yazılar ilmi), gcncoloji (şecere, ensâb, soysop ilmi), Vesaik ilmi
(diplomatik), sphreagis-tique (mühürler ilmi), numismatik (meskukat ilmi),
heraldik (armalar ilmi), kronoloji (takvim ilmi), etnografya (kavimler ilmi)
ve filoloji (diller ve metinler ilmi) tarih için yardımcı ilimlerden sayılır.
Hüseyin ALGÜL • Tarih
ve Kuran
Tarih’in konusu ve
Kur’an’ın muhatabı insan olduğu için, meselenin insan nokta-i nazarından ele
alınması gerekir.
Bireysel olarak insan
hayatı, tüm insanlık hayatının bir mikro-örneğidir. însan olsun, insanlık
olsun, bir zaman içerisinde hayatlarını sürdürürler. Bu zaman denen şey, biri
için kısa, diğeri için daha uzuncadır.
Birey olarak insan,
tüm insanlık yapısı içinde, bir hücre mesabesindedir. Organik
olarak, bir vücuttaki
hücrelerin bireysel ömürleri, oluşturduktan vücuda nazaran nasıl kısa ise,
insanlığa göre insanın durumu da aynı şekildedir.
Vücuttaki hücrelerin
bir kısmı zamanla Ölürken, yerlerine başkaları oluşur; böylece vücut
hayatiyetini idâme ettirir. Fakat öyle bir gün geliyor ki, ölen hücrelerin
sayısı, doğan veya oluşan hücrelerin sayısından fazla olduğundan, vücut
zayıflamaya; ve ölü hücrelerin vücudu tamamen sarmasıyla da, vücut hayatiyetini
kaybederek ölüver-mektedir.
îşte insanlık da böyle
bir vücut gibidir. İnsanlar, insanlık vücudunun hücrelerini oluştururlar. Bir
kısmı ölürken, diğer bir kısmı doğuyor. Öyle bir gün gelecek ki, bu insanlık
vücudu da ölecek, yok olacaktır. Mü’minler buna Kıyamet derler.
Tarihin konulan olan
insan ve zamanı Allah yarattığından, insanın bu zaman içindeki hayat
programını da Allah çizmiştir. İnsanoğlu, -bazılan inanmasa bile- bu programın
dışına çıkamamaktadır; velevki aksi inançta olsun.
Bu programa göre
insan, Allah’ın emriyle doğar, yaşar ve ölür. İnsan, ve dolayısıyle insanlık
için, bundan başka bir ihtimâl -meselâ ebedî olarak yaşamak- sözkonusu değildir.
Tarihin konusunu insan
ve zaman olarak tesbit ettikten sonra, Kur’an’a bakacak olursak, onun da
konusunun aynı olduğunu görürüz.
önce tarihi ele
alilim:
Şayet tarih, şimdiye
dek anlaşıldığı gibi, bir “geçmiş olaylar kronolojisi” ise, ve bundan
hiçbir yarar sağlamıyorsak, niçin bu ilmi öğrenmekle yorulalım, onu
araştıralım ve hatta üniversitelerde okutalım?
O halde, her şeyden
önce, tarihin hüviyetini ortaya koymaya çalışmamız lazımdır: Tarih nedir?
Gerçek manada tarih,
insanı ideal olmaya götüren yoldur. însan bu yolda tekevvün eder, oluşur. Bu
oluşum, en yüksek mertebeye (ahseni takvim) varma mücadelesidir.
Bu anlamıyla tarih,
insan oluşumunun ilmidir. “Bütün insanların hakikati tek bir insan, yani
Adem (a.s.)’dır. Milyonlarca fert, insan adında, hakiki bir vücutta toplanır,
îşte insan denen bu yaratık, devamlı oluşum halindedir. Ve bu insan olma, öyle
bir gerçektir ki, belli bir zaman biriminde ve belli bir ilmî cereyan
içerisinde tarihtir. Başka bîr deyişle, tarih ilmi, insanın kendi kendisini
tanımasıdır; geçmiş hadiseler, zamana bağlı olaylar veya geçmiş zaman değil!
Bundan dolayı tarih, gerçeğin oluşumunun incelenmesidir ki, insan adına
tarihte şekil alıyor. Ve bu insan oluş, geçmişten şimdiye dek devam etmiş olup,
şimdiden sona kadar da devam edecektir. İşte bu devam etme, tarihî bir devam
etmedir ki, bu yol, ideal insanın tahakkukunu intâc eder. İşte tarihin
üstünlüğü budur.”
Beşeriyet târihinde,
yeni devri kültür ve ilim itibariyle eski devirden ayıran meselelerden biri
de, tarih ilminin eski kavram ve manasıyla, bugünkü insanın ve bugünkü ilmin
tarihten aldığı anlam ihtilâfıdır. Eskilerde -ki bugün dahi halkın çoğunluğu,
hatta okumuş ve aydınlar bile o eski kavramlara bağlıdır- tarih, hadiselerin
tamamı ve geçmişte yapılan savaş veya antlaşmalardır. Tarih, bir hadisenin
oluş zamanı da demektir. Meselâ doğum tarihi; yani falan gün, ay ve sene ki,
onda birisi dünya geldi. Doğum için, elbette bu da bir tarihtir. Bir kisinin
hayat tarihi, belli bir zaman içerisinde o kişinin hayatında meydana gelmiş
hadiselerin tamamıdır. Yine bu anlamda tarih, bir milletin başından geçmiş
olan hadiselerin, mesela savaşlar, siyasî, iktisadî olaylar; zelzele, sel ve
kıtlık gibi tabiî afetlerin tamamıdır. Bütün bunlar, tarihin muhtevasını eski
manasıyla ifade ederler. Bu manada tarih, geçmiş olayların bir kronolojisi
oluyor ki, herkesin kafasını kurcalayan şu soru akla geliyonBunları öğrenmenin
faydası nedir? Bugün yaşamakta olan insan için, hâl’de, yani onun zamanında
meydana gelen hadiselerin değeri olduğundan, bu hadiseleri duymak ister. Bütün
insanlar gelecekle irtibatlı olduklarından, şimdinin insanı, geleceğin
insanını tanımayı arzular. Ve gelecek (âti), sonraki zamanda bizi bekleyen bir
vakıadır. Her zaman olduğu gibi zamanı üçe ayıracak olursak; Mazi yok
olmuştur. Yani olup bitmiş vğe geride kalmış bir olaylar toplamıdır. Hâl’in ise
gerçekliği, yani varlığı vardır. Çünkü bu, içinde yaşadığımız vakıaların
toplamıdır ve dolaylı veya dolaysız olarak bunlarla temas halindeyiz ve üzerimizde
müessirdirler. Gelecek de öyle bir zamandır ki, bizden sonra yaşayacak neslimiz
veya nesillerimiz mutlaka ona kavuşacaklardır. Bunun İçindir ki, hâl ve
geleceğin bilinmesi zaruridir. Çünkü hâl, içinde yaşadığımız, gelecek de,
içinde yaşayacağımız bir zamandır. Şurası muhakkaktır ki, hâl’İ tanıyan bir
nesil için bu tanım, onun hayat tarzına, onun gelecek yaşamı ve ulaşmayı umut
etliği hedefe varmak için gerekli olan bütün ihtiyaçlarına onu kavuşturur. Aynı
şekilde, bu tanımla, kendisi veya toplumu için gelecekte tehlike ihtimâli
gösteren olayların vereceği zarar ve ziyana karşı kendini korur.
Maziyi tanımaya
gelince; yok olmuş, bir daha tekrar etmiyecek olan ve olmayacak olanı tanımanın
ne yararı var? Bu, tarih ilmini baştan sona saran öyle bir sorudur ki,
bilhassa 18 ve 19. yüzyıl münevverlerinin çoğunu tarih ilmine karşı kötümser
bir hale getirdi. Fakat birden bire beşeri ilimlerde büyük bir devrim oldu ki
bu devrim, tarihin anlamında yapılan değişikliktedir.
Tarih nokta-ı
nazarından, Batı’da olduğu gibi, bizde de iki mânâ ve mefhum vardır ki, mânâ ve
mefhum itibariyle birbirlerine hiç benzememektedirler. Bunlardan birine göre
tarih, geçmişteki bir hal veya olay-dır;haçlı seferleri, Napolyon’un doğumu
veya ortaya çıkışı, Avrupa’ya yapılan akınlar, müslümanlar tarafından
İstanbul’un fethi veya müslümanların İspanya’da yıkılışı gibi. Fakat tarihin
bir başka manası da vardır ki, o da şudur: Tarih öyle ilmî bir hakikat ve bir
vakıadan ibarettir ki, zamanın içinde cereyan etmekte, özel bir akışla
seyretmekte ve değişmez ilmî kanunlarla hareket etmektedir. Zaman akışı
içindeki bu hareket süreci boyunca meydana gelen sapma ve değişikliklerin,
değişmez ve müşahhas ilmî kanunlar ve amillerle karşılaşması ve bir bütün
halinde olan bu gerçeğin tahlili hep tarihtir.
Tarih nasıl Allah’ın
yarattığı değişmez kanunlara göre geçmişte akuysa, gelecekte de, bu değişmez
kanunlar muvacehesinde hareket ve değişikliğe uğruyor, işte münevver insanın,
bu değişmez kanunları, geçmişten geleceğe olan bu akışı iyi tanıması lazımdır
ki, bu ilmî bilgiye dayanarak kendine, milletine, toplumuna ve bütün insanlara
-ki isteyerek veya istemeyerek bu akışın içindedirler- bir yaşam programı ve
gelecek için takibedeceği yolu gösterebilsin!
İşte tarihin ikinci
manası budur. Bu ikinci manasında tarih, bir kişinin veya bir memleketin doğum
tarihi, hayatı; bazı kişilerin, şu veya bu tarihte, şu veya bu şehire geliş
günleri ve nihayet, İki devlet arasında yapılmış olan -çoğu kez gizli-
antlaşmalar değildir.
Bu ikinci manasında
tarih, kaynağı bilinmeyen bir nehirdir ki, insanın yeryüzündeki hayatının
başlangıcıdır, tşte yatağı zaman olan bu nehir, Allah’ın yarattığı müşahhas
ve belirli kanunlara dayanarak hâre kadar akıyor. Ve geçmişten şimdiye kadar
akan bu nehir, bilinen ve müşahhas bir geleceğe devam edecek. Bu durumda
insan, fikrî ve felsefî olarak o yatakta akan tarihin değişmez kanunlarına
müdahale edip onları gereği gibi tanıyabilse, öylece bu zamanı ve dolayısiyle
geleceği bilecektir. Çünkü hâl, tarihin oraya kadar geldiği zamandır, yani hâl’i
tarih meydana getirmiştir. Çünkü tarihin geçmişini bilirsek, onun gelecekte ne
tarafa akacağını da tahminen söyleyebiliriz. Meselâ, şark toplumu, batı toplumu
ve hatta topyekün insan toplumunun nereye gidecek ve nerelerden geçeceğini de
tahmin edebiliriz, Ve ancak bu tahminden sonra tarihin akış yatağına müdahale
edebiliriz. Bunu bi len bir tarihçi, yalnız kendini, geçmişini ve halini değil,
belki o kanunlara dayanarak kendi geleceği ve beşer toplumunu istediği şekilde
yönlendirir. însan hayatıyla akmaya başlamış olan bu nehri güzel tanıyan bir
kimse, onu gelecekte istediği tarafa akıtır.
Bir nehrin zorunlu
olarak bir yatağı olduğu gibi, tarihin de zorunlu olarak bir yatağı vardır
ki, bu, zamandır. Şu şekilde ki, bu nehrin falan dağdan başlayıp, çeşitli
yataklardan; meselâ, kumlu, topraklı, kireçli, taşlı yataklardan; inişli,
çıkışlı, dere ve tepelerden geçen akışı, anlamsız ve tasadüfî bir hareket
değildir. Aksine, bir müşahhas kanuna dayanarak -ki özellikle bu nehirde su,
toprak, derinlik, yükseklik, yerin ve suyun terkibi ve bu akışın beraber
getirdiği ilave elemanlar o yatağı belirtiyor-, bu hususları bilen bir insan,
bu nehrin gelecekte ne tarafa; bataklığa mı, denize mi, kuma mı gidecek, bunu
tahmin edebilir. Ve bu tahminde bulunabilen insan; toprak, su, nehrin yatağı ve
suyun hareket kanunlarına dayanarak, bataklığa akan nehri, çayıra; veya tuzlu
denize akan nehri bir yeşilliğe, bir tarlaya çevirebilir, tşte o zaman insan,
tarihin zorunlu yalağını -ki onu kendi haline bırakırsa akıp gedecek- kendi
ilmiyle değiştirip, onu istediği yöne çevirir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, tarihin konusu, geçmiş olayların bir araya getirilmiş
hikâyelerinden ibaret değildir. Onun konusu insandır; ve gayesi bu insanı
Allah’ın rızası doğrultusunda yetiştirmektir.
Tarih ne zaman başlar?
Tarih, Cenâb-i Hakk’ın
Hz. Adem (a.s.)’ı yaratmasıyla başlar. İslâm inancına göre Hz. Adem (a.s.) hem
ilk insan, hem de ilk peygamberdir. Hz. Adem’e verilen din de İslâm dinidir.
Dolayısiyle îslâm Tarihi, bu ilk müslümanla başlar; ve ondan sonra gelen bütün
peygamberleri içine alır. Hz. Adem (a.s.)’la başlayan bu şümullü tarih, Kıyamet
kopuncaya kadar da devam edecektir.
Allah, Hz. Adem’in
şahsında insanı yarattıktan sonra, onu kendine temsilci (halife) ilan ederek,
onun şahsında insanı şereflendirdi; bütün yaratıklardan üstün kıldı:
“Biz emâneti,
göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettikten onlar bunu yüklenmekten
çekindiler. İnsana (gelince, o tuttu) bunu sırtına yükledi. Çünkü o çok
zu-lümkâr, çok cahildir.” (Ahzab, 72).
Hz. Adem’e teklif
edilen “emanet” hakkında çeşitli rivayetler olmasına rağmen,
bunlardan en çok kabul edileni, Allah’ın, peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği
yolda yürümek, O’nun emir ve nehiylerine uymaktır. Bütün mahlûkât böyle bir
mes’uli-yet altına girmek istemediği halde, Hz. Adem’in şahsında bu kutsal
vazifeyi kabullenen insan, böylece yaratıkların en şereflisi,
(eşrefu’l-mahlûkât) olmuştur.
Hz. Adem’in bu büyük
emanet ve mes’uliyeti yüklenmesiyle beraber başlayan İslâm tarihi, aslında tüm
dünya tarihidir. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi, Hz. Adem sadece ilk peygamber
değil, aynı zamanda ilk müslümandır. Ve ilk insan olması hasebiyle insanlık
tarihi onunla başlar. İş te, bütün bilgileri bize veren Kur’anla tarih ilişkisi
bu zamanda başlar.
Hz. Adem’le başlayan
tarih, onun oğulları Habil ve Kabil zamanında iki kutuba ayrılmış ve bu iki
kutup günümüze kadar gelmiş, Kıyamete kadar da devam edecektir. Bu iki kutup,
Allah tarafından Hz. Adem’e verilen emaneti kabul edenlerle, kabul etmeyenlerdir.
Başka bir tabirle Allah nizamına inananlarla, inanmayanlar, ve nihayet
Kur’an’ın deyişiyle Hakk ile Bâtıl kutuplarıdır.
Habil kutbunda
olanlar, daima Hakk’ı yani Allah davasını; Kabil kutbunda olanlar da daima
tağutlan ve Allah nizamının düşmanlığını savunmuşlardır.
öyle anlar olmuştur
ki, Hz. Adem’in şahsında Allah’a kulluk yapacaklarına dair o büyük emaneti,
yani mes’uliyeti yüklenen insan, Allah’ı unutmuş; insanlara, putlara
hayvanlara kulluk
yapmış, onlara tapınıştır. Fakat Allah da bunları unutmayacağını, onlara büyük
cezalar vereceğini buyuruyor:
“O halde şu
gününüzde kavuşmayı unuttuğunuza mukabil tadın azabı! Doğrusu (şimdi) Biz de
sizi unuttuk! Yapmakta (ısrar) ettiğiniz (kötülükler) yüzünden tadın o ardı
arası kesilmeyen azabı!” (Secde, 14). insanoğlu böyle olduğu içindir ki,
Allah onu varlıkların en güzeli, en şereflisi (ahse-ni-takvim) (Tin, 4)
yarattığı halde, bilahare onu en aşağılık (esfel-i safilin) (Tin, 5) bir
dereceye indirmiştir.
Kur’an Tarih İlişkisi
Yukarıdaki
açıklamalarımızdan anlaşılıyor ki, İslâmiyet ve insanlık içice, girift bir
haldedir. Her ikisi üzerinde mutlak bir tasarruf sahibi olan Allah; insanı,
sadece kendisine kulluk etmesi için yaratmış ve bu kulluğun nasıl yerine
getirileceği hususunda da İslâm’ı insana hayat nizamı, hayat düzeni olarak
vermiştir. Bu nizamı açıklamak, tebliğ etmek üzere de tarih boyunca peygamberler
gönderilmiştir. Bunu bir tabloda gösterecek olursak, aşağıdaki şekil karşımıza
çıkar:
(A) noktasında Hz.
Adem’in yaratılma-sıyla insanlık larihi başlamış ve (B) oku istikametindeki
zaman yatağında akıp gelmiş ve akmasına bir müddet daha devam edecektir.
İnsanoğlu, dairenin (x) ve (y) yaylan arasında akan tarih yatağından dışarıya
çıkamamakta; ve dini, düşüncesi, ırkı, yapısı, ideolojisi ne olursa olsun, bu
selin içinde mecburen akmaktadır. Dolayısiyle inananı, inanmayanı içiçedir.
Ancak mecburi olan bu akışın içindeki doğru yolu (ki bu, Allah’ın emrettiği
yoldur) göstermek için Al-
124.000
lah, (1), (2),
(3)…..(124.000) noktalarında
peygamberler
göndermiştir.
Sayılarının 124 000
olduğu rivayet edilen bu peygamberler, devamlı olarak insanları kulluğa davet
edip, tağutlara yani Allah’a ve O’nun buyruklarına ters düşen her şeye
tapmaktan alıkoymaya çalışmışlardır.
Bu yolda her türlü
işkence ve zorluklara maruz kalan peygamberler, davalarından vazgeçmemişler;
işkencelere uğrama, sürülme, zindana atılma pahasına mücadelelerini
sürdürmüşlerdir.
İnsanları Allah’ın
istediği gibi yaşatmaktan başka hiçbir gayeleri olmayan peygamberlerle, devamlı
olarak tağut rejimleri uğraşmış, Allah’ın mesajının insanlara ulaşmasına mani
olmuşlardır. Bu târih yatağında, tağutlar hiçbir zaman inananları rahat
bırakmamışlar ve her iki taraf arasında sürekli bir mücadele olmuştur. Tarihi
oluşturan bu mücadele, Hakk’la bâtıl mücadelesi, peygamberler-tağutlar
çatışması, Allah nizamını isteyenlerle, şeytan ve tağut nizamım arzulayanlar
arasındaki sonsuz ve kıyamete dek sürecek olan kavgadır.
İşte günümüze kadar,
zaman zaman yatağı içinde akmış olan bu iki kutup insanlarının birbirleriyle
olan mücadelesi, tarihi
oluşturmuştur. Böylece
süregelen insanlık tarihi, tablodaki (M) noktasına gelmiş, ve önünde çok kısa
bir müddet olan (N) zaman dilimi kalmıştır. Yani insanlık ve dolayısiy-le
tarih, (N) zaman diliminin bitmesiyle son bulmuş olacak ve inananların
tabiriyle, kıyamete gelinmiş olacaktır.
işte, geriye kalmış
olan bu (N) zaman dilimini, Allah’ın arzuladığı şekilde yaşamak için,
insanoğlunun geçmişi, yani tarihi çok iyi bilip değerlendirmesi, yorumlaması lazımdır.
Bunun en güzel yorumunu da Kur’an ve onun tatbikçisi, Hz. Muhammed (s.)
yapmıştır. Ve insanlar -istemeseler de-bu son zamanı yaşayacaklar ve hesabını
vereceklerdir. İşte Kur’an bu şekilde tarihe müdahale edip ona gerçek yorumunu
getiriyor.
Böyle bir son, yani
hesap günü olmazsa, dünya ezilmişlerinin, Kur’an’ın tabiriyle mustad’afların
hakkını kim soracaktı?
Böyle bir gün, yani
hesap günü, yani herkesin dünyada yaptıklarının hesabını vereceği Kıyamet günü
olmasaydı, bu haklan yenmiş olan zavallı insanların “ah”ları tarih
selinin diplerinde kaybolup gidecek, unutulacaktı. Ama bunları unutmayan, tahayyül
edilebilecek en küçükhaksızlığın hesabını soracak olan, kendi yolunu bırakıp,
tağutlann yoluna sapanlara hak ettikleri cezayı verecek olan bir Allah var.
O gün gerçek iyi,
gerçek kötüden ayrılacak, herkesin ne olduğu ortaya çıkacaktır. Münafık kim,
sömürgeci kim, müslüman kim, kâfir kim, zalim kim, mazlum kim, herkes bilinecek
ve herkes ona göre hakkettiği ceza ve mükâfatı bulacaktır. Allah şöyle
buyuruyor:
“Hükümranlık
elinde olan Allah yücedir ve O her şeye kadirdir. Hanginizin daha iyi
iş işlediğini
belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O’dur.” (Mülk, 2). Bir başka ayette
de şöyle buyuruyor:
“Onların her
vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini
görmez misin? Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, Allah’ı çok çok ananlar ve
haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Zulmeden
kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.’1 (Şu’arâ,
225-227).
Böylece tarih,
insanoğlunun, Kıya-met’te Yaratıcı’sına sunacağı amel defteridir. Tüm
insanlığın yaptıkları da, bir Hakk-Bâtıl defterinde toplanıyor ki, insanlığın
tarihi budur.
Kur’an’ın Tarihe Verdiği Değer
Gayesi, her türlü
cahiliye adet ve inancına karşı bir inkılâb olan İslâm, Mekke’de doğdu. Bir
Kur’an tabiri olan cahiliye, kısaca Allah’a zıt olan inanç sistemi ve hayat nizamıdır.
Yani İslâm öncesi Mekke’sinde, temeli pula tapıcılık olan dini yaşantı.
Ne gariptir ki, tüm bu
cahiliye dünyasım îslâmî inkılabla yıkacak olan insan, ümmî, yani okuma yazması
olmayan bir insandır. Ve dünyayı sarsacak olan bu inkılabın sahibi ümmî insana
Allah tarafından gelen ilk vahiy ve de ilk emir, “oku!” emri ve
ayetidir. Bu ayet, aynı zamanda kalemin de övgüzü-nü yapıyordu. (Alak, 1-4)
O halde, tarihin ilk
belirtilerini bizzat Kur’an-ı Kerim’de görüyoruz. Çünkü Kur’an, insan hayatının
sadece manevî yönünü değil, tüm sosyal hayatının temel çizgilerini taşıyor
ki, bunlar tarihle çok yakından ilgili, belki de bizim anladığımız manada,
tarihin kendisidir.
Tarihin başlangıcı
olan yaratılışı düşünmelerini insana emrediyor Allah… Tarihin ibret kaynağı
olduğu, bunu görmek için de seyahat yapılmasını emrediyor Kur’an… Ve tarihin
ışığını Kur’an’da buluyoruz:
De ki:
“Yeryüzünde dolaşın; Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün.”
İşte Allah aynı şekilde ahiret yaratmasını da yapacaktır. Doğrusu Allah her
şeye kadirdir.” (Ankebut, 20). Bir başka ayette şöyle buyu-ruluyor:
“Ey Muhammedi De
ki: “Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden çoğu putperest olanların
sonunun nasıl olduğuna bir bakın.” (Rum, 42). Bu ayette, eskiden beri
inananlarla inanmayanlar mücadelesinin devam ettiği, inanmayanların daima çoğunlukla
okluk lan ve fakat daima bu çoğunluğun hüsrana uğratıldığı belirtiliyor. Bir
diğer ayette de dünyayı ifsad eden yalancıların sonunun ne olduğu hakkında
bilgi edinmek için Allah yine seyahati emrediyor:
“De ki:
Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir
bakın! “(En’âm, 11).
Kur’an Tarih Ayrılmazlığı
Kur’an’ın muhatabı Hz.
Muhammet) (s.a.v.), dolayısiyle müslümanlar ve tüm insanlıktır. Beşeriyetin
muhatab olduğu bu ilâhî kitab, insanların sadece Allah’a kulluk yapmaları için
yaratıldıklarını buyuruyor.
“Ben cinleri de,
insanları da (başka bir hikmetle değil) ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım” (Zariyât, 56).
Dikkat edilecek
olursa, bu ayet-i kerimede “illâ” harfiyle hasr vardır. Yani ayette
söylenenin aksine bir hareket muhaldir. Velevki inanmayanlar buna karşı olsun.
Allah, insanları
kesinlikle kendisine kulluk yapmaları için yarattığından ve insanlar da bu
kulluğu yerine getirmekle mükellef olduklarından, İslâm denen bu kulluğun bir
programı da lâzımdır ki, o da Kur’an’dır.
Allah, İslâm’ı Kur’an
denen ilahî kitapla insanlara bildirmiştir. İslâm, yani Allah’ın istediği
kulluğu yerine getirme yolu, Kur’an’la bilinir. Kur’an olmadan, ne tslâm olur
ne de müslüman. İslâm olmayınca, onun tarihi, yani beşer tarihi nasıl olsun?
İslâm, sadece
ibadetler manzumesi olan bir din değil, tarihin konusu olan insan hayatının
her yönüyle ilgili bir ilâhî yaşam kaynağıdır. Dolayısiyle İslâm’ı, tahrife uğramış
dinlerle, batıl dinlerden herhangi birisi gibi kabul edemeyiz. Bu dinler
sadece insanın manevî yönüyle ilgilidirler. İslâm ise insan hayatının tümünü
düzenler.
Hz. Muhammed (s.a.v.)
hem Peygamber, hem devlet reisi ve hem de ordusunun başkomutanıydı… Ve bütün
bu vasıfları kendinde toplayan Hz. Peygamber (s.)’e, izleyeceği yolu gösteren
kaynak Kur’an’dır. Kur’an, onun hem yasama, hem ibadet rehberidir. Onunla
devletini idare eder, onunla dinin temellerini öğretirdi. Mücadelesinin tüm
ışığı Kur’an’dı. İşte bu mücadele tarihinin kaynağı, aynı zamanda beşerî
hayatın kaynağıdır.
Hz. Muhammed (s.)’in
şahsındaki Islâmî inkılabın temeli olması bir yana; Kur’an aynı zamanda ondan
önceki peygamberlerin-tarihlerini (kıssalarını), yani insanlık tarihini
kapsamaktadır. Butlun böyle olduğunu görmek için, Kur’an’ı bir defa incelemek
yeter. Bu incelemede, Kur’an ayetlerinin çoğunun, ideal insanı yetiştirmek
için anlatılan tarihî hadiseler (kıssalar) olduğu kolaylıkla müşahede
edilecektir. Araştırmamız sınırlı olduğu için, misaller vererek konuyu uzatmak
istemiyoruz.
İnsanoğlunun hayat
çizgisi üzerinde, ölümüne dek verdiği mücadele, imtihan onun tarihidir. Tüm
insanlığın tarihi olan bu çizginin doğru yolunu Kur’an gösterdiğinden, insan
yaşamının ve bu yaşamın programı olan tarihinin tek kaynağı Kur’an’dır.
O halde, sonuç olarak
diyebiliriz ki, tarih Kur’an’dan aynlamayan, onunla kaim, insanı ideale
götüren bir ilimdir. Kur’an, insanın yaşam rehberi olduğundan; ideal bir dünya
için, devlet reisleri; tarihi, yani Kur’an’ı bilecekler ki, eski yönetimlerin
iyi ve kötü taraflarını dikkate alarak devletlerini Allah’ın rızası
doğrultusunda yönetebilsinler; bakanları tarihi, yâni Kur’an’ı bilecekler ki,
onu yanlış yola gölürmesinler, komutanları tarihi, yani Kur’an’ı bilecekler ki,
gereksiz yere savaşmasınlar, ve nihayet vatandaşlar tarihi, yani Kur’an’ı iyi
bilecekler ki, Allah’tan başkasına kul olmasınlar!
İhsan Süreyya SIRMA
Bk. Tarih Felsefesi