Psikolojiye Giriş

Kalıtım-Çevre Tartışması Neden Önemlidir? İNSANIN EVRİMSEL VE BİYOLOJİK TEMELLERİ

3.2.1. Kalıtım-Çevre Tartışması Neden Önemlidir?
İnsan davranışlarının kökenlerinin açıklanması bakımından çok önemli bulunan ve kalıtım-çevre; doğa-bakım/ yetiştirme adlarıyla bilinen bu tartışma, edebiyat eserlerinde yazarlar tarafından ve felsefeciler tarafından sık ele alınmış bir konudur. Örneğin, ülkemizde aynı isimli sevilen bir sinema uyarlaması yapıldığı için iyi bilinen Cengiz Aytmatov’un “Selvi Boylum Al Yazmalım” isimli eseri bu tartışmayı bir aşk hikayesi üzerinden inceleyerek gündelik yaşam içindeki bazı sonuçlarını ele almaktadır.
Bu tartışmaya verilen cevaplar insan özelliklerinin tamamının kalıtım yoluyla aktarılan ve böylece değişmeyen/ sabit nitelikler olarak ele almak ile insanın boş bir levha olarak dünyaya geldiği ve her özelliğinin içinde yaşadığı çevre yoluyla kazandığı, böylece değişebilir olduğu uçlarından oluşan bir eksen üzerinde gezinen bir sarkaç olarak hayal edilebilir. Hangi özelliklerimizi kalıtımsal olarak aldığımız ve hangi özelliklerimizi yaşadığımız çevre içinde edindiğimiz meselesinde, yürütülen bu tartışmalar, süregeldiği yüzyıllar boyunca (gerçekten de bir kaç yüzyıldır sürmektedir) çağların ekonomik, sosyal, politik ve kültürel genel özelliklerine göre değişkenlik göstermiştir. Eğer “asil sülaleler” var olacaksa, o halde bu insanların daha üstün nitelikli olmalarını sağlayan özellikleri, kalıtımla aktarılmış ve sabit/değişmeyen özellikler olmalıdır. Çünkü eğer her insan uygun çevre koşullarına maruz kaldığında üstün özellikler edinebiliyorsa, asil sülalelerin bir değeri/ anlamı olmaz. İnsanlar iyi beslendikleri, iyi eğitim gördükleri, sevgi ve ilgi ile yetiştirildiklerinde aileleri hangi sosyal sınıfa mensup olursa olsun aynı kaderi paylaşmak zorunda olmadıklarını kabul etmek hem farklı toplumsal yapılanmalardan kaynaklanır ve hem de farklı toplumsal düzenlemeleri doğurur. Bir diğer ifade ile, hizmetçinin oğlundan kral/sultan olamazdı ama günümüzde devlet başkanı olabilmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, örneğin 19. yüzyılda İngiliz felsefecisi J.Locke’un görüşlerini veya 20.yüzyılın başlarında, Amerika kökenli bir psikoloji akımı olan davranışçılığı daha doğru konumlandırmak mümkündür.
Günümüzde, gündelik hayatta pek çok özelliğin ve davranışın yalnızca çevresel etmenler yoluyla edinildiği görüşü popüler bir eğilim olsa da, artık psikoloji alanındaki araştırmalar hayatın bu kadar kolay olmadığı doğrultusunda sonuçlar vermektedir. Yaklaşık son 30 yıldır, doğuştan getirdiğimiz bazı sabit özellikler ve eğilimlerimizin olduğu ancak bunların içinde yaşadığımız çevresel olanaklar ile şekillendiği kabul edilmekteydi. Bir diğer ifadeyle, kalıtım ve çevrenin hangisinin önemli olduğundan çok, hangi alanlarda, hangi gelişim dönemlerinde, hangi işlevler için birbirlerini nasıl etkilediklerinin incelenmesinin daha önemli olduğu vurgulanmaktaydı. Hala kalıtım-çevre tartışmasının bu şekilde cevaplanması baskın olan eğilimi yansıtmaktadır. Hatta en azından psikoloji bilimi için, bu tartışmanın adı kalıtım-çevre etkileşimi sorununa dönüşmüştür. Ancak önümüzdeki 25 yıl içinde yeni eğilimler ortaya çıkacak gibi görünmektedir. Bunları anlayabilmek için kalıtım denildiğinde tam olarak neyin kasıt edildiğini bilmemiz; genetik, epigenetik kalıtıma ve davranışsal genetik konularına bir göz atmamız gerekmektedir.
3.2.2.    Kalıtım: Genetik ve Epigenetik
Kalıtım, ebeveynlerimiz aracılığı ile bize aktarılmış olan fiziksel ve psikolojik özellikleri tanımlar. Kalıtımın ve evrimin en iyi bilinen boyutu genetik boyuttur. Genetik, biyolojik varlıklar arasında bilgi akışını sağlayan temel bir sistemdir. Genetik olarak ortaya çıkan pek çok özelliğin DNA’mız içinde saklanan uzun bir evrimsel geçmişi vardır. Bu bizim ebeveynlerimiz vasıtasıyla aldığımız genetik bilgileri yalnızca onlardan değil, hem

onların atalarından ve hem de bir tür olarak bizden önce gelen türlerden aldığımız anlamına gelir.
Genetik bilgi, genler yoluyla taşınır. Döllenme esnasında, bir yumurta ve bir sperm birleşerek zigot adı verilen tek bir hücre yaratılar. Bu hücre, her biri orijinal kodun bir kopyasını içeren trilyonlarca hücreden oluşan bir insana dönüşecek şekilde büyümeyi düzenleyen talimatları barındırır. Her bir insan hücresinin çekirdeği, deoksiribonükleik asitten (DNA) oluşan ipliksi yapılar olan kromozomlar içerir. Genler bu bilgiyi taşıyan ve aslında kısa DNA parçaları olan ünitelerdir. Bunlar hücreleri çoğalmaya ve proteinleri birleştirmeye yönlendirir.
19901ı yıllarda başlayan İnsan Genomu Projesi, bu alandaki çalışmaları etkileyen önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Bu proje, insan genomunun yani “insan organizmasının oluşumunu başlatan proteinlerin yaratılması için eksiksiz gelişimsel talimatlar setinin haritasını çıkarma” amacıyla yürütülmüştür. Ancak bu projenin en önemli sonuçlarından biri, insanların sanıldığından çok daha az gen sayısına (yaklaşık 20.500) sahip olduklarının belirlenmesidir. Bunun anlamı şudur: insan vücudundaki proteinlerin miktarı genlerin miktarından çok çok daha fazladır. Dolayısıyla daha önce sanıldığı gibi, her bir gen otomatik olarak bir proteine dönüşmemekte, az sayıda gen çok sayıda proteini oluşturmak için işbirliği yapmaktadır. Dolayısıyla genler bağımsız olarak hareket ederek hücrenin yapı taşı olan proteini oluşturan ve çevrelerinden habersiz üniteler değildirler, daha çok işbirlikçi davranan yapılardır. İnsan genomu, bir bağımsız genler grubundan çok, hem kendi arasında ve hem de vücudun içinde ve dışında genetik olmayan etmenlerle de işbirliği yapan pek çok genden oluşmaktadır.
Bir genin proteinleri bir araya getirmek için “harekete” geçmesi de aslında bir işbirliğidir. Genetik ifade (yani genlerin faaliyeti) çevrelerinden etkilenmektedir. Örneğin kanda dolaşan hormonlar hücreye girerek genleri harekete geçirebilir veya durdurabilirler. Hormonların üretimi ise, daha önce anlatıldığı üzere, ışık, gün uzunluğu, beslenme gibi çevresel koşullardan etkilenir. Çok sayıda çalışmada hücrenin dışındaki harici olayların yanı sıra kişinin ve hücre içinde meydana gelenlerin gen ifadesi üzerinde etkili olduğunu gösterilmiştir. Bir diğer ifadeyle genler işbirliği yaparak işlev görmekte ve kişilerin özelliklerini bağımsız bir şekilde değil de daha çok çevresel etmenlerle etkileşim içinde belirlemektedirler.
Epigenetik Kalıtım
İnsan bir hücredeki (zigot) genetik bilginin defalarca kopyalanarak büyümesi ile oluşuyorsa, yani her hücrenin genetik kodu aynıysa farklı hücresel yapılar nasıl ortaya çıkar? Yani böbrek hücreleri, kas hücreleri, beyin hücreleri … birbirlerinden nasıl farklılaşır? Bu farklar, her hücre tipinin gelişimi sırasında gerçekleşen olayların, faal hale gelen genleri ve bu genlerin ürünlerini etkileme ve etkileşim içine girme şekillerini belirlemesi sonucu ortaya çıkar. Özelleşmiş birçok hücre, kendine özgü yapısını koruyabildiği gibi bunu yavru hücrelere de aktarır. Yani organlar gelişirken DNA dizileri sabit kalmış olsa da, kendilerinden türeyen hücrelere bu değişiklikleri aktarırlar. Bu hücresel düzeyde gerçekleşen ve genin çevresiyle etkileşimi yoluyla oluşan bilginin aktarımının epigenetik kalıtım sistemleri yoluyla olduğu kabul edilmektedir. Epigenetik kalıtım sistemleri, aynı zamanda, gen faaliyetinin dağılımının ve hücre durumlarının sürdürülmesinden ve aktarılmasından sorumlu bir hücre sistemleridir. Hücre metabolizmasının insanın hem iç ve hem de dış çevresinden kaynaklanan etmenlere duyarlı olduğunu ve hatta hücrenin genetik ifadesini değiştirdiğini biliyoruz. Şimdiye kadar, bu genlerin biriktirdikleri bilginin yeni kuşaklara aktarılmadan önce sıfırlandığı düşüncesi hakimdi, ancak son araştırmalar genlerin birbirleri ve dış çevreyle olan etkileşimleri sonucu ortaya çıkan genetik ifade değişimlerinin yeni kuşaklara aktarılabildiğini göstermektedir.
Epigenetik kalıtım sistemlerinin mevcut olması, DNA’dan başka kalıtsal bir aktarım yolu daha bulunduğunu, bu sistemin çevreyle etkileşim yoluyla ortaya çıkan genetik ifade değişikliklerini türün yeni üyelerine aktarabildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Psikoloji için bu bulgular, kalıtım dediğimiz ve sabit olduğunu varsaydığımız aktarım sistemlerinin yalnızca DNA aktarımdan ibaret olmadığı için aslında iç ve dış etmenlerle etkileşim içinde gelişebildiğini ve bu değişimlerin türün yeni üyelerine aktarılabildiğini göstermek bakımından önemlidir. Epigenetik kalıtımın insanların ve diğer canlıların evrimindeki rolü üzerinde araştırmalar sürmektedir.
3.2.3.    Davranışsal Genetik

Davranış genetiği, kalıtım ve çevrenin insan özellikleri ve gelişimindeki bireysel farklılıklar üzerindeki etkisinin araştırıldığı alandır. Bu alan, genetiğin ya da çevrenin bir kişinin özelliklerini ne kadar etkilediğini belirlemez. Bunun yerine, insanlar arasındaki farklılıklardan neyin sorumlu olduğunu, bir diğer ifadeyle, hangi kombinasyonlar nedeniyle ne ölçüde farklılık gösterdiklerini bulmaya çalışır. Bu konudaki çalışmalar ağırlıklı olarak, ikizler ve evlat edinilmiş çocuklar üzerinden yürütülmektedir.

 

Biyolojik-Fizyolojik Etmenler

Kalıtımsal Etmenler

Kalıtım-Çevre Tartışması Neden Önemlidir?