KADIN
Kadının toplumdaki
yeri, ne yeni, ne de tamamen halledilmiş bir konudur. İslam’ın bu konudaki
tutumu modernleşmiş okuyuculara pek nadiren tarafsız olarak sunulan
konulardandır. Bu maddede biz çeşitli medeniyetlerde kadına nasıl bakıldığını
kısaca ele aldıktan sonra, İs-m’ın bu konuda takındığı tavrı açıklayacağız.
İslam’ın öğretileri, temelde Kur’ an-ı Kerim ve Hadislere dayanır. Kur’an ve
Hadis, gerçek ve tarafsız bir şekilde anlaşıldığı takdirde, İslam’a atfedilen
herhangi bir görüş, ya da tutumun doğru olup olmadığını anlamanın ana
ölçüleridirler. Önce İslam-öncesi dönemde kadının konumunun kısabir
değerlendirmesini yapacak, daha sonra da İslam’ın kadının toplum içindeki
konumuyla ilgili tutumu nedir? Bu tutumun, İslam vahyedİldiğinde egemen olan
‘çağın ruhu’ndan farklı ya da benzer tarafları nelerdir? Bunu son yıllarda
kadının kazanmış olduğu ‘haklar’ ile nasıl mukayese edeceğiz? gibi sorulara
cevap arayacağız.
Çeşitli Medeniyetlerde Kadın.
Hinduizmde kadının
yerini tanımlamaya çalışan önde gelen bir otorite durumu şöyle ortaya
koymaktadır: “Hindistan’da itaat temel bir ilkedir. Mİras daima erkek
akrabalara intikal eder; başka deyişle soy zinciri kadınlar dışarda bırakılarak
erkekler aracılığıyla ilerler.” Hindu kutsal metinlerinde iyi bir eşin
tanımı şöyle yapılır: “Zihni, konuşması ve bedeni itaatla biçimlenmiş bir
kadın bu dünyada büyük bir ün kazanır, öbür dünyada (ahirette) ise kocasıyla
aynı makamı paylaşır.”
Atina’da kadın
Hindistan,ya da Roma kadınından daha iyi durumda değildi: “A-tinah
kadınlar daima bir erkeğe tabi olan
ikinci dereceden
insanlardı. Onlar ya babalarına, ya erkek kardeşlerine, ya da erkek
akrabalarından herhangi birisine bağlı durumdaydılar”. Kadının evliliğe
rıza göstermesi zorunlu bir şart olarak düşünülmüyordu ve o, ebeveyninin
isteklerine itaatle yükümlü olup, o kişi kıza bir yabancı bile olsa eşini ve
efendisini onlar bulurdu.
Romalı bir eş, bir
tarihçi tarafından şöyle tanımlanır: “Bİr çocuk, ikinci sınıf bir insan,
vesayet altında bir çocuk, kendi bireysel zevkine göre hiçbir şey yapamayan,
sürekli eşinin vesayet ve himayesi altında yaşayan bir kişi.” Roma
medeniyetinde kadının hukuki statüsü ise şöyle ifade edilir: “Roma
hukukunda bir kadın tarihsel çağlarda bile tamamen bağımlı bir durumdaydı.
Eski kadın ve onun mülkü kocasının eline geçmişse, kadın eşinin satm alınmış
mülkiyeti sayılırdı ve tıpkı bir köle gibi yalnızca onun isteklerine boyun
eğerdi. Bir kadın kamu işinde çalışamaz, şahit, kefil, veli (vasi) yada İdareci
olamazdı; evlatlık edinilmez ve edinemez, anlaşma veya sözleşme
imzalayamazdı.”
İskandinavya
ırklarında ise kadın, evli olsun olmasın daima vesayet altındadır. XVII.
yüzyılın sonlarında, V.Hıristiyan kanunnamesi ile birlikte şu kararlara varılmıştı:
Eğer bir kadm vasisinin rızası olmadan evlenirse, varisi istediği takdirde
vesayetindeki kadının hayatıboyuncamal-larının yönetimi ve intifa hakkına sahip
olabiliyordu.
İngiliz Anayasası’na
göre ise evli bir kadının evlilik sırasında sahip olduğu tüm gerçek mal-mülk
kocasının olur. Koca, topraklarından rant almaya, eşlerin birliktelikleri
sürdüğü müddetçe mülkleri işletmekten doğacak karları almaya hak kazanıyordu.
Zamanla İngiliz mahkemeleri.
kadının rızası
olmaksızın kocasının, kadından geçen mal-mülkün başkasına aktarmasını
yasaklayan maddeler getirmiştir. Fakat erkek hala onu işletme ve oradan gelen
parayı alma hakkına sahipti. Kocanın kişisel mülklerine gelince, erkeğin
iktidarı herşeye egemendir. O, uygun gördüğü kadar harcama hakkına sahiptir.
Ancak XIX. yüzyılın
sonlarındadır ki, bu durum düzelmeye başlamıştır. 1870’de Evli Kadınların Mülkü
Hareketi ile başlayan bir dizi hareketle evli kadınlar kendi mülklerine sahip
olma ve yaşlı kızlar, dullar ve boşanmış kadınlarla eşit derecede anlaşmalara
girme hakkına kavuştular. XIX. yüzyılın sonlarında bir kadim hukuk uzmanı
olan Sİr Henry Maine şunları yazıyordu: “Hıristiyan kurumlarından bir
renk taşıyan topumlardan hiçbiri, Orta Çağ Roma Hukuku tarafından getirilen
kişisel Özgürlüğü evli kadınlar adına düzenlemeye yanaşmamıştır” John
Stuart Mili ise, Kadının İtaati ÇDıe Sııbjectton of Wome/ı) adlı eserinde şöyle
diyordu: “Biz sürekli olarak medeniyet ve Hıristiyanlığın kadına gerçek
haklarını verdiğini anlatıp duruyoruz. Oysa kadın kocasının fiili
hizmetkarıdır; bu, yaygın biçimde kölelik dediğimiz şeyden pek de farklı
değildir.”
Kur’ ân’ın kadının
yeri konusuna yaklaşımına eğilmeden önce, Kitab-ı Mukad-des’ten bazı hükümler
konuya daha fazla ışık tutabilir. Hz. Musa’nın Yasa’ sında kadın
‘nişanlanmıştı1. Bu kavramı açıklarken Encyclopedia Biblica şöyle der:
“Bir kadını bir erkeğe nişanlamak basitçe, başlık parası Ödeyerek kadına
malik olma anlamına geliyordu; nişanlı kız, başlık parasının kendisine
ödendiği kişiydi. Hukuk açısından kızın rızası, onun evliliğinin geçerli
olmasının zorunlu şartı değildi. Kızın rızası, gereksiz olup onun gerekliliği
Hz. Musa Şeİrat’ının
herhangi bir yerinde vurgulanmamıştır.” Boşanma hakkına gelince, erkeğin
mülkiyeti demek olan kadının boşanma hakkı diye bir şey sözkonu-su değildir.
Boşanma hakkı erkeğe mahsustur. Yahudilikte boşanma yalnızca kocaya özgü bir
ayrıcalıktı.
Hıristiyan kilisesinin
son birkaç yüzyıla kadarki tutumunun hem Yahudilikten, hem de çağındaki hakim
kültürlerde başat olan düşünce akımlarından etkilenmiş olduğu görülmektedir.
David ve Vera Ma-ce, yazdıkları Doğuda ve Batıda Evlilik, (Marriage: East and
West) (1960) adlı kitapta şöyle diyorlar:
“Hiç kimse
Hıristiyan geçmişinin bu tür hafifseyici yargılardan beri olduğunu sanmasın.
Kadın cinsine İlk Hıristiyan Babaların yaptığından daha alçaltıcı atıfların
yapıldığı başka bir yer bulmak oldukça güç olacaktır. Ünlü tarihçi Lecky,
Kilise Babalarının kadım cehennemin kapısı, tüm beşeri kötülüklerin anası
olarak gördüklerini belirtir. Kadın, kadın olduğunu düşünüp utanmalı, dünyaya
gelmesine vesile olduğu lanetlere karşılık sürekli acı içinde yaşamalıdır.
Kadın, giysilerinden utanmalıdır, zira onlar düşüşü hatırlatmaktadır.
Güzelliğinden utanmalıdır, zira güzellik, şeytanın en çok kullandığı alettir.
Kadına Kilise Babaları tarafından yöneltilmiş en ağır saldın Tertullian’dan
gelmiştir. “Her birinin birer Havva olduğunu biliyor musunuz? Bu çağda
yaşayan sizlerin cinsiyeti üzerine Tanrı’mn İfadesi şudur: Bu günah [sizinle
birlikte] yaşayacaktır. Sizler şeytanın işbİrlikçisisiniz. O yasak ağacın
meyvasını yediniz; ilahi yasayı ilk ihlal edenlerdensiniz; siz şeytanın
saldırma cesaretini gösteremediği erkeği kandıranlarsınız. Tanrı’mn sureti olan
erkeği kolaylıkla baştan çıkarıp mahvediyorsunuz. Çölünüzü aşarken -ki o
ölümdür-Hz. îsa bile ölmek zorunda kaldı.” Kilise, kadını ikinci sınıf
insan saymakla kalmadı, daha önceleri sahip olduğu meşru haklarını bile
çiğnedi.
İslam’da Kadın
Allah’ın insanlığa son
vahyi olan İslam, insanlığa yepyeni, asil ve evrensel bir mesajla indirildi.
İslam’ın kadına bakışı, yukarıda özetlediğimiz diğer medeniyetlerin
bakışından kökten farklıdır. İslam kadım gerçek bir insan ve erkekle arasında
Allah indinde hiçbir fark olmayan bir varlık olarak kabul eder.
Aşağıda İslam’ın,
kadının toplumdaki yeri konusundaki görüşlerinin ana hatlarını manevi, sosyal,
iktisadi ve siyasi açılardan vereceğiz.
a) Manevi Yön:
Kur’an kadının, Allah
katında hakları ve sorumlulukları bakımından erkekle tamamen eşit olduğunu
açıkça söyler: “Ben sizden erkek olsun, kadın olsun hiçbir çalışanın
emeğini zayi etmeyeceğim” (Al-i İmran, 195), “Erkek ve kadından her
kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu (dünyada) hoş bir hayatla
yaşatırız. (Ahirette ise) onların ücretini yaptıklarının en güze-liyle
veririz” (Nahl, 97; bk. ayrıca Nisa, 124).
Kur’an’a göre kadın,
Adem (as)’ın ilk hatasından sorumlu tutulmaz. Her ikisi de pişman olup tövbe
edip bağışlanmıştır, bir başka ayette ise (Taha, 121) Havva değil, Adem özel
olarak suçlu bulunmuştur.
Namaz, oruç, zekat ve
hacc gibi dini ibadetler konusunda kadının durumu erkekten farklı değildir.
Bazı durumlardaysa kadın erkek karşısında bazı avantajlara sahiptir. Örneğin
kadın hayızlı olduğu dönemlerde ve çocuk doğurduktan sonra kırk gün günlük
İbadetlerden (namaz,
oruç vb) muaf
tutulmuştur. Kadm ayrıca hamilelik esnasında ve şayet kendi sağlığı ya da
bebeğin sağlığı tehlikeye giriyorsa bebeğini emzirirken, oruç tutamaz. Eğer
Ramazan’da orucunu mazeretinden dolayı tutamamışsa, kendisi için mümkün olduğu
günlerde bu borcunu eda eder. Buna karşılık bu dönemlerde kılmadığı namazları
daha sonra yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı eda etmesi gerekmez. Kadınlar
Peygamberimiz zamanında camiye gidebiliyorlardı ve cuma namazına gitmek ise
onların isteğine bırakılmıştı; oysa cuma namazı erkeklere farzdır. Bu, bir
kadının bebeğini emzirebileceği, ya da onun bakımını yapabileceği, böylece
namaz vakitlerinde camiye gidemeyebüe-ceğini dikkate aldığı için İslam
öğretilerinin hassasiyetini göstermektedir. Bu öğretiler aynı zamanda kadmm
doğal işlevleriyle ilişkili fizyolojik ve psikolojik değişmeleri de hesaba
katmaktadırlar.
b) Toplumsal Yön
I-Çocuk ve genç olarak
kadın: Kimi Arap kabilüerinde kız çocuğunu öldürmenin yaygın olarak kabul
edilmesine rağmen, Kur’ân bu geleneği yasaklamıştır. İslam, kız çocuklarına
müşfik ve adil bir yaklaşımı emreder. Hz.Muhammed (s.)*in bu konudaki bir
hadisi şöyledir; “Kimin bir kızı olur ve diri diri gömmez ve ona iyi
muamelede bulunur, oğlan çocuğunu ondan üstün tutmazsa, o kişi Cennet’e girecektir.”
Kadınların ilim öğrenme hakkı er-keklerinkinden farklı değildir. Hz.Muhammed
(s.) bir hadisinde şöyle buyurur: “İlim her müslümana farzdır”.
Burada kullanıldığı şekliyle “müslüman” kelimesi hem kadın, hem
erkeği içermektedir.
II) Eş Olarak: Kur’ân
açıkça belirtir ki, evlilik toplumun iki yarısı (iki cinsi) arasında
paylaşılmakta ve amaçları, İnsan hayatını idame ettirmek dışında, duygusal
rahatlama ve manevi ahenktir. Onun temelleri aşk ve merhamettir.
İslam fıkhına göre
kadın rızası haricinde evlenmeye zorlanamaz. İbn Abbas şöyle rivayet eder:
Allah’m Resulü’ne bir kız geldi ve babasınm kendisini rızası olmadan evlenmeye
zorladığını anlattı. Allah Resulü kızdan evliliği kabul ya da reddetme
konusunda bir tercihte bulunmasını istedi.
Evlilik sırasında
kadının korunması için tüm diğer tedbirlerin yanısıra özel olarak onun
“mehir” denilen bir evlenme hediyesini almaya tamamen hakkı
bulunduğu beyan edilmiştir. Mehir kadına kocası tarafından verilir ve nikah
akdi içerisinde yer alır. İslam’da mehir kavramı kadın için bazı kültürlerde
gördüğümüz gibi ne gerçek (aktüel), ne de sembolik bir fiyattır, o daha çok
sevgi ve muhabbeti sembolize eden bir armağandır.
İslam’da evlilik
hayatının kuralları açık olup İnsanın dikey tabiatıyla uyum içindedir. Erkek
ve kadının fizyolojik ve psikolojik yapısını gözönüne aldığımızda, her ikisinin
de eşit hak ve taleplere sahip olduğunu görürüz. Bunun tek istisnası evin
reisinin durumudur, ama bu da büyük sorumluluk istediği için verilmiştir. Bu,
herhangi bir ortak hayat içinde tabii olup insanın tabiatıyla da tutarlıdır.
Kur’ân bu durumu şöyle dile getirir: “Ve onların (kadın-lar)da erkekler
üzerinde hakları vardır, tıpkı erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları
gibi.” (Bakara,228).
Bu makam kıva’me’dır.
Kıvame, korunacak daha zayıf cinsi adlandıran, cinsler arasındaki tabii
farklılığa işaret eder. O, kanun önünde hiçbir üstünlük ve avantajın
bulunmadığım ifade eder. Dahası, erkeğin ailedeki reislik rolü, kocasının
karı-
sına diktatörce
davranması demek değildir. İslam aileyle ilgili kararlarda karşılıklı
anlaşmanın ve İstişarede bulunmanın önemini vurgular.
Kadınm bir eş olarak
sahip olduğu temel hakların önünde Kur’ân tarafından vurgulanan ve Hz.
Muhammed (s.) tarafından güçlü bir biçimde yeniden yorumlanan bir hakkı daha
vardır; şefkatle terbiye ve dostluk. Kadının kendi evliliğine karar verme
hakkının yanısıra başarısız bir evliliği sona erdirme hakkı da tanınmıştır. Bununla
birlikte ailenin istikrarını sağlayabilmek ve onu gelip geçici duygusal
stresler altında alınacak acele kararlardan koruyabilmek için, boşanmayı
isteyen erkek ve kadın tarafından bazı adımlar ve bekleme dönemleri
gözetilmelidir. Kadının nisbe-ten daha duygusal tabiatım gözönüne alırsak,
boşanmak için geçerli bir nedenin mahkemeye gösterilmesi gerekir. Fakat, erkek
gibi kadın da kocasmı mahkemeye başvurmadan boşayabÜİr, tabii eğer nikah
sözleşmesi buna izin veriyorsa.
Daha özel anlamda,
İslam fıkhının evlenme ve boşanmayla ilgili bazı yönleri ilginçtir ve ayrıca
ele alınmaya layıktır. Evlilik ilişkisinin sürdürülmesinin herhangi bir
nedenle imkansız olduğu zaman, erkeklere onu tatlı bir şekilde bitirmeleri öğretilir.
lU)Awıe Olarak: İslam
anne babaya iyilikte bulunmayı hemen hemen Allah’a ibadetle birlikte zikreder
(İsra, 23). Dahası Kur’ân’ın analara iyi davranılması yönünde özel bir
tavsiyesi de bulunmaktadır. Bir adam Hz. Muhammed’e (s.) gelerek sordu:
“Ey Allah’ın Rasulü! İnsanlar Arasında benim en iyi dostum kimdir?”
peygamber cevapladı: “Annen” Adam “Daha sonra kim?” deyince
Peygamber (yine) “Annen” dedi. Adam “Daha son-ra?” deyince,
Hz. Muhammed (s.) (yine) “Annen” diye cevapladı. Adam aynı soruyu
bir daha sorunca bu kez “baban” dedi. Peygamberimizin “Cennet
anaların ayakları altındadır” sözü de bu bağlamda zikredilmelidir.
c) Ekonomik Yön:
İslam kadınm hem
İslam’dan önce, hem de İslam’dan sonra (hatta içinde bulunduğumuz yüzyıla
kadar) bağımsız mülkiyet hakkından yoksun bırakıldığını belirtmiştir. İslam
fıkhında kadına para, mülk ya da diğer mallarına sahip olma hakkı tanınmıştır.
Bu hak kadın evli de olsa, bekar da olsa değişmez; kadın tüm hakkını satabilir,
ipotek bırakabilir, ya da kiralayabilir. Fıkıhta bir kadının kadın olmak hasebiyle
ikinci sınıf insan olduğu hiçbir yerde ileri sürülmemiştir. Aynı zamanda kaydedilmesi
gerekir ki, böyle bir hak evlilik öncesi mallarına olduğu kadar, evlilik yoluyla
kocasından kalan malları için de geçerlidir.
Kadının çalışmayı
İsteme hakkına gelince, ilkin şu ifade edilmelidir ki, İslam kadınm
toplumdaki rolünün anne ve eş olduğunu ifade eder. Ne hizmetçisi, ne de çocuk
bakıcısı çocuğun eğiticisi olarak annenin yerini alamayacaktır. Büyük ölçüde
milletlerin geleceğini biçimleyen böyle asil ve hayati bir rol Avrupa’da
anlaşıldığı gibi’aylaklık’ olarak görülemez.
Ne var ki İslam’da,
kadını gerektiği zaman iş aramaktan men eden hiçbir yasak yoktur, özellikle
de, tabiatma uygun ve toplumun ona çok ihtiyacı olduğu durumlarda. Bu
mesleklerden bazıları hemşirelik, öğretmenlik (özellikle çocuklara) ve
doktorluktur. Dahası, kadının herhangi bir alanda istisnai yeteneğinden
yararlanmaya herhangi bir sınırlandırma da getirilmemiştir. Hatta kadılık
makamına ka-
dının getirilmesi
konusunda Ebu Hanife ve Taberi gibi ilk dönem Müslüman alimlerinin cevaz
verdiklerini görüyoruz. Buna İlaveten İslam, bazı kültürlerde varolan miras
alma hakkını kadına tanımıştır. Kadına düşen pay tümüyle ona aittir ve hiç
kimse, babası ve kocası bile onun üzerinde hak talep edemez.
Çoğu durumlarda
kadının hissesi erkeğin hissesinin yarısıdır, ama bunda kadının yarım erkek
değerinde olduğu yolunda bir ima asla yoktur. Böyle bir sonucu çıkarmak,
yukarıda tartıştığımız İslam’da kadının eşit görüldüğü yönündeki ezici kanıtlardan
sonra tutarsız gözükebilir. Miras haklarında ortaya çıkan bu değişildik, İslam
fıkhına göre erkek ve kadının parasal sorumluluklarındaki değişikliklerle
birlikte ele alındığında anlam kazanır. İslam’da erkek, eşinin, çocuklarının
ve bazı durumlarda yakın akrabalarının, özellikle de kadın akrabalarının
geçiminden sorumludur. Bu sorumluluk, servetiyle;ya da onun iş, kira, kâr veya
herhangi bir meşru araçla elde ettiği kişisel geliriyle üe ertelenir ne de
azalır.
Öte yandan, kadın
Batıda olduğundan parasal olarak Batıda olduğundan çok daha güvence altında
olup mallar* üzerindeki istekleriyle ilgili çok daha az sorumluluk
yüklenmiştir. Onun evlenmeden önce sahip olduğu mallar kocasına intikal etmez
ve hatta kızlık soyadım bile değiştir-meyebilir. Kadının, evlilikten sonra
eline geçen gelirden veya bu tür mallarından ailesine harcamak için hiçbir
yükümlülüğü yoktur. O, evlendiği sırada eşinden aldığı “mehir”e hak
kazanmış olup boşandığı takdirde eski kocasından nafaka alabilir. İslam
fıkhının çatısı içinde miras fcuku-kunun tavrı, yalnız adaletin değil, kadına
merhametin de bir göstergesidir.
d) Siyasal Yön:
İslam öğretileri ya da
İslam uygarlığı tarihi derinlemesine araştırıldığında, kadının erkekle
eşitliği konusunda açık deliller bulunacaktır; buna biz bugün ‘siyasal haklar’
diyoruz. Bu haklar, kadının seçme ve seçilme haklarını içerdiği gibi, doğal
olarak onun kamu işlerine katılmasını da İçerir. Hem Kur’ân’da, hem de İslam
tarihinde ciddi ilmi tartışmalara katılan ve hatta Peygamber’in kendisiyle
münakaşa eden kadınları görüyoruz.
Her ne kadar Kur’an’da
zikredilmiyor-sa da, Peygamberin bir hadisi, kadını devlet reisinin makamına
çıkamayacağı (seçi-lemeyeceği)şekhndeyorumlanmıştır. Hadisin mealen çevirisi
şöyledir: “Bir halkın reisi kadın olursa (o halk) iflah olmaz” Bununla
birlikte bu sınırlamanın erkeğin üstünlüğü/kadının düşüklüğü gibi bir konuyla
ilişkisi yoktur. Daha çok erkek ve kadının biyolojik ve psikolojik yapısındaki
tabii farklılıklarla ilgilidir.
İslam’a göre, devlet
başkanı sadece şekli bir başkanlık değildir. O insanlara ibadetlerinde,
Özellikle de Cuma ve Bayram namazlarında önderlik (imamlık) yapar; o sürekli,
halkının güvenlik ve huzuru için karar alma sürecinde bulunan birisidir.
Bu, ’emir’ konumu, ya
da silahlı kuvvetler komutanı gibi benzer bir konum, genel olarak kadının
fizyolojik ve psikolojik yapısına elverişli değildir. Şu tıpça da sabit bir
hakikattir ki, hayız dönemlerinde ve hamilelik sırasında kadınlar çeşitli fizyolojik
ve psikolojik değişmelerden geçerler. Bu tür değişmeler acil bir durumda
ortaya çıkarak onun kararlarını etkileyebilir. Bu belirli dönemlerindeki aşırı
duygusal gerilimin başka sonuçları da vardır. Dahası, bazı kararlar maksimum
akıl ve
minimum duygu hali
içinde olmayı gerektirir: bu, kadının içgüdüsel tabiatıyla hiç de uyuşmayan
bir gerekliliktir.
Modern zamanlarda ve
en gelişmiş ülkelerde bile, sembolik başkan olma dışmda, bir kadının devlet
başkam ve silahlı kuvvetlerin kadın komutanı oluşuna, hatta parlamentolarda
kadın milletvekillerinin erkeklerle orantılı bir nisbette bulunuşuna oldukça
ender rastlanır. Bu çeşitli milletlerin geri kalmışlığına ya da kadının devlet
başkanlığı veya parlamento üyeliği gibi bir konumda bulunma hakkına getirilmiş
anayasal bir kısıtlamaya yorulamaz. Bu durumu, erkek ile kadın arasındaki tabii
ve tartışılmaz farklılıklara dayanarak açıklamak daha mantıklı olacaktır. Bu birinin
diğerine karşı herhangi bir ‘üstünlüğü’ olduğunu göstermez. Farklılık daha çok
hayat içinde her iki cinsin ‘bütünleyici’ rollerine atıfta bulunur.
Son olarak üç önemli
olguyu da burada zikretmemiz yerinde olur:
1- Müslümanların tarihi VII. yüzyıl gibi erken bir
tarihten başlayarak kadınların büyük başarılarına tanıktır;
2- İslam hukukunda kadına kötü muamele edilmesini haklı
kılacak bir emir veya kurala rastlamak imkansızdır; 3-
Tarih boyunca Müslüman kadının iffeti, ünü ve annelik rolüne tarafsız gözlemciler
tarafından hayranlık duyulmuştur.
Yine ifade etmek
gerekir ki, kadının günümüzde Batıda ulaştığı konum, erkeklerin İyiliğine ya
da bilim ve teknolojideki ilerlemeye bağlı olarak başarılmış değildir. Bu,
kadınm rolüne ilişkin uzun bir mücadele ve binlerce kurbana mal olmuş bir
başarı olup, ancak toplum kadının emeğine ve katkısına ihtiyacı olduğunda
özellikle de dünya savaşları sırasında ve teknolojik değişmenin hızlanmasına
bağlı
olarak ortaya
çıkmış bir durumdur. Mustafa ARMAĞAN