Kimdir

Kâdı Beydâvi (Beyzavi) kimdir? Hayatı, eserleri ve Tefsiri

Kâdı Beydâvi (Beyzavi) kimdir? Hayatı, eserleri ve Tefsiri: Hicri VII. asırda, Azerbeycan bölgesinde İslâmi İlimler alanında yetişen şöhretlerden biri ve belki de en mühimi, Abdullah b. Ömer b. Muhammed b. Ali Ebu’l-Hayr (Ebu Sa’id) Nasiruddin ei-Beydâvi’dir. Hindistan’dan, Endülüs”e kadar uzanan İslâm aleminde şöhret bulmuş olmasına, bilhassa tefsirinin zamanından günümüze kadar, gerek alimler ve gerekse İlim yolcuları tarafından hararetle okunmasına, şerh haşiye ve ihtisarlarının, İslâm’dan hiç bir esere nasib olmayacak dereceye ulaşmasına rağmen, Beydâvi’nin ailesi, gençliği ve yetişmesi hakkında maalesef, gerektiği kadar bir bilgiye sahip bulunmamaktayız. C. Brockelmann, Beydâvi’yi Fars büyük kadısının oğlu olarak göstermektedir. Şiraz yakınlarındaki Beydâ’da doğmuştur. Tahsil ve terbiyesini bu şehirde tamamlamış ve nihayet Şirâz’da kadı olmuş ve orada baş kadılığa kadar yükselmiştir. Kadılık vazifesinden ayrıldıktan sonra 650/1252 senelerine doğru Tebriz’e yerleşmiş ve ölünceye kadar bu şehirde kalmıştır. Kaynaklar, ölüm tarihi hakkında bile ittifak halinde değildirler. Onun 685/1286 veya 691/1319 yıllarında ölmüş olduğu söylenmektedir. Yanlış olarak onun 716/1316 veya 719/1319 senelerinde öldüğüne dair kayıtlar davardır.

Şâfi’i mezhebine mensup olan Beydâvi, şüphesiz zamanındaki İslâmi ilimlerle mücehhez idi. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, usûl, mantık, nahiv, belagat ilimlerinde şöhret sahibi olmuş ve bu sahalarda mühim eserler vermiştir. Eserleri ilim ehlinin elinde, o günden bugüne kadar dolaşmaktadır. Müellifimizin hayat hikayesi ve yetişmesi yönünden, gerekli bilgiye sahip olmadığımızı söylemiştik. Yalnız onun Şirâz kadılığını elde etmek çin Tebriz’e gittiğini, orada vezirin de hazır bulunduğu bir ilim meclisinde, sorulan karışık bir soruya veya nükteye karşı (bu soru veya nüktenin mahiyeti de bilinmemektedir) verdiği cevapla, ilmi olgunluğunu   gösterdiğini ve vezirin    iltifatlarına nail olduğunu Sübkinin, tabakatından öğrenmekteyiz.

İbn Kadı Şahbe, Tabakatında, Beydâvi hakkında

“O musannafat sahibi Azerbeycan bölgesinin afimi idi. Şirâz’da kadılık yaptı.” Sübki de:

“O, ilim alanında yarışan, dikkatli, âbid, sâlih ve zâhid bir kimse idi”, İbn Habib ise

“Onun eserlerinden bütün imamlar övgü ile bahsederler, onun Minhâc’dan başka eseri olmasaydı bile bu, onun için yeterli idi.” demektedirler.

Şüphesiz Beydâvi, eserlerinde İslâm’ın kültür unsurlarını toplamaya gayret göstermiş, bilhassa Usulû’d-Din ile Usulû’l-Fıkhın arasını cemetmiştir. Yine o, din ve hikmet ilimlerine, Arap dili ve edebiyatına ait bilgileri de ilave etmiştir. Bütün bilgilerini Şirâz’da almış ve orada neşet etmiştir. Eserleri, onun iyi ellerde yetişip, sağlam bir kültüre sahip olduğunu göstermektedir.

1- Minhâcu’l-Vusul ila limi’l-Usûl. Fıkıh usûlünde çok ün yapmış, itibar görmüş ve günümüzde dahi önemini kaybetmeyen mühim bir eserdir.

2- Şerhu’l-Matâli’ fi’l-Mantık, Mantık ilmine aittir.

3- el-Gâyetu’l-Kusvâ Şâfi’i fıkhının furu’una aittir.

4- Şerhu Mesâbîhu’s-Sünne el-Bagavi’nin hâdise ait eserinin şerhidir. el-Bagavi ona, “Tuhfetu’l- Ebrar” adını da vermiştir.

5- Tevâliu’l-Envâr min Metâlii’l-Enzâr Kelâm ilmine aittir,

6- Lubbu’l-Elbâb fi İlmi’t-I’rab Kâfiye adlı eserin muhtasarıdır.

7- Nizâmu’t-Tevârih Farsça yazılmış olan bu tarih, yaratılıştan hicri 674 tarihine kadar olan hâdiselerden bahseder. Latinceye terceme edilmiş olan bu eser, Beydâlı diğer bir alime isnâd olunmaktadır.

8- Risâle fi Mevzuati’l-Ulum ve Teârifiha İlimlerin konusu ve tarifleri hakkındadır,

9- el-İzâh fi Usuli’d-Din Usulu’d-Din’e aittir.

10- Şerhu’l-Mahsûl

11- Misbâhu’l-Ervâh Bu eser usûlden Râzi’nin “el-Muntahab” adlı eserinin şerhidir.

12- Muntaha’l-Munâ

13- Şerhu Muhtasarı İbn Hâcib

14- Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil

Görüldüğü gibi, zamanındaki islâmi ilimlerin hemen her alanında mükemmel eserler veren Beydâvi’nin ilmi olgunluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Onun asıl şöhretini tefsiri ortaya koymuştur.

Beydâvi’yi ilim aleminde şöhrete ulaştıran eserinin, tefsiri olduğunu söylemiştik. “Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil” adını taşıyan tefsiri, Müslümanlar arasında hiçbir tefsirin varamadığı bir mevkiye ulaşmıştır. Bu sebepten birçok İslâm ilim merkezinde ve Avrupa’da müteaddit defalar basılmıştır. Hele bu tefsire yapılan şerh, haşiye ve taliklerin sayısı 250 yi aşmaktadır. Yalnız Osmanlı âlimleri tarafından yapılanların sayısı 60’a ulaşmaktadır.

Beydâvi’nin bu tefsiri, ne çok hacimii ne de çok küçüktür. Orta hacimdedir. Ehlisünnet usûlü üzere deliller vererek, Arap dilinin kaidelerinin verdiği imkanlar nisbetinde, âyetleri tefsir ve te’vil eder. Meselelerin teferruatına girmeden, kısa, mu’ciz bir şekilde onların faydalı olan yönierini vermeye çalışır. Sarf, nahiv, lügat, mantık, kıraat, tarih, kelâm gibi konuları bazen çok kısa ve özlü bir şekilde verdiği için onları anlamakta müşkülat çekilir. Bu bakımdan, müellifimiz, verdiği bazı bilgileri müphem bırakmakla itham edilir. Ebette insan kusursuz olmaz. Kusurlu olan yönleri bir tarafa bırakıp faydalı olanlarından istifade etmek gerekir. Her tefsirde olduğu gibi, bu tefsir de, kevni ilimler yönünden tetkik edilecek olursa, bugünkü müsbet ilim bilgilerimize göre, pek çok eksiklikleri bulunabilir. Ama 7-8 asır evveli için özlü bir ilim hazinesi olduğu gerçeği de gözlerden uzak tutulmamalıdır. Beydâvi bütün bilgisini bu eserinde göstermeye çalışır. Âdeta okyanusu, bir sürahiye sığdırmaya gayret gösterir.

Beydâvi’nin tefsiri, İslâm kültür mirasının bir meyvesi olarak kabul edilebilir. Tefsirini, hayatının sonlarına doğru Tebriz’de yazmıştır. Kaynaklar onun Şirâz’daki kadılık vazifesinden ayrıldıktan sonra, ölünceye kadar kaldığı Tebriz’e 650/1252  senelerine doğru geldiğini  zikrederler. Bu  devre,  müellifimizin olgunluk, kemal ve istikrar devresidir. Tefsirini  de  bu devrede  yazmıştır. Buradan anlaşılıyor ki tefsir, Hicri yedinci asrın ikinci yarısında yazılmıştır.

Beydâvi’nin tefsirini yazmak için, istifade ettiği en mühim kaynaklar, Zemahşeri’nin Keşşafı ile Râzi’nin Mefâtihu’l-Gayb’ı olmuştur. Lafızların ve terkiplerin beyanı, manalardaki nükteleri istihraç ve onların tahlilinde, Keşşafa, Kur’an’i hikmetin ruhunu ortaya koymak için usulu’d-dîn, felsefe ve usûlu’l-fıkh yönünden olan görüşleri de Mefatihu’l-Gayb’a dayanır. Yine müellifimiz, zevki manaların yazılmasında ince, dakik bilgilerin işari nüktelerinde er-Ragıb el-İsfahani’nin “Müfredatından istifade eder. Genellikle tefsirinde kendinden evvel gelen alimlerin, fikirlerini toplayıp tahlil eder, onları araştırır, tenkit eder ve onlardan hükümler çıkarır. Birçok vecihleri ve muhtelif ihtimalleri cem eder. Verdiği görüşleri tercih esasına göre sıralar, itimad ettiklerini, zayıf ve merdud olanları zikreder. Zayi olan rivayet ve görüşleri “Ruviye” veya “Kile” lafızları ile gösterir. Bazen uzak olan görüşleri de bir kalıba yerleştirir ve bütün bunları özlü bir şekilde hülasa eder. Bu yönlerden Beydâvi’nin tefsiri, muhteva metot ve üslub bakımından araştırıcılar ve öğrenciler için yüksek bir kıymeti haizdir.

Müslümanlar, onun tefsirine itimad etmişler ve onu, tefsir ilmi için asli bir kaynak kılmışlardır. Böyle bir mevkiye ulaşmasına rağmen, bazı kimseler bu tefsiri, ibarelerindeki güçlük bakımından müphem bulmuşlar veya surelerin faziletlerine ait uydurma haberleri, tefsirine soktuğu için veyahut da onun ulaştığı şöhreti çekemediklerinden, ağır bir şekilde tenkit etmişlerdir. Halbuki bu tefsir, tefsir ilminde zamanına kadar, bilgilerin yazıldığı İslâm kültürünün çiçeklenip, gelişmesinin kemaline ulaştığı, Eş’ari hikmeti üzerine bina edilen ilmi metodun en yüksek eseri sayılır.

Bu şöhretli tefsirin, şerh, haşiye, ta’lik ve ihtisarlarının pek çok olduğunu söylemiştik. Bunlardan hiç olmazsa meşhur olanlarından bir kaçını zikretmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

1- Muhammed b. Yusuf el-Kirmâni (ö. 786/1384).      

2- İbn Temcid (Muslihuddin) (ö. 890/1485).

3- Abdulhâkim es-Siyelkûti (ö. 1067/1485)

4- es-Suyutî (ö. 911/1505).

5- el-Kâdî Zekeriyya el-Ensâri (ö. 910/1543).

6- Şeyhzâde (Muhyiddin) (ö. 950/1543).

7- Şihâbuddin el-Hafâci (ö. 1069/1659).

8- Molla Husrev ( ö. 885/1480).

9- Sa’dİ Çelebi (ö. 945/1538).

10- Baba Nimetullah Nahcivâni (ö. 920/1514).

1- Seyyid Şerif Cürcani (ö. 816/1413).

2- Şeyh Kasım b. Kutluboğa (ö. 879/1474).

3- Muslihuddin Muhammed Kâri (ö. 977/1569).

4- Muhammed b. İbrahim el-Halebi (ö. 971/1563).

5- Sadruddin Şirvâni (ö. 1020/1611).

Beydâvi’nin tefsiri Muhammed b. Muhammed b. Abdirrahman (ö. 874/1469) tarafından ihtisar edilmiştir. Abdurraûf el-Münavi (ö.1031/1621) “el-Fethu’s-Semâvi fi Tahrici Ahâdisi’l-Beydâvi, Himmetzade Muhammed b. Hasan ed-Dımeşki (ö. 1175/1761) “Tuhfettu’r-Ravi fi Tahrici Ahâdisi’l-Beydâvi” adlı eseriyle Beydâvi’nin tefsirinde bulunan hadisleri tahriç etmişlerdir.

Bir yazar hakkında, başkalarının söyledikleri olumlu veya olumsuz sözlerden ziyade, yazarın kendi eserlerindeki ifadelerinden istifade etmek ilmi objektiflik bakımından daha uygundur. Biz de, Beydâvi’nin tefsiri üzerinde konuşurken, onun hakkında denilenlerden ziyade, tefsirinden alacağımız örneklerle tefsirdeki metodunu vermeye çalışacağız. Şüphesiz ki her müellif eserinin baş tarafına bu eseri niçin yazdığını ve nasıl bir metot takip ettiğini, kısaca eserinin hangi gaye için yazılmış olduğunu, kısa veya uzun bir mukaddime ile belirtmeye çalışır. Beydâvi de tefsirinin baş tarafına kısa bir mukaddime eklemiştir. Onun bu kısa mukaddimesi ile tefsirinden alacağımız orjinal örneklere temas ederek, tefsirdeki metodunu göstermeye çalışacağız.

Beydâvi bu ünlü tefsirin mukaddimesinde, besmele hamdele ve salveleden sonra, maksadını şöyle açıklamıştır: “Şeriat kaidelerinin binası ve esası, dini ilimlerin başı ve önderi olan tefsir ilmi, kadr-u kıymet yönünden ilimlerin en büyüğü, şeref ve alamet bakımından da en yüce olanıdır. Tefsir yazmak ve onun hakkında konuşmak, ancak dini ilimlerin hepsinde, usûl ve furu’unda akranlarına üstün gelen, Arap dili sanatında, edebi fenlerde yüksek derecede bulunan kimselere ait olabilir.

Uzun zamandan beri, hem sahabilerin büyüklerinden, tabiilerin alimlerinden ve bunların dışındaki selef bilginlerinden bana ulaşan haberlerin özetini içine alan, hem de gerek benim ve gerekse benden evvel gelen faziletli kimselerden ve araştırıcıların ortaya koydukları mühim bir takım ince nükteleri ve latifeleri ihtiva eden, meşhur sekiz imâma ulaşan kıraat vecihlerini ve muteber kurradan rivayet edilen şazları da açıklayan fenleri içine alan bir kitap yazmayı düşünmekteydim. Ancak, aczim beni bu işi yapmaktan alıkoymakta ve istediğim şu makama yükselmeme engel olmaktaydı. Nihayet yaptığım istihareden sonra, mazhar olduğum bereket ve kolaylık sayesinde endişelerden kurtuldum ve yapmak istediğim şeye başlamaya niyet ettim ve niyet ettiğim şeyleri yerine getirmeye gayretim sağlam bir şekilde arttı. Kitabı tamamlayınca ona “Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’l-Te’vil” adını vereyim diye niyet ettim. Allah’ın doğru yolun güzelliklerine ulaştırması dileğiyle sözlerime başlıyorum. Her hayra ulaştıran ve her isteyene istediğini veren O’dur.”

Görüldüğü gibi Beydâvi, bu kısa ve özlü mukaddimesinde, hem tefsir ilminin, diğer ilimler arasındaki önemini, hem de tefsir yazmak isteyen kimsenin sahip bulunması gereken vasıflarını hem de yazılacak tefsirin muhtevasının neleri içine alması gerektiğini açıklamaktadır. Bunlara ilave olarak, kendi yaşantı ve karekterini de ortaya koymaktadır. Uzun zamandan beri, böyie bir eser yazmayı tasarladığını söyleyen Beydâvi, kendisinde gördüğü eksiklikten dolayı bu işe başlayamadığını ve kendisini yetiştirip bu işi başaracağına kanaat getirdikten sonra, şartları haiz bir kişi olarak eseri yazmaya başladığını ifade etmektedir.

Şimdi bu ünlü tefsirin tahliline geçebiliriz. Beydâvi kısa mukaddimesinde de açıkladığı gibi sahabe, tabiin ve selef bilginlerinden kendisine ulaşan haberlerin hulasasını ve kendisinden evvel gelen araştırmacıların ortaya koydukları nükteleri ve haberleri vereceğini ifade ettiğine göre, kendinden önce gelen kaynaklardan faydalanacağı tabiidir. Nitekim Beydâvi tefsirinde lafızların ve terkiplerin beyanı ve tahlillerinde manalardan nükteler çıkarmakta, Zemahşeri’ye, Kur’an’i hikmetler ve felsefe nazariyelerini, din usûlü ve fıkıh usûlü kaidelerini ortaya koymakta, Fahruddin er-Râzi’ye; maârif incelikleri, lügat ve iştikak bahisleri için de er-Ragıb’ın “Müfredatına bazen onların isimlerini zikrederek bazen de zikretmeyerek dayanmaktadır.

Beydâvi’nin metodunu kendi ifadelerinden alacağımız örneklerle ortaya koymaya çalışalım. Mesela; Al-i İmran Sûresi’nin 97. “…yoluna gücü yeten herkesin, o evi tavaf etmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” âyetini tefsir ederken, evvela hükme konu olan “Hacce” kelimesini ele almakta, manası için çeşitli tahliller yaptıktan sonra, kelimenin okunuşu hakkında kfraat imamlarının görüşlerini zikretmektedir. Durum okuyucuyu tatmin edici bir safhaya geldikten sonra, âyetteki hükmü tamamlayan diğer kısımlara geçmekte ve onların i’rablarını, cümle içindeki yerlerini belirtmektedir. Şayet bu konuda bir hadis varsa onu zikrederek fıkhi mezheplere göre meseleyi tekrar tahlile tabi tutmakta ve onların getirdikleri delilleri meselenin önemine göre ortaya koymaya çalışmaktadır. Şafi’î mezhebine mensup olduğu için, bu mezhebin görüşlerini tercih etmektedir. Teferruata girmeksizin bazı fıkhi meselelere ait ahkam âyetlerini arzeder ve genellikle kendi mezhebine meyleder. Hz. Peygamber’e kadar ulaşan merfu hadisleri “Allah’ın elçisi şöyle tefsir etti” ve “Allah’ın elçisi şöyle dedi” demek suretiyle, isnad vermeksizin zikreder:

Beydâvi âyetleri tefsir ederken, genel olmamakla beraber, kelime bilgisi üzerinde fazla durmaz. Nahiv yönünden cümleyi ele alarak, belagatıı bir şekilde maksadın anlatılması üzerinde durur. Edebî yönden cümlenin tahlini yapar ve tercih ettiğini izaha çalışır. Tahlilini vermeye çalıştığımız Maide Sûresi’nin 8. âyetinin üç bölümde tefsir edilişi gözönüne alınırsa, ifade edilmeye çalışılan hususlar kolayca anlaşılmış olur. Birinci bölümde Allah için adaletli olmak, müş­riklere dahi adaletli ve insani davranmak emredilmektedir. İkinci bölümde, bu şekilde hareket etmenin kurtuluşa en yakın vesile olacağı, kafirlerle münasebete bu derece önem verilirken müminlere olan münasebetlerde ise adaletin önemine işaret edilmektedir. Üçüncü bölümde ise, insanlar Allah’tan korkmaya davet edilerek emir ve nehiylerin mutlaka yerine getirilmesi istenmekte, aksi takdirde, yapılan işlerden Yüce Allah’ın haberdar olduğuna dikkat çekilmektedir. Görüldüğü gibi bu misal yukarıda zikredilen hususiyetleri toplamaktadır. Burada, ne derin kelime tahlillerine ne kıraat hususiyetlerine ne mezhep farklılıklarına ve ne de bunların dayandığı hâdiselere temas edilmiş, sadece âyetin manasının mantıki silsilesi içerisinde anlaşılması edebi bir şekilde temin edilmiştir. Ivlüfessirimizin bu şekilde hareket edişi, onun tefsirde takip ettiği genel metodunu etkilemez.

Beydâvi’nin diğer bir özelliği, hükme konu olan kelime veya ibareler, şayet daha evvel anlatılmışsa, kısaca âyeti tefsir eder ve o kelime ve ibarenin açıklaması nerede geçmişse oraya işaret ederek “Sabaka tefsiruhu” demek suretiyle gerekli bilginin oradan alınmasını sağlar. Bu usûlü ile müellifimiz hem zaman ve malzemeden tasarruf sağlarken, hem de eserini lüzumsuz tafsilat ve tekrarlardan koruyarak onun edebi ve ilmi değerini artırmış olur. Eğer, hüküm hususunda mezhepler arasında anlayış farkı bulunmuyorsa, o noktaya temas edilmeksizin âyet kısaca tefsir edilir.

Beydâvi’nin bu tefsirinin bir dirayet tefsiri olduğu açık bir şekilde görülür. Dirayet tefsirlerinin rivayet tefsirlerinden müstağni kalamayacağı da bilinen hususlardandır. Zaten, dirayetten maksat, mevsuk bir şekilde rivayeti anlatmakdır. Bu bakımdan, makbul olan dirayet tefsirleri, rivayetten tecrid edilemezler ve daima ona muhtaçtırlar. Tefsir tarihinde mühim bir yer işgal eden bu eserin müellifi, bu hususu iyi bildiği için, tefsirinde çok fazla olmasa da, rivayet tefsir metodunu kullanmıştır. Mesela Nisa Sûresi’nin 59. âyetini tefsir ederken bu âyeti açıklamak ve tefsir etmek için yine aynı surenin 83. âyetini de­lil olarak getirmektedir. Bilindiği gibi âyetin âyet ile tefsiri tefsir ilminde en kuvvetli ve en geçerli bir yoldur, Keza yine Nisa Sûresi’nin 60. âyetini tefsir etmek için İbn Abbas’tan gelen bir haberi ele almaktadır. Bu haberde, bir münafığın bir Yahudi ile olan anlaşmazlığını Hz. Peygamber’in halletmeye çalışması, bu çareyi kabul etmeyen münafığın meseleyi Hz. Ömer’e getirmesi ve Hz. Ömer’in münafığın boynunu vurması ile meseleyi halledişi anlatılmaktadır. Hak ile batılı ayırt ettiği için Hz. Ömer’e Cebrail tarafından “el-Fâruk” lakabının verildiğine işaret edilmektedir:

Beydâvi, müteşabih âyetleri, ehlisünnet görüşüne uygun bir şekilde te’vil eder. Mesela, Maide Sûresi’nin 64. âyetindeki “Yeda” lafzına, Itâ, cûd, ihsan manaları verirken, Tâha Sûresi’nin 5. âyetindeki “İstiva” kelimesine ihata manası vermektedir.

Diğer tefsirlerde olduğu gibi, bu tefsirde de âyetler tefsir edilirken, hepsinin üzerinde aynı ölçüde durulmamaktadır. Zaten aynı ölçüde durulması hususunda bir kaide yoktur. Çünkü, âyetlerdeki kelimelerin ve cümlelerin anlaşılması farklı olabilir. Hiç açıklamaya ihtiyaç göstermeyen âyetlerin yanında, zor olan ve hatta anlaşılmayıp, yüce Allah’ın ilmine havale edilenler dahi bulunabilir. Muhatapların çeşitli kültür seviyesinde bulunmaları da, ifadelerin değişik olmasını gerektiren diğer bir amil olabilir. Kur’an-ı Kerim’in mu’ciz olan emir ve nehiyleri her zamanı ihtiva etmesi ve ondaki hakikatlerin devamlılığı göz önünde tutulacak olursa, ifadelerin farklı olacağı zarureti de ortaya çıkar. Bir emrin veya bir nehyin ifadesi ile bir kıssanın veya ahirete ait olan bir haberin ifadesi tabidir ki aynı olmayacaktır. Ahkam ve itikada taalluk eden bir husus, muhataba anlayacağı şekilde açıklanmaya çalışılırken, kıssalar mümkün mertebe özlü ifade edilerek kısa geçilmiştir. Kısacası, Beydavi, tefsirinde filolojik meseleler, âyetin âyetle, âyetin hadisle, âyetin iniş sebepleri vasıtasıyla tefsirine yer vermiş, hakikat ve mecazı yerine göre kullanmış, âyetler ve sureler arasındaki münasebet ve insicama riâyet etmiş, az da olsa şiirle istişhadda bulunmuştur.

Fıkıhta Şâfi’i mezhebine mensub olan Beydâvi, nesh meselesinde Kur’an’da neshin varlığını kabul etmektedir:

Bakara Sûresi’nin 106. âyetini tefsir ederken, bu âyetin neshin varlığına delil olduğunu söylemektedir. Nisa Sûresi’nin 82. âyetini tefsir ederken, neshi kabul etmeyenlere karşı, meseleyi ma’kul bir şekilde savunarak nesh olayında, hükümlerde aslında bir değişiklik ve noksanlık olmadığını ve ancak hükümlerin hallerinde ve maslahatlarında bir değişiklik olduğunu söylemekte, böylece hem nesh anlayışını ifade etmekte ve hem de neshi kabul etmeyenlere karşı cevap vermektedir:

Beydâvi genellikle Şafi’i mezhebi görüşlerini savunur. Mesela, sure başlarındaki “Besmele”nin durumu hakkında besmele, her sure başında müstakil bir âyettir. Mekke ve Küfe alimleri, İbnu’l-Mubarek ve eş-Şâfi’i de, besmeleyi Fatiha’dan ve her surenin başında bulunanları da, o sureden bir âyet olduğunu kabul ettiklerini, zikreder. Basra, Şam, Medine alimleri ile Malik ve el-Evzâi’nin yukardakilere muhalefet ettiklerini, Ebu Hanife’nin ise bu konuda bir şey söylemediğini neticede ona göre besmelenin surelerden olmadığının zannedildiğini ifade etmektedir:

Burada, Beydâvi, Şafi’i ve aynı görüşte olanların fikirlerini söyledikten sonra, bu görüşe muhalefet edenleri (ve halefehum) demek suretiyle ilk görüşü benimsediğini göstermiş olur.

Aşağıda vermeye çalışacağımız örnekler, onun Şafi’i mezhebine olan temayülünü veya o mezhebe mensubiyetini daha iyi aksettirecektir. Bakara Sûresi’nin 238. âyetini tefsir ederken, boşanmış kadınların üç “Kuru” (üç adet veya üç temizlik süresi) beklemeleri gereğini ele aldığında “Kuru” kelimesine “Temizlik-tuhr” manası vererek, Şafi’î mezhebi görüşünü benimsemektedir. Hanefiler ise bu kelimeye “Hayz” manası vermektedirler. Beydâvi, bunlara ilave olarak bu kelimenin manası, Hanefî’lerin dediği gibi “Hayz” değildir, demek suretiyle, mezhep görüşünü ortaya koymaktadır:

Yine Bakara Sûresi’nin 231. âyetinde “Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında anlaştıkları takdirde, eski kocaları ile evlenmelerine engel olmayın” âyetinin gelişinden, Şafi’i bekleme süreleri dolan karı-kocanın birbirinden velisiz ayrılabilecekleri görüşüne sahip olmaktadır. Bu âyette muhatap velilerdir. Bu da kadının velisiz evlenemeyeceğine işarettir.

Eğer kadının velisiz evlenmesi mümkün olsaydı, bu âyette velilerin muhatap olması yersiz olurdu. Bu bakımdan Şafi’i mezhebine göre kadının nikahında velinin izni şart koşulmuştur. (Hanefilere göre, evlenme çağına gelmiş oian kadın, velisiz olarak, şahidler huzurunda nikah hakkına sahiptir). Beydâvi, bu meseleyi incelerken Hanefi mezhebi görüşüne yer vermemiştir. Keza Nisa Sûresi’nin 43. âyetindeki “Kadınlara dokunmuşsanız” ibaresini tefsir ederken, Şafi’i, âyetteki “Dokunmanın” abdesti bozacağına delil getirmiştir, demektedir. “Dokunmanın” cinsi temastan kinaye olarak kullanılması, mutlak oiarak do­kunmaktan daha az kullanıldığına da işaret edilmiştir.

Beydâvi, burada hükme konu olan “Lâmese” kelimesini ele almakta ve bu kelimenin manasının herhangi bir şekilde mutlak olarak dokunma manasını ifade ettiğini söylemektedir. “Lâmese” kelimesinin, cinsi münasebet manasına mecaz olduğuna, hakiki mana mümkün iken, mecaza gideiemeyeceğine işaret etmektedir. Zaten kelimeye cinsi münasebet manası verilmesini “Kîle” lafzı ile ifade ederek, bu görüşe itibar etmediğini belirtmiş olmaktadır.

Her ehlisünnet alimi gibi, Beydâvi de, kıyası, şer’i dört delilin en mühim asıllarından biri kabul eder. Nisa Sûresi’nin 59. âyetinde “…Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne götürün” âyetini tefsir ederken, dini ihtilaf hususunda, Allah’ın kitabına, Hz. Peygamber hayatta iken, kendisinden sorulmasını, irtihalinden sonra da sünnetine müracaat edilmesini istemektedir. Burada, kıyası kabul etmeyenlerin “Yüce Allah ihtilaf edilen husus­larda, kıyasa değil de, kitap ve sünnete başvurularak meselenin halledilmesini farz kılmıştır” şeklindeki görüşlerine karşı, cevap olarak “İhtilaf edilen şeyi nasslara götürmek ancak temsil olur. Halbuki ihtilafı nassa götürüp, oradan hüküm çıkarmak ise kıyasla olur” demektedir:

Beydâvi, genellikle Mutezile mezhebi görüşlerini şiddetli bir şekilde reddetmeye çalışmış ve bu sebeptendir ki tefsiri ehlisünnet indinde revaç bulmuştur. Bu konuya bir kaç örnek vermek faydalı olacaktır. Bakara Sûresi’nin 108. nesh âyetini tefsir ederken, orada bizzat Mûtezile’nin ismi zikredilerek onların bu âyeti, Kur’an’ın hudusuna (mahluk olduğuna) delil getirdiklerini ileri sürmektedir. Mutezile Kur’an’da değişmenin ve farklılığın bulunması, onun hadis olmasını gerektiren hallerdendir, demektedir. Beydâvi ise buna cevap olarak Kur’an’daki değişiklik ve farklılık, kadim olan zatla kaim manasına, taalluk eden işlerin avarızındandır, demektedir.

Yine Beydâvi, Mutezile mezhebinin, Allah’ın görülmesinin mümkün olmadığına dair görüşüne karşı, O’nun görülebileceğini iddia ve ispat etmektedir. Mesela, A’raf Suresinin 143. “(Musa (as)); Yâ Rabbi, bana görün, sana bakayım” âyetini tefsir ederken, bu âyeti Allah’ı görmenin caiz olduğuna delil getirmektedir. Zira, peygamberlerin Allah’ı bilmediklerini gösteren bir harekette bulunmaları ve muhal olan şeyi istemeleri caiz olmaz. Hz. Musa’nın

“Bana görün” sualine karşı, Allah Teala’nın

“Sen beni göremezsin” şeklindeki cevabı, Allah’ın görülemeyeceği sakıncasını ortadan kaldırmaktadır. Hz. Musa’ya verilen cevapta “Sen beni göremezsin” deniliyor “Ben görünmem”, “Ben sana görünmem” veya “Sen bana bakamazsın” denilmiyor. Burada “Görmemek” fiili Hz. Musa’ya hasredilmektedir. Bu soru “Bize Allah’ı aşikar göster” diyen kavmine susturmak için söylenmiştir, şeklinde izah etmek hatalıdır. Eğer, Yüce Allah’ı görmek imkansız olsaydı, Hz. Musa’nın kavmini ce­haletle vasıflandırılması ve doğruyu onlara açıklaması kendi için, lüzumlu olurdu. Nitekim, onlar “Bize de böyle bir tanrı yap” dedikleri zaman, Hz. Musa onlara darıltmış ve “Siz cahilsiniz” demiş ve hakikati onlara izah etmiştir. Halbuki burada Yüce Allah “Ey Musa, sen beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer dağ yerinde durursa, sen de beni görürsün” buyurmuş ve öndeki cümleyi açıklamak için gelmiştir. Kısacası âyet Hz. Musa’nın Yüce Allah’ı görmeye tahammül edemeyeceğini anlatmak istemiştir. Burada görmenin dağın yerinde durması şartına bağlanması, rü’yetin mümkün olacağına delili teşkil eder. Zira her şeyin olması, mümkün olacağına delildir. Zira her şeyin olmasını mümkün olan her şeyin olması şartına bağlamak, o şeyin zorunlu olarak mümkün olacağını gösterir, demek suretiyle konuyu incelemektedir:

Beydâvi, Allah’ın görülebileceğine dair bu âyeti delil getirirken, peygamberlerin mümkün olmayan bir şeyi istemeleri onların, Allah’ı gereği gibi tanımadıklarını böyle bir halin de peygamberlerde bulunmaması gerektiğini söyleyerek,  peygamberlik vasfı ile cehaletin bağdaşmayacağına işaret etmektedir.

Yine Beydâvi, En’am Sûresi’nin 103. “Gözler onu idrak edemez” âyetini tefsir ederken, Mûtezile’nin bu âyeti Allah’ın görünmesinin mümkün olamayacağına delil getirdiğini ve bu görüşün de zayıf olduğunu söylemektedir. Çünkü “İdrak” kelimesi, mutlak olarak görmeyi ifade etmez.mAyetin olumsuzluğu bütün zamanlara şâmil değildir…, demek suretiyle, Mûtezile’nin âyeti anlayışlarının zayıf noktalarını makul bir tarzda tesbit ederek, onların fikirlerini çürüttükten sonra, bu âyeti Yüce Allah’ın görülebileceğine, delil olarak getirmektedir:

Yine Kıyame Sûresi’nin 22-23. “Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar” âyetlerini tefsir ederken de sen onu; Yüce Allah’ın cemalini hayran olmuş, halde görürsün, diyerek Mutezile, görüşünün aksini İfade etmeye çalışır.

Keza müellifimiz Mü’minun Sûresi’nin 14. âyetindeki “Ahsenu’l-Hâlikin” ibaresini “el-Mukaddirine takdiren” şeklinde tefsir etmektedir. Mûtezile’nin eğer Allah’tan başka “Halik” olmasaydı, Yüce Allah’ın “Ahsenu’l-Hâlikin” demesi caiz olmazdı. Nitekim insanlar arasında hakim ve merhamet edenler bulunduğu için, Yüce Allah hakkında “Ahkemu’l-Hâkimin”, “Erhamu’r-Râhimin” denilmiştir, gibi sözlerini zımnen redderek, “Hâlık” lafzını başka bir kelime ile te’vil etmekte­dir. Yine Bakara Sûresi’nin 2-3. âyetlerini tefsir ederken, ehlisünnet, Mutezile ve Haricilere  göre  iman  ve  nifakın  manasını  geniş  bir şekilde  arzetmekte ve ehlisünnet, görüşünü tercih etmektedir. Aynı âyetin devamında rızk’ın ne olduğu hususunda, ehlisünnet ile Mutezile arasındaki ihtilafa da temas edilir.

Yukarıda vermeye çalıştığımız bir kaç örnekten anlaşılacağı üzere Beydâvi, kelâm yönünden ehlisünnet görüşünü savunmuş, genellikle Mutezile olmak üzere, diğer mezhep sahiplerinin görüşlerini bazen bunların isimlerini zikrederek, bazen de onların isimlerini zikretmeksizin reddetmiştir.

Fesahat, belagat ve dil incelikleri yönünden Zemahşeri’nin Keşşaf adlı tefsirinden bol bol istifade etmiş, ve onun mutezili fikirlerini ayıklamışsa da, yok denecek kadar onun tesiri altında kaldığı da görülür. Mesela, Bakara Sûresi’nin 275. “Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kalkarlar…” âyetini tefsir ederken, cinlerin, insanlara ancak vesvese vermek ve iğva etmek suretiyle tasallut edebileceği görüşünü benimser. Bu görüş Zemahşeri’nin görüşüdür.

Beydâvi, bazı kevni âyetleri tefsir ederken, ilmi tefsir metodunu da kullanmış, o hâdisenin oluş ve tabiatını izah etmeye çalışmıştır. Bu, konuda Râzi’den istifade etmiştir. Mesela Saffât Sûresi’nin 10. âyetini tefsir ederken “Şihab”ın hakikatini anlatmaya çalışır ve bu konuda denilenleri nakleder. Neml Sûresi’nin 88. “Dağları görürsünüz, onları yerinde durur sanırsınız” âyetini tefsir ederken dünyanın döndüğüne işaret etmektedir. Bunu ispat için de büyük cisimler tek bir cihete doğru hareket ettiklerinde, hareketi fark edilmez, demekte, zahirde gözün aldanabileceğini ifade etmektedir:

Yine Beydâvi’nin tefsirinde, Keşşaf sahibini tenkide vesile olan bazı hususları görmek mümkündür. Mesela, her sure sonunda, o surenin faziletini ve onu okuyanın, Allah indinde sevap ve ecrini bildiren hadisler, hadis ehlince ittifakta mevzu olarak kabul edilmiştir. Her konuda titizlikle hareket eden Beydâvi’nin, mevzu hadisler hakkında, Zemahşeri’yi takip etme yoluna nasıl girdiğini izah etmek çok güçtür. Bazı kimselerin onu mazur görmeye çalışmaları veya onun namına özür dilemeleri, müşkili halletmeye yeterli değildir. Bu şekildeki hareket­ler, bu konuda onu tebrie edemez. Geniş İslâmi bir kültüre sahip olan bir zatın, böyle bir gaflete düşmesi, izahı güç bir mesele olarak karşımızda durmaktadır.

Beydâvi Garanik Vakası hakkında tavizkar yumuşak bir ifade kullanmaktadır. Bu kıssa, araştırmacı alimler tarafından reddedilmiştir. Şayet sahih ise, o takdirde bunun, imanı sağlam olanları çürüklerden ayırt etmek için bir imtihan olduğunu söylemek suretiyle yumuşak bir ifade kullanmaktadır:

Keza, müellifimiz, rasul ve nebi arasındaki farkları sayarken, 124 bin peygamber bulunduğunu bunlardan 313 nün resul olduğunu “Kîle” lafzı ile zikreder:

Beydâvi, âyetlerde geçen lafızların ıstılah manalarını da belirtir ve bunları tarif eder. Dolayısıyla bunların tarifini âyetlerinin anlaşılmasında faydası olmuştur. Mesela, akıl kelimesinin aslında hapsedip alıkoymak manasında olduğunu, insan idrakine bu adın verilmesinin sebebinin, onun kişiyi çekip alıkoymasından olduğunu ifade etmektedir. Sonradan nefsin kendisiyle eşyayı idrak ettiği kuvveye akıl denmiştir:

Keza, Gazab, fısk, fasık, tevbe, taaccüb gibi kelimelerin ıstılah manalarını da vermiştir.

Müellifimiz tefsirinde, sahabe, tabiiler ve selefin görüşlerini nakleder. Bir taraftan da aklını kullanmayı ihmal etmez. Orada en parlak nükteler, ince latifeler, muciz bir üslubla anlatılır. Tefsiri özlü olduğu için, bazen ibarelerini anlamak güçleşir. Bunlar ancak delici bir basiretle ve açık bir idrakle sezilebilir. Nahiv sanatına ait örneklerini genişletmeksizin vermeye çalışır. İsraili rivayetleri cidden azdır. Bu rivayetler de “Kîle” veya “Ruviye” lafızları ile. zikredilerek onların zayıflıklarına işaret edilmiş olur.

Sonuç olarak, Beydâvi’nin İslâm aleminde şöhrete ulaşan tefsiri, bugün dahi birçok faydalan ihtiva etmektedir. Büyük imamların sözlerinin hülasası, ümmetin seçkinlerinin Kur’an ve onun manası hakkındaki en temiz görüşleri, lafızları hakkındaki müşkülen açıklığa kavuşturma, i’cazının en açık ve özlü şeklini, onda bulmak mümkündür. Kendinden evvelki bazı tefsirlerin eksik yerlerini izah ederek ortaya koymuş, itizali yönleri varsa, onları göstermiş ve tamamlayıcı bilgiler sunmuştur. Onu medh edenler, bu tefsirin saflaştırılmış bir altın gibi ortaya çıktığını, güneş gibi her yeri aydınlattığını, herkesin ona sahip olmaya çalıştığını, onu tanıyanların tadına duyamadıklarını, alimlerin onu tedris için üzerine düştüklerini, pek çok haşiye ve şerhlerinin yapıldığını, bütün Müslümanların kabulüne mazhar olduğunu, onun güzelliklerinin vasfedilmekle bitirilemeyeceğini söylemektedirler.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

( ?-1291) İran’da Şafiî mezhebinin tefsir ve ke­lam bilgini. Yazdığı Kuran tefsiri uzun yıllar medreselerde okutulmuştur. Kadı Ebu Said Abdullah b. Ömer Nasıreddin el-Beyzavî’nin yaşamı konusunda bilgi çok azdır. Doğum tarihi ve yeri bilinmiyor. Fars atabeği Ebubekir b. Sad döneminde (1226-1250) Şiraz’da Kadıül-kudat (büyük kadı) bulunan İmadeddin Ömer b. Muhammed’in oğludur. Öğrenimini babasından gördü. Sonraları kendisi de kadılık yaptı. Yaşamının sonları­na doğru Tebriz’e yerleşti ve orada öldü. Ölüm tarihi kaynaklarda değişik olup kesin değildir.

Envarü’t-Tenzil ve Esrarü’t-Te’vil adlı yapıtı bir Kuran tefsiridir. Zemahşehri’nin el-Keşşaf adlı ünlü tefsirinin özetidir. Çeşitli kaynaklardan derlenmiş bilgilerle genişletilmiştir. Ayrıca Muhtasarü’l-Keşşaf adıyla da bilinir. Beyzavî yapıtını okuyucunun İslam bilgilerinin her alanında hazırlıklı olduğunu varsaya­rak açıklama yazmıştır. Tefsirle ilgili yapıtının daha iyi anlaşılması için birçok açıklama yazılmıştır. En önemlileri Molla Hüsrev, Kemal Paşazade, Şeyhzade Muhammed b.Mustafa, Abdülhakim Siyelkuti ve Mehmed el-Konevî’nin şerhleridir (açıklama). Medre­selerde uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur.

Tevaliü’l-Envar ve Metaliü’l-Enzar, Kelam bili­mi konusunda bir yapıttır. Buna Aydınlı Hacı Paşa, Şerb-i Tevali ve Saçaklızade Nesrü’t-Tevaliu’l-Envar adlı şerhleri yazmışlardır. Ayrıca yapıta haşiyeler de (eklemeler) yapılmıştır.

Minbacu’l-Vusul ila İlmi’l-Usul, fıkıh usulünü öğreten bir yapıttır. Lübbü’l-Lübab fi Ilmi’l-Irab, Arapça’nın sözdizimiyle ilgili küçük bir yapıttır. Nizamut-Tevarib, Farsça yazılmış Adem peygam­berden 1275 yılına kadar gelen genel bir dünya tarihidir. Dört bölüme ayrılmıştır: Adem’den Nuh’a kadar gelen peygamberler; Sasaniler ve destani Iran tarihi; Peygamber ve dört Halife Devri; Saffariler, Deylemliler, Gurlular, Gazneliler, Salgurlar, Harezmşahlar, İsmailliler, Moğollar ve Selçuklular tarihi. Kefe müfettişi Abdurrahman b. Mustafa bu yapıtı Emsü’l-Müluk fi Tercümetü’n-Nizamü’t-Tevarih adıyla Türkçe’ye çevirmiş ve Osmanlı tarihiyle ilgili bilgiler de eklemiştir. Ayrıca Abü’l-Fazl Mehmed’in de Türkçe bir çevirisi vardır.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 16. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler