Sosyoloji Tarihi

John Stuart Mill ve Herbert Spencer :Evrimcilik ve Pozitivizm

Comte’tan sonra sosyolojik pozitivizmin gelişmesinde iki önemli etki söz konusu- dur. Bunlardan ilki, toplumu, kendine özgü doğa yasalarının işleyişiyle evrim ge- çiren bir organizma şeklinde tanımlandığı için toplum biliminin yönteminin doğa bilimlerinin yönteminden farklı olmadığı, deney ve gözleme dayalı olması gerekti-
ği görüşüdür. ikincisi ise, empirik yöntemin giderek daha çok benimsenmesi ve is- tatistiklere verilen değerin artmasıdır (Swingewood, 1998:71). Mill ve Spencer, ça- lışmalarını bu görüşler çerçevesinde yürüten ve ilk dönem sosyolojik gelişmeler içinde önemli bir yere sahip olan iki sosyologdur.


John Stuart Mill
John Stuart Mill (1806-1873)
J.S. Mill, Londra’da dünyaya gelmiştir. Babası, kariyerini gazetecilikte yapsa da dönemin en ün- lü entelektüellerinden Jeremy Bentham’la felsefi çalışmalar yapan James Mill’dir. J.S. Mill küçük yaşlardan itibaren Yunanca ve Latince eğitimi almış, daha sonra tarih, mantık, matematik ko- nularında çalışmış ve ekonomik teori konusun- da uzmanlaşmıştır.
Mill ekonomi, felsefe, mantık ve kadın hakları başta olmak üzere çok çeşitli konu- larda eserler ortaya koymuştur. Mill’in çalışmaları genel olarak liberalizm ve fayda- cılıkla ilgilidir. Mill, babası James Mill ve Jeremy Bentham tarafından geliştirilen Faydacı teoriyi liberalizme uyarlamış ve eylemlerin ya da toplumsal düzenlemele- rin, mutluluk ürettikleri ölçüde doğru ya da iyi kabul edilebilecekleri fikrini benim- semiştir. Mill, Comte ve Spencer gibi topluma ilişkin sosyolojik bir analiz yapma- mış, sosyolojik bir teori geliştirmemiştir; çünkü Mill’e göre sosyoloji zamanından önce, erken doğmuş bir bilimdir (Keat ve Urry, 1994:91). Mill’in sosyolojiye teori- den çok yöntemsel açısından katkıda bulunduğu söylenebilir. Diğer taraftan eko- nomi ile ilgili çalışmalarının bir bilim olarak modern ekonominin temellerinin atıl- masını sağlamıştır (Callinicos,2004:109).
Mill, Saint Simon ve Comte’tun çalışmalarından oldukça etkilenmiş, Com- te’un üç hal yasasını, dinamik ve statik arasında yaptığı ayrımı, tarihsel analiz yöntemini ve uzlaşma kavramlarını benimsemiştir. Saint Simon ve Comte’un çalışmaları tarihi organik ve geçişsel dönemlere ayırırlar. Organik dönemlerde insanlar ve toplumsal kurumlar sabit bir sistem içinde örgütlenirler, bu örgüt- lenme tarzı içinde her parça diğerlerini tamamlayıcı, destekleyici bir işlev gö- rür. Ancak zamanla bu bütünün parçaları ayrışır, bir düzensizlik dönemi başlar ve toplumsal değişme meydana gelir. Mill bu fikri benimser, toplumun belirli bir kısmında, örneğin bir toplumsal kurumda ya da bireyde meydana gelen bir değişmenin toplumun diğer kısımlarında da değişime neden olacağını ve so- nuçta toplumun bütün kısımlarını değiştireceğini savunur (Kilcullen, 1996). in- sanların davranışlarında meydana gelen bir değişim, bu insanların çalıştıkları ya da ait oldukları kurumlarda değişime neden olacak, kurumlarda meydana gelen bir değişim de bu kurumlara ait olan insanlarda ve diğer kurumlarda de-
ğişime neden olacaktır. Böylece Mill bireylerin karşılıklı olarak birbirlerini et- kilediklerini, birbirlerine bağlı olduklarını, birbirilerine tepki verdiklerini, bu nedenle toplumda herhangi bir noktada yaşanacak bir değişimin toplumun ge- ri kalanını da etkileyeceğini vurgulamış olur (Kilcullen, 1996). Bu durumu fiz- yologların “konsensüs” terimi ile açıklayan Mill’e göre bu durum, çeşitli organ- ların ve işlevlerin aynı fiziksel çerçeve içinde varolmasına benzemekte, böyle- ce Mill bütün toplumsal olguların toplumun bütün kısımlarından az ya da çok etkileneceğini vurgulamaktadır.

Comte’dan farklı olarak Mill, psikolojinin önemli olduğunu düşünmüş ve etolojinin insan doğasının yasalarının bilimi olduğunu savunmuştur. Mill’e gö- re bütün toplumsal olgular, insanların dürtü ve güdülerini yöneten yasalara göre kurulmuştur. Mill, toplumsal olgulara ilişkin yasaların, toplum halinde birleş- miş insanların eylem ve tutkularına ilişkin yasalar olduğunu, bunun dışında toplumsal yasalar olamayacağını savunmuştur. Çünkü Mill’e göre insanlar bir araya geldikleri zaman kimyasal bir bileşim gibi, farklı özelliklere sahip olan başka bir şey haline dönüşmezler. Bu nedenle toplumsal olgular, dışsal koşul- ların toplum üzerindeki etkisi ile yaratılmış olsalar da aslında insan doğasına ilişkin olgulardır. Psikoloji, Comte’un bilimler hiyerarşisinde yer almamaktaydı; ama Mill’e göre sosyoloji, sosyolojik çalışmalarda ortaya konmuş ampirik yasa- larından çok felsefi düşüncelerden türetilen psikoloji yasalarından ve sosyolo- ji ile psikolojiyi birbirine bağlayan etoloji yasalarından oluşmaktadır; yani sos- yolojinin yasaları, insan doğasını yönlendiren yasalardır. Başka bir deyişle Mill, toplumsal olanın psikolojik olana indirgenmesini önermiştir (Swingewood, 1998:73). Bu düşüncenin nedeni, psikolojinin yasalarına gözlem ve deneyle ulaşılabiliyor olmasıdır. Bu çerçevede toplumdaki en küçük temel ögenin tekil insanlar olduğunu düşünen Mill, etkileşimde bulunan insanların davranışlarını yöneten yasalar toplumdan ayrı olarak, bireyin davranışlarını yöneten yasalar- dan çıkarsanabileceğini düşünür. Diğer bir deyişle toplumsal yaşamla ilgili bü- tün yasalar en sonunda psikolojinin yasalarına ulaşmaya çalışmaktadırlar (Keat ve Urry, 1994:92).
Yöntemsel açıdan incelendiğinde Comte gibi Mill de toplum biliminin doğa bilimlerinin yöntemini uygulaması gerektiği düşüncesini benimsemiş ve Comte gibi o da toplumsal incelemeleri ikiye ayırmıştır. Bunlardan ilki, toplumsal öge- lerin bir arada varoluşlarının, yani sabit olduğu varsayılan bir bağlamda insan davranışının neden ve sonuçlarının incelenmesidir. ikincisi ise, toplumsal öge- lerin ardışıklığının, yani ilerlemenin ve değişmenin incelenmesidir (Kilcullen, 1996). Birinci tip incelemelerde sorulan soru, genel toplumsal koşulların belir- li bir durumunda verili bir nedenin sonuçlarının ne olacağı sorusudur, ikinci tip incelemelerde ise, genel toplumsal koşulları belirleyen yasaların neler olduğu, yani toplumun genel durumunu, büyük toplumsal olguları veya gerçekleri üreten nedenlerin neler olduğudur. Mill, çeşitli toplumsal olguların bir arada varoluşlarında bazı benzerlikler olduğunu, bu nedenle de bir neden bu olgu- lardan birini etkilediğinde diğerlerinin de etkilendiğini belirtir. Ancak toplum- sal olguların bir arada varoluşları arasındaki benzerlikler, bu olguları belirleyen nedensellik yasalarının sonucu olmalıdırlar. Dolayısıyla toplumun çeşitli parça- larının, çeşitli ögelerinin arasındaki ilişki, toplumdaki ardışıklığı düzenleyen yasalardan türemiş olan yasalardır. Bu durumda sosyal bilimlerin asıl meselesi toplumun belirli bir durumunun nasıl olup da, kendisinden sonra meydana ge- lecek ve ardışık olarak kendi yerini alacak olan durumu ürettiğini gösteren ya- saları bulmaktır (Mill, (2009 [1843]). Bu yasalara nasıl ulaşılacağı sorusunun ya- nıtını arayan Mill, insan doğasına ilişkin çalışmaların da doğa bilimlerindeki ay- nı mantıksal yapıya sahip olması gerektiğini savunur. insan doğasının, insan davranışının bilimsel ilkeler tarafından yönetildiğini ve bu ilkelerin mantık yo- lu ile ortaya konabileceğini düşünür. Mill’e göre insan davranışı ve her insanın ahlaki karakteri evrensel yasalara bağlıdır; ancak bu yasalar doğrudan deney ve gözlem yoluyla incelenemezler. O halde bu yasalar nasıl incelenecektir? Mill, doğa bilimlerinde kullanılan çeşitli bilimsel yöntemleri ele alır ve bu yön- temlerin hepsinin sosyal bilimlere uygulanmaya elverişli olmadığını belirtir.

Ancak doğa bilimlerinde sosyal bilimler için de kullanılabilecek olan bir yön- tem vardır, bu yöntem tümdengelimdir. Tümdengelim yoluyla neden sonuç ilişkileri ortaya konabilir. Örneğin belirli bir politikanın ya da yasaların insan- lar üzerindeki etkileri ortaya konabilir. işte Mill’in deney ve gözlemle incelene- meyeceğini belirttiği insan davranışını yöneten evrensel yasalar böylece tüm- dengelim yoluyla incelenebilirler. Mill için psikolojinin yasaları, yani deney ve gözlemle ulaşılabilen yasalar sosyal bilim için tek güvenilir temeldir (Keat ve Urry, 1994:92).
Mill, 1843 tarihinde yayınlanan Mantığın Sistemi (System of Logic, Ratiocinative and Deductive) adlı eserinde insanlara yönelik genel bir bilimin temeli olarak tümdengelimin geçerli olan ve olmayan biçimlerini birbirinden ayırma- ya çalışmış, felsefenin ve akıl yürütmenin de doğa bilimlerinin ilkelerinden tü- retilmiş bir mantık biçimi kullanılması gerektiğini ileri sürerek onlar için doğa bilimlerinden ve matematikten türetilmiş sağlam bir yöntem sağlamıştır. Ampi- rist olan ve matematiksel gerçekler de dahil olmak üzere gerçeklerin sezgiler- den ziyade gözleme dayalı olduğunu ileri süren Mill, böylece deneysel yöntem tartışmasını sosyolojiyi de kapsayacak şekilde genişletmiştir (Marshall, 1999:503). “Mantığın Sistemi” adlı eserinde Mill, “tutarlılık mantığı” olarak ad- landırdığı bir mantıktan bahseder. Mill’e göre kanıtlamanın bir mantığı vardır, yani kanıların bu kanıttan çıkarılan sonuçları nasıl ispatladığını ya da ispatla- maya çalıştığını gösteren bir mantık vardır. Bu mantık önemlidir çünkü Mill sosyal bilimlerin insan ilişkilerini sağduyudan daha ileri bir düzeyde açıklaya- mayacağını, insan davranışının genel nedensellik yasalarıyla değil, ancak sez- gisel ilkelerle açıklanabileceğini savunan dönemin bazı düşünürlerine karşı çıkmış, sezgisel felsefenin politik muhafazakârlığa yol açacağını düşünmüştür (Mautner, 1998). Mill şeylerin doğasına veya olayların görünmeyen, gizli ne- denlerine insan zihniyle ulaşılamayacağını, deneyimlerimiz dışında hiçbir yol- la bilgiye ulaşılamayacağını düşünür (Keat ve Urry, 1994:91).

Mill düşüncelerimizin deneyimlerimizden kaynaklandığını, bildiğimizi düşün- düğümüz bütün genel ilkelerin kaynağının tümevarım olduğunu, dolayısıyla tüm- dengelimin, tümevarım üzerine kurulu olduğunu savunur (Mill, 2009 [1843]:208). Mill’e göre tümevarım ile tekil bir gerçekten yola çıkarak bütün doğa olaylarını yö- neten genel önermelere ulaşabiliriz. Tümdengelim ise Mill’e göre özel olayların açıklanmasında kullanılan, kendilerinden yasaların çıkarsandığı kurallardır (Keat ve Urry, 1994:91). Mill tümevarım ve tümdengelim mantıklarının evrensel olarak uygulanabileceğini düşünür; çünkü ona göre bütün olaylar tek bir doğal dünyaya aittir ve aynı bilimsel yöntem hepsine uygulanabilir. Mill, kendi yöntemini tersyüz edilmiş tümdengelim olarak tanımlar ve toplum bilimine en uygun yöntemin gü- nümüzde hipotetik tümdengelim olarak bilinen somut tümdengelimci yöntem ve ters yüz edilmiş tümdengelim olduğunu savunur. Somut tümdengelimci yöntem (hipotetik tümdengelim), bir hipotezde ifade edilen iddiaların ve öngörülen tah- minlerin ampirik verilerin kullanılmasıyla test edilmesidir. Ancak Mill’e göre sosyal bilimler bunun aksine işlemektedir; sosyal bilimler ampirik verilere dayanarak ya- pılan genellemelerden, daha önce yapılmış olan genellemeleri de açıklayabilecek hipotezler yaratmaya çalışır ve böylece toplumsal süreçlerin nedensel açıklamala- rını sunar (Marshall, 1999:503).


Herbert Spencer: Pozitivist Organizmacılık

Herbert Spencer (1820-1903)
Spencer, 27 Nisan 1820’de ingiltere’de doğmuş- tur. Teknik alanda eğitim görmüş ve bir süre de- miryolu mühendisliği, teknik ressamlık ve gaze- tecilik gibi çeşitli işler yapmıştır. En önemli eser- leri arasında Sentetik Felsefe Sistemi (1862-1893), Toplumsal istatistik (1851), Devlete Karşı insan (1884)  sayılabilir.

Spencer’ın sosyolojiye yaklaşımı ile bilimsel bilginin doğası hakkındaki düşün- celeri Comte’un düşüncelerine oldukça yakın olduğu için sosyoloji teorisinin gelişimindeki etkileri açısından çoğu zaman Comte ile birlikte anılır. Gerçekten de her ikisi de (a) bütün bilimlerin ortak felsefi köklere sahip olduklarına ve birleştirilebileceklerine, (b) doğal dünyayı yöneten yasalar gibi toplumsal dün- yayı yöneten yasalar olduğuna ve (c) bu yasaların nasıl işlediği ortaya çıkarılır- sa, toplumsal olguların tahmin edilebileceğine ve yönetilebileceğine inanmış- lardır (Cuff vd., 1989:27). Diğer taraftan aralarında önemli bir fark vardır, Com- te muhafazakar olarak nitelenirken, Spencer ilk çalışmalarından itibaren libe- raldir, sonraki çalışmalarında kısmen muhafazakarlaşmış olsa da yaşamı bo- yunca çalışmalarında liberal ögeler yer almıştır. Spencer, liberalizmin bırakınız yapsınlar anlayışını benimsemiş, insanların birbirlerinin haklarına gönüllü ola- rak saygı göstermeleri sonucunda otomatik olarak doğal bir toplumsal denge oluştuğunu ve devletin bu dengeye, diğer bir deyişle insanlar arasındaki ilişki- lere müdahale etmemesi gerektiğini ileri sürmüştür. Başka bir deyişle Comte, toplumsal reformlarla ilgilenirken Spencer, toplumsal yaşamın dış müdahale- lerden bağımsız bir şekilde evrimleşmesi gerektiğini savunmuştur (Ritzer, 2008:36). Spencer’ın Comte’un bilimler hiyerarşisini eleştirir; çünkü bilimlerin Comte’un savunduğu gibi ardışık bir şekilde değil, koordinasyon içinde geliş- tiğini savunur. Spencer’a göre farklı bilimler içindeki gözlemler ve yasalar bir- birlerini etkiler, ama Comte’un ileri sürdüğü gibi bir bilim diğerinin gelişmesi için ön koşul değildir. Spencer bilimleri daha farklı bir şekilde sınışandırır, “fe- nomeni bilmemizi sağlayan formları dikkate alan bilimler (mantık ve matema- tik) ile fenomeni ya tek tek ögeleri arasında (mekanik, fiziki kimya vs.) veya toplam olarak (astronomi, biyoloji, psikoloji, sosyoloji, vs.) inceleyen bilimler arasında” bir ayrım yapar (Keat ve Urry, 1994:93). Bu çerçevede Spencer bilim- sel birliği sosyolojnin sağladığı, yani sosyolojinin bilimlerin kraliçesi olduğu görüşünü reddeder; ona göre bilimsel birliği sentetik felsefe sağlayacaktır. Ayrıca Spencer Comte’un toplumun örgütlenişinden çok insanların düşüncele- rine önem verdiğini ileri sürer ve evrimi temel ilke olarak kabul etmeyen Com- te’a karşı çıkar (Keat ve Urry, 1994:92-93).

 
Spencer, 1862-1893 yılları arasında yazdığı Sentetik Felsefe Sistemi adlı eserinde, sente- tik felsefenin evrim teorisinin çeşitli bilim dallarına nasıl uygulanacağını göstermektedir.
 
Spencer’a göre toplumlar, yapısı son derece basit olan ve birbirlerine bağımlı olmayan küçük parçalar halinden, farklılaşmış ve birbirilerine bağımlı hale gelmiş parçalardan oluşan karmaşık ve büyük bir yapıya dönüşmektedirler.
 
Spencer, toplumu genel bir evrimci model içinde bir sistem olarak gören yak- laşım ile bireylerin toplamı olarak gören yaklaşımı birleştirmiştir. Toplumun ‘çok sayıdaki bireye denk düşen kolektif bir ad’ olduğunu ve gerçek bir toplum teorisi- ne ancak bireylerin doğasını araştırmakla ulaşılabileceğini savunmuş, bu nedenle de Comte gibi insan zihnindeki, insan düşüncesindeki ilerlemeyle değil, dış dün- yadaki ilerlemeyle ilgilenmiştir (Swingewood, 1998:74). Spencer, tüm insanlığın evrimini açıklamaya çalışmıştır, bu açıdan toplum, evrensel bir yasanın özel bir kısmını oluşturmaktadır. O’na göre toplumsal düzen, doğal yasayla uyum içinde olmalıdır, aksi takdirde sosyoloji bir bilim olarak kabul edilemez.
Spencer’a göre toplum da dahil olmak üzere doğadaki bütün türler aynı evrim yasasına bağlı olarak evrim geçirmektedirler. Bu çerçevede bütün yaşayan orga- nizmalar, yani hem biyolojik organizmalar hem de toplumlar;
•    hacmen büyürler,
•    büyüdükçe evrimleşirler, yapıları karmaşıklaşır ve farklılaşır,
•    Yapıları farklılaştıkça daha uzmanlaşmış işlevler geliştirirler, örneğin biyolo- jik organizmalarda kontrol ve karar alma mekanizması olarak beyin gelişip uzmanlaşırken, toplumda da bu görevi yönetecek devlet gelişir.
•    geçirdikleri evrimle her ikisi de çevreye uyum sağlamayı öğrenirler,
•    bazı parçalar kaybedilse de bütünün kendisi varlığını sürdürür. Örneğin bir organın kaybı organizmanın ölmesini gerektirmez, toplumun da bazı parça- larının kaybedilmesi toplumu sonlandırmaz (Cuff vd., 1989:28).
Spencer, biyolojik organizmalarla toplumun örgütlenme ilkeleri aynı olsa da uygulamada bazı farklılıklar olduğunu belirtir:
•    Toplumsal organizmalarda parçalar biyolojik organizmaya oranla merkez- den daha bağımsız ve dağınıktır.
•    Biyolojik organizmaya oranla toplumun yaşamı çok daha uzundur, toplum- sal organizmada tek tek üyeler ölse de bütün, yani toplumun kendisi varlı-
ğını sürdürür.
•    Biyolojik organizmada yalnızca tek bir bilinç merkezi varken, toplumsal or- ganizmada birey sayısı kadar bilinç merkezi vardır.
•    Biyolojik organizmada parçalar bütünün yararına var olurken toplumsal or- ganizmada bütün, parçaların yararına var olur. Bunun nedeni, biyolojik or- ganizmanın aksine toplumsal organizmanın unsurlarının, yani bireylerin bi- linç sahibi olmasıdır. Spencer bu düşünceye dayanarak devlet yararına da olsa bireylerin haklarının çiğnenemeyeceğini savunmuştur (Maus, 1998:18- 19; Swingewood, 1998:76-7).
Spencer, sosyolojinin toplumların sistemli doğasını incelemesi gerektiğini ve sosyolojik analizin de toplumu oluşturan parçaların, bu parçalar arasındaki ilişki- lerin ve toplum için gördükleri işlevlerin belirlenmesi çerçevesinde yapılması ge- rektiğini ileri sürmektedir (Cuff vd., 1989:29). Spencer’in ‘toplumu oluşturan par- çalar’ ile kastettiği toplumsal kurumlardır. Organizmacı anlayışı çerçevesinde Spen- cer toplumsal kurumları bir üst organizma (hiperorganzima) olan toplumun uz- manlaşmış organları olarak görmüş ve bu kurumları (a) destekleyici kurumlar (ai- le ve akrabalık), (b) dağıtıcı kurumlar (ekonomi) ve (c) düzenleyici kurumlar (din ve siyasal sistemler) şeklinde sınışandırmıştır (Maus, 1998:19).
Spencer’e göre bütün toplumlar önce farklılaşmamış bir birlik durumundadır- lar, evrim sürecinde büyür, gelişir, farklılaşır ve karmaşıklaşırlar. Spencer, doğada- ki denge gibi toplumda da toplumsal bütünün çeşitli parçaları arasında bir denge olduğunu, bu dengenin bozulması halinde yeni bir ahlaki uzlaşma yaşandığını ve yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıktığını, böylece farklılaşan toplumsal parçalar- la yeni ilişkilerin kurulduğunu belirtir (Slattery, 1991:283). Bu toplumsal evrim sü- reci içinde insan toplumları, henüz yapısal olarak farklılaşmamış olan, merkezileş- miş bir devletin ve statüye dayalı katı bir hiyerarşik yapının hakim olduğu savaşçı (militan) toplumlardan, yapısal olarak farklılaşmış ve karmaşıklaşmış olan, merkez- siz ve bireyci nitelikteki endüstri toplumuna doğru doğal olarak evrimleşmiştir (Swingewood, 1998:77). Böylece Spencer, doğadaki türler gibi toplumların da ka- bilevi topluluklardan karmaşık endüstri toplumlarına doğru evrildiğini ileri sürer. Başka bir deyişle evrim sürecinde toplumların yapısı ve işlevleri zamanla değişir. insan toplumları basit homojen toplumlardan karmaşık heterojen toplumlar olacak şekilde doğal olarak evrimleşirler. Spencer’ın “doğal olarak evrimleşme” ile kastet- tiği, bu evrim sürecinde bireysel niyetlerin ya da güdülerin etkili olmamasıdır. Spencer toplumların evrim süreçlerinin birbirinden farklı olabileceğini, kültürel özellikleri ya da yaşadıkları coğrafyanın koşulları nedeniyle çeşitli toplumların farklı düzeylerde ya da farklı biçimlerde evrimleşebileceklerini belirtir; ama yine de bütün toplumların aynı evrim yasasına bağlı olduğunu ve aynı evrim süreçle- rinden geçtiğini vurgular. Buradan da anlaşılabileceği gibi Comte’un teorisindeki tarihsel boyut Spencer’ın teorisinde yoktur, Spencer’ın teorisi tarih dışı ve anti-hü- manisttir (Swingewood, 1998:76).