Sosyoloji

Jean-Paul Sartre

Jean-Paul Sartre (1905-1980)

Sartre’a göre felsefe öncelikle insanın
dünyadaki yaşamını anlamayı ve yeniden değerlendirmeyi, özgürlükle olgusallığın
ilişkisini açığa çıkarmayı hedefler.

Sartre 2 yaşındayken babası vefat eder.
Annesinin ailesiyle birlikte büyür. Çocukluk yıllarını Sözcükler adlı eserinde anlatmıştır.

1924’te École Normale Supérieure’e kabul
edilir. Simone de Beauvoir ile orada tanışır. 1931’de
felsefe öğretmeni olarak görev yapmaya başlar. 1933’te felsefe ihtisası için
Berlin’e gider. Bu dönemde fenomenolojiyle tanışır/ilgilenir. Ülkesine
döndükten sonra İmgelem adlı eserini
yayınlar. 1938’de yayınlanan Bulantı
esriyle birlikte meşhur olur.

1939’da Sartre orduya alınır. 1940’da esir
düşer fakat bir yıl sonra kaçmayı başararak Alman işgali altındaki Paris’e
döner. Savaş boyunca Paris’te öğretmenlik yapar, yazı yazar ve direnişe destek
verir. Sinekler ve Çıkış Yok Paris’te sahnelenir. 1943’te Varlık ve Hiçlik’i de yayımlar.

Simone de
Beauvoir
, Albert Camus, Maurice Merleau-Ponty ile birlikte Les Temps Modernes dergisini çıkarır.

1960 tarihinde yayımlanan Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı
eserinde fenomenoloji (özellikle Heidegger’e
yakın bir fenomenoloji) ile Marx’ın
bir sentezini yapar.

Filozof kimliğinin yanında siyasete de
yakın durarak yeni bir entelektüel tipi oluşturmuştur. Hayatı boyunca inandığı
değerler ve ilkelerin yanı sıra ezilen ve sömürülenlerin mücadelelerine de
destek vermiş aktivist olarak faaliyetlerde bulunmuştur. 1963’te Nobel ödülüyle
taltif edildi fakat ödülü reddetti (daha sonra ödülle birlikte verilen para
yardımını almak için elinden geleni yaptı). 1974’te geçirdiği bir kriz sonucu
kör olmuştur.

SARTRE’IN
FELSEFESİ

Sartre’ın felsefi yolunu çizen temel sorun,
özgürlüğün olgusallıkla ilişkisi sorunudur. Sartre’ın düşünsel yolculuğunu üç uğrakta
ele alabiliriz: Sartre’ın Husserl
fenomenolojisinden yola çıkarak kendi özgün düşüncesini oluşturmaya çalıştığı
ilk dönem felsefesi birinci uğraktır.
Bu aşamada
bilinç ile dünya ilişkisi “yönelimsellik” , “aşkınlık” gibi terimlerle ele alınmaktadır.

Sartre’ın felsefi güzergâhının ikinci uğrağı
Varlık ve Hiçlik’tir. Burada özgürlük
ile olgusallığın ilişkisini kapsamlı bir biçimde temellendiren fenomenolojik
bir varlıkbilim ortaya koyar. Marksistler Varlık
ve Hiçlik
’te özgürlüğü doğal kabul eden bir burjuva bireyciliği olarak
görmüştür.
Sartre bu eleştiriye verdiği
yanıt Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde
ortaya çıkar.
Bu eserinde Sartre fenomenoloji
ile Marx’ın sentezini yapar,
özgürlük ile olgusallık ilişkisi sorununu, bu sorunun tarihsel ve politik
boyutunu da açıklamayı amaçlayan varlıkbilimsel bir yaklaşımla ele alır.

Sartre’ın yola çıkış noktası
fenomenolojidir
. Sartre’ın Husserl fenomenolosinde
en çok önemsediği fikir “yönelimsellik” (intentionnalité)
fikridir. Ona göre yönelimsellik bizi realizm ile idealizm arasında
yüzyıllardır sürüp giden, fiziksel maddi gerçekliğin bizim onu temsil edişimizden
veya bilişimizden bağımsız olup olmadığına ilişkin tartışmadan kurtarır.

Sartre, Husserl’in 1913 yılında yayımlanan Ideen’le beraber yönelimsellik yapısını transandantal bir ego’ya
dayandırarak idealist felsefeye prim verdiğini düşünür.
Sartre’a göre deneyimle kurulmamış saf (transandantal) bir
ego yoktur
.

Ne bilinç (kendisi-için-varlık) dış
gerçekliğe (kendinde-varlık) ne de dış gerçeklik bilince indirgenebilir.
Bununla birlikte, ne biri ne de diğeri aralarındaki ilişkiden bağımsız olarak
betimlenebilir.

Sartre bilinç için tözsel, kurucu bir öğe
(ben) aramaz.
Bilincin yönelimselliğini Varlık ve Hiçlik’te “hiçlik” ve “özgürlük” olarak yorumlar.

Varlık
ve Hiçlik
başkasıyla ilişki
(başkası-için-varlık) tartışmasıyla da çok ilgi çekmiştir.
Ben, başkası tarafından şöyle veya böyle olarak tarif
edilmek suretiyle, bir davranışıma, bir kimliğe, bir bedene sabitlenebilirim ve
bu durumda kendisi-için’in özgürlüğünü varlıkta kaybederim. Başkası beni şöyle
veya böyle görmek suretiyle özgürlüğümü elimden alabilen bir varlıktır.

Çıkış
Yok
’ta insanın varoluşunun hakikatiyle
başkasıyla ilişkisinde karşılaşması “Başkaları cehennemdir.” deyişiyle ele alınır.
Başkası benim özgürlüğümü sınırlandırır.

Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde yaptığı şey hem bir politik
fenomenoloji hem de bir tarih felsefesidir.
Sartre
insan gerçekliğinin a priori’lerini bilincin dünyayla kurduğu yönelimsel ilişkide
değil, insanın praxisi’inde arar.

YÖNELİMSELLİK
VE EGO’NUN AŞKINLIĞI

Sartre’a göre bilinci bilinç yapan özellik
yönelimselliktir. Husserl yönelimselliği
“her bilinç bir şeyin bilincidir” diyerek tarif etmişti.
Sartre’a göre yönelimsellik bilincin kendi içinde bir ilişki,
bilincin aslına ulaşamadığı bir şeyi kendi kendisine temsil etmesi veya sunması
değildir. Temsilin asıla uygunluğu sorunu çözülemeyecek bir sorundur.
Sartre’a göre “yönelimsellik” bu sorunu ortadan kaldıran
yepyeni bir başlangıç olarak görülmelidir. Yönelimsellik, bilincin dışarı doğru
hareketi, yani “aşkınlık”tır.
Yönelimsellik sayesinde şeyler
ile bilinç tek bir hamlede verilirler: Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir,
bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç yoktur. Öte yandan, şeyler bilince dışsal
oldukları hâlde, ona görelidirler (rölatif).
Bunun anlamı şudur: Şeyler ancak bilincin onlara yönelimi içinde bilince
belirirler.
“Bilincimin içerikleri
dünyadaki şeylere karşılık gelir?” Sartre’a göre birincil soru bu değildir.

Onu varlıkbilimsel bir sorunsalla ilişkilendirerek
yanıtlamak gerekir: “İnsan dünyayla nasıl ilişki kurar?” Öncelikle bu soruya
cevap vermek gerekir (buna “top çevirme” diyoruz).

Erken dönem çalışmalarında Sartre, Husserl’in gölgesinden kurtulabilmek
için Husserl’in felsefesinin idealist
bir yön kazanmasından memnun olmadığını açıklar. Sartre’a göre bilinçte saf,
transandantal bir ego yoktur. Fakat yine de bilincin transandantal bir işlevi
vardır. Bu işlev sayesinde dünya, bilincimde belirir ve bunu da bilincin
yönelimselliği sağlar; yani ayrıca transandantal bir egoya ihtiyacımız yoktur
(yine top çeviriyoruz).

Ego’nun
Aşkınlığı
’nda Sartre bilincin çeşitli
katmanlarını betimler. Bilinç ilk, en alt katmanında düşünümsel (reşéxive) değildir, düşünülmemiştir (irreşéchie).

İkinci katmanda düşünüm edimi, belli bir
yaşantıyı bir ben’in yaşantısı olarak koyutlar.

Üçüncü düzeyde bu koyutlama yapıldığında psikolojik
ego da kurulmuş olur. Kısacası psikolojik ego ilksel veya kökensel değildir, düşünümün
bir ürünü olarak oluşmuştur.

Kendimize, yaşantılarımıza döndüğümüzde düşünen
bir ego’nun varlığını kesinlikle bilebildiğimiz iddiası doğru değildir. Zaten
Sartre’a göre içe dönüş (introspection) genel
olarak yanıltıcı bir yöntemdir, zira bilinç kendisini şeylerle ilişkisinden
bağımsız olarak bilemez ve ego düşünümün bir ürünüdür.

Varlık ve Hiçlik

Sartre Varlık
ve Hiçlik
’e “kendi-için-varlık” (être-pour-soi)
ile “kendinde-varlık” (être-en-soi) arasında bir
ayrım yaparak başlar. “Kendi-için-varlık” terimiyle kastedilen “bilinç”tir.
Kendinde-varlık’tan kasıt ise bilincin dışındaki gerçekliğin zeminidir. Eserin
başlangıcı yönelimselliğin ontolojisi hakkındadır.

Yönelimsellik bilincin dünyaya erişimidir.

Bilinç dünyayı yaratmaz, dünya zaten bilinçten
bağımsız olarak varolan aşkın bir varlık olduğu için bilince belirir.
Bilinç yönelimsel olmasaydı dünyayı tecrübe edemezdi. Kısacası,
bilinçte bilincin kendisi olmayan bir varlık ifşa olur.

Sartre’a göre kendinde-varlık saydam değildir,
katıdır, varolması için bir sebep de yoktur.
Sartre
bilincin yönelimselliğinin, şeylerin bilince veriliyor oluşunun böyle bir kendinde
varlık’ı ima ettiğini söyleyerek varlıkbilimsel bir argüman vermiştir.

Tıpkı kendinde-şey gibi, kendinde-varlık da
ulaşılmazdır, o da bilinçle ilişkide bizim tecrübe ettiğimiz dünya olarak belirir.

Sartre “kendisi-için-varlık” ile
“kendinde-varlık”ın yönelimsel ilişkisine dayanan bir biçimde kurulan “insani
gerçekliği” (la realité humaine) Heidegger’in “dünyada olma” (In-der-Welt-Sein) kavramıyla eşitleyerek betimler.

Bilinç dünyadaki gerçekliği yaratmaz ama nasıl
bir dünyada yaşayacağını seçer.

Dünya bana peşinde olduğum tasarı uyarınca
belirir, projelerim dünyadaki durumumu ve şeylerin bana nasıl göründüğünü belirler.
O hâlde tasarımı belirlediğim veya seçtiğim süreçte dünyamı da seçerim.

Sürekli bir biçimde kendini aşmak,
bilincin, özgürlüğün bir özelliğidir ve olgusallığa anlamını veren bu aşkınlık
olduğu için olgusallık ondan ayrılamaz.

Dünyaya atılmış olarak kendimi belli
olguların içinde bulurum.
Sartre’ye göre eğer
intihar etmiyorsam veya kaçmıyorsam içinde bulunduğum durumu seçmiş olurum.
Ölmek veya kaçmak şansım her zaman vardır. Ama eğer buradaysam bunu
seçmişimdir. Burada Sartre zor bir konumdadır. Fakat asıl amacı haklı ile haksızı
ayırt etmek değildir.
Sartre’a göre
direnebilmek için özgür olmak gerekir. Özgürlüğümüzü kaybedersek zulme karşı
direnecek gücümüzü de kaybederiz.

Kendisi-için-varlık tanım itibarıyla
özgürdür. Özgürlük bilincin esası, olmazsa olmaz bir özelliğidir. Varlık ve Hiçlik’te Sartre onu
yönelimsellikle, aşkınlıkla iç içe düşünür.

Sartre’ın bir başka önemli savı da
kendisi-için-varlık’ın “hiçlik” olduğudur. Bunun sebebi ilkin bilincin verili
bir özünün olmaması, dışa doğru bir hareketten ibaret olmasıdır. Kendisi-için-varlık
“ne ise o değil, ne değilse odur.”

Sartre hiçliğin dünyaya bilinç sayesinde
girdiğini söyler. Hiçliği dünyaya sokan bilincin (kendisi-için-varlık) kendi
hiçliğidir. O hâlde insanın gerçekliği varlık ile hiçlik’in bir sentezidir.
Hiçlik varlığı kuşatır.

Başka bilinçlerin varlığı sorununu Sartre realizm ile
idealizm arasındaki tartışmaya yerleştirir.
Realist
felsefe başkalarının varlığını verili kabul etmiştir. Ama bize doğrudan verili
olan başkalarının zihinleri değil, bedenleridir.
Kendi
bedenimle zihnim arasındaki ilişkinin aynısının başkasında da bulunduğu sonucuna
nasıl varıyorum?
19. yüzyıl psikolojizmi başka
zihinler sorununu benim bedenim ile başkasının bedeni arasındaki benzerliklere
dayanarak çözmeye çalışır. Bunu yaparken de idealizmin alanına girmiş olur. Realizm
de idealizm de bu konuyu sanki yalnızca ben başkasını görüyormuşum gibi tartışır.
Oysa başkası benim gördüğüm değildir yalnızca, beni görendir.
Sartre başka zihinler sorununun yalnızca ben ile başkası
arasındaki ilişkinin içsel bir ilişki olduğunun fark edilmesiyle çözülebileceğini
öne sürer.
Başkasıyla ilişki sonradan, dışarıdan
kurulmaz, başkası-için-varlık benim varlığımın bir ögesidir. Bakışın öznesi
olduğumda başkasını nesneleştirmiş olurum. Ancak bakışın yönü tersine çevrilebilir,
bu kez ben nesneleşir, özgürlüğümü kaybederim. Bizi bakışın öznesi veya nesnesi
yapan şey nedir?
Bu soruyla birlikte bakış
fenomenolojisini bir ezme/ezilme fenomenolojisi hâline gelir. Ezilen bakışın
öznesi değildir, ezen ezilenin bakışının nesnesi olmamıştır hiçbir zaman.
Ezilenin direnmeye başlamasıyla birlikte ezen de ezilenin kendisini nasıl gördüğünü
öğrenecektir.

Diyalektik Aklın Eleştirisi

Sartre’a göre tarihte Hegel’in iddia ettiği gibi diyalektik zorunlulukla bir özgürlük
idesi gerçekleşmez.
Marx’a göre tarihsel gelişim
üretim araçları ve üretim ilişkilerine dayanan bir diyalektiğin sonucunda
meydana gelir.
Tarih, evrensel özgürlüğün
gerçekleştiği bir kurtuluşla sona erer. Sartre bu ereksel mantığı kabul etmez
ve soruyu yeniden sorar: evrensel özgürlük nasıl mümkün olabilir?

Tarih olumsaldır ve anlaşılmaz değildir.

İnsanlar tarihi praksisleriyle yaparlar.
Sartre böyle söylediği halde tarihsel veya olgusal koşulların eylemin özgürlüğünü
ortadan kaldıran bir belirlenim oluşturduklarını reddeder. Böylece Marksizm’i
varoluşçu bir antropoloji içinde temellendirmeye girişir. Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde önerdiği
politik fenomenoloji tekil bir olgunun karmaşıklığını hem yatay hem de dikey
olarak çözümler: Yatay çözümleme, bir olgunun karşımıza çıktığı koşulların
çözümlenmesidir. Sartre buna “geri-çözümleme” (analyse
regréssive
) der. Buna karşın, olguda verili koşulları aşmaya yönelik bir
tasarı da bulunur. Bu tasarıyı çözümlediğimizde dikey bir çözümleme, bir
ileri-çözümleme (analyse progréssive) yapmaktayızdır.

Praksisin öznesinden ayrı olarak ele
alındığında pratik alan ayrışmamış bir çoğulluğun alanıdır. Eyleyen özne bu
alana içsel bağlarla bağlıdır.
İç dünya dışsallığı
içselleştirir. Bunun için, praksis de içselliğin dışsallaşması olarak anlaşılabilir.

Doğadaki madde insanın praksisine direnç
gösterir. İnsanın praksisi doğanın olumsuzluğunu olumsuzlar. Pratik alanda kıtlık
vardır, kaynaklar herkes için yeterli değildir. Sartre bunu “Her toplum kendi
ölülerini seçer.” diyerek ifade eder: Kimin yetersiz besleneceğine, bakımsızlıktan
öleceğine üst sınışar karar verirler.

Özgür bir toplum nasıl kurulur ve varlığını
sürdürebilir? Sartre bu soruya yanıt verirken iki temel toplumsallık çeşidinden
söz eder: “Dizi” ve “kaynaşmış grup”. Toplumsallığı kuran topluluk dizidir,
toplumsal özgürleşme ise kaynaşmış grup praksisi sayesinde meydana gelir.
Dizisel topluluklarda bireyler edilgindirler; kaynaşmış gruplarda ise etkin ve
kurucudurlar.
Kaynaşmış grubun en belirgin
özelliği, onu oluşturan bireylerin ortak bir amacı gerçekleştirmek için ortak
bir eylem içinde bir araya gelmiş olmalarıdır.
İşgal
altındaki bir mahallede dizisel bir topluluğu oluşturan bireyler bir direnişi birlikte
örgütlemek suretiyle kaynaşmış bir gruba dönüşebilirler.

Ortak özgürleşme nasıl mümkündür? Kaynaşmış
gruplar ortak bir amaca yönelirler ve o amacın gerçekleşmesiyle ortadan
kalkarlar.

Kurumlarda katılaşmış, kanıksanmış tarihsel
pratikler toplumal özgürleşmenin önünde engel oluştururlar.
Bazen de pratik alandaki atıl bir kurum kaynaşmış bir grubu
yutar.
Atalet şu veya bu biçimde her
grubu tehdit eder. “Pratiko-inert”, yani tarihsel ve toplumsal kurumlardaki
atalet pratik alanın yapısal bir parçasıdır. Bu tür bir atalet herkesi bir başkası
hâline getiren ve bu başkalıkta herkesin kimliğini yitirdiği dizisel toplulukları
kurar.
Toplumsal özgürleşme, toplumsal
ve tarihsel olarak kurulmuş ataletle mücadele edebildiğimiz ölçüde mümkündür.

SARTRE’NİN
AHLÂKI

Sartre değerleri, tarihsel varlıklarını bir
yana bırakırsak, insani gerçekliğe sokan şeyin benim onları seçmem, özgürlüğümün
onları üstlenmesi, onlara bağlanmam olduğunu söyler. Bir değeri seçmek onu tüm
insanlığa da önermektir. Sartre’ın özgürlük anlayışını muhafazakârlar ahlâksızlık
olarak görmeye çalışmışlarsa da Sartre’da özgürlüğün sorumluluk demek olduğu çoğunlukla
gözden kaçmıştır. Aslında Sartre hesapsız ve keyfi özgürlüğün değil, aşırı
sorumluluğun filozofudur.

Çağdaş
Felsefe II

Yazar: Prof. Dr. Zeynep Direk

Anadolu Üniversitesi Yayını, Yayın No: 2247

Nisan 2012, Eskişehir

İlgili Makaleler