Antropoloji

İNSANIN BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİ – Antropoloji

İNSANIN BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİĞİ

Irk mı? Biyolojik Çeşitlilik mi?
İnsan, diğer adıyla Homo sapiens hominoidea üst ailesi içerisinde yer alan bir tür­dür. Bir canlı türüyle başka bir canlı türü arasında benzerlikler olsa da türler üre­me engeliyle birbirlerinden kesin olarak ayrılırlar. Aynı türün üyesi olan bireyle­rin tümü teorik olarak çiftleşip üreyebilirler. Ancak insan türü içerisinde yer alan populasyonlar, aileler, hatta aileyi oluşturan bireyler arasında da fazklılıklar mev­cuttur. İnsanoğlu, doğadaki canlıları kendini merkeze alarak sınıflamış, bu arada kendi türünün gösterdiği çeşitliliği de sınıflayarak kendini ve kendi dışında kalan­ları algılamaya çalışmıştır. Bu tür sınıflamaların insanlığın tarihi kadar eski olduğu varsayılsa da, en eski belgeler Mısır’da karşımıza çıkmaktadır. M.Ö. 1350 yılların­da Mısırlılar insanları görünür özelliklerini kullanarak, Kırmızılar (Mısırlılar), Sarı­lar (Doğulular, Asyalılar), Siyahlar (Afrikalılar) ve Beyazlar (Kuzeyliler) olmak üzere dört gruba ayırmışlardır (Resim 4.4 Eski Mısır’a ait insan gruplarının sınıf­landırmasını gösteren bir resim). Bu ayrım aslında toplulukların Tanrı Horus’a ya­kınlık derecelerine göre yapılmıştır. İnsanın deri rengi gibi görünür özelliklerine dayalı sınıflamalar M.Ö. 2. yüzyılda Çin’de, hatta Eski Yunan’da da bulunmakta­dır. Bununla birlikte, bu tür sınıflamaların ötekini tanımlarken bedenin biçimsel özelliklerinin yanı sıra duygusal ve davranışsal özelliklerine de gönderme yaptığı dikkati çekmektedir.

Irkların sınıflanmasında uzun süre görünebilir özellikler kullanılmış olmasına karşın, bu özelliklerin hangilerinin kullanılacağı, hangi özelliklerin bir ırkı diğerin­den ayırt etmede daha başarılı olduğu bilinmemektedir. Irk sınıflamalarında kulla­nılan hangi kriter dikkate alınırsa alınsın, bütün insan gruplarını bu kritere göre sı­nıflamak olanaksızdır. Siyah, sarı ve beyaz deri renklerini insan gruplarını ayırmak için kullandığımızda, örneğin Avustralya yerlileri ile Pigmeler, Etiyopyalılar, Nilo- tikler gibi birçok Afrikalı topluluk siyahlar içerisine yerleştirilecektir. Bununla bir­likte Pigmeler dünyanın en kısa boylu, Nilotikler ise en uzun boylu insanları ara­sında yer almaktadır. Dolayısıyla eğer boya dayalı bir ayrım yapılırsa bundan ta­mamen farklı bir sınıflandırma ortaya çıkacaktır. Kaldı ki insanlarda çikolata ren­ginden pembemsi beyaza kadar dağılan renk tonları mevcuttur. Deri rengi kuzey bölgelerden güneye doğru tedricen koyulaşmakta, ancak renk geçişlerinin keskin olmadığı bilinmektedir. Bu nedenle iki uç arasındaki yer alan birçok insan topulu- luğunun deri rengi açısından hangi ırk grubunda yer alması gerektiği belirsizdir. Bu iki uç renk arasında yer alan renk tonları kadar sınıflama yapmak gerekli gibi görünmektedir. Bu ise sınıflamanın olanaksızlığı anlamını taşımaktadır. Benzer du­rum yüz biçimi, burun biçimi, saç biçimi, göz rengi ve biçimi, boy uzunluğu, boy- pos gibi ırkların ayrımında kullanılan özelliklerin hemen tamamı için geçerlidir.1492’de Amerika’nın keşfini müteakip hız kazanan Avrupalıların keşif ve kolo- nileştirme çalışmaları, kendini uygar olarak tanımlayan Avrupalılardan teknolojik açıdan daha geri, görünüş olarak onlardan farklı Amerika, Avustralya ve Afrika’nın yerli halklarıyla tanışmalarına yol açmıştır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren, Avru­palılar, yeni tanıdıkları ötekilerin insan olup olmadıklarını, kendileri gibi Adem ve Havva’nın soyundan gelip gelmediklerini sorgulamaya başlamışlardır. Bu yerliler ile Avrupalılar arasındaki farklılıkları, insan ile maymun arasındaki farklılıkla eş de­ğer tutup, yerlilerin insan olarak değerlendirilemeyeceği yargısına ulaşmışlardır. Bazı düşünürler ise daha da ileri giderek ilkel olarak değerlendirdikleri bu halkla­rı beyazların temsil ettiği insan türünün dışına itmeye çalışmışlardır. Montesquieu “Erdemli bir varlık olan Tanrı’nın, iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebilece­ğini sanmıyorum” diyerek, 18. yüzyılda ırk ayrımının bedensel özellikleri tanımla­maktan öte bir anlam taşıdığını göstermektedir. Avrupalılarla Avrupalı olmayan yerli halkların aynı kökenden gelip gelmedikleri ve aynı tür içerisinde sınıflandırı­lıp sınıflandırılamayacakları sorunu monogenizm ve poligenizm adıyla anılan iki görüşün doğmasına neden olmuştur. Monogenizm renkleri ve görünüşleri nasıl olursa olsun tüm insanların aynı türün üyesi olduklarını ve Adem ve Havva’dan geldiklerini, ancak sonradan farklı çevrelere uyum sağlayarak değişik görünümler kazandıklarını savunan görüştür. Poligenizm ise insan ırklarının hepsinin Adem ve Havva’dan gelmediğini, dolayısıyla ayrı türler olarak değerlendirilmeleri gerektiği­ni savunan görüştür. İnsanın birçok özelliğinin dâhil edildiği tanımlama ve sınıfla­ma çabaları, bu yaklaşımla 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. İnsan top­luluklarında değişmediği varsayılan görünür özelliklere dayanan sınıflamalarla, ırk kavramına daha sistematik ve bilimsel bir boyut kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu çalışmalar arasında nirengi noktasını oluşturanlardan biri, anatomist Johann Fried- rich Blumenbach (1753-1840) tarafından yapılan deri renklerine dayalı sınıflandır­madır. Bu sınıflandırmaya göre insanlar Beyaz, Sarı, Siyah, Kızıl ve Kahverengi ol­mak üzere 5 ırk grubuna ayrılmıştır. Bundan sonra da deri rengi kullanılarak çok sayıda ırk sınıflaması yapılmış, ancak pek çok insanın deri renginin yapılan bu sı­nıflamalara uymaması ve insanların başka özellikler açısından da farklılıklar gös­termesi ırk sınıflandırmalarında kullanılacak başka kriterlerin aranmasına yol aç­
mıştır. İsviçreli anatomist Retzius ırk sınıflandırmasında kullanılacak bir ölçüt ola­rak kafatası endisini geliştirerek, kafataslarını uzun (dolikosefal) orta yuvarlaklık­ta (mezosefal) ve yuvarlak (brakisefal) olarak smıflamıştır. Buna göre bazı ırklar uzun, bazıları yuvarlak ve bazıları da orta yuvarlaklıkta bir kafatası biçimine sahip­tir. Kafatası biçimine dayalı ırk sınıflandırması daha sonraları ırkçılık tartışmalarının odağına yerleşecektir. Yüzün ileri doğru fırlaklığmm derecesi (progantizma), saç rengi, göz rengi, göz biçimi, yüzün biçimi, boy-pos gibi görünebilir ya da ölçüle­bilir özellikler bu sınıflamalara dâhil edilmiştir. Hatta doğuştan kazanılan ve yaşam boyunca değişmeyen kan grupları gibi gözle görülemeyen, ancak belli işlemler so­nucunda ayırt edilebilen özellikler de kullanılmıştır. Bu tür biçimsel özelliklerin in­sanların teknolojik, davranışsal, moral ve zekâ düzeylerini de belirlediği düşünce­si 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde kabul gören bir düşünce olmuş­tur. Bu görüş, 20. yüzyılın başında bazı devlet yöneticileri tarafından evlilik, çocuk sahibi olma ve aile büyüklüğünün düzenlenmesiyle ırkların geliştirilmesi, böylece saf ırkın yaratılması anlamına gelen öjeniye kadar ulaşmıştır. Bazı ülkelerde sağlık­lı ve hatta irken saf olduğu düşünülen insanların evlenmesi ve çocuk sahibi olma­ları teşvik edilirken, sağlıklı olmayan ya da irken saf olmadığı düşünülen insanla­rın üremesi engellenmeye çalışılmıştır. Francise Galton tarafından önerilen bu gö­rüş Nazi Almanya’sında en üst düzeye çıkan ırkı kötü unsurlardan temizleme uy­gulamalarıyla bir insanlık dramına dönüşmüştür.

İnsan topluluklarının kültürel ve etnik özellikleri de ırk sınıflamalarında kulla­nılmış, birbirleri ile benzer bedensel özelliklere sahip toplumlar (örneğin Almanlar ve Avusturyalılar) farklı ırklar altında, ya da bedensel özellikleri farklı olan birey­lerin oluşturduğu cemaatler ya da dini gruplar da birer ırk olarak (örneğin Yahudi ırkı) değerlendirilmişlerdir. Bu belirsizlik nedeniyle 20. yüzyılın ortalarında UNI- CEF, antropolog ve biyologların oluşturduğu bir komisyona kabul edilebilir bir ırk tanımı yaptırmayı denemiştir. Bu tanıma göre biyolojik açıdan ırk, belirgin ve aynı zamanda kalıtsal olan; doğal seçilim, mutasyon, karışma ve yalıtılma gibi etmenle­rin sonucunda ortaya çıkan bedensel farklılıklarla belirlenen insan birimleridir.

Kafatası endisi: Kafanın genişlik ölçüsünün uzunluk ölçüsüne bölümünün 100 ile çarpımıyla elde edilen endistir.

Hiç bir bedensel özelliğin tek başına ırkları sınıflamada başarılı olmadığı anla­şılınca, başka çözümlerin aranmasına neden olmuştur. Hominoider içerisinde in­
sanın özelliklerinden bazılarını sıralarken, insanı diğer canlılardan ayırt eden, onu biricik kılan tek bir özelliğinin bulunmadığını görmüştük. Biyolojik özelliklerin in­sanı kuyruksuz büyük maymunlardan ancak niceliksel açıdan ayırabildiği, dolayı­sıyla insan ile şempanze arasındaki sınırı bile net bir şekilde ortaya koyacak be­densel ve davranışsal özelliklerin sınırlı olduğu düşünüldüğünde, insan türünü oluşturan “ırk” gruplarını ayırt etmede nelerin kullanılacağı önemli bir sorunu oluşturmaktadır. Fiziksel özelliklerden bir tanesi değil, birkaç özelliğin insan ırkla­rını temsil ettiği, dolayısıyla bunları grup halinde kullanmanın bu sorunu çözeceği düşünülmüştür. Bu nedenle araştırmacılar, belli insan ırklarını tanımlarken birden fazla özelliği kullanmışlardır. Örneğin Beyaz ve Sarı ırkın özelliklerinin bir karışı­mını yansıttığı söylenen Türkler, orta boylu, belirgin biçimde yuvarlak (brakisefal) başlı, düz ve siyah saçlı, geniş ve elmacık kemikleri çıkıntılı yüze sahip, çekik göz­lü, göz kapakları hafif şişkin insanlar olarak tanımlanmıştır. Ancak, bu grubu ayır­mak için belirlenen özelliklerin diğer ırk grupları için geçerliliği yoktur. Bu neden­le ırk olarak adlandırılan alt grupları bu yolla tanımlamak da olanaksızdır. Fiziksel özellikler bir bütün olarak bir arada bulunmazlar. Siyah tenli, uzun boylu, uzun ka­falı, geniş burunlu, kıvırcık siyah saçlı insanlar olduğu gibi, siyah tenli, uzun boy­lu, uzun kafalı, dar burunlu, dalgalı siyah saçlı insanlarla; beyaz tenli, uzun boylu, uzun kafalı, dar burunlu, dalgalı kumral saçlı insanlar da vardır. Bu üç insan tipin­de, fiziksel karakterlerden bir ya da birkaç tanesi diğer gruplardan farklılık göster­mekte, farklılıklara burada sıralamadığımız başka fiziksel özellikler de dahil olmak­ta, tartışmaları çıkmaz bir yola sürüklemektedir.

  1. yüzyılın ilk çeyreğine kadar kabul edilen yaygın görüş, insanın fiziksel ka­rakterlerinin sabit olduğu fikriydi. Diğer bir deyişle, insan gruplarının görünebilir özellikleri doğuştan kazandığı ve bu özelliklerin çevresel faktörlere karşı bir tepki göstermediği, dolayısıyla değişmediği kabul edilmekteydi. Irk sınıflamalarında sık­lıkla kullanılan boy uzunluğunun çevresel faktörlerden etkilendiğini ortaya konul­muştur. İyi beslenen, yüksek sosyo-ekonomik grupların üyeleri, kötü beslenen, zor çevre koşullarında yaşayanlara göre daha uzun boylu olmaktadır. Kaldı ki, ekonomik yapısı hızla değişen toplumlarda, büyüme hızı artmakta, bireyler daha uzun boya ulaşmaktadırlar. Benzer durum ırk sınıflamalarında kullanılan ağırlık için de geçerlidir. Yapılan araştırmalar kafatası biçiminin de çevresel koşullara gö­re bir ölçüde değiştiğini göstermiştir. Dolayısıyla, ırk sınıflamalarında kullanılan özelliklerin çevresel koşullara bağlı olarak değişebilir olması, bunların salt biyolo­jik yapıdan kaynaklanan özellikler olarak sınıflamalarda kullanılamayacağını gös­termiş, durumu daha da karmaşık hale dönüştürmüştür.

Sınıflamaların doğru yapıldığı varsayılsa bile, bu sınıflamalarda ortaya çıkan bir diğer sorun ırklar arasındaki karışımdır. Göçler ve nüfus hareketlilikleri nedeniyle birçok insan grubu geçmişte yer değiştirmiştir. Günümüzde de bu süreç artarak devam etmektedir. Birçok topluluk tarafından yerleşilen Anadolu, modern Ameri­ka Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, bu karışımı en iyi yansıtan bölgelerden bi­risini oluşturmaktadır. Bu tür hareketlilik, farklı ırklara dahil edilen bireylerin ev- lenmeleriyle sonuçlanmaktadır. Ancak, farklı ırklardan ebeveynlerden doğan ço­cukların hangi gruba dâhil edilebileceği belirsizdir. Genetik özelliklerini yarı yarı­ya anne ve babalarından almalarına karşın, melez çocuklar çoğunlukla daha aşa­ğıda yer aldığı düşünülen ırk grubuna dâhil edilirler. Örneğin biri beyaz, diğeri si­yah olan ebeveynlerden doğan melez bir çocuk genellikle beyaz ırkın bir üyesi olarak algılanmaz. Bir ırkın diğerine üstünlüğüne gönderme yapan böyle bir aşa­
ğılama, ırkların saf özelliklerinin bozulması gibi biyolojik özelliklerden değil, ırk ayrımı ya da değerlendirmelerin kültürel temelinden kaynaklanmaktadır.

Her ne kadar, ırk sınıflamalarının biyolojik bir temele dayandığı ve sınıflamalar­da kullanılan biçimsel özelliklerin genetik temelli olduğu kabul edilse bile, ırk sı­nıflamalarının biyolojik bir temele dayanmadığına en önemli kanıt genetik çalış­malardan gelmiştir. R.C. Lewontin 1972 yılında yayınladığı Evrimsel Biyoloji adlı çalışmasında, ırklar arasındaki genetik farklılıkları belirlemek için dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan topluluklardan oluşan 7 büyük ırk grubunu ele alarak 17 po- limorfik özellik araştırmıştır. Bu araştırmada ulaştığı sonuç oldukça şaşırtıcıdır. Toplam genetik çeşitliliğin sadece %6,3’ü büyük gruplar arasındaki farkı temsil ederken, %94’ü grupların içerisindedir. Büyük ırk gruplarını oluşturan daha alt dü­zeydeki yerel ırk gruplarında ise farklılık %8,3 oranında bulunmuştur. Bu veriler coğrafik ve yerel ırk gruplarının insan genetik çeşitliliğinin yalnızca %15’ini açıkla­yabildiğim, geri kalan %85’ini ise açıklayamadığını göstermiştir. İnsanlar arasında­ki genetik farklılıkların önemli kısmı köy ya da kabile gibi alt gruplarda, hatta aile ve aileyi oluşturan bireylerde meydana gelmektedir.

VM “İT’ “TDl^

Eğer Afrikalılar, Avustralya Yerlileri, Sarılar, Güney Asyalılar, Doğu Asyalılar, Okyanusyalılar ve Avrupa Beyazları olarak adlandırılan ırk grupları arasındaki farklılıklar genetik olarak belirlenebiliyorsa, o zaman bu gruplar arasındaki farklı­lıkların üst düzeyde olması, bu grupları oluşturan alt birimlerin ve onları oluşturan bireylerin genetik yapılarının da birbirlerine, diğer ırk gruplarının üyelerinden da­ha fazla benziyor olması beklenir. Oysa genetik farklılıkların büyük bölümünün ırk grupları olarak tanımlanan birimleri oluşturan daha küçük alt grupların içerisin­de olduğu anlaşılmıştır. Bu bilgiler, genetik veriler açısından da ırk kavramını ta­nımlamanın, dolayısıyla buradan hareketle ırkları sınıflamanın olanaksızlığını gös­termektedir. Sonuç olarak insan ırklarının biyolojik temele dayandığı ve değişme­diği varsayılan özelliklerinden yola çıkılarak, kültürel olarak kurgulanmış sınıfla­malar olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, ırk sınıflamaları biyolojik olmak­tan çok, insanların zihinlerinde kurguladıkları sınıflamalardır.

Irkçılık nedir? Tartışınız.

Yeryüzünün hemen her bölgesine uyarlanmış ve çok çeşitlenmiş olan insan tü­rü, birçok özellik açısından birbirlerinden farklılık gösteren gruplardan oluşmakta­dır. Peki, biyolojik ve biçimsel açıdan ortaya çıkan bu farklılıklar nasıl açıklanabi­lir? Bunu ırk sınıflandırmalarında temel alman deri rengi, vücut boyutu ve biçimi, burun biçimi gibi özellikleri kullanarak açıklamaya çalışalım.

Polimorfizm: Fenotipik etki yapabilen bir gen değişkenidir.

İnsanda renk, birçok gen tarafından aktarılan kalıtsal bir özelliktir. Tropikal bölgelerde, açık ve savanlık alanlarda, koyu tenli insanlar yaşar. Tropikal bölge­den uzaklaştıkça ten rengi açılır. Koyu tenli insanlarda melanosit adı verilen hüc­relerin yapısında bulunan melanin pigmenti, açık tenli insanlara göre daha çoktur ve iri tanecikler halindedir. Bilindiği gibi açık ten güneş yanığına ve kansere ne­den olur. Güneş yanığı üreme ve çoğalmada olumsuz etki yaratır. Cilt kanseri öl­dürücü değildir, ancak üreme genellikle sona erer. Yüksek ultraviyole ışığının bu­lunduğu bölgelerde, yeterli bir bariyer oluşturmayan açık ten D vitamini fazlalığı­na, eklem hastalıklarına, yumuşak dokularda kalsiyum deposuna, safra taşlarının oluşumun yol açar; bu durum dolaşım sorunları ve böbreklerin iflasıyla sonuçla­nır. Dolayısıyla, yüksek ultraviyole ışınlarının bulunduğu bölgelerde açık ten bir dezavantaj oluşturur ve doğal koşullarda açık tenliler hayatta kalma açısından ko-

 

yu tenlilere göre daha fazla dezavantaj taşırlar. Sayıları daha da artırılabilecek bu olumsuzluklar, yüksek ultraviyole ışınlarının bulunduğu Oğlak ve Yengeç dönen­celeri arasında yaşayan insanların daha koyu renkli olma eğilimini açıklar.

Deri rengi insan topluluklarının farklı coğrafi koşullara uyarlanmalarının en iyi

örneklerinden biridir.

Kaynak: Park, 2001, s.54

 

Buna karşın, güneş ışınlarının daha az olduğu Kuzey bölgelerinde yaşayan in­sanlarda, bu ışınları daha fazla emebilmek için deri rengi daha açıktır. Bu bölge­lerde yaşayan koyu tenli insanlarda yaygın olarak raşitizm hastalığı gözlenir. Ye­tersiz ultraviole ışınları nedeniyle D vitamini eksikliği yaşayan bireylerde kemikler yeterince sertleşememekte, vücut ağırlığını taşıyamadığı için eğilip bükülmektedir. En çok bacak ve kol kemiklerinin eğilmesiyle kendini gösteren raşitizm, leğen ke­miğinin de eğilmesiyle kadınlarda doğum kanalının daralmasına neden olmakta, böylece doğum güçleşmekte, doğum esnasında anne ve bebeğin ölümüne neden olmaktadır. Bu nedenle koyu renk tropikal bölgelerde, açık renk ise kuzey ülkele­rinde avantajlı bir hale dönüşmekte, bu özelliklere sahip bireylerin sıklığının art­masına yol açmaktadır.

İnsanın beden yapısı ve boyutu tıpkı renk gibi çeşitlilik gösteren bir özelliktir. Beden yapısının çeşitlilik göstermesi rastgele ortaya çıkan bir durum değildir. Bü­tün insanlarda ter bezi sayısı aynıdır. Sıcak ve soğuk bölgelerde vücut ısısının ko­runması, çevreye uyarlanma açısından son derece önemlidir. Canlılar bu duruma boyutlarına karşın yüzey alanlarının azaltılması ya da artırılması yoluyla uyarlan­mışlardır. Bu durumu aşağıda hacimleri aynı küp ve dikdörtgen prizmadan hare­ketle tanımlamaya çalışalım. Kenarları ikişer santim olan bir küpün hacmi (2x2x2 = 8 cm3) 8 cm3‘tür. Bu küpün yüzey alanı ise 24 cm2 dir. Buna karşın kenarları 1x2x4 cm olan dikdörtgen prizma da hacim (1x2x4 = 8 cm3) 8 cm3 ile küpün hac­mi ile aynı iken, yüzey alanı 28 cm2 dir. Bu durumda aynı hacme sahip olmaları­na karşın daha ince ve uzun olan dikdörtgen prizmada yüzey alanı genişlemekte, küpte ise yüzey azalmaktadır. Bu durumun insan vücuduna yansıması nasıldır? Ne­den önem taşımaktadır?

Hacmi 8 cm3 olan bir küp ve dikdörtgen prizmanın yüzey alanları birbirinden farklıdır.

Yeryüzünde sıcak bölgede yaşayan bireyler daha ince ve uzun olma eğilimin­dedir. Aynı hacme sahip olmalarına karşın, uzun olan bireylerin tıknaz olan birey­lerden daha fazla yüzey alanına sahip olma eğilimindedir. Özellikle üye kemikle­rinin uzunluğunun daha fazla olması, deri yüzeyinin artmasına yol açmaktadır. Böylece yükselen vücut ısısı daha hızlı kaybedilerek sıcağa karşı daha kolay uyar­lanma sağlanmaktadır. Bu nedenle Tropikal Afrika’da yaşayan birçok insan topu- luluğunun gövdesine oranla kol ve bacakları daha uzun bir yapı taşımaktadır. Bu durumun tersi, Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerde yaşayan insanlarda gözlemlen­miştir. Örneğin Kuzey’de yaşayan Eskimolarda tıknaz bir yapı gözlenmektedir. Tıknaz yapı yüzey alanının azalmasına neden olmakta, bu şekilde vücut ısısını da­ha etkili bir şekilde kullanılmasına olanak sağlamaktadır. Dolayısıyla soğuk bölge­lerde ısı kaybının engellenmesi daha önemli bir uyarlanma biçimidir. Vücudun yal­nızca uzuvları değil, aynı zamanda vücudun ağırlığı da çevreye uyarlanma açısın­dan önemlidir. Biçim açısından benzer iki bedenden daha küçük olanı, ağırlık ba­şına daha küçük yüzey alanına sahiptir. Bu nedenle sıcaklığı daha etkili bir şekil­de dağıtır. Gerçekten de sıcakkanlı memeliler arasında soğuk bölgede olanlar sı­cak bölgedekilere oranla daha iri olma eğilimindedirler. Bu iki durum vücut boyu­tu, yüzeyi ve terleme arasındaki ilişkiyi, vücut biçimi açısından ortaya çıkan farklı­lıkların bir kısmını açıklamada ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

İnsan burnunun biçimi de çevreye uyarlanmaya ilişkin önemli bilgiler sunmak­tadır. Soğuk bölgelerde yaşayan insanların burunları uzun olma eğilimindedir. Uzun burun çok sayıda kılcal damarın yerleşmesi için uygun ortam sağlamaktadır. Ayrıca gerek burun içerisindeki mukoza gerekse diğer dokular, burun aracılığıyla alınan havanın ısınmasına, böylece akciğere daha ılık bir havanın gönderilmesin­de yardımcı olur. Burun boyutu ve biçimi üzerinde yapılan araştırmalar soğuk böl­gelerde yaşayan insanların istatistiksel açıdan da anlamlı bir boyut farklılığa sahip olduğunu göstermiştir.

İnsanda yalnızca görülebilir özellikler üzerinden değil genotipik özellikler açı- Genotip: Bir organizmanın

sından da biyolojik çeşitlilik ve uyarlanmanın kanıtlarını saptamak mümkündür. sahip olduğ,u gen,etik ‘ ‘ v *                ‘                       *                      özelliklerin tümüdür.

Küpün hacmi: 8 cm3 Yüzey alanı: 24 cm2
Küpün hacmi: 8 cm3 Yüzey alanı: 28 cm2

Bu özelliklerden belki de en fazla üzerinde durulanı kan gruplarıdır. Bilindiği gibi kan A, B ve O olmak üzere üç farklı tipi bulunan bir yapıya sahiptir. Kan grupları

AA, BB, OO, AO, BO, AB, olmak üzere 6 farklı biçimde bulunabilir. Kan grupla­rından bazıları farklı hastalıklara daha hassastırlar. Örneğin, A kan grubu, çiçek hastalığına O ve B kan gruplarından daha fazla hassastır. A ve AB kan tiplerinin içerisindeki bir antijenin çiçek hastalığına benzemesi nedeniyle, çiçek hastalığına karşı antikor oluşturmazlar. Eğer bu antikoru oluşturmuş olsalardı, antikorlar A ti­pi antijene karşı da harekete geçerek kendi kendine zarar verecek ve bireyin ölü­müyle sonuçlanacaktır. Bu olgudaki gibi farklı kanser türlerine karşı farklı kan gruplarının daha hassas oldukları, diğerlerine karşı daha dirençli oldukları ve seçi- limsel bir avantaja sahip oldukları bilinmektedir.

 

Farklı İnsan Toplumlarında Vücudun Boyut Farkına Üç Örnek: Eskimolar, Nilotikler ve Pigmeler

 
Sayıları daha da artırılabilecek bütün bu veriler, insan gruplarının farklı coğraf­yalarda neden farklılaştığını, genetik açıdan diğerlerinden neden daha farklı bir örüntü sergilediklerini açıklamada önemlidir. Bu açıdan bakıldığında, insanın be­densel farklılıklarının, yaratılıştan kazanılmış, değişmez ve kolaylıkla sınıflanabilir özellikler değil, insanın yaşadığı çevreye uyarlanmayla kazanılmış ve çeşitli biyo­lojik süreçlerle değişebilen özellikler olduğunu göstermektedir.

İlgili Makaleler