Sosyoloji

Immanuel Wallerstein

Dünya Sistemi Kuramı

1930 yılında New York’ta doğdu. Öğrenimini Columbia
Üniversitesi’nde tamamladı. 68 hareketi içinde yer aldı. 1970’lere kadar çalışmaları
Afrika kıtasının ekonomik ve politik meseleleri üzerine odaklanmıştır.

1994-1998 yılları arasında Uluslararası Sosyoloji Derneği’nin
başkanlığını yapmıştır.

Wallerstein’ın Modern Dünya Sistemi adlı çalışması, toplumsal değişme
konusunda sosyal bilimler yazınında bugüne kadar geliştirilen en önemli yaklaşımlarından
biri olarak kabul edilmektedir.

Dünya sistemi yaklaşımında temel olarak bütüncül bir bakış
açısıyla kapitalizmin, ulusal temelden ziyade ulus-devletleri aşan, küresel
çapta örgütlenişini ve bir dünya sistemi olarak yayılmasını analiz etmiştir.
Wallerstein’a göre 16. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizm sürekli
bir sermaye birikimi arayışı ile dünya çapında yayılmış; kendine has bir işbölümü
olan bir dünya ekonomisi yaratmıştır. Bu dünya ekonomisi merkez, çevre ve yarı
çevre arasında eşit olmayan ve hiyerarşik işbölümü ile varlığını
sürdürmektedir.

Wallerstein’ın entelektüel duruşundaki en önemli noktalardan
biri değerden arınmış bir tarihsel çalışma yapmanın imkânsız olduğunu iddia
etmesidir. Ona göre her bir kavramsal çerçevenin seçimi doğrudan politik duruşa
göre belirlenir. Gerçeğin ne olduğuna dair geliştirilen her iddia aslında bir
değere bağlı olarak geliştirilen iddiadır.

Wallerstein’ın Sosyal
Bilim Anlayışı

Bir Geçiş Çağında
Entelektüeller
adlı çalışmasında “iki kültür”
olarak da adlandırdığı bilimsel bilgi ve felsefi/beşeri bilgi ayrımının aslında
modern dünya sisteminin ideolojik çerçevesine uygun olarak icat edilen bir
kavram olduğunu iddia eder.

Wallerstein’a göre değerden arınmış ya da değer-tarafsız
akademisyen/bilim insanı miti, eşit haklara sahip yurttaşlar, serbest Pazar ve
egemen devletlerle birlikte modern dünya sisteminin işleyişi için gerekli olan mitler
arasında yer alır.

Batı ya da Avrupa merkezli sosyal bilim anlayışının değiştirilmesi
gerektiğini iddia eder. Wallerstein’a göre böylesi bir anlayış kendisi dışında
kalan coğrafyalardaki ekonomik-tarihi süreci kavramsallaştıramamakta, adeta bu
toplumları tarihsiz toplumlar olarak göstermektedir.

Wallerstein sosyal bilimler içindeki ayrımların (modern-geleneksel,
gelişmiş-geri kalmış vs.) yapay olarak oluşturulmuş ayrımlar olduğunu belirtir
ve dünya sistemi analizinde bu ayrımları ortadan kaldıracak yöntemsel
önermelerde bulunur.

Wallerstein kendisinin entelektüel gelişimini etkileyen düşünürler
arasında Karl Marx, ikisi de
iktisatçı olan Joseph Schumpeter
(1883-1950) ve Karl Polanyi
(1886-1964) ve Fransız tarihçi Fernand Braudel’i
(1902-1985) sıralamaktadır.

Fernand Braudel, Anneles Okulu’nun kurucularındandır. Anneles Okulu
temel olarak olay ya da vaka merkezli çalışmalar yerine tarihsel yapıların uzun
dönemde incelenmesi yaklaşımını getirerek tarih alanında yapılan çalışmaları
tamamıyla değiştirmiştir. Braudel’e göre uzun dönem- longue durée, değişimin yavaş olduğu tarihsel süreçtir.

Braudel gibi Wallerstein’ın çalışmaları da uzun dönemleri
kapsamaktadır.

Benzer biçimde Wallerstein modern kapitalizmin kökenlerini
ve kapitalist yayılmanın neden ve sonuçlarını küresel düzeyde açıklamaya çalışmıştır.
Son olarak, Wallerstein da Braudel gibi disiplinler arasındaki ayrıma özellikle
tarih ve sosyolojiyi birbirinden ayıran geleneksel yönteme karşı çıkmıştır.

Wallerstein, bu yanlış ikili karşıtlık yerine beşeri
bilimlerle ilişkilendirilen idiografik epistemoloji
ve fen bilimleri ile ilişkilendirilen nomotetik
epistemoloji
nin birlikte kullanılmasını önerir.

Wallerstein, Polanyi
ve Schumpeter gibi ekonomik gelişmenin
tarihsel bir açıklamasını yapar.
Ekonomik
gelişmelerle toplumun diğer alanlarındaki dönüşümlerin ilişkisini kurmaktadır.

Wallerstein’ın geliştirdiği model ister tekil ulus devletler
olsun isterse de dünya sistemi olsun bütün toplumsal sistemlerin çatışma
temelinde oluştuğu, varlığını sürdürdüğü ve yıkılacağı varsayımına dayanmaktadır.
Marx’ta temel sömürü ilişkisi burjuvazi ve proleterya-işçi sınıfı arasındaki
ilişkidir. Fakat Wallerstein,

Marx’tan farklı olarak bu sömürü ilişkilerini ulus
devletleri aşan bir dünya sistemi içinde merkez, çevre ve yarı çevre arasındaki
ilişkiler olarak ele almıştır.

DÜNYA SİSTEMİ ANALİZİ

Dünya sistemi “kapitalist iktisadi sistemin merkezden
periferiye (çevreye) doğru büyümesini ve bu büyümenin kapitalist toplumlar ile
pre-kapitalist toplumlar üzerindeki benzer etkilerini anlatan bir tarihsel açıklama”
olarak tanımlanır.

Wallerstein’a göre 19. yüzyılda devlet ve toplum kavramları
birbirlerinin karşıtı olarak kurulmuştur. Bunun sonucunda ise ulus devletlerin toplumsal
hayatın kurulduğu temel yapılar olduğuna dair yaygın bir düşünme biçimi gelişmiştir.

Devletlerin sınırları içindeki faktörler -toplumsal,
kültürel- içsel faktörler olarak, dışındakiler ise dışsal faktörler olarak ele
alınır.
Wallerstein bu durumun hem
toplumsal tarihin yanlış açıklanmasına hem de gelecekteki değişimlere dair yapılacak
yanlış varsayımlara neden olacağını iddia eder.

Bu nedenle, Wallerstein devlet ve toplum yerine tarihsel bir
sistem olan “dünya sistemini analiz birimi olarak önerir. Ayrıca tarihsel olarak
kavranan bir dünya sistemi ile modern toplumsal değişme incelenebilir ve açıklanabilir.

Wallerstein’a göre dünya bağımsız toplumların ya da ulus
devletlerin toplamından başka bir şeydir. Bu nedenle dünya sistemi sosyal
bilimcilerin temel analiz birimi olmalıdır. Bütüncül olarak ele aldığı dünya
sistemleri aşiret toplumlarından ya da uluslardan farklıdır. Dünya sistemleri
kendi sınırları içinde çeşitli kültürleri ve uyumlu bir bütün oluşturabilmek
için en küçük birimlerin içine dâhil olabileceği genişleyen bir uluslararası işbölümünü
barındırır.

Dünya İmparatorlukları
ve Dünya Ekonomileri

Wallerstein tarihsel olarak bakıldığında dünya
imparatorlukları ve dünya ekonomileri olmak üzere iki tane dünya sisteminin var
olduğunu belirtir.

Dünya imparatorlukları kendi bütünlüklerini kurdukları askeri ve politik hâkimiyet
üzerinden sağlamaktadırlar ve yönetim biçimleri de bu anlayışa dayanmaktadır.

Dünya ekonomileri ekonomik
değişim üzerine yapılandırılmıştır ve bu durum politik olarak tanımlanmış sınırların
ve herhangi bir devletin kontrolünün dışındadır. Dolayısıyla dünya ekonomilerindeki
bütünleşmeyi sağlayan güç siyaset değil ekonomidir.

Siyasal bütünleşmeden yoksun olmak dünya ekonomileri için
avantajlı bir durumdur. Çünkü merkezi denetimin yokluğundan ötürü, ekonomik
aktörlerin daha fazla hareket özgürlüğü vardır, bu da onların servet biriktirme
ve küresel ölçekte birikimi geliştirme fırsatlarını güçlendirir.

Wallerstein’ın dünya sistem analizinin belli başlı ilkeleri:

1. İşbölümü ve sınıfsal bölünmeler evrensel olgulardır.
Wallerstein 20. yüzyılda bu durumun tarihsel gelişiminin ve kapitalist sistemin
yayılmasının detaylı analizini yapmıştır.

2. Hâkim olan unsur siyaset değil ekonomidir. Politik
bölünmeler ekonomik gereksinmelere hizmet eder ve politik hâkimiyet gelişmeye
engel bile olabilir.

3. Dünya sistemi merkez, yarıçevre ve çevreden oluşmaktadır.
Bu ayrımlar ulusal gibi görünmekle beraber aslında daha çok bölgesel ayrımlardır.

4. Değişim süreklidir ama tek yönlü ve doğrusal değildir.

KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİ

Wallerstein’in dünya sistemi yaklaşımında kapitalizm on altıncı
yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan ve oradan giderek yayılan bir dünya sistemi
olarak analiz edilir.

Kapitalist dünya ekonomisi kârın maksimize edilmesi amacıyla
üretimin yapıldığı tek üretim biçimidir.

Wallerstein 16. yüzyılda modern dünya kapitalist sisteminin
ortaya çıkışını üç durumla açıklar:

1. Keşifler ve sömürgeleştirme sonucunda dünya coğrafyasının
yayılması, genişlemesi

2. Farklı coğrafi bölgelerde farklı emek kontrol
yöntemlerinin gelişmesi

3. Uluslararası ekonomik ticarette, kendi avantajları adına,
istedikleri koşulları zorla kabul ettirme gücüne sahip olan yeni güçlü
devletlerin gelişmesi.

Batı’nın Batılı olmayan çeperleri (çevreyi) sömürerek daha
büyük bir üstünlük elde ettiği düşüncesi, Wallerstein’ın sentezinin temelini
oluşturmaktadır.

Sömürgeleştirilen topraklardaki kaynaklara el konulması
Avrupa’yı zenginleştirirken aynı zamanda dünya üzerindeki denetim alanlarının
genişlemesini sağlamıştır. Bu durum Wallerstein’ın çevre diye adlandırdığı
yoksul, geri kalmış ve kendi gelişimini neredeyse sağlayamayacak olan toplumların
ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kapitalist dünya ekonomisinin en çok sömürülen parçası
çevredir ve kapitalizmin zenginliği merkez ülkelerdeki işçi sınıfının
sömürüsüne değil çevre ülkelerin sömürüsüne bağlıdır.

Kapitalist devletler, piyasaya karışmaktan sakınan devletler
değil, kârları azamileştirmeye yardım eden devletlerdir. Kendi kapitalistlerini
koruyamayan devletler, kapitalist dünya sisteminin bir parçası olarak kaldıkları
sürece sermayelerini kaybederler. Kapitalizmin başarısı çekirdek ile çeper arasında
bir işbölümünün yaratılmasına ve sürdürülmesine bağlıdır.

Merkez, Çevre ve Yarı
Çevre

Tarihsel olarak bakıldığında ilk olarak Kuzeybatı Avrupa
merkez konumuna gelmiştir. Günümüzde ise Amerika Birleşik Devletleri, Kanada,
Japonya ve benzer endüstrileşmiş ulus devletler merkez konumdadırlar. Dünya
zenginliğinin büyük bir kısmı merkezin kontrolü altındadır.

Çevre, hammaddeleri nedeniyle sömürülür ve bu hammaddeler
merkeze ihraç edilir. Bugün, dünyadaki en kötü çalışma koşulları çevre
ülkelerdedir. Başlangıçta Doğu Avrupa çevre konumundayken günümüzde Afrika,
Karayipler, Orta Amerika ve diğer üçüncü dünya ülkeleri çevre konumundadırlar.
Çevrede ilerleme ve gelişmenin olmamasının nedeni, onların ekonomik ve politik
olarak merkeze bağımlı olmalarıdır. Bir başka deyişle çevrenin geri kalmışlığı
uygulanan ekonomi politikalarının sonucudur. Bu ekonomi politikaları çevreyi
sadece hammadde ihraç edici konumda tutmaya ve ürettikleri kârın kendileri
tarafından kullanılmasını engellemeye yöneliktir.

Dünya sistemi içinde çevre bir ülkenin yarı çevre konuma
geçmesi uyguladığı gelişme stratejilerine bağlıdır.
Dünya pazarlarının daralma dönemlerinde, kırılgan
yapılarından dolayı çevre ülkelerinin ekonomisi çok çabuk bozulur. Wallerstein
bu durumun çevre ülkeler için yarı çevre olabilmek adına bazı durumlarda bir fırsat
olabileceğini belirtir. Böyle bir süreç ithalata dayalı üretim programlarıyla
aşılabilir.

Merkez ülkelerde yeni gelişen endüstrilerin korunması,
tekelcilik karşıtı yasalar gibi girişimciliğin üzerindeki siyasi sınırlamalar,
buradaki girişimcileri başka yerlerde yatırım yapmaya yöneltir.

Wallerstein son strateji olarak sıkı bir şekilde uygulanan
ve ekonomik bağımsızlığın da içinde olduğu bir gelişme stratejisinin, yalnızca
ekonomik gelişmeyi değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi gelişmeyi de sağlayabilme
olanağının olduğunu belirtir. Fakat Wallerstein böylesi bir stratejinin ancak
çok az çevre ülke için uygulanabilir olduğunu belirtir.

Yarı çevre ekonomik ve politik olarak merkezden güçsüz ama
çevreden daha güçlü konumdadır. İlk olarak Akdeniz Bölgesi yarı çevre olarak
gösterilmektedir.

Günümüzde ise Doğu Avrupa, Meksika ve Güney Amerika’nın bazı
bölümleri yarı çevre konumundadırlar. Yarı çevre modern dünya sisteminde
politik istikrarın sağlanmasında önemli bir rol oynamaktadır. Çevreden merkeze
doğru oluşabilecek bazı politik protestoları karşı tampon görevi görür ve
böylelikle tamamıyla kutuplaşmış bir dünya sisteminin gelişmesini engeller.

Yarı çevre konumundan merkez konumuna geçişteki kilit nokta,
bir ülkenin daha düşük üretim maliyetleri ile üretim yapabilmesini sağlayabilecek
gelişmiş teknolojiye yaslanabilecek bir pazara sahip olmasıdır.

Yarı çevre bir ülkenin pazarını genişletmesi için:

1) Ulusal sınırlarını genişletebilir,

2) İthal ürünlere karşı uygulayacağı gümrük tarifeleriyle iç
pazarı elinde tutabilir,

3)  Ulusal ürünlere sağlanan
destekleme politikaları ile üretim maliyetlerini düşürebilir.

4) Devlet ya da diğer kurumlar, ideoloji ve propaganda aracılığı
ile yerel tüketicinin zevklerini, beğenilerini yönlendirebilir.

Wallerstein dünya sisteminde yaşanan dönüşümlerin analizini
yaparken K-döngüsü ya da Kondratieff döngüsü olarak adlandırılan yaklaşımı kullanır.

Her bir Kondratieff döngüsü yaklaşık olarak 50-60 yıl sürer;
büyüme ve durgunluk dönemleri sırayla birbirini takip eder. Sömürü ve birikim
her bir dönemde temel itici gücü oluşturur. Buna göre her bir dönemde şunlar gerçekleşir:

1) hâkim olan kapitalist biçim değişir,

2) işbölümü yayıldıkça coğrafi sistem genişler ve

3) merkez ve çevre de özgül devletler ortaya çıkar.

Wallerstein’a göre dünya sisteminde dört dönemden söz
edilebilir:

Birinci dönem 1450 ile 1640 yılları arasında gerçekleşmiştir. Bu dönemin
en önemli özelliği feodalizm ve dünya imparatorluklarından ulus devletlere geçiştir.

Bu dönemde tarımsal kapitalizm hâkimdir.

İkinci dönem 1640 ile 1750 yılları arasında yaşanmıştır ve bu süre
içinde 80 yıl süren durgunluk dönemi olmuştur. Kolonileşme ile coğrafi yayılma gerçekleşmiştir.

Üçüncü dönemin başlangıcında endüstri devrimi yer almıştır.

Endüstriyel kapitalizm hâkim olan biçimdir

Dördüncü dönemde İngiltere başta sömürgecilik karşıtı hareketler olmak
üzere birkaç faktörden dolayı merkez konumunu kaybetmiş ve yerine Almanya ve Amerika
Birleşik Devletleri merkez konumunu elde etmiştir.

Hegemonik ya da lider konumunda olan devletlerin sınırlı bir
ömrü vardır.

Hegemonik devlet, kendi konumunu koruyabilmek için önce askeri
gücüne başvurmak durumunda kalır.

Wallerstein’a göre ise askeri gücün kullanılması, yalnızca
güçsüzlüğün işareti değildir aynı zamanda gelecekte ortaya çıkacak olan çöküşünde
işaretidir. Wallerstein bu kavramsallaştırmasını Amerika Birleşik
Devletleri’nin 1960’lardan sonra gerilemeye başlayan konumunu açıklamak için
kullanır. O tarihten itibaren kapitalist özgürlüğün artmasıyla beraber küresel şirketler
güçlenmeye başlamıştır.

GEÇİŞ SÜRECİ OLARAK
KÜRESELLEŞME

Günümüz devletleri sosyal hizmet sunma anlamında bir kriz yaşamaktadırlar.
Devletler vergi indirimi baskısı ile bu hizmetlerin sürdürülmesi arasında sıkışıp
kalmışlardır. Bütün bunlar ise sermaye birikimi krizine ve bunalımına yol
açmaktadır.

Wallerstein’a göre dünya sistemi kapitalist işbölümü ile
birbirine bağlanmıştır. İşbölümünün en temel özelliği ise sömürüye dayanmasıdır.
Sömürü kapitalizme esas bir durumdur.

Merkez ülkelerdeki işçilerin sömürüsünün işçi hareketleri,
yasalar vb. nedenlerle sınırlı olması girişimcileri sömürünün daha yüksek olduğu
diğer işgücü piyasalarına yöneltir. Wallerstein bu durumu sömürünün ihraç
edilmesi olarak tanımlar.

Kapitalizmin işleyişi güçlü devletler aracılığı ile sağlanabilir.

Wallerstein, tamamen serbest pazarların olduğu bir sistemde
kâr sağlanamayacağını iddia eder.

Kapitalizmin gerçek anlamda kâr yapabilmesi için ihtiyaç
duyduğu şey nispi tekellerdir.

Öyle bir durum yaratmalısınız ki çok fazla sayıda satıcı
olmamalı ve bu satıcıların statüleri az çok korunabilmeli. Bu serbest bir pazar
değildir; kapitalizm devlete muhtaç. İşin aslı, devletler kapitalizme bu şekilde
yardım etme yeteneklerini artık gerçek anlamda yitirmeye başlıyorlar.

Günümüzde dünya sistemi duraklama dönemindedir ve bu
duraklama dönemini aşmasını engelleyen üç tane yapısal kriz bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi, dünya üzerinde sömürünün ihraç
edilmesini sağlayacak yer kalmamıştır, sistem coğrafi olarak yayılmanın sınırlarına
ulaşmıştır.

İkinci olarak, krizden çıkmanın yollarında birisi ya ücret
artışlarıyla ya da vergi indirimi yoluyla orta sınıfın harcama gücünü artırmak
olarak görülmektedir.

Fakat orta sınıfın bu artan ücretlerinin maliyetleri
devletler ve şirketler için çok yüksek olmaya başlamıştır.

Üçüncü sırada yapısal kriz olarak daha önce dışsal
maliyetler olarak bahsedilen hammaddenin tükenmesi ve çevre kirliliği yer
almaktadır. Çevre kirliliği ile baş edebilmenin maliyetleri hükümetler için
oldukça yüksek olmaktadır.

1968 isyanını önemli bir dönüm noktası olarak ele alır. Ona
göre bugünkü dünya sisteminin sonu o tarihlerde başlamıştır. Bu süreç,
Kondratieff döngüsüne göre geçiş ve belirsizlik dönemidir.

Wallerstein, bu geçiş döneminin belirsizliğine dair yapısal
ve kültürel göstergelerden söz eder. Kültürel gösterge olarak fen bilimlerinde
kaos kuramının, sosyal bilimlerde ise postmodern sosyal teorinin ortaya çıkışı
geçiş döneminin belirsizliğine işaret etmektedir.

Geçiş döneminin belirsizlik ve karmaşıklığını işaret eden
iki tane yapısal gösterge vardır. Bunlar finansal spekülasyon ve küresel
düzeyde örgütlenen yeni sistem karşıtı hareketlerdir. Üretim maliyetlerinin
artması nedeniyle kâr oranlarının düşmesi, yatırımcıları üretim alanından
finans alanına yöneltmiştir.

Wallerstein sistem karşıtı
hareketler
i üç tane eski ve üç tane yeni olmak üzere iki grupta incelemiştir.
Eski sistem karşıtı hareketler 1848 ile 1968 yılları arasında gerçekleşmiştir
ve bu grupta yer alan hareketlerin üçü de iktidara gelmiş hareketlerdir. Batı’da
sosyal demokratlar, Doğu’da komünistler ve Güney’de ulusal kurtuluş/bağımsızlık
hareketleri eski toplumsal hareketler olarak iktidarın ele geçirilmesini hedefleyen
hareketlerdir. 1968’den sonra ise yeni sistem karşıtı hareketler ortaya çıkmıştır.

Bunlar Batı’da “yeni toplumsal hareketler” Doğu’da
“anti-bürokratik” hareketler ve Güney’de “Batılılaşma karşıtı” hareketlerdir.

Wallerstein “sistem karşıt hareketler”in başarılı
olabilmeleri için, geçiş sürecinden sonra ne tür alternatif yeni toplumlar
ortaya çıkabileceği konusunda entelektüellerin ve akademisyenlerin önemli bir
role sahip olduklarını vurgulamaktadır.

SONUÇ

Wallerstein yaygın mal üretimi, kâr amacıyla yapılan girişimler,
ücretli emek ve yüksek teknoloji gibi unsurları ön-kapitalizm olarak adlandırmaktadır.
O’na göre bu unsurların varlığı tarihsel bir sistemi kapitalist bir sistem
olarak tanımlamak için yeterli değildir. Kapitalizmin ayırt edici özelliği,
kesintisiz sermaye birikimi ve bu birikimin yapılmasını sağlayan bir yapıya sahip
olmasıdır. 16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan bu sistem bütün dünyaya yayılmıştır.

Wallerstein’ın yaklaşımı Robert Brenner tarafından eleştirilmiştir. Brenner’a
göre Wallerstein’ın açıklamada temel sorun sınıf ilişkilerine yer
verilmemesidir.

Wallerstein’a getirilen bir başka eleştiri modern dünya
sistemi üzerine yaptığı çalışmalarda kültürel farklılıklara yer vermemesidir.

Wallerstein önemli olanın ekonomi siyaset ya da kültür gibi
ayrı ayrı alanları incelemek olmadığını; bütün bunların tek bir sürecin parçası
olduğunu belirtmektedir.

Wallerstein’a göre modern dünyayı inceleyen üç ana bilim dalı
vardır: ekonomi, pazarı, siyaset bilim, devleti; sosyoloji de sivil toplumu çalışır…

Bugünün ana entelektüel sorunlarından biri bütün
bunlardan bileşik süreçler olarak bahsedebileceğimiz bir dil oluşturmaktır.

Çağdaş Sosyoloji Kuramları

Editör: Prof.Dr. Aylin Görgün Baran & Prof. Dr. Serap
Suğur

Anadolu Üniversitesi, 2012