Hukuk Sosyolojisi

İlk Çağlarda Hukuk

İlk Çağlarda Hukuk

Yukarıda da belirtildiği üzere, hukukun kökeni konusunda açık ve kesin dokü­manlar yoktur. Ancak, nispeten gelişmiş toplumların arkalarında kil tabletlerden, papirüslerden oluşan bazı parçalar ve metinler bıraktıkları bilinmektedir. Bunların en eskileri bile oldukça yenidir. Bundan dolayı geçmişte yaşayan herhangi bir top­lumun hukukunun nasıl olduğunu bilmek oldukça zordur. Bilinen en eski hukuk metinleri olarak, MÖ 2400 yıllarında Sümer kent devletlerinden Lagaş’ta hüküm sü­ren kişinin adını taşıyan “Urukagina Yasaları”, MÖ 1800 yılları dolaylarında hüküm süren Babil Kralı Hammurabi’nin adını taşıyan hukuk kodu, MÖ beşinci yüzyıl ci­varında Roma’da ortaya çıkan “On İki Levha Kanunu” ile Antik Yunan’da vücut bu­lan “Drakon Yasaları” ve “Solon Yasaları”ndan söz edilebilir.

Mezopotamya bölgesinde MÖ 5000 ile MÖ 3000 yılları arasında Dicle ve Fırat nehirlerinin kıyılarındaki köylerden bazılarının kente dönüştüğü, uygar toplumu karakterize eden farklılaşma ve karmaşıklaşma sürecinde, devletin şekillenmesiyle kent devletlerinin ortaya çıktığı bilinmektedir.

Kent devletlerinde, başlangıçta din adamlarının elinde bulunan siyasal güç, za­manla askerlerin eline geçmeye başlamış; Sümer kent devletlerinden Lagaş’ta Uru- kagina adında biri, MÖ 2415 dolaylarında iktidarı din adamlarından almıştır. Uru- kagina’nın adıyla anılan “Urukagina reformları” ya da “yasaları” olarak bilinen me­tin, ilk yazılı hukuk metinlerinden birini oluşturmaktadır. Söz konusu metin, hem din adamları ile laik yöneticiler arasındaki sürtüşmeleri hem de kent devletine ge­tirilen yeni düzeni yansıtan önemli bir belge niteliğindedir (Şenel, 1982: 239). Özetle, uygarlaşma sürecinde giderek karmaşıklaşan ve farklılaşan bir kent devle­tinde toplumsal yaşam, yazılı ve formel nitelikte hukuk kurallarına ve bu kuralları hayata geçirecek dinsel sıfatı olmayan yöneticilere uygun ortamı oluşturmuştur.

Mezopotamya bölgesinde uygarlık yolunda ilerleyen diğer bir kent devleti de Babil idi. Mezopotamya’nın Babil egemenliği altında birleşmesi, MÖ 1792-1750 arası hüküm süren Kral Hammurabi zamanında gerçekleşmiştir. Hammurabi, hem Akad hem de Sümer kentlerini ele geçirerek “dört iklimin egemeni” sıfatını almış­tır. Babil İmparatorluğu böylece kurulduktan sonra merkezi bir despotluk da doğ­muş oldu. Urukagina gibi, Hammurabi de bir hukuk kodu oluşturmuştur. Ancak Urukagina yasaları, yönetimin din adamlarından askerlere geçişini temsil ederken; Hammurabi kodu, kent devletlerinin yerel yasaları yerine, giderek bir imparator­luk haline gelen tüm ülkede yasa birliğini sağlamak amacını güdüyordu. Başka bir deyişle, kent devletinden imparatorluğa geçilirken böyle bir imparatorluğu yönet­mek için elzem olan Hammurabi kodu, hukuk alanında boy göstermiştir (Şenel, 1982: 241; Tanilli, 1988 -C. I: 61).

Hammurabi kodu, aslında ele geçirilen yerlerde daha önce hüküm süren kral­lıkların kanunlarının bir derlemesi niteliğindeydi. Ancak bu derleme, yeni hüküm­ler de getirmekteydi. Çünkü, yalnızca eski kurallara dayanmak Babil İmparatorlu- ğu’nun ekonomik ve toplumsal koşullarına cevap veremiyordu. Hammurabi kodu, aynı zamanda, Mezopotamya tarihinin önemli bir mirası olup o günkü toplumun temellerini açıklayan ve Babil hükümdarlarının hangi toplumsal gruplara dayandı­ğını gösteren bir belge niteliğindedir. Babil İmparatorluğu’ndaki toplumsal sınıf ve zümreler arasındaki ilişkileri gösteren yasada suçlar, aile, mülkiyet, miras, borçlar ile ilgili hükümler, ortakçılık hukuku ile ilgili bazı maddeler, son olarak da kölelik üstüne birtakım düzenlemeler var. Bütün bunlarda, baştan sona, toprak sahipleri-

nin, rahiplerin, tacirlerin ve tefecilerin, özellikle onların köleler üzerindeki mülki­yet haklarının korunması kavgası egemendir. Örneğin bir köleyi çalmanın ya da kaçmış bir köleyi saklamanın cezası ölümdür (Tanilli, 1994 -C.I: 61-62).

Roma şehrinin kuruluşundan, yani MÖ 753 yılından MÖ 150 yılına kadar geçen süre içinde Roma’da geçerli olan hukuka, “Ius Civile” (Yurttaşlar Hukuku) adı ve­rilmektedir. Çünkü bu hukuk, Roma şehir devletinde yurttaş statüsüne sahip olan kişilere uygulanan bir hukuk niteliğindedir. Bu dönemde; gerek gensler gerek ai­leler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, miras, mülkiyetin devri, eşyaların sınıflan­dırılması gibi temel hususlara uygulanan hukuk kurallarının Roma’nın tarımsal ya­pısını, toplumsal ve ekonomik gerçekliğini yansıttığı görülür. Bu dönemde huku­kun temel kaynağı örf ve adetlerdir. Roma’da ilk yazılı hukuk kodu olarak görülen ve MÖ 499-451 tarihleri arasında hazırlandığı kabul edilen “On İki Levha Kanu- nu”nda Roma kavminin örf ve adet hukuku yazılı hale getirilmiştir (Karadeniz, 1974:38). Roma’nın Cumhuriyet Dönemi’nde kabul edilen bu yasa ile yazılı hukuk, aristokratik nitelikteki sözlü hukukun yerini almıştır ve bu durum giderek yaygın­laşmıştır (Ağaoğulları ve Köker, 1996:20). Roma’da Pleblerin Patricilere karşı mü- cadelesindeki en büyük kazanımlarından biri, genslerin örf ve adet hukukunun – ki aristoktarik bir nitelik taşıyan ve herkes tarafından bilinmeyen bu hukuk Patri- cilerin elinde bir sırdı- yazılı kanun haline getirilmesi olmuştur. Yazılı kuralların ol­mayışı, konsüllerin keyfi davranmasına yol açıyordu. Halk temsilcilerinin direnişi üzerine Senato, MÖ beşinci yüzyılın ortalarında kanunların yazılmasına ve yayın­lanmasına karar vermiştir. On iki üyeli bir komisyon tarafından hazırlanan kanun, on iki adet tunçtan levhaya kazınarak ilan edilmiştir. Bu kanun, ceza hukukuna ve ceza usul hukukuna ilişkin hükümlerin yanında eşya hukukuna ve borçlar huku­kuna ilişkin kuralları da kapsıyordu (Tanilli, 1998 -C.I: 389). Örf ve adet hukuku­nun güçlü izlerini taşıyan, daha önceki hukuk geleneklerine ve fikirlerine dayanan bu hukuk kodunun, bütün hukuk kolları hakkında sistematik hükümler içerdiği söylenemez. Buna rağmen, aristokratik nitelikteki örf ve adet hukukuna göre da­ha ileri bir aşamayı temsil ediyordu.

MÖ ikinci yüzyılın ortalarında sınırları giderek genişleyen Roma, büyük bir im­paratorluğun merkezi haline gelmiştir. Bu gelişme, Roma kavminin diğer kavimler­le, eskiden beri süregelen ilişkileri yanında, çok çeşitli yeni ilişkilere girmesine yol açmıştır. Siyasal, ekonomik ve ticari ilişkilerin giderek yoğunlaştığı bu dönemde, eski şehir devletinin ve onun tarımsal ekonomisinin koşullarına göre şekillenen hukuk, yeni olayları ve ilişkileri çerçevelemekte yetersiz kalmıştır. Klasik Hukuk Dönemi (MÖ 27- MS 250) adı verilen bu dönemde; Roma hukukunun gelişmesin­de Romalı hukukçuların çalışmaları belirleyici olmuş; Roma hukuku, günümüze kadar etkisini sürdüren yetkinliğe, bu dönemde yaşamış olan hukukçuların faali­yetleri sonucu ulaşmıştır. Romalı hukukçular, kuramcı olmaktan ziyade uygulayıcı olmuşlardır. Yani, daha çok hukuksal kavramlarla ve hukuk kurallarının uygulan­masıyla ilgilenmişlerdir. Hukuk kurallarını, hakkaniyetin (hakka uygunluk) gerek­leri ile toplumun gereksinimlerini bağdaştıracak çeşitli özel durumlara uygulamış­lar, hukuksal düşünce ve olayları hukuk açısından inceleme yönteminin temelleri­ni atmışlardır (Karadeniz, 1974: 40). Kısacası Romalı hukukçular, hukukun çeşitli alanlarındaki çalışmalarıyla hukuku işleyerek ve geliştirerek ona çağını ve sınırla­rını aşan bir değer kazandırmışlardır. Bundan dolayıdır ki, Roma hukukunun bu dönemi “Klasik Hukuk Dönemi” olarak nitelendirilmiştir.

Roma yurttaşlığının ve dolayısıyla Roma hukukunun bütün imparatorluk uy­rukları için geçerli olacak şekilde genişletilmesi, MS 212 yılında çıkarılan bir impa­
rator emirnamesi ile olmuştur. Böylece imparatorluk hukuku haline gelen Roma hukuku, tamamen Roma kültürünü benimsemiş ve hukuken geri batı eyaletlerin­de kolayca uygulanabilirken, Helen kültürünün etkisinde olan ve yerleşmiş bir hu­kuk sistemine ve uygulamasına sahip bulunan doğu eyaletlerinde direnişle karşı­laşmıştır. Başlangıçta, hukukun bu eyaletlerde zorla uygulanmasına göz yumulma­ya başlanmıştır. İmparatorluğun merkezinin MS 330’da Roma şehrinden Constanti- nopolis’e (İstanbul) kayması sonucu ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulları farklı yeni bir çevre içine girilmiştir. Helen dünyasındaki hukuk sisteminden ol­dukça etkilenen bu döneme “Klasik Sonrası Hukuk Dönemi” adı verilmiştir (Kara­deniz, 1974: 40-41).

Doğu Roma İmparatoru olarak MS 527-565 yılları arasında hüküm süren Iusti- nianus (Justinianus) döneminde Roma hukuku, son aşamasını yaşamıştır. Eski ev­rensel Roma İmparatorluğu’nu canlandırma amacında olan Justinianus, bu amacı­na paralel olarak eski Roma hukukunu yeniden canlandırma çabasına girmiştir. Justinianus, bir yandan eskiden Roma İmparatorluğu’na bağlı olan yerleri tekrar egemenliği altına almaya çabalarken, diğer yandan “Klasik Dönem Hukuku”nu ye­niden geçerli kılmaya ve zamanının sosyo ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak bir hukuk düzeni kurmaya çalışmıştır (Karadeniz, 1974: 42-43).

Siyasal düşünceye önemli bir katkıda bulunamamış olmakla birlikte, Roma’nın hukuk alanında büyük bir ilerleme kaydetmiş olduğunu belirten Şenel’e göre, Ro­ma hukukunu geliştiren etmenler şunlar olmuştur (Şenel, 1982: 256-258): İlk ola­rak, hem Halk Meclisi’nin hem Senato’nun hem de imparatorun yasa gücünde ka­rarlar çıkarması karşısında hukukçuların, bu kararların birbiriyle nasıl uyumlu kılı­nacağı ve yorumlanacağı hususunda sürekli bir şekilde yeni hukuksal sorunlarla yüz yüze gelmiş olmalarıdır. Bu çerçevede, yargıçların karar verirken ünlü hukuk bilginlerine danışma geleneği (jurist consult), hukuk düşüncesine yeni ufuklar aç­mıştır. Yine hukukçuların, yasaların sözlerine göre değil de amaçlarına göre yo­rumlanması ilkesini geliştirmeleri, hukuk hayatına yaptıkları önemli bir katkı ol­muştur. Roma hukukunun gelişmesinde önemli rol oynayan ikinci etmen ise, kent devletinde yönetim alanında kişisel ilişkilerle sürdürülen iletişimin imparatorluk aşamasında yetersiz kalması karşısında; yönetimde birliğin sağlanması ve impara­torun emirlerini kişisel ilişki imkanlarını kaybettiği memurlarına ulaştırılabilmesi bakımından hukukun ve yasa tekniğinin geliştirilmesi zorunluluğunun ortaya çık­mış olmasıdır. Üçüncü etmen, Stoacı düşünüşün doğal hukuk öğretisi olmuştur. Stoacı düşünürler, yöneticilerin halkı yönettiklerini, ancak doğal hukuk ilkelerinin de yöneticileri bağladığı görüşünü ileri sürerek; yöneticilerin doğal hukuka uyma­ları gerektiğini vurgulamışlardır. Doğal hukuk öğretisinin etkisiyle Roma hukukçu­ları, yürürlükteki yasalar karşısında, bu yasaların doğal hukuka uygunluklarını araştırarak; her zaman eleştirel bir tavır alabilmişler ve bu bağlamda uyulmasını is­tedikleri yasa önünde eşitlik, sözleşmeye sadakat, hakkaniyet (hakka uygunluk) ve nasafet (denkserlik) gibi bazı genel hukuk ilkeleri önermişlerdir.

Orta Çağ Hukuku ve Roma Hukuku konusunda daha ayrıntılı bilgi edinmek için Özcan Ka­radeniz’in “Roma Hukuku” (1974) adlı kitabına bakınız.

Antik hukuk, Roma hukuku hariç olmak üzere, belli bir hukuk teorisinden yok­sun bir hukuk niteliğindeydi. Grekler (Yunanlılar), hukuksal sorunlara fazla ilgi göstermemişler, ancak bu sorunlarla, politik ve etik bakımdan önemli problemle­re yol açmaları halinde daha fazla ilgilenmişlerdir. Şüphesiz, ayrı bir hukuk teorisi
ve hukuk felsefesi yaratmamakla birlikte hukuk hakkında bazı fikir­lere sahip olmuşlardır (Friedman, 1977: 39-40).

Eski Yunan’da yasa, polis (kent devleti) düzenini, diğer toplumla­rın örgütleme sistemlerinden ayıran önemli bir unsur olmuştur. Yasa, aynı zamanda, Yunan’ı barbardan ayıran bir öge olarak görülmüştür. Barbarlarda tek kişinin keyfi yöne­timi söz konusu iken, Yunan polis­lerinde çeşitli düzeydeki insan iliş­kileri “yasalar” ile belirlenmiştir. Po­lis düzenini oluşturan yasalar, ilk zamanlarda aristokratik nitelikle sözlü yasalar şeklindeydi. Başlan­gıçları bilinmeyen bu yasalara “thesmoi” (sözlü yasa) adı verilmiş­tir. Yunanlılar, thesmoileri, tanrıla­rın koyduğu kutsal, sonsuz nitelik­te kurallar olarak görmüşlerdir. Za­manla değişen şartların sonucu olarak yeni sözlü yasaların ortaya konması, hukuk sisteminin giderek karmaşıklaşmasına yol açmıştır. Bu durum karşısında; yargı ka­rarlarının tutarlılığını sağlamak üzere, sözlü yasalar “thesmothet”lerce düzenlenip yazılı hale getirilmiştir. Böylece yasalar, birçok kimse tarafından önceden bilinebi­lir bir duruma getirilmiştir. Söz konusu gelişmelerin sonucunda, daha önce yasala­rı yorumlama ve uygulama tekelini elinde bulunduran soylular sınıfı, bu konuda­ki haklarını ve yetkilerini kaybetmeye başlamıştır (Ağaoğulları, 1994: 26-27).

Eski Yunan’da yapılan bu düzenlemelerin de toplumsal barışı ve düzeni sağla­mada yeterince etkin olmadığının görülmesi üzerine “nomoi” (yazılı yasa) adı ve­rilen insan eseri yasalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin temelinde, hiç kuşkusuz, o günkü toplumun toplumsal ve ekonomik yapısında meydana gelen birtakım dönüşümler bulunmaktaydı (Ağaoğulları, 1994: 21). Bu dönemde (MÖ VIII-VII. yüzyıllar), ticaret ve zanaat alanındaki gelişmelerle birlikte kentsel kesim­de ticaret ve zanaatla uğraşan yeni bir sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır. Giderek çe­şitlenen ve karmaşıklaşan toplumda, toplumsal gruplar veya tabakalar arasındaki çelişkiler ve çatışmalar iyice belirginleşmiştir. O dönemde yürürlükte olan örf ve adet kurallarının yazılı olmaması ve bu sayede soylular tarafından keyfi şekilde uy­gulanması ciddi yakınmalara neden olmuş; bu gelişmeler karşısında yazılı ve her­kes için uyulması zorunlu kurallara ihtiyaç artmıştır. Toplum içindeki hoşnutsuz­luklar, tam bir başkaldırıya dönüşeceği sırada köylüler, Arkhon olarak seçtikleri Drakon’a bu kuralları belirleme görevini vermişlerdir (Tanilli, 1988 – C.I: 246).

MÖ 624 yılında Atina soylularının isteği üzerine Drakon, çok ağır hükümler içe­ren bir ceza yasası hazırlamıştır. Drakon’un hazırladığı bu yasa ile ceza hukuku alanında “thesmoi”nin yerini “nomoi” almıştır. Drakon Yasaları’nın, Atina hukuku­nun yazıya geçirilmiş ilk biçimi olduğu ileri sürülemezse de bunların ilk kapsamlı yasa derlemesi ya da belli bir bunalım döneminden sonra ortaya çıkmış bir yeni­den düzenleme girişimi olduğu söylenebilir. Hemen her suça ölüm cezası öngören
sert hükümleriyle tanınan ve zalimliği ile ün salan Drakon’un Yasaları, aslında klanların ilkel adetlerinin ve örflerinin bir derlemesi niteliğindeydi. Sözgelimi, en küçük bir hırsızlık bile ölümle cezalandırılıyordu. Yürürlükteki kuralların yazılı ha­le getirilmesi, az da olsa, soyluların keyfi davranışlarını sınırlamaktaydı. Bu yasalar tahtadan levhaya kazınarak Agora’ya asılıyordu (Tanilli, 1998 -C.I: 246).

Solon’un arkhon olarak seçildiği dönem, Atinalılar için oldukça sorunlu bir dö­nem olmaya devam ediyordu. Topluma doğuştan soylu olanlar egemendi. En iyi toprakları ellerinde bulunduranlar ve yönetimi tekelleri altında tutan soylular, ken­di içlerinde de rakip gruplara bölünmüşlerdi. Yoksul çiftçiler, kolayca borçlandırılı­yor ve borçlarını ödemedikleri zaman kendi topraklarında serf (toprak kölesi) ko­numuna düşürülüyorlardı. Bazı durumlarda ise, köle olarak satılıyorlardı. Orta hal­li çiftçi, zanaatçı ve tüccarlardan olaşan ara sınıflar, yönetimin dışında tutulmaktan hoşnut değillerdi. Drakon Yasaları’nın toplumsal sorunlara çözüm getirmekte yeter­siz kalması ve beklentilerin aksine sonuçlar yaratması, başta kentte ticaretle uğraşan kesim olmak üzere, huzursuz toplumsal kesimleri yeni arayışlara itmiş ve bu arayış­ların sonucu olarak ünlü şair Solon, çok geniş yetkilerle arkhon ve hakem olarak seçilmiştir (MÖ 594). Solon, kendi adıyla anılan hukuksal düzenlemeler yaparak; bir yandan köylüler üzerindeki baskıları hafifletmeye, diğer yandan ticaret ve zana­at yaşamını geliştirmeye yönelik adımlar atmıştır (Tanilli, 1998 -C.I: 246-247).

Solon. Atina’da MÖ 6. yüzyılda iktidara gelmiştir.

Solon, ilk olarak, borçların yarattığı sıkıntıları hafifletmeye çalıştı. Borçların ödenmemesi nedeniyle el konmuş toprakları rehinden kurtardı, köleleştirilmiş bü­tün yurttaşları azat etti ve gelecekte de kişinin özgürlüğünü elinden alabilecek borç sözleşmeleri yapılmasını yasakladı. Bununla birlikte, yoksul kesimlerin top­rakların yeniden dağıtılma önerisini de reddetti. Bunun yerine, genel refahı artır­maya ve çiftçilikle geçinemeyenlere başka işler sağlamaya yönelik önlemler aldı. Siyasal yapıyı yeniden düzenleme çabaları çerçevesinde, doğuştan soyluların yö­netim üzerindeki tekelini kaldırarak yurttaşların varlığını temel alan bir sistem ge­tirdi. Solon’un hukuk alanında yapmış olduğu düzenlemelerle, “nomoi” (yazılı ya­sa), “thesmoi” ye (sözlü yasa) karşı kesin bir üstünlük kazandı. Toplumun çeşitli alanlarını düzenleyen yasaların insanlar tarafından hazırlanması; yasaların kutsal, mutlak, değişmez ve sonsuz olma niteliğini ortadan kaldırarak bunların göreli bir varlık ve anlama sahip olduğu anlayışının gelişmesine yol açtı. Yazılı yasaların ge­rek iktidarlar gerek düşünürler tarafından yüceltilmesi; yasaların doğruyu, adaleti, iyiyi ve güzeli gözeterek toplumun ve dolayısıyla bireyin refahını ve mutluluğunu sağlayan bir unsur olduğu inancını geliştirdi (Ağaoğluları, 1994: 27-29).