Kimdir

İbn Kesîr Ve Tefsiri

İbn Kesîr Ve Tefsiri: Hicrî beşinci asırdan itibaren Mu’tezile mezhebinin hızı kesilmiş, Ebû Bekr el-Bâkıllânî (ö. 403/1013), İmâmu’l-Haremeyn (ö. 478/ 1085), İmâm el-Gazalî (ö. 505/1111) gibi zevat çabalarını fıkıh ve kelâm etrafında toplamaya gayret göstermişlerdi. Eserlerinde şeriatle hikmetin birleştiği görülmekteydi. Yine aynı devirde mütekellimlerden olan hadisçilerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ebû Bekr İbnu’l-Arabî (ö. 543/1148), el-Mâzirî (ö. 536/1142) ve Kâdî’ İyâd (ö. 544/1149) gibi şahsiyetler dini maarifle, hikemî maarifi birleştirdiler. Felsefe dine hizmet edecek şekilde gelişti. Fahruddin Râzi (ö. 606/1209) bu devrin en orjinal örneğini teşkil eder. Râzinin açtığı çığır, kendinden sonra gelen rivayet ve dirayet tefsircilerine tesir etmiş, artık İslâmî ilimlerin birçoğunda eserler yazarak şöhrete ulaşmış kişilerin, tefsir alanında da eserleri görülmeye başlamıştır, islâmî ilimlerin çeşitli alanlarında eserler yazıp şöhrete ulaşanlardan biri de İbn Kesîr’dir.

İmâduddin Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesîr, Dımeşk civarındaki Busrâ’nın köylerinden birinde 701/1301 senesinde doğdu. Babası köyünün hâtîbi idi. İbn Kesîr çok küçük yaşta iken (703/1303 senesinde) babasını kaybetti. Küçük yaşta yetim kalan İbn Kesîr’i ağabeyi Abdulvahhâb terbiyesine aldı. 706/1306 senesinde ağabeyi ile birlikte Dımeşk (Şam) a yerleşti. İlk ibtidâi bilgileri büyük kardeşinden aldı. Daha sonra, Burhânuddin el-Fezârî (ö. 729/1329), Kemâluddin b. Kâdî (Şahba) Şıhne (ö. 726/1326) den fıkıh öğrendi. Kâzım b. Asâkir (ö. 723/1323), İshâk el-Âmidî (ö. 725/1325), Muhammed b. Zirâd, İbnu’r-Radî ve İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gibi âlimlerden ilim aldı ve kendini yetiştirdi. Genç yaşından itibaren eserler yazmaya başladı, hadis, fıkıh, târih ve tefsîr sahalarında yazdığı eserler sağlığında insanlar arasında dolaşmakta idi. Tehzibu’l-Kemâl sahibi el-Mizzî (ö. 742/1341) ye mülâzemet etti ve nihayet onun kızı ile evlenerek ona damat oldu. Mısırdan el-Karâfî, ed-Debbusî, el-Vânî ve el-Hutenî gibi âlimler müellifimize icazet verdiler. İbn Teymiyye ile çok buluşmuş ve ona bağlanmıştır. Birçok fikirlerinde hocasına tâbi olduğu için, İbn Tanğriberdî, onun el-Medresetu’n-Necîbiyye’de ders verdiğini zikreder, ed-Dımeşkî, en-Nuaymî ve ed-Dâvûdî de, ez-Zehebi (ö. 748/ 1347) nin vefatından sonra Ümmü Salih meşihatına tayin edildiğini, es-Sübki (ö. 771/1370) nin vefatından sonra ise Eşrefiyye Dâru’i-Hadisinde az bir müddet ders verdiğini kaydederler. Kendisini yetiştirip, tedris hayatına atıldıktan sonra pek çok talebe yetiştirmiş, İbn Hacer gibi âlim bir zâtın hocalığı payesine erişmiştir.

Şâm civarında doğan, orada yetişen ve büyük bir üne kavuşmuş olan müellifimiz, zamanında İslâmî ilimler alanında iyi bir mevki sahibi idi. İlminin genişliğine devrindeki âlimler ve talebeleri şahadet ederler. ez-Zehebî, “O, imâm, müfti, sağlam bir muhâddis, âlim, mütefennîn bir fakih, nakilci bir müfessir idi. Onun faydalı tasnifleri vardır” demektedir. İbn Hacer, “O, hadislerin rical ve metinlerini tetkik ile meşgul oldu. Pek çok faydalı şeyler hazırladı. Sağlığında eserleri yayıldı. Ölümünden sonra da insanlar onlardan istifade ettiler. Âlî ve nâzil insadları temyiz hususunda muhaddislerin yolundan ayrıldı. Fakat o muhâddis fakihlerdendi” demektedir. Suyutî de onun hakkında: “O, hadis ilminde, hadislerin sahihini sahîh olmayanından ayırmada, iielini, ihtilâf yollarını göstermede, cerh ve ta’dil de, rical ilminde bir temel idi. Âlî ve nazil isnadlara ve bunun gibilere gelince, bu hususta mühim esaslardan olmayan bazı fazlalıklar yapmıştır” demektedir. İbn Tanğriberdî ise: “O, dâima çalıştı yazdı, fıkıhta, tefsîrde, hadiste âlim oldu, cem etti, tasnif etti, ders verdi tahdis etti, telif etti. O’nun tefsir, hadis, târih, fıkıh ve diğer ilimlere büyük bir vukufu vardır. Ölünceye kadar ders ve fetva verdi” şeklinde taltifte bulunur. Talebesi İbn Hiccî ise hocası hakkında şu sözleri söyler:

“O, hadis metinleri için idrak ettiğim en hafız kişi, cerh, rical, sahîh ve sakîm hususlarında en âlimi idi”, İbnu’l-İmâd da

“O, eserleri çok, nisyanı az, anlayışı iyi bir kimse idi” demektedir. Kısacası onun ilmi değeri, eserlerini okuyanlar için kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

İbn Kesîr, akîde yönünden Eş’arî, fıkıh yönünden Şâfi’î olmasına rağmen, İbn Teymiyye’ye çok bağlanmış, bazı meselelerde ve biihassa talâk meselesinde İbn Teymiyye’nin ictihâd ve kanaatine göre fetva vermiş ve bu yüzden İbn Teymiyye’nin maruz kaldığı tazyiklere maruz kalmıştır.

İbn Kesîr’in, eş-Şeyh İbrahim b. el-Hâfız b. el-Kayyım ile çekiştiğine dâir haberlere de rastlanmaktadır. İbrahim, onun Eş’arî olmasını kerih görmüş, başından ayağına kadar saçın olsa sana kimse inanmaz demiştir. Onun, İbn Teymiyye’den aldığı bazı fikirlerle, gençlerin düşüncelerini karıştırdığı ve fitne husule getirdiği, bu fikirlerin alınmaması  gerektiğine dâir haberler de görülmektedir. Öyle  zannediyorum   ki  bu  gibi  endişeler,  onların  fikirlerinin   iyi anlaşılamamasından ileri gelmektedir.

İslâmî ilimlerin, tarih, hadis, tefsir gibi yönlerinde şöhrete ulaşan bu zâtın, genç yaşlarda eserler yazmaya başladığını ve bu eserlerinin sağlığında insanlar tarafından kullanıldığını, öldükten sonra da istifade edilme bakımından değerinden bir şey kaybetmediğini söylemiştik. Bu bakımdan, müellifimizin eserlerine göz atmakta fayda vardır.

1- Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm hakkında ileride bilgi vermeye çalışacağımız bu tefsirin, kütüphanelerde yazma nüshaları pek çoktur. 1302, 1307, 1342, 1356 ve 1376 senelerinde müteaddid defalar Mısır’da basılmıştır.

2- el-Bidâye ve’n-Nihâye fi’t-Tarih Genel târih mâhiyetinde olan bu eser, başlıca kaynaklardan sayılır. Yaratılıştan başlayarak, müellifin hayatının son senelerine kadar olan devri 767/1366 senesi vukuatına kadar ele alır. Bu eserin, 738/1337 senesine kadar olan kısmı el-Birzâlî’nin tarihine dayanmaktadır. Bu eserde geçmiş milletlerin ve rasullerin kıssaları Kur’ân’daki ve sahîh haberlerdeki şekliyle anlatılmaktadır. Sonra Hazreti Peygamber’in sîretini ve İslâm târihini zamanına kadar ele alır.

3- el-İctihâd fi Talebi Fadli’l-Cihâd

4- Fedâilu’l-Kur’ân ve Tarihu Cem’ihi

5- Ahâdisu’t-Tevhîd ve’r-Reddu ale’ş-Şirk

6- el-Bâisu’l-Hasîs Şerhu İhtisarı Ulumi’l-Hadis

Bu eser İbn Salâh’ın Ulûmu’l-Hadîs adlı eserinin muhtasarıdır. “İhtısâru Ulûmi’l-Hadîs” olarak da tanınır. İbn Hacer bu eserde pek çok faydanın bulunduğunu söylemektedir.

7- et-Tekmîl fi Ma’rifeti’s-Sikât ve’d-Duafâ ve’l-Mecâhit

8- el-Hedyu ve’s-Senenu fi Ahâdisi’l-Mesânid ve’s-Sünen

Bu eser, Câmiu’l-Mesânid diye de maruftur. Ahmed b. Hanbel’in müsnedi, el-Bezzâr, Ebû Ya’lâ İbn Ebi Şeybe’nin eserleri ile Kütübü Sitteyi cem eder ve onları bablara göre tertib eder.

9- Tabakâtu’ş-Şâfi’îyye

10- Menâkibu’l-İmâm eş-Şâfi’î

11- Edilletu’t-Tenbth fi Fıkhi’ş-Şâfi’iyye

12- Muhtasaru İbnu’l-Hâcib

13- Şerhu’l-Buhari tamamlanmamıştır.

14- el-Ahkâm alâ Ebvâbi’t-Tenbîh

Bu eser de tamamlanmamış, ancak hâc bahsine kadar gelinmiştir.

15- Müsnedü’ş-Şeyheyn Ebu   Bekr   ve   Ömer   (r.a.)’in müsnedleri. Bu eserin bir kısmı matbu, bir kısmı yazma halindedir.

Bunlardan başka daha pek çok risaleleri vardır.

Kaynakların beyanına göre müellifimiz, ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş, 774/1373 senesi Şaban ayının 26. Perşembe günü 74 yaşında iken Şam’da vefat etmiştir. Sofiler (Sufiyye) mezarlığında bulunan hocası İbn Teymiyye’nin yanına defnedilmiştir.

 

Tefsiri

 

Bir müfessirin tefsirini ve tefsirdeki yerini, tefsir görüşlerini öğrenmek için başkalarının onun hakkında dedikleri sözlerden ziyade, bizzat eserini tetkik etmek ve eserindeki mukaddimesini iyi aniamak gerektiğini müteaddid defalar zikretmiştik. Zira, yazarın lehinde ve aleyninde olan kişilerin görüşleri, araştırıcıyı objektif bir sonuca ulaşmaktan engelleyebilir. Elbette müellifin tefsiri hakkında denilenleri göz önünde bulunduracak, bunların doğru olup olmadıklarını tayin etmeye çalışacağız. Fakat burada yapacağımız en mühim İş veya üzerinde durulması icâb eden en mühim nokta, eserine uzun mukaddime yazmış olan İbn Kesir’in bu yazısını açık bir şekilde terceme ederek okuyuculara sunmak olmalıdır. Böylece okuyucu, müellifin eserinin değerini ve tefsirdeki yerini -şunun bunun sözlerinden değil de- bizzat vasıtasız olarak kendi ifadelerinden değerlendirmiş olacaktır. Bu bakımdan biz de, okuyucuların İbn Kesîr’in tefsiri ve tefsirdeki değeri hakkında doğrudan doğruya bilgi edinmeleri için, tefsirine yazdığı uzun mukaddimeyi açık ve özlü bir şekilde sunmaya çalışacağız.

Hafız muttakî olan İmâduddin Ebû’l-Fidâ İsmail b. el-Hâtîb Ebî Hafs Ömer b. Kesîr eş-Şâfî’î (Allah ona rahmet eylesin ve ondan razı olsun) şöyle demektedir: Hamd, kitabına “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm olan, din gününün sahibine” ibaresiyle başlayan Allah’a olsun.

“Hamd O Allah’a mahsustur ki, kuluna (Hz. Muhammed’e) kitabı (Kur’ân’ı) indirdi. Onda (mana ve lafızlarında) bir eğrilik yapmadı. Dosdoğru olarak, imansızları şiddetli bir azap ile korkutmak ve iyi ameller işleyen Mü’mintere güzel bir ecir olduğunu müjdelemek için yaptı. (Onlar) orada ebediyyen kalacaklardır. Bir de Allah, evlat edindi diyenleri korkutmak için yapmıştır. Allah’ın evlat edindiğine dâir ne kendilerinin bilgisi vardır ve ne de babalarının. Ağızlarından çıkan o söz ne büyük…, onlar ancak yalan söylüyorlar.” Yaratma işine de hamd ile başlayıp “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yapan Allah’a mahsusdur. Öyle iken inkâr edenler Rabblerine başkalarını eşit tutuyorlar.” âyetini indiren cennet ve cehennem ehlinin ulaşacakları yeri zikrettikten sonra hamd ile tamamlayıp “Melekleri arşın etrafını çevirmiş oldukları halde Rabblerini hamd ile överken görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hükm olunmuştur. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah içindir’şeklinde buyuran Allah’a mahsustur.

Bunun içindir ki Yüce Allah: “O öyle Allah’tır ki kendinden başka bir tanrı yoktur. Önünde de sonunda da hamd onundur. Hüküm de onundur. Siz ancak ona döndürüleceksiniz.” “Hamd, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar kendisinin olan Allah’a mahsustur. Hamd ahirette de ona mahsusdur. O, hâkîmdir her şeyden haberdardır” buyurmaktadır.

Bidayette ve nihayette, yani yarattığı ve yaratacağı bütün herşeyde hamd Ona mahsustur. Bütün bunlarda hamd olunmuş olan Odur. Nitekim namaz kılan bir kimsenin dediği gibi

“Ey Rabbimiz olan Allah, gökler, yer ve bunların dışındaki dilediğin bütün şeylerin dolusu hamd sana mahsustur”. Bundan dolayıdır ki O, cennetliklere kendisine teşbih ve hamdetmeierini ilham eder. Onlar da Allah’ın tükenmez nimetlerini, Onun yüce kudret ve saltanatını, O’nun kendilerine bağış ve İhsanının devamını gördükleri için nefesleri sayısınca Onu teşbih ederler ve Ona hamdederler. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde “İman edip iyi işler işleyenleri Rabbleri imanları sebebiyle hidayete iletir, nimet­lerle dolu cennetlerde altlarından nehirler akar. Onların orada duaları, seni teşbih ve tenzih ederiz Allah’ım, sözüdür. Birbirlerini tanımaları, selâm, etmektir. Son duaları ise, bütün varlıkları vareden Allah’a hamd olsun, sözüdür’ gerçeğini ifade etmektedir.

Allah’a hamdolsun ki elçilerini “Biz peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürülecek bir bahaneleri olmasın…” diye gönderdi ve onları en açık bir yola yönelten Mekkeli Ümmî Arap Peygamberle tamamladı. Allah onu, peygamber olarak gönderdiği günden kıyamete kadar, ins ve cinden olan bütün mahlukata gönderdi. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de: “(Ey Muhammed) de ki: Ey insanlar, muhakkak ki ben, göklerle yerin saltanatına sahip olan, O’ndan başka tapacak bulunmayan, yaşatan, öldüren Allah’ın hepinize gönderdiği elçiyim. Siz de Allah’a ve Allah’ın sözlerine inanın, okuyup yazması olmayan Peygamber’ime inanın, uyun ki hidayete eresiniz”. ve yine Yüce Allah “…Bu Kur’ân, size ve her kime erişirse onu korkutmak için bana vahyolundu…” buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm Arap olsun, Arabın gayrı olsun, siyah olsun, kırmzı olsun, ins olsun cin olsun, kendisine ulaştığı her kimse için bir korkutucudur. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “…Herhangi bir topluluk onu inkar ederse, ona vadolunan yer ateştir…” Zikrettiklerimizden herhangi biri Kur’ân’ı inkâr ederse, Allah’ın nassı gereği olarak gideceği yer cehennemdir. Allah Taâla diğer bir âyetinde: “(Ey Muhammed) artık bu sözü (Kur’ân’ı) yalanlayanları bana bırak. Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız” buyurmaktadır.

Bu mesele ile ilgili olarak, Hazreti Peygember de şöyle demektedir: “Ben kızıla ve siyaha gönderildim”  Mücâhid, burada kızıl ve siyahtan kastedilenlerin ins ve cin olduğunu söylemektedir. Allah, elçisini, bu aziz kitapta peygamberine vahyettiklerini, ins ve cin’e tebliğ edici olarak gönderdi ki bu kitap “Ne önünden ne ardından ona hiç bir bâtıl (yanaşıp) gelemez. O, hâkim ve övülmeye lâyık olan Allah katından indirilmedir”, Onun böyle bir vasfa sahip olduğu Allah tarafından belirtilmiştir. Peygamber, Kur’ân’da mevcut olanları anlama işini, Yüce Allah’ın onlara bıraktığını bildirmiştir. Nitekim Allah Teâla Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onlar, hâla  Kur’ân’ın  Allah  Kelâmı  olduğunu  düşünüp taşınmıyorlar mı? Kur’ân Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı” ve “Ey Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap mübarektir, âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar” ve keza “Bunlar Kur’ân’i düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir” buyurmaktadır.

Allah Kelamı’nın mânâlarını ortaya koymak, bunun tefsirini yapmak, onu öğrenmek ve öğretmek âiim olan kimselere düşen bir vazifedir. Nitekim Yüce Allah:

“Allah, kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür.”

Allah’ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların âhirette bir payları yoktur. Allah onlara kıyamet günü hitap etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Elem verici azap onlar içindir” buyurmaktadır. Yüce Allah (bu âyetlerle) bizden önce gelen kitap ehlini, kendilerine indirilen Allah’ın kitabına yüz çe­virdiklerinden, dünya malına yönelip onu toplamakla meşgul olduklarından, Allah’ın kitabına uymama ve emroiundukları şeylerin gayrisi ile meşgûi olduklarından dolayı yermiştir.

Ey Müslümanlar, bize indirilen Allah’ın kitabını öğrenip öğretme, anlayıp anlatma bakımından emrolunduğumuz şeylere uymamız gerekir. Allah Teâla Kur’ân-ı Kerîm’de: “İmân edenlerin, Allah’ı ve Haktan ineni zikr için, kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâla gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalpleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu (dinlerinden çıkmış) fâsıklardı. Şu hakikati bilin ki Allah yere ölümden sonra can verir. Muhakkak ki biz aklınız ersin diye size âyetleri açıkça bildirdik” buyurdu. Yüce Allah’ın, bir önceki âyetten sonra, bu âyeti zikretmesinde, Allah’ın, öldükten sonra arzı tekrar canlandırdığı gibi, günah ve fenalıktın ötürü kalpleri katıîaşîıktan sonra, imân ve hidayet ile yumuşatacağına bir işaret ve ikâz vardır. Bunu bize bahşedecek olan, yegâne ümit bağlanan ve kendisinden istenen ancak Yüce Allah’tır. O, cömert ve kerimdir.

Eğer biri tarafından tefsir yollarının en güzeli nedir, diye sorulacak olursa, ona verilecek cevap şudur: Bu hususta en güzel yol, Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsir etmektir. Bir yerde mücmel olan, diğer yerde başka bir âyetle açıklanmıştır. Şayet Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsir etmekten âciz kalırsan onu sünnet ile tefsir etmen gerekir. Çünkü, hadis Kur’ân’ı açıklayıcı ve izah edicidir, el-İmâm Ebû Abdillah Muhammed b. İdris eş-Şâfi’î (Allah ona rahmet etsin) Allah’ın elçisinin verdiği bütün hükümler, Kur’ândan çıkardığı hükümlerden ibarettir, dedi. Yüce Allah Kur’ân’ı Kerîm’de:

“(Ey Muhammed) Doğrusu insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik. Hakkı gözet, hâinlerden taraf olma”

“…(Ey Râsulüm) sana da Kur’ân’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasın, olur ki iyice düşünürler.”

“Sana Kitabı, ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak indirdik.” Bu sebepten dolayı Allah’ın Elçisi

“Bana Kur’ân ve onunla birlikte onun benzeri verildi” buyurmaktadır. Yani hadis de Kur’ân-ı Kerîm gibi Hz. Peygamber’e vahiy yolu ile gelmiştir. Ancak hadis Kur’ân-ı Kerîm gibi okunmaz, İmâm Şâfi’î ve diğer âlimlerden bazıları, bu hususta birçok deliller getirmişlerdir, onları burada zikretmek mümkün değildir.

Bu hususta esas olan Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsir etmektir. Eğer tefsirini onda bulamazsan, sünnete başvurursun. Nitekim Allah’ın Elçisi Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderdiğinde ona:

“Ne ile hükmedersin?”

“Allah’ın kitabı ile.”

“Şayet onda bulamazsan?”

“Allah’ın elçisinin sünneti ile.”

“Şayet onda da bulamazsan?”

“Re’yimle ictihadda bulunurum,” demiştir.

Allah’ın Elçisi, Muâzın göğsüne vurarak “Allah elçisini memnun edecek Allah’ın elçisinin elçisini muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” demiştir. Bu hadis, Müsnecföe ve sünenlerde sağlam bir isnatla sabittir. Bu durumda aradığımız âyetin tefsirini ne Kur’ân’da ve ne de hadiste bulamazsak, bu konuda sahabenin sözlerine müracaat ederiz. Çünkü onlar, ilgilendikleri durum ve delilleri müşahedeye, tam anlayış niteliğine, doğru bilgi ve iyi amellere sahip bulunmaları bakımından, bu konuyu daha iyi bilen kimselerdir. Özellikle dört halife, hidâyete eren imamlar ve Abdullah b. Mes’ûd gibi âlimler ve büyükler, bu konulara tam olarak hâkim olan zevattır. İmâm Ebû Ca’fer b. Cerîr şöyle demektedir: Ebû Kureyb Câbİr b. Nûhel-A’meş-Ebi’d-Duhâ-Mesruk’tan rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Mes’ud’un şöyle dediğini söyledi: “Kendisinden başka ilâh olmayana yemin ederim ki Allah’ın Kitabında inen her âyetin nerede ve kim hakkında indiğini biliyorum. Eğer bilsem ki Allah’ın Kitabı hakkında benden daha iyi bilen vardır ve ona ulaşmak mümkündür, hemen ona gelir onu bulurdum” A’meş de Ebû Vâil’den rivayetle İbn Mes’ud’un şöyle dediğini nakleder: “Bizden herhangi bir kimse, on âyetin mânâsını ve amelini öğreninceye kadar çalışır. Onları öğrenmedikçe başkasını öğrenmeye geçmezdi”. Ebû Vâil’den rivayetle İbn Mes’ud’un şöyle dediğini nakleder: “Allah’ın elçisinden öğrenip, sonra da bize öğretenler, bize anlattılar ki on âyet öğrendiklerinde amel edilmesi icâb edenlerle hemen amel ederlermiş. Biz de böylece hem Kur’ân’ın mânâsını, hem de onunla amel etmeyi öğrenmiş olurduk”.

Hazreti Peygamber’in duası bereketi ile Kur’ân’ın tercümanı olan amcazadesi büyük âlim Abdullah b. Abbâs (r.a.) onlardan biridir. Allah’ın Elçisi (s.a.s.) onun için şöyle dua etmişti:

“Ey Allah’ım, onu dinde fakîh kıl ve ona te’vili öğret.” İbn Cerîr’in, Muhammed b. Beşşâr-Veki-A’meş-Müslim yoluyla rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Mes’ud (r.a.) şöyle demektedir:

“Kur’ân’ın en iyi tercümanı İbn Abbas’tır.” Müfessir Taberî, aynı haberi teyid mahiyetinde İbn Mes’ûd’a varan çeşitli isnadları verir. İbn Abbâs hakkında kullanılan bu ibarenin İbn Mes’ûd’a isnadı sahihtir. İbn Mes’ûd (r.a.) sahih olan bu kavle göre hicri 32/652 yılında vefat etti. Abdullah b. Abbâs, İbn Mes’ûd’dan sonra 36 sene daha yaşadı. İbn Mes’ûd’dan sonra, İbn Abbâs’ın elde ettiği ilmi, sen takdir et artık. el-A’meş, Ebû Vâil’den rivayet ettiğine göre Ali (r.a.) hac mevsimi dolayısı ile Abdullah b. Abbâs’ı kendi yerine temsilci olarak göndermişti. İbn Abbâs (r.a.) insanlara (Müslümanlara) hitapta bulunmuş ve hutbesinde Bakara Sûresini okumuştu. Bir rivayete göre Nûr Sûresini okumuş, onu mükemmel bir şekilde tefsir etmişti. Rumlar, Türkler ve Deylemliler onu dinlemiş olsalardı Müslüman olurlardı demektedir.

İsmail b. Abdirrahmân es-Suddî el-Kebîr bu yüzden tefsirinde ekseriyetle İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs’tan rivayet etmektedir. Ancak bazen de onların Kitap ehline âit sözlerden hikâye ettiklerini nakletmektedir. Allah’ın Elçisi (s.a.s.) kendisine yalan isnâd etmeksizin kitap ehlinin sözlerini nakletmeye müsade etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bir âyet olsa bile benden tebliğ edin israil oğullarından da naklederseniz, bunda bir beis yoktur. Her kim kasıtlı olarak hakkımda yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın” Bunu Buhârî, Abdullah b. Amr’den rivayet etmiştir. Abdullah b. Amr, bu hadisten çıkardığı müsaadeye dayanarak Yermük vak’asında kitap ehline âit iki deve yükü kitap ele geçirmiş ve bunlardan hikâyeler nakletmiştir.

Ancak, İsrâiliyyât ile ilgili olarak nakledilen hikâyeler, onlara dayanmak ve bağlanmak için değil, fakat istişhâd (veya bir misâl) olarak anlatılır. İsrâiliyyât ile ilgili olan kıssalar üç kısma ayrılır.

1- Doğru olduğunu bildiğimiz ve   elimizde   mevcut   olan   delillerin   de doğruluğunu  teyit ettiği  nakiller ve  kıssalardır ki  bu  nevi  kıssa ve  nakiller sahîhtir.

2- Elimizdeki delillere ters düşen ve yalan olduğunu  bildiğimiz kıssa ve nakillerdir.

3- Zikrettiğimiz her iki neviden olmayan, ne kendisine inanılan ne de yalan olduğu söylenebilen, hakkında sükût edilen nevidir ki yukarıda olduğu gibi bunu da hikâye etmek caizdir.  Bu  kabil  kıssalar,  umumiyetle dine  hiçbir fayda sağlamaz. Bunun içindir ki kitap ehlinin bilginleri bu konuda çok defa ihtilafa düşmüşlerdir.  Müfessirler arasında  bu  yüzden  ihtilaflar meydana gelmiştir. Nitekim, Ashâb-ı Kehf’in isimleri ve sayıları, köpeklerinin rengi, Hazreti Musa’nın asasının hangi ağaçtan olduğu, Yüce Allah’ın Hz. İbrahim için dirilttiği kuşların adları, ölü sığıra ne ile vurulduğunun tayini, Allah’ın, Hz. Musa’ya üzerinden seslendiği  ağacın  nev’i  ve tayin  edildiği  takdirde,   mükelleflerin  dünya  ve âhiretleri için bir fayda temin etmeyen, Allah’ın Kur’ân-ı  Kerîm’de müphem bıraktığı hususlar gibi meseleler ihtilafların doğmasına sebep olmuştur. Bununla beraber, bu konuda aralarında vuku bulan fikir ayrılıklarını nakletmek caizdir. Nitekim Yüce Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm’de “(Karanlığa taş atar gibi) mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir, derler, Yahut beştir, altıncıları köpekleridir. Yahut yedidir, sekizincileri köpekleridir, derler. Deki, onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bunun için (ey Muhammed) onlar hakkında bu kısaca anlatılanın dışında,  kimse ile tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma” buyurmaktadır.  Bu  âyeti  kerîme  bu makamda, lâyık olan edebi ve buna benzer hususlarda gerekeni öğretmeyi ihtiva etmektedir. Çünkü Allah (c.c), onlardan üç söz hikâye etti, ilk ikisini çürüttü, üçüncüsünde sükût etti. Bu da üçüncüsünün doğru olduğunu göster­mektedir. Eğer doğru olmasaydı, diğer ikisini çürüttüğü gibi, onu da çürütürdü. Sonra bu âyeti kerime, Ashab-ı Kehf’in sayısını bilmede bir fayda mülahaza edilmediğine   işaret   etmekte   ve   “…De   ki   onların   sayısını en iyi bilen Rabbimdir…” buyurmaktadır. Zira, bunu ancak Allah’ın kendilerine bilgi verdiği pek az kimse bilir. Bunların dışında kimse bilemez. Bunun içindir ki Aliah (c.c.) “…Onlar hakkında bu kısaca anlatılanın dışında kimseyle tartışma…” buyur­maktadır. Yani faydasız şeyler için kendini yorma ve bu hususta onlara bir şey sorma. Çünkü onlar, gayb İçin zanda bulunmaktan başka bir şey bilmiyorlar. İhtilafı nakletmekte takip edilecek en güzel yol, bu kabil sözleri iyi kavramak, bunlardan sahih olanı bilmek, bâtıl olanı ayırmak, faydasız işlerde münakaşa ve ihtilafın uzamaması için ihtilafın fayda ve semerelerini zikretmek ve daha önemli işlerle meşgul olmaktır. Ama, söylenen sözlerin hepsini iyi kavramaksızın bir meseledeki ihtilafı hikâye eden kimse hataya düşmüş ve hikâye ettiği şey eksik aktarılmış olur. Zira bu durumda doğru olan, belki de terkedilen kısımda kalmış olabilir. Veya ihtilafın hangisinin sahîh hangisinin bâtıl olduğuna işaret etmeden mutlak olarak hikâye ederse, bu durumda kusurludur ve hikâye ettiği mesele eksiktir. Eğer doğru olmayanı kasten doğru olarak hikâye ederse, kasıtlı olarak yalan söylemiş veya bu işi bilmeyerek yaparsa hataya düşmüş olur. Keza, fâidesiz meselelerde ihtilaf çıkaran veya mânâ bakımından bir veya iki söze râci olanı, lafız olarak birçok söz halinde hikâye eden kimse ise, vaktini boşa harcamış ve sahih olmayan meseleleri çoğaltmış olur. Aynı zamanda onun durumu yalancı şahidin durumuna benzer. Doğruya ulaşma yolunda muvaffak kılan Allah (c.c)tır.

Fasıl: Tefsir, ne Kur’ân, ne hadis ne de sahabenin sözlerinde bulunmayınca, birçok imâm (müfessir) bu hususta, Mücâhid b. Cebr gibi tabiîlerin sözlerine müracaat ederlerdi. Mücâhid, tefsir ilminde büyük bir özelliğe sahiptir. Nitekim Muhammed b.  Ishâk-Ebân b. Salih  Mücâhid’in:

“Mushafı  baştan sona İbn Abbas’ın önünde üç defa okudum, her âyetin sonunda durup, her birini ayrı ayrı sorardım” dediğini nakletmektedir, İbn Cerîr-İbn Ebî Müleyke: “Mücâhidin, üzerinde Kur’ân-ı  Kerîm yazılı  olan  levhalar beraberinde olduğu  halde,  İbn Abbas’tan bunların tefsirlerini sorduğunu gördüm. İbn Abbas ona yaz der, o da yazardı. Böylece bütün Kur’ân’ın tefsirini sormuştu” şeklinde rivayet eder. Bu hususta Süfyân es-Sevrî de şöyle demektedir: “Eğer Mücâhidin tefsiri eline geçerse, o sana yeterlidir.” Müfessirler Mücâhid’in tefsirini benimsemiş ve on­dan istifade etmişlerdir. Aynı zamanda tabiî olan Sa’îd b. Cübeyr, İbn Abbas’ın kölesi İkrime, Atâ b. Ebî Rabah, Hasan el-Basrî, Mesrûk b. el-Ecda, Sa’id b. el-Müseyyib, Ebu’l-Âliye, Rebi b. Enes, Katâde, Dahhâk b. Müzâhim, diğer tabiîler ve bunlardan sonra gelen tebei tabiînden olan büyük müfessirlerin sözlerini de ihmal etmemiş, Kur’an’ı tefsir  ederken  bunların sözlerini kullanmışlardır. Bunların kullandıkları ibarelerde, lafız bakımından bazı farklar bulunabilir. Fakat bu konuda yeterli bilgiye sahip olmayanlar, bunlar arasında bir ihtilâf olduğunu sanırlar ve değişik sözler hikâye ederler. Halbuki gerçek olan bu değildir. Çünkü bunlardan bazıları, bir şeyin mânâsını dolaylı yollar veya müteradif ifâdelerle anlatır, diğer bazıları ise nassa bağlı kalarak, manaları ifâde eden lafızların aynısını kullanmak suretiyle ifâde ederler. Bütün bu ifâdeler birçok yerde, aynı mana etrafında toplanır. Akıl sahipleri bu konuda uyanık olmalıdırlar. Hidâyete erdiren yalnız Allah (c.c.) tır. Şu’be b. el-Haccâc ve diğer bazıları, “tabiîlerin sözleri fer’i meselelerde bir delil olarak kabul edilmediği  halde, tefsirde bir hüccet olarak nasıl kabul edilir?” demektedirler. Yani bazılarının sözleri, kendilerine muhalif olanlara karşı bir hüccet olamaz. Bu görüş doğrudur. Ama, bunlar bir meselede aynı görüş etrafında birleşir, icmâ hâline gelirlerse, sözlerin bir delil olarak kabul edilmesinde şüphe yoktur. Şayet aralarında görüş birliği olmayıp, ihtilafa düşerlerse, bu durumda bazılarının sözü, diğer bazılarına karşı, hattâ bunlardan sonra gelenlere karşı da bir hüccet olamaz. İhtilaf edilen konuda, ya Kur’ân, ya hadis diline yahut Arapların umumi diline veyahut sahabenin sözlerine müracaat edilir.

Sadece re’ye dayanarak Kur’ân’ı tefsir etmek haramdır. Muhammed b. Cerîr bu konuda bir rivayette bulunarak şöyle demektedir: “Bize Muhammed b. Beşşar – Yahya b. Sa’id – Süfyan – Abdu’l-A’lâ b. Âmir es-Sa’lebî-Sa’id b. Cübeyr-İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre, Allah’ın elçisi (s.a.s) şöyle buyurdu:

Her kim Kur’ân hakkında kendi görüşünü beyân eder veya bilmediğini söylerse, o kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Tirmizî ve Nesâi çeşitli yollarla Süfyân es-Sevri’den bu şekilde rivayet ettiler. Ebü Dâvûd da aynı hadisi, Müsedded-Ebû Avâne, Abdu’l-A’la yoluyta merfu olarak rivayet etti. Tirmizî bu hadisin hasen olduğunu söylemektedir. İbn Cerîr de bu hadisi çeşitli yollardan Yahya b. Talha el-Yerbu’î-Şureyk-Abdu’l-A’lâ tankıyla merfu olarak; Melâi-Abdu’l-A’lâ-Sa’id b. Cübeyr tarikiyle İbn Abbas’dan mevkuf olarak; keza İbn Humeyd-Cerîr-Leys-Bekr-Sa’id b. Cübeyr tarikiyle, İbn Abbas’tan kendi sözü olarak rivayet etti. En doğrusunu Allah bilir.

İbn Cerîr, el-Abbas b. Abdi’l-Azîm el-Anberî-Hibbân b. Hilâl-Ebû Hazmın kardeşi Süheyl-Ebû Imrân el-Cündeb’den rivayetle Allah’ın Elçisi (s.a.s.) nin şöyle buyurduğunu söyledi:

“Her kim Kur’ân hakkında kendi görüşünü söylerse mutlaka hata etmiş olur.” Bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Süheyl b. Ebî Hazm el-Kati’î’nin naklettiği bir haber olarak rivayet ettiler. Tirmizî, bu hadisi garib görür ve bazı ilim ehlinin Süheyl hakkında konuştuklarını söyler. Buna âit diğer bir rivayet ise şöyledir:

“Her kim, Allah’ın Kitabı hakkında görüşünü söylese ve isabet etmiş olsa yine hata işlemiş olur”. Yani, kendini, bilmediği bir şeyin külfetine sokmuş, manayı isabet etse bile, emr olunmadığı bir işi işlemekle hataya düşmüş olur. Çünkü, konuya normal yoldan girmemiştir. Bu kimsenin durumu tıpkı, câhil olduğu halde insanlar arasında hüküm veren kimsenin durumu gibidir. Bu kimse verdiği hükümde isabet etse bile cehennemliktir. Ancak şu kadar var ki bu suç, verdiği hükümde isabet edemeyip hata işleyenin suçundan daha hafifdir. En doğrusunu Allah bilir. Böylece Allah (c.c.) kazf (iftira) edenlere yalancı adını vermiş ve Kur’ân’ı Kerîm’de “…madem ki şahit getiremediler, o halde onlar, Allah katında yalancıdırlar” buyurmuştur. Kazf eden yalancıdır, velev ki zina edeni kazfetmiş olsun. Çünkü o, bildirilmesi ken­disi için helâl olmayan bir şeyi haber verdi. Hatta bildiği şeyi haber vermiş olsa bile durum fark etmez. Çünkü o, bilmediği bir yükün altına girdi. Allah en iyi bilendir.

Bundan   dolayı   seleften   bir  grup,   bilmedikleri  şeyin  tefsirini   yapmaktan kaçındılar.  Nitekim,  Şu’be-Süleymân-Abdullah  b. Mürre-Ebû  Mamer yoluyla rivayet ettiğine göre, Hz. Ebû Bekr (r.a.) şöyle demiştir: “Eğer Allah’ın Kitabı hakkında bilmediğim halde konuşursam, beni hangi toprak kabul eder ve hangi gök beni gölgesi altına alır”.  Ebû  Ubeyd el-Kâsım  b.  Sallâm  da şöyle demektedir: Bize Muhammed b. Yezid-el-Avâm b. Havşeb-İbrâhim et-Teymi’den rivayet ettiğine göre, Hz. Ebû Bekr’e ifadesi hakkında sorulunca şu  cevabı  vermiştir:

“Eğer Allah’ın  kitabı   hakkında  bilmediğim   halde  söz söyleyecek olursam, beni hangi gök altına altr ve hangi toprak beni kabul eder”. Bu hadis munkatıdir. Yine Ubeyd şöyle dedi: Bize Yezit-Humeyd-Enes’ten rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (r.a.) bir gün minberde âyetini okudu ve “Bu meyvenin ne olduğunu bildik ama nedir? Sonra kendi kendine hitâb ederek, bu lüzumsuz bir külfetin altına girmektir”, dedi. Muhammed b. Sa’îd de şöyle demektedir: Bize Süleyman b. Harb-Hammâd b. Zeyd-Sâbit-Enes’ten rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir: Bir gün Ömer b. el-Hattâb’ın yanında idik, gömleğinin arkası dört yerinden yamalı idi ve âyetini okudu nedir, sorusunu ortaya attı. Sonra da bu bir külfettir. Bunu bilmem gerekmez mi, dedi. Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömer’in bu söz ve davranışlarındaki gaye bilme keyfiyetini ortaya koymaktır. Bunun aksi düşünülemez. Çünkü yerde biten bir bitki olduğunu bilmemek imkânsızdır. Nitekim Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurdu:

“…ve orada taneli ekinler, üzümler… bitirdik.”

İbn Cerîr:

“Bize Yakûb b. İbrahim-İbn Uleyye-Eyyûb-İbn Ebî Müleyke’den rivayet ettiğine göre İbn Abbas’a bir âyetin tefsiri soruldu. Bu âyetin mânâsı sizden birine sorulsaydı, mutlaka bir şeyler söylemeye kalkışırdı. Halbuki o, bu âyet hakkında bir şey söylemekten imtina etti,” dedi. Bu hadisin isnadı sahîhtir. Diğer taraftan Ebû Ubeyd de: Bize isrnâil b. İbrahim-Eyyûb-İbn Ebî Müleykenin şöyle dediğini nakletti: Bir adam İbn Abbâsa müddeti bin sene kadar olan gün hakkında soru sordu. İbn Abbâs cevap olarak ona, müddeti elli bin sene uzunluğunda olan gün nedir, dedi. Soru sahibi İbn Abbas’a, ben sana sorumu cevaplandırırsın diye sordum dedi. İbn Abbas ona, “Bu günler, Allah’ın kitabında zikrettiği iki gündür, bu iki günün hakikatini Allah bilir,” cevabını verdi. Allah’ın Kitabı hakkında bilmediğini söylemekten kaçındı. Yine İbn Cerir: Bana Yakub b. İbrahim-İbn Uleyye, Mehdî b. Meymûn-el-Velîd b. Müslim’den rivayet ettiğine göre, Talk b.  Habîb, Cündeb b, Abdillaha gelerek ona,  Kur’ân’dan bir âyet hakkında   soru   sordu.

“Cündeb cevap olarak, sıkılmıyor musun? Eğer Müslümansan (Allah aşkına) benden uzaklaş veya yanımda oturma dedi. Mâlik-Yahya b. Sa’id- Sa’id b. el-Müseyyeb’den rivayet ettiğine göre, Said’e Kur’ân’dan bir   âyetin  tefsiri  sorulunca  “Biz Kur’ân hakkında bir şey söylemeyiz”  dedi.  el-Leys-Yahya  b, Sa’id-Sa’id  b.   Müseyyeb’den  rivayet ettiğine göre  o,  Sa’id  b. el-Müseyyeb’in,  Kur’ân’dan  sadece  malum  olanlar hakkında konuştuğunu söyledi. Şu’be, Amr b. Mürre’den rivayet ederek, onun şöyle dediğini söyledi:

“Adamın biri, Sa’id b. el-Müseyyeb’e, Kur’ân’dan bir âye­tin tefsirini sordu. O da, bana Kur’ân’dan sorma. Sen o soruyu, her şeyi bildiğini iddia eden İkrime’ye sor,” dedi.” İbn Şevzeb, Yezîd b. Ebî Yezîd bana şöyle anlattı dedi: Sa’id b. el-Müseyyeb’den helâl ve haram hakkında sorular sorardık. İnsanlar arasında en iyi bilgiye sahipti. Bir defasında ona Kur’ân’dan bir âyetin tefsirini sorduğumuzda, güya işitmemiş gibi sükût etti, sesi çıkmadı, İbn Cerir:

“Bana, Ahmed b. Abede ed-Dabbî-Hammâd b. Zeyd-Ubeydullah b. Ömer rivayet ettiğine göre, Ubeydullah şöyle dedi: Medine fukahâsına ulaştım. Onlar tefsir hakkında söz söylemeyi büyük bir iş (ağır bir iş) kabul ediyorlardı. Salim b. Abdillah, el-Kâsım b. Muhammed, Sa’id b. el-Müseyyib ve Nâfi bu müfessırlerdendir.” Ebû Ubeyd bize Abdullah b. Sâlih-Leys-Hişâm b. Urve’den rivayet ettiğine göre, Hişam b. Urve şöyle dedi: Babamın, Allah’ın Kitabından hiçbir âyet te’vil  ettiğini katiyetle işitmedim.  Eyyûb-İbn Avn  ve Hişâm  ed-Dustuvâi’nin, Muhammed b. Sirîn’den rivayet etiğine göre, İbn Şîrîn şöyle dedi:

“Babamın, Allah’ın Kitabından hiçbir âyet te’vil ettiğini katiyetle işitmedim.” Eyyûb-İbn Avn ve Hişâm ed-Dustuvâi’nin, Muhammed b. Sirîn’den rivhayet ettiğine göre, İbn Şîrîn şöyle anlattı:

“Ubeyde es-Selmâniye Kur’ân âyetlerinden biri hakkında soru sordum, bana şu cevabı verdi:

“Kur’ânın iniş sebeplerini bilenler gittiler (öldüler). Allah’tan kork ve doğruyu ara,” dedi. Ebû Ubeyde:

“Bize, Muâz İbn Avn-Abdullah b. Müslim b. Yesâr’dan, babasının şöyle dediğini anlattı: Allah hakkında bir söz söyleyeceğin zaman, önce geçeni ve sonradan geleni gözden geçirinceye kadar sabret.” Hüşeym-Mugire-İbrâhim’den  rivayet ettiğine göre İbrahim şöyle demiştir: Arkadaşlarımız Kur’an’ı tefsir etmekten sakınır ve ona açıklama yapmaktan korkarlardı. Şu’be-Abdullah b. Ebi’s-Sefer’den şöyle rivayet eder: eş-Şabi’ye hakkında soru sormadığım hiçbir ayet yoktur. Fakat, onun rivayeti Allah (c.c.) tandır. Ebû Ubeyd bize, Hüşeym-Amr b. Ebî Zâide-Şa’bi-Mesrûk’tan rivayet ettiğine göre, Mesrûk, şöyle dedi: Tefsirden sakının. Çünkü o, Allah’tan gelen bir rivayettir.

Seleften olan bazı insanlar (âlimler)in rivayet ettikleri bu sahîh hadisler ve benzeri deliller, tefsir konusunda bilmedikleri şeyler üzerinde söz etmekten kaçınmalarına hamledümektedir. Ama, dil ve şeriat bakımından bilgiye sahip olanlar için bu konuda bir sakınca yoktur. Bunun içindir ki tefsir mevzuunda bunların ve başkalarının sözleri rivayet edilmiştir. Bunda bir tezat yokur. Çünkü bunlar,  bildiklerini söylemiş,  bilmedikleri şeyler hakkında sükût etmişlerdir. Herkesin  yapması gereken  de budur.  Çünkü,  kişinin bilmediği bir mesele hakkında sükût etmesi gerektiği gibi, bildiği bir mesele hakkında soru sorulduğu zaman da bunu cevaplandırması icab eder. Nitekim Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyurdu:

“(Kitabı) muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız,  onu gizlemeyeceksiniz…” Ayrıca çeşitli yollardan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır;

“Her kim ki, kendisine bildiği bir şey sorulunca onu saklarsa, kıyamet gününde ona ateşten bir gem vurulacaktır” Ebû Ca’fer İbn Cerir’in, Abbas b. Abdi’l-Azîm-Muhammed b. Halid (r.a.)’den rivayet ettiği hadiste, Hz. Aişe şöyle demektedir: “Hazreti Peygamber (s.a.s.) Kur’ân’dan hiçbir şey tefsir etmezdi, ancak Cebrail (a.s.) in kendisine öğrettiği âyetlerin miktarınca tefsir ederdi”, İbn Cerir sonra da bu hadisi, Ebü Bekr Muhammed b. Yezîd et-Tarsûsî-Ma’n b. İsâ-Ca’fer  b. Hâlid-Hişâm yoluyla   rivayet  etti.  Bu  hadis münkerdir, garibdir. Rivayet zincirinde adı geçen Ca’fer, Muhammed b. Hâlid b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm el-Kureşi ez-Zübeyrî’nin oğludur. Buhârî, bu râvinin hadisine uyulmaz, demektedir. el-Hâfız Ebu’l-Feth el-Ezdî de, bu hadisin mün-ker olduğunu söylemektedir. el-İmâm Ebû Ca’fer, bu konuya temas ederek şöyle özetlemektedir: Bu âyetler, Cebrail vasıtasıyla Allah tarafından bildirilen tevkifî âyetlerdir. Hadis doğru kabul edilecek olursa, bu doğru bir te’vildir. Çünkü Kur’ân âyetlerinin bazılarını Allah (c.c.) kendi ilmine mahsus kılmıştır. Bazılarını âlimler bilmekte, bazılarını Araplar kendi dilleri mahareti ile anlamakta ve diğer bazıları da herkes tarafından kolaylıkla anlaşılmaktadır. Nitekim bu hususu İbn Abbâs bu şekilde izah etmiştir. İbn Abbas’ın bu izahını İbn Cerir-Muhammed b. Beşşâr- Müemmil-Sufyân yoluyla Ebu’z-Zinâd’dan rivayet ederek onun şöyle dediğini nakletti:

 

İbn Abbâs, tefsirin dört çeşit olduğunu söylemektedir:

1- Dili bilen Arapların bilebileceği tefsir,

2- Herkesin bilebileceği tefsir,

3- Alimlerin bildiği ve yaptığı tefsir,

4- Allah’tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı tefsir.

İbn Cerîr, isnadı üzerinde düşünülmesi gereken benzeri bir hadis daha rivayet etmiştir: Bana Yunus b. Abdi’l-A’la es-Sadefî-İbn Vehb-Amr b. el-Hâris-el-Kelbî-Ümmü Hâni’nin mevlâsı Ebû Salih’in İbn Abbâs’tan rivayet ettiğine göre, Allah’ın Elçisi (s.a.s.) şöyle buyurdu;

Kur’ân dört harf üzere indirildi:

1- Herkesin bilmesi gereken helal ve haram,

2- Arapların yaptıkları tefsir,

3- Âlimlerin yaptıkları tefsir,

4- Müteşâbih olan âyetler ki bunların tefsirini Allah’tan başka kimse bilemez. Allah’tan başka, bu âyetler hakkında bilgi iddia edenler yalancıdır. İbn Cerir’in isnadı üzerinde durulmasının lüzumuna işaret ettiği hadis, Muhammed b. Sâib el-Kelbî’nin rivayet zincirinde bulunduğu hadistir. Çünkü o, metrûku’l-hadistir. Belki de hadisin merfu oluşunda vehme düşmüş olabilir. Umulur ki bu hadis, yukarıda geçtiği gibi İbn Abbas’ın sözüdür. En iyisini Allah bilir.

Fâtiha’dan önce, tefsirin başlangıcında zikredilen faydalı bir mukaddime: Ebû Bekr b. el-Enbârî, bize İsmail b. Ishâk el-Kâdî-Haccâc b. Minhâl-Hemmâm, Katâde’den rivayetle onun şöyle dediğini anlattı: Kur’ân’ın Bakara, Âli Imrân, Nisa, Maide, Berâe, Ra’d, Nahl, Hâc, Nûr, Ahzâb, Muhammed, Feth, Hucûrât, Rahman, Hadîd, Mücâdile, Haşr, Mümtehine, Sâf, Cum’a, Münâfıkûn, Teğâbûn, Talâk, Tahrîm, Zilzâl ve Nasr sûreleri Medine’de, bunların dışında kalan diğer sûreler ise Mekke’de nazil olmuştur.

Kur’ân-ı Azîm’in âyetlerinin sayısı altı bindir. Sonra Kur’ân âyetlerinin bu sayıyı   aştığı   hususunda   çeşitli   görüşler  ortaya   çıkmıştır.   Bazıları   Kur’ân âyetlerinin bu sayıdan fazla olmadığını söylemekte, diğer bazıları bu sayıya ikiyüz dört âyet ilave etmektedirler. Diğer taraftan bu sayıya on dört, iki yüz on dokuz, iki yüz yirmi beş veya yirmi altı, iki yüz otuz altı gibi çeşitli rakamlar ihtiva eden âyetlerin ilâve edildiğini söylemektedir. Bu görüşleri Ebû Amr ed-Dânî, el-Beyân adlı eserinde zikretmiştir. Ama Kur’ân’ın kelimelerine gelince, el-Fadl b. Şâzân, Atâ b. Yesâr’dan naklederek, Kur’ânda yetmiş yedi bin dört yüz otuz dokuz kelimenin bulunduğunu söylemiştir. Kur’ân harflerine gelince, bunu da, Abdullah b. Kesîr, Mucâhid’den şöyle nakletmektedir: Kur’ân harflerini sayma neticesinde üç yüz yirmi bin yüz seksen olduğunu tesbit ettik. el-Fadl b. Atâ b. Yesâr, Kur’ân harflerinin üç yüz yirmi üç bin on beş olduğunu söylemiştir. Sallâm Ebû Muhammed el-Hammânî de şöyle demektedir: Haccâc, Kurrâ, hafız ve kâtipleri toplayarak onlara bütün Kur’ân’da kaç harf olduğunu bana haber verin dedi. Kendisine Kur’ân harflerinin sayısı hakkında haber verilince, bu bilgi bize kâfidir dedi ve üçyüz kırk bin yediyüz kırk harf olduğunda ittifak ettiler. Sonra da Kur’ân’ın yarısı nereye kadardır, bana haber verin dedi. Bunun üze­rine onlar, Kur’ân’ın yarısı Kehf Süresindeki kelimesinde mevcûd olan ye kadar, Kur’ân’ın ilk üçte biri, Berâe Sûresinin yüzüncü âyetinin başına kadar, ikinci üçte biri, Şuarâ Sûresinin yüzüncü veya yüz birinci âyetinin başına kadar, üçüncü üçte birinin de Kur’an’ın sonuna kadar olduğunu bildirdiler. Ayrıca Kur’ân’ın ilk yedide biri, Allah Tealanın âyetindeki harfine kadar, ikinci yedide biri de A’râf Süresindeki iberesindeki harfine kadardır. Üçüncü yedide biri, Ra’d Sûresinin kelimesindeki ikinci kadardır. Dördüncü yedide biri, Hâc Sûresinde bulunan cümlesindeki kadar, beşinci yedide biri, Ahzâb Süresindeki kavlinde bulunan ye kadar, altıncı yedide biri, Fetih Süresindeki âyetindeki kadar ve yedinci yedide birinin ise Kur’ân’ın sonuna kadar olduğunu kendisine bildirdiler. Sallâm Ebû Muhammed, bu bilgiyi dört ayda elde edebildik dedi. Dediler ki: Haccâc her gece, Kur’ân’ın dörtte birini okurdu. Birinci dörtte biri, En’âm Sûresinin sonuna, ikincisi Kehf Süresindeki kelimesine, üçüncüsü, Zümer Sûresinin so­nuna ve dördüncü dörtte biri ise, Kur’ân’ın sonuna kadardır. eş-Şeyh Ebû Amr ed-Dânî “el-Beyân” adlı kitabında bütün bunların hilafını anlatmaktadır. En doğrusunu Allah bilir.

Kur’ân’ın Hizb ve Cüzlere Ayrılması: Kur’ân, okullar ve diğer yerlerde bulunan rubuatta (mahalle ve evlerde) olduğu gibi otuz cüz olarak meşhur olmuştur. Ashab-ı Kirâm’ın Kur’an’ı Kerim’i bölümlere ayırmaları ile ilgili hadisi imâmı Ahmed’in Müsned’lnöe, Ebû Davud’un Sünen’inde, İbn Mâce ve diğer hadisçilerin, Evs b. Huzeyfe’den rivayet ettikleri hadisi yukarıda zikretmiştik. Evs b. Huzeyfe hayatta iken Resulullah’ın ashabına Kur’an’ı bölümler haline nasıl getiriyorsunuz, diye sormuş, onlar da kendisine, üçlü beşli, yedili, dokuzlu, onbirli, onüçlü, bölümlere ve hatim edilinceye dek mufassal bölümlere ayırırız, cevabını vermişlerdi.

Fasıl: Sûre kelimesinin manası hakkında ihtilâf vuku bulmuştur. Onun el-İbâne (ayırmak), el-İrtifa (yükselme), tarakki, (yükseklik) manalarından iştikak ettiği söylenmiştir. en-Nâbıga bir beytinde sûre kelimesini yüksek ve şerefli mevki manasında kullanmıştır.

“Görmüyor musun Allah sana öyle bir mevki vermiş ki, o mevkinin altında bütün kralların bocalamakta olduğunu görürsün”. Bu manaya göre, Kur’ân okuyan kimse bir sûreden diğerine geçerken, yüksek bir mevkiden diğer yüksek bir mevkiye geçmiş oluyor. Sûrenin, şerefli ve yüksek mevkiye sahip bulunması sebebiyle bu adi aldığını söylemiştir. Nitekim şehrin etrafını çeviren yüksek duvara sûr adı verilmektedir. kapta artan su manasında olan dan olarak, Kur’ân’dan bir parça ve ondan bir cüz olması bakımından sûre adı aldığı da söylenmiştir. Bu görüşe göre kelimenin kökü hemzelidir. Hemze tahfif edilip makablî mazmûm olduğundan kalbedildi.

Bu ad ona, tam ve kâmil olduğundan verildi de denmiştir. Çünkü Araplar tam olan bir deveye, sûre adı vermektedirler. Ben derim ki: Âyetleri bir araya getirip ihata ettiği için, ona bu adın verilmesi muhtemeldir. Çünkü, şehrin ev ve katlarını bir arada toplayan ve onları ihata eden duvara sûr adı verilmiştir. Sûrenin çoğulu, vâv’ın fethi ile suver’dir. Sûrât ve Suvârât olarak da cem edilebilir.

Âyet kelimesine gelince, o, kendinden önce geçen sözün kesilmesine ve kendinden sonra gelen sözden   ayrılmasına bir alâmettir. Yani diğer kardeşlerinden (benzerlerinden) ayrı ve tek kalmasıdır. Yüce Allah  “…padişahlığına   alâmettir…”   buyurdu.   Bu   âyetteki   kelimesi   alâmet manasında kullanılmıştır. en-Nâbiga bir beytinde âyet kelimesini (alâmet) manasında kullanmıştır (O’nun hakkında bazı alametler tahayyül edip bunları altı senedir iyice öğrendim. Bu yedinci senedir). Âyetin, Kur’ân harflerinden bir grup ve bir takım harfler olduğu söylenmiştir. Nitekim Arapların kavim cemaâtlarıyla (topluluklarıyla) birlikte çıktı, sözündeki âyet kelimesi cemaat (topluluk) manasında kullanılmıştır. Şâir bir beytinde:

“Nakbeynden bizim kabile gibi bir kabile daha yoktur; zürriyetimiz olan çocuklarımızı önümüze katarak cemaatımızla birlikte ayrıldık” demektedir. Bu beyitte geçen âyet kelimesi de cemâat manasında kullanılmıştır. Beşeri, mislini konuşmaktan âciz duruma düşüren bir fevkaladeliğe sahip bulunduğu için, âyet adını aldı denildi.

Sibeveyh bu kelimenin aslı vezninde dir. müteharrik makabli meftûh olduğu için elife kalb olundu, sonra da hemze med kılındı ve şekline girdi demektedir. el-Kisâi, bu kelimenin aslı vezninde dir. Elife kalbedildi, sonra da iltibas meydana geldiğinden hafzedildi demektedir, el-Ferrâ ise, bu kelimenin aslı, birinci nın şeddesi ile dir. Burada şedde uygun düşmediği için, Elife kalbedildi ve demektedir. Bu kelimenin çoğulu Ây veya Âyât veyahut Âyây’dır. Kelime ise tek bir lafızdan ibarettir. Bazen ve benzerleri gibi iki harfli, bazen de iki harften fazla olur. Bir kelime en çok on harfli olmaktadır. Mesela  lafızlarında   olduğu   gibi   bazen   bir   tek   kelime   bir   âyet   olur ve  Küfelilere  göregibi misallerde olduğu gibi Çünkü Küfelilere göre âyet en az iki kelimeden meydana gelir. Aksi halde âyet adı verilemez. Yukarıda tek kelimeli âyetler için verdiğimiz misaller Fevâthu’s-Suver (sûreleri başlatan) kelimelerdir, demektedirler.  Ebû Amr ed-Dânî de, Rahman Süresindeki ayetinden başka tek kelimeli âyet bilmiyorum demektedir.

Fasıl: Kurtubî, Kur’ân’da a’cemî (Arapların dilinin dışında) terkiplerden hiçbir terkibin bulunmadığına, onda, İbrahim, Nûh, Lût gibi a’cemi özel isimlerin bulunduğuna ittifak ettiler. Bunların dışında a’cemi olarak herhangi bir şeyin bulunup bulunmadığı hususunda ihtilâf ettiler. Bâkillânî ile Taberî, bütün bunları kabul etmeyerek, Kur’ân’da a’cemiye benzeyenlerin bulunması, dillerde bazı yönlerin birbirine uygun düşmesi ve benzerlik başka bir şey değildir, dediklerini ifade etmektedir.

Yukarıda tercemesini vermeye çalıştığımız İbn Kesir’in tefsir mu­kaddimesinden anlaşılacağına göre, o, daha çok rivayet tarikine itina göstermiş, bununla beraber dirayet yönünü de ihmâl etmemiştir. Genellikle bir sûrenin birçok âyetini veya sûreyi yazar, sonra bunları sırası ile tefsire çalışır. Tefsirinde cerh ve ta’dile, tarihi malumata daha büyük bir yer vermiştir. Kısacası yalnız nakl ile iktifa eden bir müfessir değildir. Tenkit fikrine sahip, ihatası geniş, muktedir, itimada şayan bir müfessir olduğunu, tefsininin her sahifesinde ispat etmektedir. Bu tefsir, mesûr tefsirin en sahîh olanlarındandır. Tefsirde en güzel yol olan, Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsir etme yolunu tercih etmiştir. Daha sonra, Hazreti Peygamber’den, sahabe ve tabiilerin ileri gelenlerinden nakillerde bulunur. Bir âyet hakkındaki çeşitli görüşleri mukayese eder. Sahîh olanlarını illetli olanlarından ayırt eder. İbn Cerir, Fahruddin er-Râzi veya diğer meşhur müfessirlerden bir söz nakledildiğinde, mücerret taklidle onları kabul etmez, bu hususta doğru olan görüşü tercih eder, doğru görmedikerini ise reddeder. Tercih edileni tercih edilmişten, sahîhi zayıftan ayırt edecek kabiliyete sahiptir. Bunlar onun, ilmi melekesini gösteren delilerdir.

Selef müfessirlerinden rivayet edilen tefsir kitaplarının, en meşhurlarından olan İbn Kesîr, âyetlerden hükümler çıkarmada, beyân hususunda en önde gelen tefsirlerdendir. Kur’ân’ın va’z ve fıkıh yönlerinden anlaşılmasında ihtiyaç duyulmayan ve pek çok kimsenin ele aldıkları irâb bahisleri, belâgi fenlerin nükteleri ve diğer ilimlere âit istinbatlar bu tefsirde bulunmaz. Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsir ederken, mana yönünden uygun âyetleri serdetmekle, diğerlerine nisbetle daha fazla rağbet kazanır. Sonra âyete taalluk eden merfu hadisleri alır ve onlardan elde ettiği delilleri beyân eder. Daha sonra da sahabe, tabiîn ve selef âlimlerinin sözlerini alır. Yine bu tefsirde, me’sûr tefsirlerdeki İsrâiliyyâtın kötülüklerinden okuyucuları genel olarak koruma vardır. Onları tahkik ederek, bunların kötülüklerini tayin eder. Bu meziyyetlerinden başka, Arap dilini açık anlaşılır bir şekilde kullanması, manaları müfredatı ve ilmi üslûbu ile birlikte öğ­retip okuyucuyu amele davet etmesi, en güzel hususiyetlerinden birini teşkil eder. Okuyucuyu, âdeta âyetin nazil oluş zamanına yaklaştırır. Onun nazil oluşunun   yüce   maksatlarını   bildirir.   Manaları   açıklar,   irab   acâibliklerinden uzaklaştırır.  Vecihleri ve  muhtemel  lafızları  çoğaltır,  ilim  ve  araştırmalarını sadece âyeti kerimeyi anlamaya teksif eder.

İbn Kesîr’in bu tefsirinin, Taberi tefsirinden sonra rivayet tefsirlerinin en meşhuru olduğunu söylemiştik. Yukarıda tercemesini verdiğimiz uzun mukaddimesinde müellif, Kur’ân ve tefsire taalluk eden birçok meseleyi ele almıştır. Fakat bu mukaddimede ağır basan husus, İbn Kesir’in hocası İbn Teymiyye’nin “Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir” adlı eserinin tesiri altında kalmış olmasıdır.

İbn Kesir, evvela âyet zikreder, sonra kolay ve kısa bir ibare ile zahire göre tefsir eder. Eğer âyeti başka bir âyetle izah etme imkânı bulursa onu zikreder. Âyetin mânâsını beyân edip muradını açıklayıncaya kadar iki âyeti karşılaştırır. Bu genel manadan sonra, âyete taalluk eden merfû hadisleri serdeder. Bunlara ilâve olarak, sahabe, tabiîn ve selef âlimlerinin sözlerine de tercihli olarak yer verir.

İbn Kesîr, haberleri cerh ve ta’dile tâbi tutar, bazılarını bazılarına tercih eder. Sağlam ve zayıf olanlarını beyan eder. Mesela Bakara Sûresinin 185. âyetinin tefsirinde geçen Ebû Ma’şer Necih b. Abdirrahman el-Medenî’yi zayıf görür:

Keza Bakara Sûresinin 251. âyetinin tefsirinde geçen Yahya b. Sa’id’i de zayıf bulur:

İbn Kesîr çoğunlukla İbn Cerîr, İbn Ebî Hatim, İbn Atiyye gibi kendisinden önce gelen birçok müfessirin tefsirinden nakillerde bulunur. İsrailiyyâta dikkati çekerek onun kötülüğünü anlatmaya çalışır. Bazı Kur’ân kıssalarını, mesela, Bakara 67. âyetindeki Yahudilerin inek kesme kıssasını ele alarak, bu husustaki görüşleri uzun uzun anlatır. Bu husustaki görüşlerin Isrâiloğullarının kitaplarından alınmış olduğunu, onları tasdik veya tekzib etmeksizin, nakilerinin caiz olabileceğini, onların hakka muvafık olduğu kadarına itimad edilebileceğini söylediken sonra, en doğrusunu Allah bilir ibaresini kullanmaktadır.

Yine müfessirimiz Kâf Sûresinin evvelinde, bu harfin manasını vermek için şöyle demektedir: … Bazı seleften rivayet olundu ki onlar kâf arz ile çevrili olan dağdır. Ona kâf dağı denilir, dediler. Muhakkak ki bu (Allah en doğrusunu bilir) isrâiloğulları hurafelerinden biridir… Benim indimde bu ve bunun gibiler, onların zındıklarının uydurdukları şeylerdir. Onları insanlara dinlerinin emri olarak giydirirler. Şu ümmetin yüksek derece hafızları, âlimleri, imamları olduğu halde, kısa müddet içerisinde hadiste Peygamber’e iftira ederlerse, uzun müddet geçtiği halde İsrâiloğulları, aralarında iyiyi kötüden ayırt edecek âlimlerin azlığı, şarap içmeleri, Allah’ın Kelâmını yerinden oynatmaları, Allah’ın kitap ve âyetlerini tebdil etmeleri gibi hususlar nasıl olmasın denilir? Bu durumda Sâri onlardan rivayete cevaz vererek “İsrâiloğullarından rivayet edin, onda beis yoktur” demiştir. Eğer akıl onu hayal olarak görür, bu hususta bâtıl olduğuna hükmederse, onun yalan olduğu zannı galebe çalarsa, böyle bir rivayet kabul edilmez. Allah en doğrusunu bilir.

İbn Kesîr’in fıkhî münakaşalara giriştiğini de görürüz. O, ahkâm âyetlerinden bir âyeti şerhederken, çeşitli âlimlerin sözlerini ve delillerini zikretmeyi ihmâl etmez. Meselâ, Bakara Sûresinin 185. âyetini tefsir ederken bu âyete taalluk eden dört meseleyi zikreder ve âlimlerin bu konudaki sözlerini ve delillerini ortaya koymaya çalışır. Keza Bakara Sûresinin 230. âyetinde, hulleli olan kişinin nikahının şartlarını ortaya koyar ve bu konuda, âlimlerin görüşlerini ve delillerini zikreder:

İbn i tercihlerini zikrederek onların görüşlerini kabullenmiş olmaktadır. Mesela, Bakara Sûresinin 35. “…İkiniz şu ağaca yaklaşmayın…” âyetinin tefsirinde, bu ağacın hangi ağaç olduğu hususundaki görüşleri verir ve bu konuda Taberi’nin görüşünü kaydettikten sonra, Fahruddin er-Râzinin de bu görüşü tercih ettiğini söyleyerek bu görüşü benimsediğini ifâde eder.

Yine Bakara Sûresinin 36. “Şeyfan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı” âyetinin tefsirinde, iblis ve yılan hikayesi hususunda selef müfessirlerinin İsrâiliyât naklettiklerini zikreder:

Netice olarak: Bu tefsir, rivayet (me’sûr) tefsirlerinin en faydalı olanlarındandır. Her yönü ile özlü, kendisini anlayabilecek seviyede olan kültürlü tabakanın kalblerine din sevgisini aşılar. Onların ruhî neşelerini artırır. Okuyucularını Kur’ân hükümleriyle amel etmeye yöneltir, emir ve nehiyler üzerinde durmaya alıştırır. Bu yönleriyle, İlahiyat öğrencileri için çok faydalı bir tefsirdir.

  Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler