İslam Filozofları

İbn Hazm, Hayatı, Felsefesi, Mezhebi, Eserleri (İslam Filozofları)

Endülüs’te zâhirî felsefenin temsilcisi olarak da gösterilen İbn Hazm’ın tam adı, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Sâid b. Hazm b. Galib b. Salih b. Halef b. Süfyan b. Yezid el-Farisî el-Kurtubî el-Endülüsî’dir. Künyesi ise, Ebû Muhammed ve lakabı da İbn Hazm’dır. İbn Hazm, ez-Zâhirî diye ün yapmıştır.

Hukukçu, edebiyatçı, usûl bilgini, hadisçi, soy ve şecere bilgini, dilbilimci, dinler tarihçisi, mantıkçı, felsefeci ve şair olan İbn Hazm, 18 Kasım 993’te Kurtuba’da doğmuştur. Yetiştiği saray Berberîler tarafından tahrip edilince, Elmeriye’ye geçmiş, siyasî tercihleri yüzünden iki defa hapsedilmiş ve daha sonra da sürgüne gönderilmiştir. Bir savaşta esir de düşen İbn Hazm, kısa bir süre için vezirlik yaptıktan sonra tekrar tutuklanmıştır. Bundan sonra kendini bütünüyle ilmî çalışmalara vererek, önemli eserler yazmıştır. Eserlerinin abartılarak 400 cilt (80.000 sayfa) olduğu rivayet edilir. Kadı Sâid’e göre İbn Hazım, Taberî’den sonra en çok eser yazan müellif olarak kabul edilmektedir. İbn Hazm, Casa Mantia’da 1064 yılında vefat etmiştir.

Felsefeye yönelttiği eleştiriler yüzünden felsefe tarihinde adı sıkça zikredilen İbn Hazm, Doğu’da Davud b. Halef el-İsfehanî’nin başlattığı Zâhirîlik akımını, Endülüs’te sürdürmeye gayret etmiştir. Bu yüzden de kıyas, re‘y, istihsân, taklîd ve ta‘lîl gibi akıl yürütme biçimlerini kabul eden bütün kelamcıları, ister Eş‘arî ister Mu‘tezilî olsun, ayırt etmeden sapıklıkla itham etmiştir. Ona göre sâdece lafzî ya da zâhirî dediğimiz metot doğrudur. Kelamcı ve felsefecilerin, Tanrı’nın mâhiyeti, cevherin terkîbi, ahlâkî sorumluluğun tabiatı ve benzeri konulardaki görüşleri bâtıldır. Ona göre bilginin gerçek konusu, duyularımız ya da aklımızın doğrudan kavradığı şeyler olduğu gibi, Kur’an ve sarih hadislerde bildirilen şeylerdir. Bunların dışında kalan şeylerle uğraşmak câiz değildir.

Tanrı hakkındaki görüşlerinde de İbn Hazm’ın zâhirciliği esas aldığını görmekteyiz. Ona göre Tanrı, hudûs ve nizam delilleriyle ispatlanabilir. Ancak Tanrı’ya herhangi bir sıfat atfetmek câiz değildir. Zira Kur’an ve Sünnet’te Tanrı’nın sıfatları bulunduğuna dâir herhangi bir ifâde yer almamaktadır. Sıfat, ancak nitelenebilir varlıklar için kullanılır. Nasslarda Tanrı için kullanılan; bilen, gören, işiten ve irâde eden gibi vasıflar, türemiş isimler olmayıp birer özel isim (alem)’dirler. Bu kavramlar, Tanrı’nın ilmi, görmesi, işitmesi, irâdesi gibi sıfatlarının bulunduğunu değil, onun bilen, duyan, gören ve irâde eden bir varlık olduğunu belirtmektedir. Tanrı’ya atfedilen sıfatların olumlu ya da olumsuz olmasının da hiçbir önemi yoktur.

Felsefeye karşı bu olumsuz tutumuna rağmen, İbn Hazm’ın eserlerinde felsefeye önemli bir yer verdiğini de görmekteyiz. Hatta kendisinin Kindî’nin görüşlerini hocaları Mübâşir ve Muhammed b. Hasan el-Mezhicî’den okuduğu belirtilmektedir. Ahlâk anlayışında Platon ve Aristoteles’ten etkiler taşıyan İbn Hazm, ahlâkî faziletleri dört temel üzerine oturtarak açıklar. Bunlar da, adalet, anlayış (fehim), necdet ve cömertliktir. Bu görüş Platon’un görüşünden etkilenerek ortaya atılmıştır. Ayrıca, aşırılıklardan kaçınılması gerektiğini belirtir ki, bu da Aristoteles’in ahlâk anlayışında önemli bir yer tutmaktadır. Hatta, Kadı Said’in iddiasına göre İbn Hazm, felsefî marifet ile dinî marifeti birleştirerek mükemmelliği ortaya çıkarmak istemiştir.
Bunlardan başka, İbn Cellâb Hüseyin b. Abdirrahman, İbn Ahmed b. Halid el-Kettânî ve İbnü’n-Nebbâş gibi isimleri de Endülüs’te felsefe ve diğer aklî ilimlerin gelişmesinde etkin olan kişiler olarak görmek mümkündür.

Dr. İsmail Erdoğan

filozof/ibnhazm1
İbn Hazm (994-1064) :

Ali b. Ahmed b. Said b. Hazm b. Galip b. Salih b. Halef b. Maden b. Süfyan b. Yezid el-Farisidir. İbn Hazm soy bakımından Kureyşli olmasına rağmen Endülüs’te yaşadığı için Endülüsî olarak tanınır. Soyundan Endülüs’e ilk gelen dedesi Haleftir. Yine soyundan ilk müslüman olan da Yezid’dir.

Hicri 384, Miladi 994 yılının Ramazan ayında Endülüs’ün meşhur şehri Kurtuba’da dünyaya geldi. Babası Ahmed kıymetli bir ilim adamı olduğundan ve aynı zamanda Halife Mansur ve oğlu Muzafferin döneminde vezirlik yaptığından dolayı İbn Hazm’ın çocukluğu lüks bir hayat içerisinde geçti. İbn Hazm da 1023’te kendisine halifelik üzerine biat edilen Müstezhar Billah tarafından vezirliğe getirildi, ancak bu görevinde uzun süre kalamadı, halife yedi hafta sonra öldürüldü ve İbn Hazm da hapse atıldı. Daha sonra Hişam el Mu’temed Billah döneminde ikinci defa vezaret görevine getirildi. Fakat sonunda bu görevi bırakarak kendisini tamamen ilmî araştırmalara verdi.

İbn Hazm, hadis ilimlerinde ve fıkıhta otoriteydi, Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarma gücüne sahipti. Siyer ve tarih konularında da ulaştığı üstün seviyeden dolayı ortaya koyduğu her meseleye tarihten yaşanmış örnekler getirmesini kolaylaştırıyordu. Bunlardan başka mantık ilmiyle de uğraşmış ve bu konuyla ilgili olarak et-Takrîb isimli bir eser yazmıştır. Daha sonra mantık ilmini bırakarak tamamen İslâmî ilimlere yönelmiştir. Aslında o zaten, mantık örneklerini bile hep fıkıhtan vermekteydi.

Öğreniminin ilk dönemlerinde Maliki fıkhını incelemiş, Muvatta’yı okumuştur. Daha sonra Şafii fıkhına yönelmiş ve bu mezhebin koyu bir taraftarı olmuştur. Bilahere Zahirî mezhebine bağlanmıştır ki kurucusu daha önceleri Şafii olan Davud b. Ali ez-Zahiri’dir (202-270) (miladi 817-884) İbn Hazm, bu mezhebin kök salması için her yerde onun savunmasını yapmış ve bu konuda kitaplar yazmıştır.

İbn Hazm, münakaşa ve tartışmalarıyla meşhurdur. Tarihçiler İbn Hazm ile maliki fıkıhçısı Süleyman el Baci arasında geçen ateşli tartışmalara kitaplarında uzun uzun yer verirler. Tarihçilerin belirttiğine göre İbn Hazm’ın en önemli özelliklerinden birisi geçmiş büyük alimlerde kusurlar bulması ve onları eleştirmesiydi. “Haccac’ın kılıcı ne ise, İbn Hazm’ın dili de odur” sözü şöhret bulmuştur. Büyük imamları eleştirdiğinden dolayı çağdaşları tarafından yoğun bir hücuma uğramış, sapıklıkla nitelendirilmiştir. Görüşlerini ve eserlerini kabullenmeyen alimler, sultanları ona karşı uyarmışlar, onun görüşlerini almayı ve yanına yaklaşmayı halka da yasaklamışlar. Bütün bunlardan dolayı sultanların hışmına uğrayan İbn Hazm bir çok işkencelere ve sürgünlere maruz kalmıştır. Kitapları yırtılmış, parçalanmış, hatta meydanlarda aleni bir şekilde yakılmıştır.

Endülüs’ten Horasan’a kadar ilim alış-verişi yaparak seyahat eden ve 633’te Kahire’de ölen Ebu’l-Hattâb b. Dihye, büyük mutasavvıf Muyhiddin b. Arabî zâhirî idiler. Kuzey Afrika’da Muvahhidlerin kurucusu olan İbn Tûmert (v. 534/1130) küçük farklarla zâhiriyye mezhebini temsil etmiştir. Muvahhidî hükümdarı Ebû-Ya’kub Yûsüf (558-580/1163-1184) aynı görüşleri icra safhasına koyarak mâlikî mezhebinin kitaplarını yaktırmış, zâhirî görüşü tatbik ve temsil edebilecek bir nesil yetiştirmek üzere tedbirler almıştır.

İbn Hazm, sırasıyla şu alimlerden ders almıştır. Ebu Ömer Ahmed b., Hüseyn, Yahya b. Mes’ud, Ebu’l-Hıyar Mes’ud b. Said, Abdullah b. Rebi. et-Temimi, Abdullah b. Yusuf b. Nami Zehebi Tezkiretü’l Huffaz isimli eserinde İbn Hazm hakkında der ki:

İbn Hazm büyük alimlerden biridir. İctihad şartlarının hepsi onda mevcuddur. Herkese bazı görüşlerinde eleştiri yöneltilebileceği, ona da yöneltilebilir. Muhakkak ki Allah Rasûlünden başka herkesin sözü alınabilir de, bırakılabilir de.

İmam Gazali der ki:

Allah’ın isimlerini anlatan kitaplar arasında gördüğüm İbn Hazm’a ait olan çok değerliydi. Anladığım kadarıyla akıcı bir zihni yapıya ve güçlü hafızaya sahip bir kişi.

Öğrencisi el Humeydi:

“Zeka, hızlı ezber, cömertlik ve dindarlığın bir araya geldiği onun gibi bir şahsiyet daha görmedim. Gerçekten şiiri de onun kadar hızlı ve anlamlı söyleyebilen biri daha yoktur.” der.

İzzüddin b. Abdüsselam der ki:

İslami kitaplar arasında İbn Hazm’ın Muhalla ve İbn Kudame’nin Muğni’si gibisine rastlamadım.

İbn Hazm Hicri 456 yılının şaban ayına iki gece kala, kendi mülkü olan ve sağlığında sık sık gittiği Ment Lisem köyünde vefat etti ve oraya devnedildi.

O, akâid, usul, furu’, tefsir, hadis, lisan, edebiyat, nesep, ahlâk, mantık, felsefe, tarih, ve tıp gibi bir çok ilme dair 400 ciltlik eser yazmış bir müelliftir.

Eserlerinden bazıları:

İbtal el-Kıyas ve’r-Re’y ve’t-Taklid ve’t-Talîl, El-İcma ve Mesailuhu ala Ebvab el Fıkh, El-İhkam fi usûl el-Ahkam, El-Ahkam ve’s-Siyer, Esma el-Hulefa ve’l-Vulât ve Müdedühüm, Esmaullah, Esma es-Sahabe ve’r-Ruvât, En-Nebzetu’l-Kafiye, Ashab el-Feteva, Tavk el-Hamame, Müdavatü’n-Nüfûs, izhar Tebdil el-Yehud ve’n-Na-sara li’t-Tevrat vel-încil, El-Mücella, El-Muhalla, Mera-tibu’l İcma, Neka el-İslam.

İbni Hazm ve Zahiri Mezhebi[1]

İbni Hazm (384 456 H.)

Asıl adı Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm b. Galib b. Salih b. Ebî Süfyan b. Yezid olup künyesi Ebu Muhammed´dir. O, eserlerinde kendisinden bu künye ile bahseder. Kısaca İbni Hazm denmekle meşhurdur. Babası Ahmed[2] Endülüs Emevî Devletinde mühim mevkii olan bir aileye mensuptur, İbni Hazm, kendisinin tran asıllı bir aileye mensup olduuğnu, îran menşeli olan dip dedesinin, Muaviye´nin kardeşi Yezid b. Ebi Süfyan´m azatlısı bulunduğunu söyler. Buna göre o, velâ´ (azatlı olma) yönünden Kureyşli, milliyet yö­nünden de İranlıdır. îbni Hazm, bu velâ´ sebebiyle Emevîlere fazla bağlılık gösterir, onları sevmeyenleri sevmez ve dostlarına karşı dostluk gösterirdi. Bu, İbni Hazm´in en bariz sıfatı olan vefakârlığından ileri geliyordu.

Îbni Hazm, nesebine dil Uzatanlara asla hak vermez. Ebu Mervan b. Hayyan, İbni Hazm´in soyca îranlı oluşunu inkâr etmiş ve tam olarak soyunun belli olmadığını söylemiştir. Ona göre bu aile­nin durumunu yükselten îbni Hazm´in babası Ahmed´dir. Fakat biz, İbni Hazm´in kendi nesebi hakkında verdiği bilgiyi yalan sayamayız. Çünkü o, kendi soyunu herkesten daha iyi bilir. Ailesi, Emevî hanedanına hizmete devam etmiş, Emevîler Endülüs´e geçip bir devlet kurdukları zaman bu aile de onlarla birlikte buraya gelmiştir.

İbni Hazm´in dip dedesi, Yezid b. Ebî Süfyan ile velâakdettiğine göre, onun ailesi çok eski tarihlerde îslâm Dinini kabul etmiştir. İbni Hazm´in Hristiyan bir aileye mensup olduğuna ve ailesinin ya­lan bir tarihte müslümanliğı kabul ettiğine ve Leble´nin Arap ol­mayan unsurlarından olduğuna dair îbni Hayyan´ın ileri sürdüğü iddia önemsizdir.[3]

Doğumu Ve Gençlîğî

Araştırıcı, hiçbir ilim adamının kendi doğum tarihini kesin olarak belirttiğini göremez. Fakat îbni Hazm, kendisinin doğum tari­hini yalnız günü, ayı ve yılı ile değil, tam saati saatına tesbit etmiş­tir. Îbni Hazm kendisi, Kadı Şâid´e[4] 384 H. yılı Ramazan ayının son günü, şafak söktükten sonra ve güneş doğmadan önce dünyaya gel­diğini yazmıştır. Bu, mensup olduğu ailenin çocuklarımn doğumuna çok önem verdiğini gösterir. Elbette bu da fikrî bir terakkinin eseridir.

İbni Hazm, o çağda hem Avrupa´nın ilim merkezi olan, hem de bağrında ilim, marifet, ümran ve medeniyyet hazinelerini taşıyan ve islâm´ın medeniyyet merkezlerinden biri bulunon Kurtuba´nın doğu kesiminde dünyaya gelmiştir.

İbni Hazm, devlet katında büyük mevkii olan zengin bir aile muhitinde büyümüştür. Fakat o, mevki´ ve mal peşinde koşmamak ve ilim tahsil etmekle yükselmiştir, ilmi, bizzat ilim olduğu için tah­sil etmiştir. Rivayet edildiğine göre îbni Hazm el-Muvatta´ı şerheden el-Bâcî[5] ile bir münazarada bulunmuştur. «Nefhu´t-Tib»´de bu münazara şöyle anlatılır:-

el-Bâcî;

«Benim ilim tahsilindeki himmetim senden daha büyüktür. Çünkü sen, ilmi altından yapılmış lâmba ışığında ve her türlü im­kânlar içerisinde tahsil ettin. Ben ise onu, çarşıdaki kandilin ışığı al­tında tahsil ettim.» dedi.

İbni Hazm de;

«Bu söz senin lehine değil aleyhinedir. Çünkü sen ilmi, halini benim halime çevirmek için tahsil etmişsin. Ben ise onu, bildi­ğin ve söylediğin şartlar içerisinde tahsil ettim. Onunla sadece dün­ya ve ahrette ilmî bir yüceliğe erişmek istedim» dedi.[6]

İbni Hazm, İşte böyle yüksek ve zengin bir ailede doğup büyümüştür. O, önce Kur´an-ı Kerîm´i hıfzetmiştir. Kendisi, Kur´an´ı ev­lerinde hıfzettiğini ve O´nu kendisine kadın yakınlarıyla cariyelerin hıfzettirdiğini söyler.[7]

Bu kadınlar, îbni Hazine okuyup yazmayı ve güzel yazı (Hat) sanatını öğrettikleri gibi, onun yalnız eğitim ve öğretimiyle uğraş- mamışlar, aynı zamand ı onu çucukluk ve gençlik çağının şiddetli fitnelerinden korumak çin çok titizlik göstermişlerdir. Kendisi bu hususta şöyle der:

Ben, çocukluk ateşi ile gençlik.şirretinin alevlendiği,, delikanlılık çağının insanı” aldattığı sırada kadın ve erkek gözcülerin ya­nında kapalı idim. Nefsine hâkim olup aklım yetince Ebu´l-Hasan b. Ali el-Fasi´nin yanıncia kaldım. Bu zat, dünyaya karşı zühd sa­hibi olma ve ahiret için çalışma, takva ve sağlam bir ibadet bakımından kendisinden öncekilerden âlim, âmil ve akıllı idi. Onun özürlü olduğunu zannederdim. Çünkü o, hiç evlenmemişti. îlim, amel, dindarlık ve takva bakımından onun bir benzerini görmedim. Allah, benî ondan çok faydalandırdı. Ben, kötülüğün ne demek olduğnu, günah işlemenin fenalığını ondan öğrendim. Ebu´l-Hasan Allah, ona rahmet eylesin hak yolunda [8]ölmüştür.[9]

Refahtan Sıkıntıya Doğru

İbni Hazm, câriye ve kadınların eğitimi, erkek ve âlimlerin öğretimi ile yetişmiştir. Öncekiler onun duygularını kontrol etmişler, ona Kur´an, hadis ve ince zevki Öğretmişlerdir, Sonrakiler de fikri, kalbi ve ruhu ile onu âhiret işlerine sevketmişîerdir.

İbni Hazm´in hayatı mesut bir hayat idi, çetin değildi. Yani o, huzurlu ve refahlı bir hayata sahipti. İbni Hazm´in bu hayatı böyle devam etseydi, belki o,-güçsüz ve önemsiz bir şahsiyet olurdu. Çün­kü refahlı bir hayat, ahlâkî yönden gevşeklik meydana getirir ve ki­şileri arıklaştırır.

Allah Teâlâ, İbni Hazm´in muhaliflerini şiddetli müdafaası ile kayaya çarpılmış yüzler gibi şaşkına çeviren bir şahsiyet ve karak­ter olarak ortaya çıkmasını takdir etmiştir. Allah, onu saadet-ve refah ile imtihan ettiği gibi maddî sıkıntı ile de imtihan etmiştir, îbni Hazm, onbeş yaşında iken ailesinde büyük bir sıkıntı belirmiş ve içinde bulunduğu refah, sefalete çevrilmiştir. Bundan sonradır ki ailesi ıztırap kadehini tatmıştır. Çünkü, babası Endülüs Emevî hanedanı vezirlerinden idi. Hişam el-Müeyyed (öl. 403 H.) tahta geçtiği zaman çocuktu.[10] Birçok şiddetli karışıklıklar çıkmıştı. Bu sırada Endülüs Emevî Halifesi, mânâsız bir isimden ibaret olmuştu. Bundan sonra Emevî hanedanı mensupları arasında şiddetli taht kavgaları başgöstermiştir. Bu konuda sözü İbni Hazm´e bırakalım. O, ailesinin maruz kaldığı durumu büyük bir tasvir gücüne sahip olan kalemiyle anlatırken şöyle der:

«Emiru´l-Mü´minîn Hişam el-Müeyyed tahta çıktıktan sonra birçok felâketlere uğradık. Onun devlet erkânının tecavüzlerine ma­ruz kaldık. Zindana atılma, sürgün edilme ve ağır para cezasına çarptırılma gibi şeylerle imtihan edildik. Fitne, alabildiğine şiddet­lenip her tarafı sardı. Bu fitne, bütün insanları ve özellikle bizi, vezir olan babam ölünceye kadar bırakmadı. Biz bu haller içerisinde iken, Hicrî 402 yılı Zilka´de ayının bitmesine iki gün kala Cumartesi günü ikindiden sonra babam vefat etti.»

Sıkıntı ve felâketler, İbni Hazm´in yumuşak ruhunu olgunlaştırmış ve onu güçlü bir irade sahibi kılmıştır. Bu sırada İbni Hazm ailesinin yeni evleri yağma edihniş ve onlar da eski evlerine gitmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra mihnet ve felâketler, kendilerini Endülüs´ün merkezi olan Kurtuba´dan Meriye´ye gitmeye mecbur etmiştir.[11]
filozof/cordoba cami
İlmîn Yüceliğine Doğru

İbni Hazm´in gençliğinin baharında ailesinin basma gelen felâket, bu aileyi izzet ve ikbalden uzaklaştırıp sürgün ve mallarının talan edilmesine maruz bırakmıştır. Fakat onu, zenginlikten fakir­liğe düşürmemiştir. Çünkü, büyük bir kısmı gitmiş ise de, ellerin­de kalan mal yine de az değildi. Fakat, vezir oğlu İbn Hazm, kendisi de vezir olarak yetişmek istiyordu. Çünkü o devirde veraset kanunu, kan ve şekil verasetine inhisar etmiyor, makam ve iş verasetini de içine alıyordu.

Bu felâketler, İbni Hazm´i yalnız ilme yöneltmiştir. O, yalnız ilimle yücelik duyardı. Gerçi hayatına bir ara siyaset de karışmış­tır. Fakat bu, geçici ve Emevîlere karşı gösterdiği vefakârlığın bir neticesi olmuştur.

İbni Hazm ilme yönelmiştir. Ailesi de onun için ilim yolunu kolaylaştırmıştır. O, küçük iken ilmi tatmıştı. Büyüdüğü zaman da ruhunda ilmin zevkini duyuyordu. Bu yüzden o, kendisini İlme ver­miştir.

İbni Hazm, önce Kur´an ilmine, sonra hadis rivayetine ve din ilmine yönelmiş, bütün bu ilimlerde en yüksek mertebeye ulaşmış­tır. Daha sonra da fıkha yönelmiştir. Fakat gençliğinde kendisini ta­mamen fıkha vermemiştir. Ancak o çağda dil, hadis, Kur´an, hik­met ve felsefe gibi ilimlerde meşhur olan kimselerin kültürüne yetecek kadar fıkıh öğrenmiştir.

O, önce fıkhı, îmam Mâlik´in mezhebine göre öğrenmiştir. Çünkü Endülüs ve Kuzey Afrikalıların mezhebi bu idi. Zehebî´nin «Tezkiratu´l-Huffaz»mda bir çağdaşından şöyle rivayet edilir: «Biz Be-lensiye (Valansiye)´de Mâlikî mezhebine göre okuyorduk. Bir gün Ebu Muhammed b. Hazm bizi dinledi ve hayret etti. Sonra hazır bu­lunanlara fıkha dair şeyler sordu. Kendisine verilen cevaplara itiraz etti. Hazır bulunanlardan birisi ona; «Bu, senin şuradan buradan topladığın şeylerden değildir» dedi. Bunun üzerine Ibni Hazm, kalktı gitti. Evine varıp içeri kapandı ve hiç dışarı çıkmadı. Biray geçtikten sonra biz oraya gittik. îbni Hazm en güzel bir şekilde mü­nazara yaptı ve: ben hakka tâbi oluyorum, ictihad yapıyorum, hiç bir mezhebe bağlı kalmıyorum, dedi.»

îbni Hazm önce Maliki mezhebine yönelmiş ve okuduğu hadis kitapları arasında el-Muvatta´ı da okumuştur. Fakat Mâlikî mezhe­bini incelerken hür olarak hareket etmeye çalışmış, diğer fıkhî mezheblerden üe bazı görüşleri almayı tercih etmiş ve herhangi bir mez­hebe bağlı kalmamıştır. Şüphesizdir ki bu sırada o, îmam Şafiî´nin «îhtilafu Mâlik» adlı kitabını okumuş, böylece onun îmam Mâlik´in usûl ve furû´a dair birtakım görüşlerini nasıl tenkit ettiğini görmüştür.

Bu sebepledir ki, Mâlikî mezhebinden Şafiî mezhebine geçmiştir. Şafiî mezhebini incelerken Iraklılardan Abdurrahman b. Ebi Leylâ, îbni Şübrume, Osman el-Bettî, kıyas fakihlerinin başı Ebu Hanife ve onun talebeleri Ebu Yûsuf, Muhammed b. el-Hasen, Zufer b. el-Hüzeyl ve diğerlerinin mezhebleri hakkında bilgi sahibi olmuştur.

Bu mezhebler arasında Şafiî mezhebi İbni Hazm´in hoşuna git­miştir. Belki de onun en çok hoşuna giden, Şafiî´nin nass´lara sım­sıkı bağlı kalışı, fıkhı nass´dan veya nassa hamletmekten ibaret sa­yışı, istihsan ve masâlih-i mürseleye göre fetva verenlere şiddetli bir şekilde hücum edişi olmuştur. Çünkü Şafiînin ıstılahında istih­san, mesâlih´i de içine almaktadır. Şüphesiz İbni Hazm, Şafiî´nin «Ibtâlu´l-îstihsan» adlı kitabını da okumuştur.[12]

Fakat İbni Hazm, Şafiî mezhebinde kısa bir zaman kalmış, Davûd ez-Zahiri gibi o da bu mezhebi bırakmıştır. Daha sonra tıpkı Dâvûd ez-Zâhirî gibi, Şafiî´nin istihsanı iptal etmek için kullandığı delillerin, kıyas ve bütün re´y şekillerini iptal etmeye elverişli oldu­ğunu kabul etmiştir.

Üstelik Endülüs´te birbirini takibeden bir kısım alimler, Zahirî mezhebi için bir zemin hazırlıyordu. Bilhassa İbni Hazm´in hocası Mes´ul b. Süleyman, bu konuda önemli bir adım atmıştır. Bu zühd ve takva sahibi ilim adamı, bütün mezheblerin nass´lara uygun dü­şen görüşlerini seçiyor, nass´lara dayanarak hüküm çıkarmak için ictihad yapıyor ve nass´lardan başkasına itimat etmiyordu.[13]

Geçici Olarak Siyasete Girişi

Emevî hanedanı mensupları arasındaki çekişmeler sürüp gidiyordu. Babası gibi İbni Hazm de, bu hanedana bağlı idi. Bu çekiş­meler devam ederken İbni Hazm, gençliğinde babasının kendisine tavsiye etmiş olduğu yolu benimsedi. Bu da, herhangi bir tarafı di­ğer bir taraf aleyhine desteklemekten uzak kalmak ve tam olarak kendisini ilme vermekti. Çekişmeler, Hammûd oğullarının tahtı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Bu Hammûd oğulları alevi idiler, Emevîlerle aralarındaki mücadelede çok eski idi.

Böyle bir netice, Emevî hanedanına bağlı olan îbni Hazm´i çok üzmüştür. Öte yandan îbni Hazm´in hem şahsı, hem de ailesi için baskı artmıştı. Çünkü İbni Hazm, Emevilere bağlılığı ile meşhurdu. Bu kez îbni Hazm, karşılaştığı baskıya sükunetle veya ilmî çalış­malarına devam etmekle mukabelede bulunmadı. Aksine o, diğer baskıya uğrayanlarla birlikte Emevîlerden, hak sahibi olduğunu iddia ederek, ayaklanan Murtaza Abdurrahman b. Muhammed´e katıldı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Emîru´i-Mü´minîn Murtaza Abdurrahman b. Muhammed´in ortaya atılışı sırasında, Belensiye´ye gitmek üzere deniz yoluyla hareket ettik ve orada ona katıldık.»

İbni Hazm, bu Emevî emîrini desteklemeye başlamış, fakat onun bu yardımı uzun sürmemiştir. Çünkü adı geçen Abdurrahman, kuv­vetli bir orduya sahip olmadığı gibi, İbni Hammûd kadar siyaset ve tedbir âahibi de değildi. Bunun,için İbni Hammûd, Abdurrahman kendi adamlarıyla askerlerini toplamadan onu öldürmek için bit düzene başvurmuş ve Öldürtmüştür. Bunun üzerine ayaklanma, olayı sona ermiş ve adamları onun siyasî emelini gerçekleştirecek bir Inıvyet gösterememiştir. Hattâ onlar .baskıya, sürgüne» esirlik va prangaya vurulmak gibi cezalara uğramışlardır.

İbni Hazin, Abdurrahman´ın harekâtına katılmış, onunla birlikte Gırnata´yı istilâ etmek üzere yürüyüşe geçen ordu ile sefere çık­mıştır.[14] Fakat Abdurrahman maksadını tamamlamadan öldürül­müştür. Böylece İbni Hazm, yenilgiye uğramış bir kimsenin akıbeti­ne maruz kalmış, esir edilmiş ve bir müddet esarette kaldıktan sonra, 409 H. yılında serbest bırakılmıştır.[15]

İlim Mihrabına Dönüşü

İbni Hazm, tekrar ilme dönmüş, durumu sıkıştığı zaman terkettiği ve altı yıl kadar uzak kaldığı Kurtuba´ya geri gelmiştir. Kendi­si bu konuda şöyle der: «Kurtuba´dan 404 yılı Muharrem ayının başında çıktım. Sonra oraya 409 yılı Şevval ayında geri geldim.»

îbni Hazm, sıkıntılı anlarında sığmağı olan ilme tekrar dönmüştür. Önceki gibi yine fıkıh ve hadis çalışmalarına başlamıştır. Daha sonra bu çalışmalarına dayanarak, İslâmı müdafaa etmeye, Yahu­di ve Hristiyanların İslâm etrafında meydana getirdikleri şüphele­ri reddetmeye koyulmuş ve bu yönlerden İslama çok faydalı hizmetlerde bulunmuştur.[16]

Tekrar Siyasete Dönüsü

İbni Hazm´in önceki tecrübesinden sonra siyasetten tamamen uzak olması gerekirdi. Fakat o, tekrar siyasete karışmıştır. Onu si­yasete sevkeden şey, Emevî hanedanına olan bağlılığı ve ailesine iyilikte bulunan bu hanedana yardım etmek arzusudur. Bu sırada Emevîlerden birisi ayaklanmış olup Kurtuba´lılar onu 418 H. yılın­dan 422 H. yılına kadar desteklemişlerdir. Ebu Muhammed îbni Hazm de hemen onun yardımına koşmuş ve ona vezir olmuştur. Yakut´un «Mu´cemu´l´Üdebâ» smda şöyle denilmektedir: «Fakîh Ebu Muhammed (îbni Hazm), Abdurrahman el-Mustazhir Billah b. Hişam´ın veziri idi… Daha sonra o, Hişam el-Mu´tedd Billah b. Muhammed b. Abdilmelik b. Abdirrahman en-Nâsır´m veziri olmuş­tur».

Adı geçen Hişam´a Kurtuba Valisi İbni Cehver, 418 H. yılında bi´at etmişti. Hişam, Lâride´de idi. Burada üç yıl kalmış, sonra Kur­tuba´ya gelmiş ve 422 H. yılında hal´edilmiştir. Bu zat, Endülüs Emevî hükümdarlarının sonuncusudur. el-Makkarî onun hal´edilişi hak­kında şöyle der:

«Ordu, onu, 422 H. yılında hal´etti. O da Lâride´ye kaçtı. 428 H. yılında öldü. Böylece Emevî devleti yer yüzünden silinip gitti. Mağrip´de hilâfet teşbihi dağıldı. Halifelerden sonra Tevaif-i Mülûk or­taya çıktı. Berberi, Arap, Mevâlilerden emir ve reisler her tarafa dağılarak ülkeyi paylaştılar.»[17]

Hilâfet adına hükümran olan Emevî hanedanı yer yüzünden silindi. Bu hanedanın ortadan kalkışı, İbni Hazm´in kesin olarak ilme yönelmesine, kendisinin ve ailesinin bundan sonra siyasî nüfuz sa­hibi olmaktan ümidini kesmesine sebep oldu. Onun ilme dönüşü, İs­lâm için çok hayırlı olmuştur. Siyasî nüfuz bakımından ümit kırıklığına uğraması ise, vücutça hastalanmasına, ruhî bir perişanlığa düşmesine ve insanlardan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bu yüzden İbni Hazm´in yazılarında daima bir hiddet göze çarpar.[18]

Yaşayışı

İbni Hazm, zenginlerin yaşayışına benzer bir hayat sürmüştür. Onun çiftlikleri vardı. Gerçi İbni Hazm, ailesinin bası mâli gelirin­den mahrum kalmıştır. Fakat bu, kendisini fakirliğe düşürmemiş veya o, zenginliğini kaybetmemiştir. Şu kadar ki İbni Hazm, kay­bettiği şeyleri acı acı ve üzüntü ile anlatır. Bir arkadaşına gönder­mek üzere kaleme aldığı «Tavku´l-Hamâme» adlı kitabının sonunda şöyle der:

«Sen biliyorsun ki zihnim karışık ve gönlüm muztariptir. Çünkü; biz yurttan uzak düşmüş ve vatandan kovulmuşuz. Zaman de­ğişmiş, sultanın zulmüne uğramışız. Arkadaşlar değişmiş, vaziyet­ler kötüleşmiş, günler bambaşka olmuş, bolluk gitmiş, yeni ve eski bir şey kalmamış, baba ve atalarımızın, kazandıkları yok olmuş, vatanda gurbet başlamış, mal ve mevki´ gitmiş, bütün düşünce aile ve çocukları korumakla meşgul, âile yurduna dönme ümidi yok, zaman ile boğuşmak ve kaderdekileri beklemek çok acıdır. Allah, bizi ancak şekvası kendisine olanlardan etsin, bizi yine alıştığımız o nimete kavuştursun. Onun bize bıraktığı aldığından çoktur. İhsanları bizi kuşatmaktadır. Bize verdiği nimetler sayısız olup şükrü ödenemez. Her şey onun lütuf ve ihsanıdır. Bizim kendi üzerimizde bir hükmümüz yoktur. Biz O´ndanız, dönüşümüz de O´nadır. Emanet olan her şey, emanet sahibine dönecektir. Önce de sonra da, başlangıçta da sonuçta da hamd O´nadır.»[19]

Bu metinden anlaşılıyor ki İbni Hazm, zamandan şikâyet etmektedir. Fakat, bunda teslimiyet de vardır. Bu metin gösteriyor ki İbni Hazm´in elinde kalan malı ihtiyacından fazla olup kaybettiği mal kendisini maişet sıkıntısına düşürmemiştir. Belki şikâyet ettiği şey, mevkiini kaybedişidir. İşte tatmış olduğu acı budur. Bu ise; nüfuzlu bir ailede doğup büyüyen ve sonra da bundan mahrum olan kimselerin duyacağı şeydir. Bununla beraber İbni Hazm, dünya mevkiine karşılık günümüze kadar kendisini ebedîleştiren ilim mevkiine sahip olduğu halde vezirlik ve saltanatlı günlerini unutamamıştır.[20]

Seyahatleri

Cennet misali Endülüs şehirlerinde İbni Hazm seyahatlere baş­lamış, nereye gelmişse orada kolayca oturma ve refahlı bir.yaşayış imkânına kavuşmuştur. O, bu seyahatleri sırasında kendi fıkıh ve görüşlerini yaymıştır. Arapçaya hâkim oluşu; hikmet, felsefe ve cedel metodlarmı bilişi, her yerde gençleri kendisine çekiyordu. Dolayısiyle gençler, İbni Hazm´in etrafını çeviriyor, görüş ve fikirleri de onları sarıyordu. İbni Hazm´in görüş ve fikirleri onların düşüncelerinde gözle görülür bir tesir icra ediyordu. Bu seyahatler, İbni Hazm´in hem ruhunu huzura kavuşturuyor, hem de kendi fikrini yaymasına vesile oluyordu.

İbni Hazm, bu seyahatlerinin birinde el-Bâci ile karşılaşmış ve aralarında fıkhî münakaşalar olmuştur. el-Makarrî, onların bu kar­şılaşmalarını naklederken şöyle der:

«O, (el-Bâcî Endülüs´e) gelince îbni Hazm´in gözlerinde bir parlaklık görmüştür. Ancak İbni Hazm, mezhebin dışına çıkıyordu. En-dülüs´de onun ilmiyle kimse meşgul olmuyordu. Fakihler onunla mücadele etmekten âciz kalmışlardı. İbni Hazm´in görüşlerine câ­hil halktan bir zümre bağlanmıştı. Mayorka,adasına gelince ilmî sahada buranın reisi olmuş ve Mayorka´lılar ona . bağlanmışlardı. Ebu´l-Velîd (el-Bâcî) gelince halk bunu kendisine haber vermiş, o da İbni Hazm´in yanma varıp münazaraya tutuşmuş ve onun yanlışlarını ortaya koymuştur. el-Bâcî´nin böyle onunla bir çok münazara meclisleri vardır.»[21]

Bu münazaralar, İbni Hazm´in olgun bir yaşa gelmesinden sonra, yani gençlik çağını aşıp orta yaşlarına ulaştığı zaman olmuştur. el-Bacî´nin Endülüs´e ancak, 440 H. yılında gelmiş olduğu tesbit edil­miştir. Buna göre işaret ettiğimiz münakaşalar bu tarihte cereyan etmiştir ki, İbni Hazm bu sırada elli yaşını geçmişti.

îbni Hazm, birçok emirlerin yardımından mahrum olmuştu. Ona, ancak arkadaşları ve valilerden bazı bilginler destek oluyorlardı. İbni Hazm´in Mayorka adasındaki ikameti, buradaki ilmî riyaseti ve bura halkının kendisine hayranlığının sebeplerinden birisi, onun ar­kadaşı Ahmed b. Raşîk (öl. 440 H.)´in Mayorka valisi oluşudur. Bu vali, îbni Hazm´i desteklemekte ve ona yardım etmekteydi.

Adı geçen valinin ölümünden sonra İbni Hazm´in durumu hükümet yanında zayıflamış, geldiği her yerde olduğu gibi burada da fakihler İbni Hazm aleyhinde tezahürata başlamışlardır, Bu mak­satla Ebu´I-Velid el-Bâcî´de,n medet umumuşlardır. Bunun üzerine el-Bâcî, İbni Hazm ile münakaşa etmiş ve İbni Hazm´in fikirlerini hazmedemiyenlerin iddiasına göre el-Bâcî onu yenmiştir.

İbni Hazm Mayorka´dan münakaşada yenilmiş olarak değil, kendisini destekleyen yardımcıyı kaybettiği için gitmiştir. el-Bâci´nin bu galibiyeti, hüccet ve burhana değil, bilâkis adamlarının sayıca çokluğuna bağlıdır.

İbni Hazm´i fakihlerin suçladıkları şey; Mâliki mezhebine muhalefet edişi, hattâ bu mezhebe saldırışı ve re´yi fıkhı bir metod ola­rak benimseyen fakihlerin büyük çoğunluğunun görüşlerini şiddet­le yere çalışıdır. Çünkü İbni Hazm, yalnız nass´lara dayanıyor, ken­di hesabına sadece nass´larm fıkıh olduğunu ve bunlardan başka bir fıkıh bulunmadığını söylüyordu. Ona göre aklın bu nass´ları anlamaktan başka bir vazifesi yoktur. Eğer akıl, nass´lardan ileri giderse ortaya koyacağı şeylerin şer´î hüküm olması mümkün değildir.

İbni Hazm, Mayorka´dan ayrıldı ve diğer Endülüs şehirlerinde dolaşmaya başladı. Kitaplarını da yanında taşıyordu. Dili ve kalemi son derecede keskin ve kuvvetli olan İbni Hazm, inandığı şeyleri şid­detle ve fütursuzca savunuyordu.[22]

Kitaplarının Yakılışı

İbni Hazm, Endülüs´te hayli dolaştıktan sonra 439 – 464 H. yıllarında iktidarda olan el-Mutazıd b. Abbâd´m hükümdarlığı zamanına rastlayan senelerini İşbiliye´de geçirmiştir.

el-Mutazıd, artık ihtiyarlamış olan bu büyük âlime hiçbir saygı duymamıştır. Hattâ ona kin beslemiş ve ruhi bir ceza tatbik etmiş­tir ki, bir âlim için bundan daha fena bir ceza düşünülemez…İşte bu ceza, onun kitaplarını yaktırmak olmuştur. Şukadar ki birçok tecrübelerle karşılaştıktan, kaderin acı ve tatlı şerbetlerini içtikten sonra bu felâketin gelişi onu fazla üzmemiştir. Bunları ve adı geçen el-Mutazıd´ın soyunu kısaca anlatmak istiyoruz: el-Mutazıd, Kadı Ebu´l-Kasım Muhammed b. îsmâîl b. Abbad el-Lahmî´nin oğludur, Abbad oğullan hanedanının kurucusu adı geçen kadıdır. îşbiliye´li-ler onu, Hammûd oğulları devrinde ve bu hanedanın zayıflaması üzerine emir olarak ilan etmişlerdir: Bu zat, İşbiliye ve çevresini, ulemâ ve ileri görüşlü kimselerden seçilerek kurulan bir şûra mec­lisi ile idare etmiş, memleket işlerini, 439 H. yılında ölünceye kadar güzel bir şekilda yürütmüştür.

Bundan sonra işbaşına gelen oğlu el-Mutazıd, şûra meclisinden yardım görerek babasının yolunu takip etmiştir. Fakat birden bire istibdat hevesine kapılmış ve şartlar da kendisine yardım etmiştir. Lâkin o, bu istibdat fikrini nasıl gerçekleştirecekti Babası, gücünü millet tarafından seçilen bir meclisin iradesinden alıyordu. O, iktitdarı eline aldığı zaman Emevî ve Abbasîlerde olduğu gibi soyca her hangi bir hilafet hanedanına mensup değildi. Bununla beraber o, bu makamı ele geçirmesinde beis görmemişti. Çünkü, iktidarı Emevi halifelerinden Hişam b. el-Hakem el-Müeyyed´den aldığını ve bu zatın hâlen yaşadığını iddia ediyordu. Halbuki adı geçen Hişam, 422 H. yılında ölmüştü. Söylendiğine göre yukarıdaki iddia, el-Mu´tazıd´ın babası olan kadı (Ebu´l-Kâsım Muhammed b. İsmail tarafından ortaya atılmıştır. Ekseriyetin kanaatma göre işe, bu iddiayı el-Mutazıd kendisi ortaya atmıştır.

Böyle bir uydurmaca karşısında İbni Hazm susamazdı. Bu iddia onun bağlı olduğu insanları ilgilendiriyordu. Bu sebepten o, «Naktu´l-Arûs» adlı küçük eserinde keskin diliyle bu iddianın iç yüzünü or­taya dökmüştür. îbni Hazm, bu eserinde şöyle demektedir:

«Öyle bir uydurmaca ki, tarihte bunun misli görülmemiştir. Hişam b. el-Hakem el-Müeyyed´in ölümünden 22 sene sonra Husrîler-den bir adam çıkıyor ve kendisinin Hişam olduğunu iddia ediyor, kendisine bi´at ediliyor, bütün Endülüs minberlerinde muhtelif, zamanlarda onun adına hutbeler okunuyor, onun için kanlar, dökülüyor ve ordular birbirine giriyor.»[23]

İşte el-Mutazıd veya babası, adı geçen Hişam namına hükümdarlık yapıyorlardı. İbni Hazm ise bunların iddiasını açıkça çürütüyordu. el-Mu´tazıd da şiddetli ve katı kalbli bir insan olup gayesini gerçekleştirmek için onu yolundan hiç bir duygu alıkoymuyordu. Hattâ o, bu yolda oğlunun kendisine suikast hazırladığını öğrenince onu dahi öldürtmüştü. el-Mutazıd, kendisinin aleyhinde atıp tutan kör bir şahsın malını müsadere etmiş, o da Mekke´ye kaçıp Beytu´l-Haram´da el-Mutazıd´a beddua ederek yine aleyhinde bulunmuştur. el-Mu´tazıd da birini gönderip onu zehirleterek öldürtmüştür.

îbni Hazm´in kitaplarını yaktıran işbu el-Mutazıd´dır. Fakat, bu işi nasıl gerçekleştirmiştir Her yerde âlimler, îbni Hazm´in görüşle­rine karşı tahammülsüzlük gösteriyorlardı. Bilhassa onun İmam Mâlik´in görüşlerine hücum edişi, Şark ve Garb fakihlerinin büyük ço­ğunluğuna aykırı bir içtihad metoduna sahip oluşu düşmanlarını artırıyordu. Yukarıda gördük ki, Îbni Hazm, Mayorka´dan âlimlerin gazabına uğrayarak uzaklaşmıştı. Elbette îşbiliye´de de böyle bir gazabla karşılaşacaktı.

Burada, bu büyük âlimin inancı uğruna karşılaştığı iki çeşit ga­zabın mevcudiyetini görüyoruz:

1 Âlimlerin gazabı,

2 Emîrin gazabı.

Çünkü İbni Hazin, Emîrin kendisinin veya babasının ortaya attığı Hişam adına hükümet iddiasını ibtal ederek, onun iktidarını çü­rütüyordu. Emîr, bunun intikamını elbette alacaktı. O, bunu gerçek­leştirmek için âlimleri müdafaa kisvesine büründü ve İbni Hazm´in kitaplarını yaktırdı. Zira âlimler, onun kitaplarını tanımıyorlardı. Îbni Hazm için kitaplarının yakılması en büyük işkence sayılmıştı. Fakat o, bu ruhî işkencenin altında kalacak bir kimse değildi… O, muarızlarının, kâğıtları yaktıklarını, aslında kitaplarından hiçbir şey yakamadıklarmı söylemiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, İbni Hazm´in kitaplarının bütün nüshaları yakılmamıştır. Çünkü talebeleri, her yerde onun kitaplarını mu­hafaza ediyorlar ve nüshalarını çoğaltıyorlardı.[24]

Leble´dekî Çiftliğine Dönüşü

Alimler, îbni Hazm´in ilmine karşı çekemezlik göstermişler, emirler de onun ahlâkını ve kuvvetli cesaretini hazmedememişlerdir. Îbni Hazm bundan dolayı çok yer dolaşmış, ilmini gençler ara­sında yaymış ve her yerde âlimlerin kin ve kıskançhklanyla karşı­laşmıştır. Emirlerden onu destekleyen çok az olmuş; ekseriya emir­ler ona değil, âlimlere yardım etmişlerdir. Îbni Hazm´i öyle güç bir duruma sokmuşlardır ki nihayet o, ailesinin Kurtuba´ya gelmeden önceki memleketi olan küçük bir köye[25] sığınmıştır. Burası Leble bölgesinde olup orada Îbni Hazm´in bir çiftliği vardı. O, kendisini burada sükûnet ve huzur içerisinde ilmî araştırmalara vermiştir. Fa­kat, bir çok eserlerinde görüldüğü gibi devamlı bir üzüntü içindeydi. Yanına gençler gelip onu dinliyorlar ve kendisinden ilim tahsil ediyorlardı. İbni Hayyan bu konuda şöyle der:

«Melikler (Emirler), Îbni Hazm´i kendilerine yakın yerlerden uzaklaştırıyorlar ve memleketlerinden sürüyorlardı. Nihayet onu yalnızlığa mahkûm ettiler. O da, Leble çölündeki memleketinin top­rağını tercih etmiş ve burada 456 H. yılında ölmüştür. İbni Hazm, bu­rada tamamen serbest idi. Onların (âlimlerle emirlerin) kendisiyle bir ilgisi yoktu. O, memleketin vahalarından kendisine gelen ve ondan umumi olarak istifade etmek isteyenlerle hiçbir şeyden korkmayan genç talebelerine ilmini öğretiyordu. Onlara hadis rivayet ediyor, fıkıh anlatıyor ve bunları yetiştiriyordu. O, ilimle meşgul olmayı, telife devamı ve çok eser yazmayı elden bırakmıyordu.»[26]

Kısaca, İbni Hazm sürgün edilmiş fakat, ilmi gizlenememiştir, İbni Hazm´i sürgün edenler ve nihayet onu köyünde oturmaya mec­bur kılanlar, ondan fışkıran ilim nurunu söndürmek istemiştir. Al­lah da bu ilmi tamamlamayı murad edip öğrenmek isteyenlere onu müyesser kılmıştır. Tarih, îbni Hazm´i sürgün edenlerin adını silmiş­tir. Onun ismi ise bütün müslüman âlimleri, hattâ bütün insanlar arasında olanca parlaklığı ile yaşamaktadır.

İbni Hazm, mal ve büyük bir nüfuza vâris olmuş, vezirlik makamına gelmiş, fakat bunlann hepsi tarih içinde kaybolup gitmiş, sa­dece onun âlimlik sıfatı, tarihin karanlıklarını yararak günümüze kadar [27]gelmiştir.[28]

Şahsiyet Ve Karakteri

İlim adamının kabiliyet ve istidatları, onun ilmî şahsiyetini meydana getiren ilk unsur ve ilk kaynaktır.

Allah, İbni Hazm´e ilim nurundan faydalanması için gerekli sıfatları ihsan etmiştir. Bu sıfatların başında onun güçlü bir hafızaya sahip oluşu yer alır. O, Peygamber (S.A.V.)´in hadislerini kolayca hıfzetmiş ve bu konuda büyük hafızlar mertebesine yükselmiştir. Peygamber (S.A.V.)´in hadislerinin yanında sahâbi ve tabiilerin fet­valarını da hıfzetmiştir. Çağdaşları onun güçlü hafızasına ve geniş ihatasına hayran kalmışlardır.

îbni Hazm, böyle bir hafıza gücüne sahip olmakla beraber, sürat-i intikal ve hazır cevaplılık bakımından da mükemmeldi. İhti­yaç duyduğu zaman buluşları kendiliğinden meydana çıkar, müca­dele ve münazaralarda ona yardımcı olurdu. O, hem hasımlarını, hem de onları destekleyen emirleri perişan ederdi.

Bu ilmî iki meziyetinin yanında İbni Hazm, derin bir tefekkür sahibi olup mânâ ve hakikat denizlerine dalardı. Biz bunu, onun İs­lâm fırkalarını, din ve mezhebleri incleyişinde açıkça görebiliriz. Keza, bunu, insan ruhlarını aşk yönünden derin bir şekilde tahlil eden «Tavku´l-Hamâme»[29] adlı eserinde görebiliriz. «Müdâvâtu´n-Nufûs»[30] adlı eserinde de onun bu tefekkürünü bulmak mümkündür. Hattâ bu son eseri, insan nefsini tahlil bakımından onun tefekkür derinliğini daha iyi göstermektedir. Kendilerini beğenenleri tas­vir ederken o, cidden takdiri değer… İbni Hazm birine, kendisini in­sanlardan üstün görüş sebebini sorar ve neticeyi şöyle anlatır:

«Bir kimsenin kendisini üstün görüşünün ve insanları küçümseyişinin sebebini yumuşaklıkla sordum. Onun: ben, hürüm hiç kim­senin kölesi değilim, sözünden başka bir şey söylemediğini gördüm. Ona; gördüğün insanların çoğu bu fazilette seninle eşittir; onlar da senin gibi hürdürler, dedim. Onda daha fazla bir şey bulamadım. Bundan sonra, bu gibi insanların hallerini ve bu hallere bağlılıklarını araştırmaya koyuldum. Bu hususta onların böyle bir gurura kapılmalarının sebebini öğrenmek için yıllarca düşündüm. Hâlâ da on­ların hallerinden, maksat ve sözlerinden ortaya çıkan ruhlarındaki gizli şeyleri araştırıyorum. Neticede onların üstün bir akla ve esaslı bir görüşe sahip oldukları anlaşıldı. Eğer zaman, onların ayaklarını bıraksa ve imkân bulsalar, memleketleri güzel bir şekilde idare ederler. Kendilerinin diğer insanlardan üstün oldukları anlaşılır. Onlar, mal sahibi olsalar bunu gayet güzel idare ederler. îşte böyle imkânlardan yoksun oldukları için kendilerini kibir ve gurur istilâ etmiştir»[31]

Allah, İbni Hazm´e İşte bu aklî kabiliyetleri ihsan etmiştir. İbni Hazm, bu kabiliyetlerinin Allah vergisi ve ilâhî bir nimet olduğuna, bunun için Allah´a hakkıyla şükretmesi gerektiğine; eğer o, Allah´a şükretmezse bu nimetleri veren Allah´ın onları geri alması tehlike­siyle karşılaşacağına inanırdı. Bu sebepten İbni Hazm, kabiliyet ve istidatlarıyla gurur duyan ve insanlara üstünlük satan kimseleri kınardı. O, Allah kendisinden razı olsun bu konuda şöyle der: «Eğer sen ilmine hayranlık duyuyorsan, bil ki, bu ilimde senin herhangi bir fonksiyonun yoktur. O, sadece Allah vergisidir. Onu sana Allah vermiştir. Buna Allah´ı gazaplandıracak bir şeyle karşılık verme. Bakarsın ki Allah onu, imtihan ettiği bir şey vasıtasıyla unutturuverir. Böylece bildiğin ve, öğrendiğin her şeyi kaybedersin. İlim, zekâ, her türlü istidlal ve doğru araştırma sahibi olan Abdulmelik b. Turayf bana şöyle haber verdi: Ben büyük bir hafızaya sahip olup hemen hemen işittiğim hiç bir şeyi unutmaz ve bunların tekrarına ihtiyaç duymazdım. Bir defa deniz yolculuğuna çıkmıştım. Bu sırada geçirmiş olduğum şiddetli bir korku hâfızamdaki şey­lerin çoğunu unutturdu ve hafıza gücümü fena şekilde bozdu. Bun­dan sonra sahip olduğum hafıza ve zekâyı bir daha bulamadım. Ben (İbni Hazm) de, bir hastalığa yakalandım. İyileştiğim zaman hâfı­zamdaki bir çok şeyleri kaybettim. Bunlara, ancak yıllardan sonra kavuşabildim.»

İbni Hazm böyle bir İmanla ilme yönelmiş, bunu izzet ve şerefin esası olarak kabul etmiş ve bundan bol bol nasibini almıştır. Ay­nı zamanda o, ilme ihlas ile yönelmiştir. Esasen îhlas, İbni Hazm´in sıfatlarının en seçkini idi. îhlas, hikmetin nuru ve hakikatin yolu­dur.

İbni Hazm´în sahip olduğu belli başlı sıfatı açık sözlülüğü idi. Onun bu sıfatının teşekkülünde en büyük rolü oynayan ihlasıdır. O, hak olduğuna inandığı şeyi, neticesi ister iyilik ister kötülük olsun, açıkça söylerdi. Çağdaşları onun söz ve kalemle görüşlerini ilân ederken çok şiddetli olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim kitapları buna şahitlik etmektedir. Hattâ çağının âlimleri, İbni Hazm hakkında; O, ilmi öğrenmiş, fakat ilmin siyasetini öğrenememiştir, demişlerdir.

Îbni Hazm sarahat (açık sözlülük) bakımından böylesine şiddetli olduğu halde zararsız şeylerde insanlarla anlaşmanın zarure­tine inanırdı. Allah´ın gazabına sebep olmayan şeylerde insanlarla dostça münasebetler kurardı. Aksi takdirde muhalifini, Allah´ın rı­zâsını kazanmak için taştan taşa çalardı. İbni Hazm´in bu hususta­ki şu satırlarını birlikte okuyalım:

«Arkadaşa muhalefet´den, az – çok dünya ve âhiretine zararı olmayan şeylerde zamanın insanlarına muarız olmaktan sakın. Çünkü sen ezâ, nefret ve düşmanlık kazanırsın. Belki de bu hiçbir fayda sağlamadığı gibi, büyük bir zarara sebep olur. Eğer senin için halkın veya hakkın düşmanlığını kazanmaktan başka çare olmazsa insan­ları gücendirip düşmanlıklarını kazanmayı tercih et, Rabbını gazaplandırıp hakka düşman olma!»[32]

İbni Hazm, İşte bu duyguların gerçek timsali idi. O, çağındaki âlimlerin çoğuna karşı sadakatla sevgi gösterirdi. Bu âlimlere gön­derdiği mektupları sevgi, kardeşlik ve insanlara karşı beslediği ya­tkınlık ve kendisiyle düşüp kalkanlara gösterdiği iyi muaşeret ifade­leriyle doludur. Nihayet âlimlerin birçoğu ile ihtilâfa düşmüş, onlar kendisine karşı şiddetli bir muhalefet göstermişlerdir. Bunların bir kısmı, emîrleri(tahrik işinde büyük bir rol oynamıştır. İbni Hazm de bunlara çok kızmış, bunlarla, açık sözlülüğün ötesinde şiddet ve hiddetle mücadele etmiştir.

Şüphesiz İbni Hazm´in böyle derin anlayış ve idrak sahibi oluşunun yanında mizacında bir hiddet vardı. Bunun içindir ki o, mü­cadelelerinde çok sert ve keskin bir dil kullanırdı. O, ekseriya mu­halif olduğu kimselerin görüşlerini tenkit ederken «şenî» kelimesi­ni kullanırdı. Meselâ; bu şenî´ bir yanlıştır, derdi. Bilginlerin hiddetli olmaları aslında hoş bir şey değildir. Fakat, İbni Hazm´in böylesine bir hiddete sahip oluşunun sebebini araştırmak gerekir. Biz bu konuyu araştırırsak şu iki hususla karşılaşırız:

1 İbni Hazm, emirlerin ve onları tahrik eden âlimlerin kendisine kötülük düşündüklerini hissediyordu. Unlar, kendisine liken­ce edilmesini İstiyorlar, hattâ fiilen onu işkenceye maruz bırakıyor­lardı. İşte bu durum, İbni Hazm´in ruhunda şiddetli bir ıztırap do­ğurmuştur. Bu yüzden o, âlimlerden nefret ediyor ve onlardan şiddetli bir şekilde intikam almak istiyordu. Bir âlim İçin, töpyekûn emeklerinin mahsulü olan eserlerinin halkın gözleri önünde yakılmasından daha büyük bir işkence düşünülebilir nü İşte bu, İbni Hazm´i hilimden uzaklaştırmıştır. Buna göre diyebiliriz ki; îbni Hazm´e düşmanlık besleyen emirlerin hileleriyle bunları tahrik eden âlimlerin tutumu, onun hiddetine sebep olmuştur.

2 İbni Hazm, sahip olduğu sarahat (açık sözlülük) sıfatının bir icabı olarak, maruz kaldığı bir hastalığın kendisinde bir hiddet meydana getirdiğini itiraf eder ve şöyle der: «Ben şiddetli bir has­talığa yakalandım. Bu hastalık, dalağımın çok büyümesine sebep ol­du. Bu da, bende huzursuzluk, sıkıntı, sabırsızlık, heyecan ve hafilik meydana getirdi. Ben, huyumun değişmesini beğenmiyorum. Tabiatımın benden ayrılması hiç hoşuma gitmiyor. Bana göre dalak ferahlık mahallidir. O, fenalaşmca ferahlığın zıddı meydana çık­maktadır»[33]

Bu, ince bir tahlildir. İbni Hazm burada ruhî zaafının sebeplerini açıkça anlatmaktadır. Kendisini huzursuzluk ve huysuzlukla ni­telemekte ve bu hususta muhaliflerini vasıflandırırken gösterdiği şiddeti kendi nefsi için de göstermektedir.

İbni Hazm hiddetinden böyle şikâyet ettiği halde, bunun bir kısım faydaları da olduğunu kabul eder. O, bir çok teliflerinin sebep­leri arasında hiddetli oluşunu da zikreder ve şöyle der: «Ben, câhil­lerin sıfatı olan hiddetten büyük menfaat gördüm. Bu benim tabia­tımı ateşinleştirdi, hafızamı alevlendirdi, fikrimi cevvalleştirdi ve heyecanımı artırdı. Bunlar da, faydalı birçok eserlerin telifine sebep oldu. Onlar, benim sükûnetimi bozmasalar ve iç âlemimi deşmeaelerdi bu eserlerin çoğu ortaya çıkmazdı»[34]

İşte İbni Hazm´in hiddetinin böyle bir takım faydalı neticeleri olmuş ve şiddetten böyle bir nur fışkırmıştır. Onun hiddeti, insan­lara söz veya ilim yönünden üzücü gelmişse de, neticesi güzel olmuş­tur.

İbni Hazm´in yetişme tarzı, ailesinin mazisi, ruhî temayülü ve basit şeylerden uzak oluşu, onun izzeti nefis sahibi olmak gibi en bariz sıfatının teşekkülüne yardım etmiştir. O, izzeti nefis sahibi idi. Çünkü izzetli bir millet içinde yetişmiştir. Ayrıca, o, ihlas ile sa­dece ilme sığınmıştır ki bu da, hakkıyla izzeti nefis sahibi olmak isteyen kimsenin sığınacağı bir kaledir. Onun izzeti nefsi sağlam bir cevherden doğmaktadır. Hâdiseler, ancak bu cevherin daha fazla panldamasma sebep olmuştur. O, hapis ve sürgün edilmek gibi işkencelere uğradığı zaman bile zaaf ve perişanlık göstermemiştir. Hayatın tatlı ve acı şeylerini tatmıştır. Tatlı ve lezzetli şeyler, Ibni Hazm´i izzeti nefsine aykırı olan mevkilere sürüklememiş, hayatın ıstırapları, da onu zillete düşürmemiştir.

İbni Hazm´in izzeti nefis duygusunu geliştiren üç husus vardır:

1 İbni Hazm, ömrünün çoğunu siyasetten uzak geçirmiştir. Siyasete girişi, ancak Emevî hanedanına olan bağlılığının neticesi­dir. Siyasete girişi de, siyasetten uzak kalışı da izzeti nefsinden ile­ri gelmektedir, Siyasetle uğraşan kimsenin ruhunda bir hırs mey­dana gelir. İnsanların birbiriyle boğuşmaları, hırsların şimşekleri, altında cereyan eder. Bir Arap atasözünde: «Hırslar, insanların boyunlarını büktü.» denilmektedir Ebu Muhammed İbni Hazm, siyaseti terkedip ilme döndüğü gün izzeti nefsin muhkem kalesine sı­ğınmış oldu.

2 Allah, îbni Hazm´e öyle bir güç ve fikri bir istidat vermiştir ki o, bunlar için daima Allah´a hamdederdi. Âlimler, İbni Hazm´e karşı emirleri tahrik ettikleri zaman o, kendisinin hak ve ruh bakı­mından onlardan kuvvetli oldıiuğnu hisseder, emirlerin asla kendi­sinden üstün olmadığını görürdü. Çünkü kendisi de onların işgal ettiği mevkilerden gelip geçmişti. Eğer kendisi de onlar gibi yumuşak davransa ve rengi, gayesi ve vâsıtası ne olursa olsun siyâsete razı olsaydı aynı mevki´lere yine gelebilirdi.

3 Ibni Hazm, Allah´ın kendisine ihsan ettiği bir bolluk içinde idi. İhtiyaç, hırs ve zaaf kendisini ezmemişti. O, daima Allah´a gü­venirdi.

İbni Hazm´in ahlâkî ve içtimâi sıfatlarının başında vefakârlığı gelir.´ Vefakârlık onun ruh cevheridir. O, hem hocalarına, hem ar­kadaşlarına, hem de kendisiyle ilgisi olanlara karşı vefalı idi. O, her zaman bu vefakârlığı ile öğünür ve şöyle derdi:

«Ben, bu sözü Öğünmek için söylemiyorum. Ancak Allah´ın talim ettiği edebe uyarak söylüyorum, Allah şöyle buyurur: «Bunun­la beraber, Rabbi´nm nimetini durmayıp söyle!»[35] Yüce Allah, bana velevki bir defa olsun, karşılaştığım kimselere daima vefakârlığı, velevki bir defa olsun, konuştuktan sonra benden ayrılan herkesin hakkını korumayı ihsan etmiştir. Bunun için ben Allah´a şükür ve hamdeder, O´ndan bunları artırmasını dilerim. Bana göre zulümden daha ağır bir şey yoktur. Andolsun ki nefsim, aramızda en az bir hak bulunan kimseye, isterse onun bana karşı davranışı kaba ve suçu çok olsun, zarar getirmeyi düşünmeme asla müsaade etmemiştir. Dolayısıyla, bana pek çoğu kötülük etmiş, fakat ben daima kötülüğe iyilikle karşılık vermişimdir. Bunun için Allah´a çok şükürler ol­sun»[36]

Bu sözleri, İbni Hazm Tavku´l-Hamâme´sinde hayatının revnaklı günlerinde, yani nüfuz ve kudretli olduğu zamanlarda yazmıştır.Fakat kendisi, kötülük etme hastalığına asla yakalanmamıştır. O, durum ne olursa olsun, vefakârlıktan ayrılmazdı. Karşılaştığı her­hangi bir ıztırap, işkence ve baskı sebebiyle vefasızlık etmişse, bu geçici olup onun asıl seciyesinde böyle bir şey yoktur.[37]

Sanat Ve Edebî Zevkî

İbni Hazm, yukarıda işaret ettiğimiz fikrî, ahlâkî ve içtimaî seciyelerinin yanında son de)ecede duygulu bir insandı. İdrak edici akıl ve olgun ahlâkın yanında yer alan kuvvetli duygu, insanda doğ­ru ve isabetli görüş, ilhama benzer bir anlayış gücü, başkalarıyla kendi arasında müşterek bir vicdan husule getirir. Aynı zamanda bu duygu, onda, güzel olan şeye karşı bir sanat zevki doğurur. İşte İbni Hazm, hem nesirde hem de şiirde büyük bir sanat zevkine sahipti. O, derin tefekkürü, ince duygusu, zengin ve kuvvetli heye­canı sayesindedir ki, Tavku´l-Hamâme adlı kitabında insanların ruhlarını ve Müdâvâu´n-Nufûs adlı kitabında da, daha çok kendi ruhu­nu tahlil imkânına kavuşmuştur. O, bu kitaplarını bir sanat eseri olan nesir üslubuyla yazdığı halde, ruhların derinliklerine kaplanlar gibi iniverir.

Denilebilir ki İbni Hazm, eğer derin.ilmiyle meşhur olmasaydı, güzel yazılarıyla meşhur olur, ismi en büyük ve en meşhur yazarlar mevkiine yükselirdi.

İbni Hazm «sehl-i mümteni» sayılan böyle bir nesir yazarı oluşunun yanında iyi bir şairdi. Eğer fıkıh ve ilim ona galebe çalmasaydı şairler arasında yer alması muhakkaktı.

Kısaca, bu büyük ilim adamına Allah öyle sıfat ve seciyeler vermiştir ki bunlar sayesinde o, çağının en üstün adamı olmuş, bir yandan buyuk bır takdir, bir yandan da haset ve kin dolu bakışları üze­rine çekmiştir. Elbette bütün bunlar, iyilik ve kötülüklere sahne olan bu dünyadaki büyük ve nâdir insanlar için ola6an şeyleri

Şüphesiz ki yarattığı şeylerde Allah´ın bir çok hikmetleri vardır.[38]

İbni Hazmın İlmi

İbni Hayyan şöyle der: «Ebu Muhammed (îbni Hazm) hadis, fıkıh, cedel, nesep, edebiyat, mantık ve felsefe gibi birçok ilimlere sa­hipti. Bu ilimlerin bazısı üzerinde bir hayli eserleri vardır. Ancak bu kitaplarında yanlış ve sakatlıklar da mevcuttur. Çünkü o, bütün ilimleri hocasız olarak tahsil etmek cesaretini göstermiştir»[39]

Bu sözler, îbni Hazm´in ilminin zenginliğini gösterir. Fakat bu­rada, şiddetli bir iğneleme de vardır. Çünkü îbni Hayyan, îbni Hazm´­in sözlerinde yanlışlıkların bulunduğunu ileri sürmektedir. Zira İbni Hazm, bütün ilimleri kendi gayretiyle, hocasız olarak kitaplar­dan öğrenmiştir. Bu noktadan îbni Hazm´i, İbni Haldun da tenkit etmiştir. Bu tenkitler ister yerinde olsun ister olmasın, kesin olarak bildiğimiz şey, İbni Hazm´in kendinden sonraki nesillere faydalı bir çok eserler bırakmış olmasıdır. Yine kesin olarak bildiğimiz bir şey daha vardır ki o da, îbni Hazm´in kendine has bir metoda sahip oluşudur. İbni Hazm devamlı olarak bir kısım hocalara bağlı olsaydı, müstakil ve kuvvetli bir düşünceye sahip olmasaydı belki onun bu metodu teşekkül etmeyecekti.

İbni Hazm´i sert bir dille tenkit eden îbni Hayyan, onun bazı kitaplarını zikreder ve şöyle der:

«Şeyh (Üstad» Ebu Muhammed (îbni Hazm)´in, Allah´ın lanet ettiği yahûdiler ile, müslümanlar tarafından reddedilen diğer bazı mezheb mensupları arasında yapmış olduğu toplantıları ve yazılı bir kısım haberleri vardır. Onun pek çok eserleri mevcut olup en meşhuru «el-Fasl (el-Fısal) Beyne Ehlil-Ârâi ve´n-Nihal»[40] adlı ce­del hakkındaki kitabıdır. Müslüman fırkalarından te´vlli kabul edenlerin kâfir olduğunu göstermek ve taklidi caiz görenleri reddetmek için kaleme aldığı «es-Sâdf ve´r-Râdi´» adlı kitabı da meşhurdur. Ayrıca îbni Hazm´in «Şerhu Hadîsi´l-Muvatta´ ve´l-Kelam alâ Mesâilihî»[41] senedlerini kısaltarak sahîh hadisleri tarif, lafız ve mânâlarını izah eden el-Câmi´ fî Haddi Sahîhi´l-Hadis», Kitab ve Sünnet´de hakkında bir nass bulunmayan nazari ve fer´ı meseleleri incele­yen «et-Telhıs ve´t-Tahlîs», ihtilaflı olduğu bilinmeyen meseleler ara­sında içma´ı ele alan «Müntekâ´l-îcmâ´ ve Beyânuhû», halîfelerin siret ve derecelerini, bu konudaki sünnet ve vacipleri anlatan «el-îmame ve´s-Siyase», «Ahlâku´n-Nefs», büyük ve meşhur bir eseri olan «el-îysâlilâ Fehmi Kitabi´l-Hisâl» ve «Keşfu´I-ÎItibas mâ Beyne Ashabı´z-Zâhîr Ve.Ashabı´l-Kıyas» gibi birçok kitapları vardır. Muh­telif konulara ait risalelerinin sayısı da çoktur.»[42]

îşte bunlar, îbni Hazm´in eserlerinin bir kısmını teşkil eder.[43] Yukarıda adı anılan eserlerinin çoğu İslâm´ı müdafaa, İslâm ,düşmanları veya müslümanların sapıkları ile mücadele için yazılmış­tır. Bu eserlerinde, çok şiddetli bir dil kullanan Îbni Hazm´in ufku­nun genişliğini ve ilminin zenginliğini görmekteyiz.

İbni Hayyan´in saydıkları, Îbni Hazm´in kitaplarını tam olarak içine almaz. Ancak onun bir çok kitaplarından pek azmi ifade eder. îbnı Hazm´in oğlu Ebu Itâfi´ el-Fazl şöyle. demiştir: «Babamın elya-zısı ile telif etmiş olduğu kitaplardan dörtyüz cildini yanımda top­ladım. Bunlar, yaklaşık olarak seksen bin varak teşkil [44]eder.[45]

Îlmi Metodu

Birçok eser telif eden ve çeşitli ilimlerle uğraşan îbni Hazm, ken­disine has ilmî bir metod takip etmiştir. Onun bu metodu ikiye ay­rılır:

1 Akli ilimlere ait metodu.

2 Nakli ilimlere ait metodu.

Aklî ilimlere ait metodunu Îbni Hazm, muhalifleriyle fikrî mücadelelerinde kullanmıştır. Elbette fikrî mücadelelere girişen kimsenin naklî değil, akli bir metodu olmalıdır. Çünkü, muarızlar nakli tanımadığı zaman onlarla aklî esaslara göre münakaşa etmek ge­rekir.[46]

Aklî Metodu

İbni Hazm, insanın insan olması hasebiyle doğuştan var olan (bedîhî) bilgilere sahip olduğunu kabul eder ve bu bilgilere «İlmu´n-Nefs» adım verir. Çünkü selim´bir fıtrata sahip olan herkes, öğre­time ihtiyaç duymaksızın bu bilgileri elde eder. Bunları kavraması ve inanması, bu konuda bizim için bir delil teşkil eder. Bu bilgilere misal olarak İbni Hazm, parçanın bütünden küçük olduğunu ileri sürer ve bunu isbat için şöyle bir delil serdeder: Çocuğa bir hurma tanesi verdiğimiz zaman ikincisini ister, ikinci hurma tanesini verirsek sevinir. Çocuğun bu bilgilere sahip oluşuna başka bir mi­sal olmak üzere îbni Hazm, onun iki zıt şeyin bir arada bulunmayacağmı bildiğini söyler. Meselâ; çocuğu iradesi hilâfına ayakta dur-durursak ağlar, serbest bırakılınca hemen oturur. Keza çocuk, iki cismin aynı anda tek bir yeri işgal etmiyeceğini bilir. Meselâ; onun oturmak istediği bir yer üzerinde başkasıyla çekiştiğini görürüz. Çünkü çocuk, o yerin kendisini başkasıyla birlikte içine almayacağını bilir.[47]

İbni Hazm, «el-Fasl» adlı kitabında iki kişinin ihtilâf etmediği aklî bedihiyyâtı (açık seçik bilgileri), nefsin doğrudan doğruya bile­ceğini anlatır ve misâl olarak şunları zikreder: İnsan kendisinin gör­mediği şeylerin birbirine aykırı olamayacağını bilir. Meselâ;-bir kim­se ona uzakta olan bir şeyi haber verse, sonra ikinci bir şahıs gelip o da aynı şeyi söylese o kimse, bu haberi tasdik eder. Eğer aynı olay hakkında ikinci şahsın verdiği haber değişik olursa o kimse, bu ha­berin her ikisini de tasdik etmez. însan bu ilim sayesinde haberlerin doğruluğunu, doğanların doğumunu, ölenlerin ölümünü, azledilerin azlini, hastalananların hastalığını, şifâ bulanların şifasını, felâkete uğrayanların felâketini ve kendisinden uzak memleketleri bilir. Nihayet insanın, idraki yükselince tarihî hâdiseleri ve Peygamberlere ait haberleri bilme imkânına kavuşur. Aklı gelişince Peygamber (A.S.)´den nakledilen sâdık haberleri de tanıyabilir. Böylece akli ilim için bir esas teşkil ettiği gerçekleşmiş olur.

Bundan sonra İbni Hazm; bu bedîhîlerin her insanın nefsinde mevcut olduğunu, aklî şeyler üzerindeki düşünce hatâsının menşei-nin bu bedîhiyyâttaki ihtilâf olmadığını, ancak bu hatanın menşeinin, bu bedîhîlerden uzaklaşmasından ibaret bulunduğunu söyler. Mukaddimeler (öncüller) öyle çoğalmıştır ki, onları bu bedıhilere dayandırmak güçleşnıiştir. Meselâ; matematik böyledir. Çünkü rakamlar çoğaldıkça hesapta yanılma ihtimali o nisbette artmaktadır. Bu sebepten cebir veya hesaba ait denklemlerin neticeleri değiş­mektedir. Rakamlar azaldıkça neticeler hatâdan o nisbette uzaklaş­maktadır. Bu hususta İbni Hazm şöyle der:

«İstidlal, ancak bu mukadimeler (bedîhiler) ile olur. Bir şeyin doğruluğu, ancak onu bunlara dayandırmakla mümkündür. Bu mu­kaddimelerden biri, herhangi birşeyin doğruluğuna şahitlik ederse o şey doğrudur, gerçektir. Herhangi bir şeyin doğruluğuna şahitlik etmezse o şey de bâtıl ve sakattır. Ancak bir şeyin bu mukaddimelere dayandırılması yakınlık veya uzaklık bakımından farklı olabilir. Yakın olanlar, her nefs´te apaçık mevcut ve anlaşılması gayet kolaydır… Bir şey bu mukaddimelerden uzaklaştıkça İstidlal yap­mak işi zorlaşır; hattâ insan hatâya da düşebilir. Ancak kuvvetli bir anlayış ve temyiz gücüne sahip olanlar müstesnadır. Bu hal zikrettiğimiz mukadimelere dayanan şeylerin doğruluğunu cerhetmez. Meselâ; sayılar azaldıkça toplanması kolay olur ve bunda hatâya düşülmez. Sayılar çoğaldıkça toplanması güçleşir; hattâ en büyük muhasip bile yanılabilir. Dolayısıyla bu mukaddimelere dayanma ba­kımından yakın veya uzak olan her şey doğrudur. Burada şeyler arasında her hangi bir üstünlük yoktur. Zikrettiğimiz mukaddimelerden biri diğeriyle çatışmaz.[48]

Böylece İbni Hazm, neticelerdeki hatânın menşeini ve aklın bütün hükümlerinin bu bedîhîlere dayandığını açıklamaktadır, Fakat o, hatânın sebebini, sadece bu mukaddimelere dayanmamaya hasretmemiştir. Belki hatânın bir kısmı şehvet veya muayyen bir fikre gösterilen taassubun tahakkümüne aittir. Şehvet veya taassup fikre (düşünce) arız olan bir afattır; onu sapıtır ve hatâya düşürür. Bu âfât, bazan öyle kuvvetli olur ki insan bu mukaddimelerin (bedîhlerin) bir kısmını inkâr eder. Bu konuda da İbni.Hazm şöyle der. «Doğru bir temyiz gücüne sahip olan kişi bu şeylerin (yani aklın bedihîlerinin) tamamen doğru ve münakaşa götürmez olduğundan şüphe etmez. Ancak, bunların doğruluğunu öğrendikten sonra aklına afat arız olan ve temyiz kabiliyeti bozulan veya bazı bozuk fikirlere meyleden kimseler, akim bu debîhîlerinden şüphe edebilirler. Esasen bozuk fikirler de, temyiz kabiliyetine arız olan bir afattır. Tıpkı duyu organlarına gelen afatlar gibi. Meselâ; safrası bulunan kimseye arız olan âfât böyledir. Bu afata uğrayan kimseye bal acı gelir.»

İbni Hazm, bu akli metodunu akaidi incelerken de kullanır. Allah´ın kâinattaki kanununu ve olağanüstü (harikulade şeyleri) bu metoduna göre açıklar. O, ilâhi kanunları incelerken istikra´ ve tetebbua (tümevarım metodu) dayanır. Peygamberlere İmanın esası­nı açıklar ve bunu, sebeplerin üstünde bulunan olağanüstü olaylara dayandırır. Peygamber, bu olağanüstü şeyler (mucizeler) le davet ettiği kimselere meydan okur. Peygamberlerin meydan okuduğu bu harikulade şeylerle Peygamberliği sabit olduktan sonra, artık nakli metoda itibar edilir. Zira insan, Peygamberin getirdiği hükümleri bu metodla bilir ve bunlara uyar.[49]

filozof/bn-hazm Ruhî Ve Ahlâkî İncelemeleri

İbni Hazm´in ruhî (psikolojik) ve ahlâkî konularda incelemeleri vardır. O, ruh üzerindeki incelemelerini «Tavku´l-Hamâme» adlı kitabında açıklamıştır. Ahlâkî incelemeleri de «Müdavatu´n-Nufûs» adlı kitabında görülmektedir. İhtiva ettiği konulardan anlaşıldığına göre İbni Hazm, bu ikinci eserini gençlik çağında değil, hayatının sonbaharında yazmıştır. Önce bu eserin konularına işaret etmek is­tiyoruz, İbni Hazm, bu eserde iki hususa dayanmaktadır.

1 İstikra ve tetebbu. Bunlar îbni Hazm´in kabul ettiği bedîhi mukaddimelere dayanır! O, temas ettiği ve düşüp kalktığı in­sanların ahlâkını, kendisinden uzakta olanların haberlerini tek tek tesbit eder. Ve ahlâklarına âfât ânz olan kimselerin kusurlarını söy­ler. İnceleme ve tetebbularmdan sonra tesbit ettiği bu kusurların tedavisi için ilâç olabilecek şeyleri ileri sürer.

İstikra, her babayiğitin kân değildir. Bu sebepledir ki istikrâya gücü yetmiyenlerin, iyilik ve kötülükleri tanımaları için semavî kitaplara başvurmaları gerekir. Bu hususta îbni Hazm şöyle der: «İyiliklerin neler olduğunu bilmeyen kimse, Allah ve Resûlü´nün emrettiği şeylere itimat etsin. Çünkü bunlar, bütün iyilikleri içine almaktadır.»[50]

2 Felsefî incelemeler. İbni Hazm´in Müdâvâtu´n-Nufûp adlı eserinde dayandığı bu felsefî incelemeler, Yunan filozoflarından in­tikal eden ve esası aklî bedîhîlere veya istikra´ ve tetebbua daya­nan şeylerdir. İbni Hazm, kendi istikrâ´ına itimat ettiği gibi, baş­kasının istikrâ´ına ve filozofların ilk bedîhîlerin aslına ulaşmada kullandıkları mukaddimelerle elde ettikleri neticelere de itimat eder. Doğruluğu sabit olduktan sonra bu neticeler, beşer aklının ortak malı olup. herkes bunlardan faydalanabilir.

Adı geçen eserinde İbni Hazm´in bazı Yunan filozoflarının görüşlerine itimat edişi besbellidir. O, iyilik (fazilet) nazariyesini açık­lar ve iyiliğin iki kötülük Crezîlet) arasında bir şey olduğunu söy­ler.İşte bu nazariye Aristo´ya aittir. Bu konuda îbni Hazm şöyle der: «Fazilet, ifrat ile tefritin ortasmdadır. Yâni ifrat da tefrit de kötüdür. Fazilet, bunların tam ortasindadır!»[51]

İbni Hazm, Eflatun´un istikrâ´ını da kabul eder. Eflâtun´a göre faziletlerin esası dörttür. İbni Hazm kendi istikrâ´ına uyarak bu esas­larda değişiklik yapar. İbni Hazm´e göre fazilet: Ma´rifet. (bilgi), yiğitlik, cömertlik ve ´doğruluktur. Burada görüyoruz ki İbni Hazm, Eflâtun´daki, iffetin yerine cömertliği koymakta ve iffeti doğruluğa (adalete) dahil etmektedir. îbni Hazm; «İffet ve emanet, adalet ve cömertliğin çeşitlerindendir, der.[52]

İbni Hazm incelemelerinde, nakil ile sabit olan İslâmî ahlâkı terketmemiştir. Yunan felsefesinden ve buna dayanan istikralardan faydalanarak îslâmî ahlâkın hükümlerini işaret etmiştir. Çoğu za­man felsefî nazariyeleri zikrettikten sonra Kur´an veya Hadîs nass´-larını sözlerine ilâve eder. Daima faydalı aklî bilgilere dayanarak, îslâmî ahlâkın yaşatılmasını ister ve bu konuda şöyle der:

Faydalı bütün ilimleri öğrenmek, akim güzelliğini artırır, onu her türlü afattan korur ve aklı zayıf olanı helak eder. İyilik için uğ­raşan kimse, aynı şekilde akla önem verse, Hasan el-Basrî´den, Ati­nalı Eflâtun´dan ve İranlı Büzürgmihr´den daha büyük hakîm olur.»[53]

İbni Hazm, «Müdâvâtu´n-Nüfûs» adlı eserinde iyilik ve kötülüğün ahlâkî ölçüsünü kendi anlayışına göre açıklar. Keza güvenilmeye lâyık olmayan insanı anlatır. Bu felsefî incelemelerin sonun­da aynen İslâm âlimlerinin vardığı şu neticelere varır: Din bir ce­maat için zaruridir. Cematin himayesi ve fertler arasındaki itimat dinle olur. Dindar insan, gayri müslim bile olsa güvene lâyıktır. Din­dar olmayan bir kimse, müslüman bile olsa itimada lâyık değildir. O, bu meselede aynen şöyle der:

«Dindar insana güven; isterse o, senin dininden başka bir dinde olsun. Dînin emirlerini hafife alan kimseye güvenme; isterse o, se­nin dinine mensup görünsün. Bir kimse, Allah´ın haramlarını hafi­fe alırsa ona hiç bir şeyini emanet etme!»

İşte bunlar, İbni Hazm´in adı geçen eserini tamamen aksettirmemekle beraber, ondaki güzellikleri gösteren bir kaç demettir.[54]

Tavku´l-Hamâme´si

İbrii Hazm´in bu eseri, sadakat, ülfet ve muhabbet hakkında psikolojik bir incelemedir. «Müdâvâtu´n-Nufûs» adlı eserini, hayatının sonbaharında, ruhları tedavi için tecrübelerinin bir ilâç olmasını dü­şünerek, kaleme almıştı. «Tavkü´l-Hamâme» adlı eserini ise, ifade­lerinden anlaşıldığı gibi, gençliğinin sonbaharında kaleme almıştır. Bu eserde anlatılan olaylar gösteriyor ki îbni Hazm, onu yazdı­ğı zaman artık gençlik devresini bitirmek üzereydi. Bu eserinde de bir çok tecrübeleri ve hayat hikâyeleri yer almaktadır. Bundan son­ra İbni Hazm, kendisini tamamen ilme vermiştir.

Bu eser, istikra´ (endüksiyon) ve İbni Hazm´in «Îlmü´n-Nefs Fıtri bilgi» adını verdiği ilk bedihilere (açık seçik bilgilere) ulaşan mukaddime (öncül)´lere dayanarak yapmış olduuğ psikolo)ik tahlil­leri ihtiva eder. İstikra ve dînî hakîkatlardan faydalanarak yapmış

olduğu bu tahlil, sevgiyi tarif edişinde açıkça ortaya çıkar. îbni Hazm sevgiyi şöyle tarif eder:

«İnsanlar, onun (sevginin) mahiyetinde ihtilâfa düşmüşler ve uzun uzadıya lâf etmişlerdir. Bu hususta benim görüşüm şudur: Sevgi, bu varlık içinde bir güce sahip olan nefsin (ruhun) yüksek ve asıl unsurundaki parçalar arasında mevcut olan bir birleşmedir. Bu birleşme (ittisal), nefsin ulvî âleme ait karargâhındaki kuvvetlerinin bağlantısı ve terkibinin şekline göre karşılık verme (mücavebet) hususiyeti vasıtasıyla olmaktadır. Biliyoruz ki, yaratılmışlar, arasındaki yaklaşma ve uzaklaşmanın sırrı, birleşme ve ayrılmadır. Şekil, ancak kendi şekline bağlıdır. Bir şey ancak kendi misline ısınır. Mücânesetin (benzeşmenin), duyulur (mahsûs) bir işleyiş şekli ve gözle görülür bir etkisi vardır. Birbirine zıt şeylerdeki uyuşmazlık (münâferet) ve benzer şeyler arasındaki uyarlık (muvafa­kat) , bizim aramızda da mevcuttur. Hal böyle olunca´ bu; nefsin ken­disinde, saf ve ruhanî âleminde, mutedil ve yüce cevherinde nasıldır .. Bunların hepsi, insanın tasarrufunun aslında fıtrî olarak malûmudur. Buna göre insan, fıtratındaki birlikte sükûnete kavuşur. Nitekim Allah Teâlâ; «Sizi bir candan (Âdemden) yaratan, bundan da gönlü kendisine yatıp ısınsın diye eşini yaratan O´dur.»[55] buyurmuştur. Yüce Tanrı burada ısınmanın (sükûnetin) sebebini, Âde­min eşinin kendisinden oluşuna bağlamıştır.»

Yine Ibni Hazm şöyle der: «Bunun delili şudur: Siz birbirini seven iki kişi arasında bir benzerlik ve tabiî sıfatlar bakımından bir uyuşma bulunduğunu görürsünüz. Şüphesiz ki bu, az da olsa, mev­cuttur. Benzerlikler çoğaldıkça mücâneset artar. Sevgi kuvvetlenir. Dikat ederseniz bunu açıkça görürsünüz. Peygamber (S.A.) de, şu sözleriyle bu görüşü destekler: «Ruhlar toplanmış ordular halinde­dir. Birbirini tanıyanlar birleşip kaynaşırlar, birbirini sevmeyenler de ayrılırlar.» Sâlihlerin birinden; «Müminlerin ruhları birbiriyle tanışır», dediği rivayet edilmiştir. Bunun için Hipokrat kendisini seven zavallı bir adamın durumu anlatıldığı zaman üzülmemiş ve: «O, ancak bazı ahlâki yönlerinde kendisine uyduğum için beni sevmektedir.» demiştir.»

îşte görüyoruz ki îbni Hazm, felsefeye dayanmakta ve onu dînî nass´larla desteklemektedir. Daha sonra o, adı geçen kitabının bü­tün bölümlerinde, müşahade ettiği olayları anlatarak istikrâ´ya is­tinat etmektedir. O, bu olayları tahlil ederek, nefsin (ruhun) derin­liklerine kadar varır ve bu tahlillerini tamamen gördüklerine dayanarak yapar, işittiklerine değil,.. Bu hususta şöyle der:

«Bu kitabımda, gördüklerimin veya güvenilir kimselerin rivayetine uyarak doğru bulduğum şeylerin dışına çıkmamayı esas olarak kabul ettim. Eskilerin ve bedevi araplann haberlerinde beni mazur görün. Çünkü, bunların yolu bizimkine uymamaktadır. Onlara ait pek çok haber mevcuttur. Benim mezhebim, başkasının binitiyle yola çıkmamaktır. Ben emanet zînet eşyası kullananlardan değilim.»

İbni Hazm, sevginin iki esası olduğunu söyler:

a) Nefsi benzeşme ve ruhi kaynaşma,

b) Şekil yönünden uyuşma.

İlk hayranlık, kişi için hoşuna giden şeklin güzelliklerini tâyin eder. Ona göre güzelliğin ölçüsü bu olur. Başkası hoşuna gitmez ve ondan başkasıyla istişarede bulunmaz.

İbni Hazm, bu eserinde tahlillerine devam eder ve sevginin derecelerini açıklar. Sevginin en üstününün Allah sevgisi olduğunu söyler. O, takva veya işi en güzel şekilde yapmak, kurbiyyet veya Allah´a itaat etmek için Allah´ı sever. Bundan sonra ülfet ve sada-kata dayanan sevgi gelir. Arkadaşlık ve dostluk sevgisi de buna da­hildir. Bunlardan sonra aşk gelir. Bu da, hiç bir sebebe bağlı olma­yan ve ruhların birleşmesinden ibaret olan bir sevgidir.

Îbni Hazm, kitabının başka bir bölümünde mânevî ruhî sevgiyle şehvete dayanan sevgi arasındaki farkı açıklar. Mânevî-ruhi sev­ginin sebebinin ruhî kaynaşma oîduğ´unu anlatır ve şöyle der: İlk anda vücut bakımından güzel görme ve renkleri öte geçmeyen su­reti hoşbulnıanın sebeplerinden birisi şehvettir. Fakat, mânevî-rûhî sebebi ise hakikattir»[56]

O, ruhî sevginin ancak tek varlık için, bedenî sevginin ise çok ve çeşitli olduğunu anlatır.

Îbni Hazm, aşk ile iffetin irtibatını iyi kadınlarla kötü kadınların aralarındaki farkı anlatmak için kitabında müstakil bir bölüm ayırmıştır. Bu hususta şöyle der: «îyi kadın, muhafaza ettiğin za­man kendisini koruyan, muhafaza imkânları olmadığı zaman da kendisine hâkim olan kadındır. Kötü kadın ise, muhafaza ettiğin zaman bile kendisini korumayan kadındır.»

Îbni Hazm, hem derinliği, hem de güzelliğiyle meşhur olan bu eserindeki ilmi açıklamalarında istikra´, tetebbu ve tahlil metoduna dayanır. Fakat, onun istikrâ´ının tam olduğunu söyleyemeyiz. Bel­ki bu eksiktir. Lâkin inceleme ve araştırmalarına kâfi olup maksa­dına varması için ona yol gösterecek niteliktedir. Bundan sonra îbni Hazm´in nakli ilimlere ait metoduna geçebiliriz.[57]

Naklî İlimlere Ait Metodu Ve Görüşleri

İbni Hazm´in nass´ları inceleme ve bunlardan hüküm çıkarma metodu, bu nass´ların lâfızlarının zahirî mânalarına dayanır, İbni Hazm, bu lâfızları te´vile, hükme esas teşkil eden illeti tesbit ve bu­na dayanarak kıyas yapmak için ta´lile teşebbüs etmez. Hakkında nass bulunan bütün İslâmî konularda lâfızların zahirî mânâlarını kabul eder.

Burada, Önce îbni Hazm´in umumî olarak görüşlerini arzedelim; daha sonra da fıkhını ele alalım.[58]

Akîdeye Ait Görüşleri

İbni Hazm, akideyi iki yönden inceler.

1 Ülûhiyyet ve nübüvveti isbat,

2 Kur´ân ve Sünnet lâfızlarının gösterdiği akaid meselelerini tesbit.

Birinci konuda ilk bedîhüere, istikra´ ve tetebbulara dayanır. Bu incelemelerinin sonunda tek Tanrıya İman esasına”, Peygamberin hak olduğuna ve mu´cizelerin, Allah katından gönderildiğini söyle­yen Peygamberler tarafından gösterilebileceğine inanır.

Peygamberlik sabit olunca, sadece hüccet, Peygamberin getirdiği nass´lardır. İbni Hazm, bu nass´lann zâhirleriyle amel ederek «O çok esirgeyici (Allah) arş üzere istiva etmiştir»[59] âyetini okudu­ğu zaman, Allah´ın zâtına lâyık bir şekilde arş ve istivası olduğuna inanır ve herhangi bir te´vüe başvurmaz.

Bu balamdan İbni Hazm, Kur´ân-ı Kerim´in haber verdiği gay-be ait bir şeyin nass´lann zahirine göre gerçek olduğunu kabul eder ve zahirden başka şeyleri kabul etmez. Ona göre. Sünnetin bildirdi­ği gaybe ait şeylerin de hepsi gerçektir. İsterse sünnet mütevatir, is­terse âhâd haberlerden ibaret olsun. Yeter ki güvenilir kimseler tarafından rivayet edildiği sabit olsun. Dolayısıyla İbni Hazm, kitab-lara, meleklere, sırât´a, hisâba, mizana ve levh-i mahfuza îman eder.[60]

Vahdâniyyetle İlgili Görüşleri

İbni Hazm, Allah´ın vahdâniyyeti (birliği) ne, Kur´ân ve Sünnet nass´larında bildirildiği şekilde inanır. Ona göre nass´lardan an­laşılan vahdâniyyet üç yönden incelenir.

1 Ma´budun birliği: Allah´dan başka hiç bir varlığa ibadet edilmez. Kullarından hiç birisi vâsıta edilerek, Allah´a yakınlık ka­zanmak için çalışılmaz. Takarrub (Allah´a yakın olmaya çalınmak) bir ibadettir. Allah´dan başka ma´bud yoktur. İnsana, taşa, türbeye ve herhangi bir mahluka tapınmak, asla caiz değildir.

2 Hâlık (yaradan)´ın birliği: Kainattaki her şeyi yaratan Allah Teâlâdır. O´ndan başka hiç bir yaratıcı yoktur. Hiç bir kimse herhangi bir fiil veya bir şeyi yaratmak iddiasında bulunamaz. Nass´larda bildirildiği gibi her şeyin yaratıcısı Allah´dır.[61]

3 Allah´ın sıfatlarının birliği: İbni Hazm, Allah´ın sıfatlarının veya zâtının birliği sözü ile, Allah´ın zat ve sıfatlarında hiçbir şeriki olmadığını ve zât-i ilahiyenin tek olduğunu kasdetmektedir.

Allah Taâlâ, yaratılmışlardan hiç birisine benzemez. Nitekim Kur´ân-ı Kerim´de; «O´nun benzeri dahi yoktur. O, hakkıyla işitir ke­mâliyle görür.[62] buyurulur. İbni Hazm, bu meselede mevcuı nass´larla bildirilen şeyleri aynen kabul eder. Kur´ân ve Sünnet´de bildirilen Allah´ın sıfatlarına olduğu gibi İman etmenin gerektiğini söyler. Bu sıfatlan Allah´ın isimleri sayar. Allah Teâlâ yüce´zâtını kadîr, alîm, hakim, semî´, basir, mürid, muhtar, hayy ve kayyûm[63] gibi Kur´ân-ı Kerim´de geçen Esmâu´l-Husnâ (güzel isimler) ile isimlendirmiştir. Bunlar, Allah´ın sıfatlandır, diyemeyiz. Ancak bunlar, Allah´ın isim­leridir, diyebiliriz. İbni Hazm bu konuda şöyle der:

«Allah´ın sıfatlan olduğunu söylemek imkânsızdır, caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberine indirmiş olduğu kelamında «sıfat» lâfzını açıkça zikretmemiştir. Peygamber (S.A.)´den de bize Allah´ın sıfatı olduğuna dair´bir şey intikal etmemiştir. Evet, bu hususta bize, sahâbîlerle seçkin tabiîlerin tek birisinden herhangi bir şey intikal etmemiştir.»[64]

Teşbih İfade Eden Lâfızlarla İlgîlî Görüşleri

İbni Hazm; «Allah´ın eli, onların ellerinin üstündedir.»[65] ve «Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Ancak yüce ve cömert olan Rabbının yüzü bakîdir.»[66] âyetleri karşısında bir şey söylemez. Allah´ın eli var­dır, bunun mahiyetini bilemiyoruz; Allah´ın yüzü vardır, bunun haki­katini bilemiyoruz gibi sözleri de ağzına almaz. O, bu lâfızların zahir­lerini kabul etmekle beraber zâhir´in, bunlar hakkında böyle söylenilmesine bir delaleti olmadığım ileri sürer. Ancak Arap dilinin üslû­buna olan vukufu ve kendi zevki selimi ile «yüz» kelimesinden «zat» dan başka bir şey muradedilmediğini kabul eder. Keza; «Allah´ın eli, onların ellerinin üstündedir.»[67] âyetindeki «el» kelimesini: Allah, onların ellerinin üstündedir[68] diye tefsir eder. «O´nun (Allah´ın) iki eli de açıktır, nasıl dilerse öyle sarfeder.»[69] âyetini: Allah di­lediği gibi sarfeder, diye tefsir eder. «Ellerimizin yaptıklarından kendileri için bunca davarlar yarattığımızı görmediler mi »[70] âyetinde ki «ellerimizin yaptıklarından» sözünü: bizim yaptıklarımızdan, diye tefsir eder. «İstiva» sözünü de böyle münasip bir şekilde tefsir eder.

Görüyoruz ki İbni Hazm, kendisi de te´vil ve tefsircilerin yolundan gitmektedir. Fakat bunu, te´vil veya tefsir saymamakta ve me­cazî lâfızların delalet ettiği mânâlar olarak kabul etmektedir. Ona göre meşhur mecazlar, lâfızların zahirleri hükmündedir.

Bu suretle İbni Hazm, Allah´ın yüce zatının isimlerinden müteşâbih kelimeler bulunmadığını, ancak «Hâ Mim» ve «Elif Lâm Mim Sâd» gibi Kur´an sûrelerinin başlarında yer alan harflerle, «And ol­sun güneşe ve onun aydınlığına.»[71] ve «Şu beldeye yemîn ederim.»[72] gibi âyet-i kerîmelerde geçen eşya ve yaratılmış şeyler üzerine Allah´ın yapmış olduğu kasemlerde müteşabih bulunduğunu beyan eder.[73]

Cebr Ve İhtiyar Hakkındaki Görüşleri

İbni Hazm; «her şeyin yaratıcısı Allah´dır.» hükmü karşısında insanın kendi fiillerini yaratıp yaratmaması meselesinde cebr ve ihtiyâr´a dokunmak mecburiyetinde kalır. O, insanın fiillerini -Allah yaratmaktadır, dese, insanın iradesini yok etmiş olacak; bu da, tek­lifin ortadan kalkması gibi bir sonuca varacaktır. İnsan kendi fiillerini kendisi yaranmaktadır, dese, fiillerin yaratılmasında Allah´a şirk koşmuş olacaktır. İbni Hazm, bu işin içinden şu şekilde çıkar: Kul, Allah tarafından yaratılmıştır. Kendisinde bir irade ve güç vardır. O, bir şey yapabilir veya bir şeyi yapmak istiyebilir. Kulun bu irade ve gücünün üstünde Allah´ın kahredici kudreti vardır. Allah Teâlâ kendi iradesine mâni olacak her şeyi yok etmeye muktedirdir. Buna göre Allah, bir kula hayır dilerse hidayet eder, şer diler­se ona mâni olacak şeyleri yok eder ve onu felâkete düşürür. Böylece Allah´ın, «De ki: Şüphesiz Allah kimi dilerse onu dalâlete götürür, gönlünü kendisine çevirenleri ise doğru yola iletir.»[74] sözü gerçekleşmiş olur.[75]

Siyasî Görüşleri

Siyasetin kucağında yetişmiş olan İbni Hazm, siyasî konularda kendi görüşlerini açıklar. Akîde ile ilgili de olsa, hilafetten halife­nin nasıl seçileceğinden, siyasi fırkalar arasında tartışma konusu olan büyük günah işieyelnerin durumlarıyla ilgili meselelerden bah­seder.

Hilâfet konusunda İbni Hazm şöyle düşünür: Bir halifenin iş basma getirilmesi müslümanlar için farzdır. Eğer müsülümanlar, başlarına bir halife tayin etmezlerse toptan günahkâr olurlar. Çün­kü, müslümanlar arasında İmamet (hilafet)´in zaruretini gösteren birçok nass vardır.

İbni Hazm´e göre İmamet, ancak şartları bulunursa gerçekleşir. Şöyle ki:

1 İmam (halife) Kureyş´li olacaktır. Çünkü bu hususta nass vardır ve sahabîler Benî Saide´nin sofasında toplandıkları zaman Ansar, halifenin kendilerinden olmasını teklif etmişler; fakat bütün sahabîler halifenin Kureyşli olmasında, Kureyşli olması ve Hz. Peygamber´e yakınlığı bulunması hasebiyle Hz. Ebu Bekr´i halife seçmede icmâ etmişlerdir.

2 Halifenin akıllı (âkil) ve erkek olması şarttır. Çünkü Peygamber (S.A.), «İdarelerini bîr kadına teslim eden millet iflah ol­maz.» buyurmuştur.

3 Halifenin emaneti omuzlamak için ileri çıkması; devlet işlerini yürütmek için yapacağı görevleri bilmesi, zahiri durumunun bu işe elverişli olması ve fena işlerle uğraştığı bilinmemesi şarttır. Bu konuda îbni Hazm şöyle der:

Bir kimse; tek bir şeyde bile olsa, Aliah´dan korkmayan, yeryüzünde açıkça fenalık işleyen, emniyete lâyık olmayan, Allah´ın emrini yerine getirmeyen veya dînî hakkında bir şey bilmeyen bir şahsı halifelik makamına takdim etse günah ve fenalığa yardım etmiş olur. Peygamber (S.A.); «Bir kimse bizim emretmediğimiz bir işi yaparsa o merduddur.» ve «Ey Ebâ Zerr, sen zayıfsın, iki kişiye reis ve yetim malına velî olma!» diye buyurmuştur. Alîâhû Teâlâ da; «Eğer üstünde hak bulunan (borçlu), bir sefih (beyinsiz) veya zayıf olursa, yahut da bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa razı olacağınız şahitlerden bir erkekle, biri unutursa ötekine hatırlatması için iki kadın yeter,»[76] buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki sefih, zayıf ve kendi işlerini yürütmediği için velîye muhtaç olan kimselerin müslürnanlara velî olması caiz değil­dir.»[77]

İbni Hazm, hilafetin verasete dayanmayacağını söyler, İslâm, soya dayanan saltanatı tanımaz. Bu konuda da İbni Hazm şöyle der: «Müslümanlar arasında İmamet (hilafet)´de verasetin caiz ol-mıyacağını, Râfiziler hariç, kabul etmeyen yoktur. Râfiziler ise, hem veraseti kabul ederler, hem de erginlik çağma ulaşmayan şahsın İmam olabileceğini caiz görürler. Keza, müslümanlar arasında kadının İmametinin caiz olmayacağında ihtilâf yoktur.»[78]

İbni Hazm´e göre şartları kendisinde bulunduran kimse İmamete nasıl getirilecektir îbni Hazm, bu işin şu üç şekilden biriyle tamamlanacağını söyler:

1 Bu işin en iyi ve en doğru şekli, mevcut İmamın ölmeden Önce kendisinden sonra İmam olacak şahsı tavsiye etmesidir. Bu ko­nuda şöyle der: «Nitekim Peygamber (S.A.),´ Ebu Bekr Sıddîk´i; O da, Ömer´i; Süleyman b. Abdilmelik, Ömer b. Abdilaziz´i böyle tav­siye etmiştir.» İşte İbni Hazm´in benimsediği şekil budur. Bu misallerden anlaşılıyor ki O, gelecek İmamı tavsiye işinde akrabalık ve adam kayırma değil, dinin ve müslümanlann maslahatının öne alın­masını şart koşmaktadır.

Bu tavsiye işi, bi´at´ın vacip oluşuna engel teşkil etmez. Umumî bir bî´at şarttır. Tavsiye ile seçilmek, ancak bî´atla tamamlanır.

2 Eğer İmamet için bir tavsiye yoksa gerekli şartlan haiz kimse ortaya atılır ve kendisine bî´at edilmesini teklif eder. Buna karşı çıkılmaz. İtaat etmek gerekir. Nitekim Hz. Ali Kerremallâ-hü vechehû nin İmamete getirilişi böyle olmuştur.

3 Sağ olan halife, kendinden sonraki halifenin seçimini güvenilir bir şahsa veya bir zümreye bırakır. O şahıs veya zümre ara­larından birini seçer. Nitekim Hz. Ömer, Peygamber (S.A.)´in ha­yatta iken kendilerinden razı olduğu altı kişiye bu işi havale etmiş­tir. İbni Hazm der ki: «Bize göre bu tarzdaki halife seçiminde müslümanların ittifak ettiği şahsa razı olmak gerekir. Üç günden faz­la seçim işiyle uğraşmak caiz olmaz. Çünkü Peygamber (S.A.), Müs­lümanların iki geceden fazla İmamsız kalmalarını nehyetmiştir. Müslümanlar da, bundan fazla bir müddet içinde bu iş için toplan­mamıştır. Bu süreden fazlası bâtıl olup caiz değildir.»

İmametle ilgili bütün bu şekillerde îbni Hazm´in zahirî görüşlerine göre hareket ettiği düşünülebilir. Çünkü o, burada müslümanlardan adalet ehli olanların icmâ´ına. uymaktadır. Bu müslü-manlar Ebu Bekr, Ömer,- Osman ve Ali (R.A.) ´ye bî´atta icma´ et­mişlerdir. Böylece her üç türlü halife seçimi de müslümanlardan adalet ehli olanların icmâ´ına dayanmaktadır. Bâgîlerin isyanı ise icmâ´ı bozmaz.[79]

Kebîre İşleyenler Hakkındaki Görüşleri

Kebîre (büyük günah) işleyenlerin durumu üzerinde münakaşa, ilk defa Haricîler arasında çıkmıştır. Bunlara göre kebîre işleyenler kâfirdir. Ehl-i Sünnet Ve´1-Cemaat, Hâricilerin bu görüşünü tanıma­mış ve kebîre işleyenlerin kâfir olmadığını, fakat işlediği bu günah için hesaba çekileceğini söylemiştir. Tevbe eder veya Allah´ın mağfiretine uğrarsa kebîre işleyen bir kimse hesaptan da kurtulur. Mürci´eye göre îman olduktan sonra kebîre hiç bir zarar vermez. Nite­kim küför içindekilere taat da hiç bir fayda vermemektedir. Mu´te-zîlilere göre ise, kebîre işleyen ne mümindir, ne kâfirdir. Bunun ikisi arasında bir yerde olup tevbe etmeden ölürse ebediyyen ateşte kalacaktır.

Ibni Hazm, Ehl-i Sünnet´in yoluna yaklaşır. Çünkü nass´ların zâhirleri onla)pu desteklemektedir. Fakat kendisi, bu konuda kısmi bir ayırım yapar ve şöyle der: «Yaptığı günahlar için Allah´a tevbe-i nasuh ile tevbe eden kimsenin Allah bütün günahlarını affeder. Bir kimse tevbe etmeden ölür ve sevapları günahlarından ağır gelirse günahları düşer. Kendisi de cennete gider, cehenneme gitmez. Sevapları günahlarına denk gelirse bunlar A´raf ehli olurlar. Bu­rada bir müddet bekledikten sonra cennete giderler, cehenneme git­mezler. Eğer günahları sevaplarından ağır gelirse, bunlar günahla­rının fazlası kadar ceza görürler. Bunun müddeti, yüzlerine ateşin bir defa parlama müddetinden elli bin yıla kadar değişir. Sonra ateşten çıkar ve kalan sevapları karşılığında cennete girerler.»[80]

Bundan anlaşılıyor ki, îbni Hazm günah işleyenlerin, isterse iş­ledikleri günah büyük olsun, kâfir olmadığını kabul etmekte, son­ra da nass´larm zahirlerine dayanarak bu hususta bazı tafsilatta bu­lunmaktadır. Böylece O, nakli ilim hakkında benimsediği metodun­da da mantıkî olarak hareket etmektedir.

Artık İbni Hazm´in fıkhına geçebiliriz.[81]

İbnî Hazmin Fıkhı

İbni Hazm´in, nakilden ibaret olan nass´lan anlama metodunun, sadece bu nass´lann zahiri mânâlarını almak olduğunu söylemiştik.

îbni Hazm bu metodunu siyaset, Allah´ın sıfatları ve diğer akide mes´elelerine dair görüşlerine de tatbik etmiştir. Sadece ülûhiyetle nübüvveti ispat ederken akla dayanır. Ülûhiyyet ve nübüvve­tin ispatından başka mes´elelerde nass´lann zahirine dayanır ve hü­kümlerin illetlerini araştırmaz.

îbni Hazm´in bu metodu, fıkhında tamamen meydana çıkar; hattâ bu konuda temel unsur olur. İbni Hazm, fıkhı hükümler çı­karırken yalnız Kitap ve Sünnetin nass´larma dayanır. Bunlardan öte gitmez. Akla, nass´lann üstünde ve zahirî mânâlannın İlerisin­de bir işleme alanı bırakmaz. îbni Hazm´e göre re´y´le de, hakkında nass bulunmayan bir mes´eleyi hüküm bakımından hakkında nass bulunan bir mes´eleye bağlamaktan ibaret ve istidlal bakımından neredeyse nass makamına kaim olan kıyas´la da, maslahatla da, se­bep olduğu neticeye göre hüküm ifade eden zerâyi´ ile de ictihad asla caiz değildir.[82]

Re´ye Dayanan İçtihadı Îbtâlî

Yukandaki ifadelerden de anlaşılacağına göre, îbni Hazm fıkhı hükümlerin çıkarılmasında re´y´e dayanarak içtihad yapılmasını ca­iz görmemektedir. Bu görüşünü ispat için O, yine nass´lann zahirine dayanır. Burada biz, Ibni Hazm´in bu konudaki delillerini kısaca anlatmak istiyoruz:

1 Kur´ân: Ibni Hazm, Kur´ân´m, «Biz o kitapta hiçbir şey eksik bırakmadık.»[83] âyetini delil getirir. Eğer re´y için boş bir saha kalsaydı Kur´an-ı Kerim bir kısım şeyleri eksik bırakmış ve ihmal etmiş olurdu. Keza, «Ey îman edenler, Allah´a itaat edin. Peygamber´e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Bir şey hakkında çekiş­tiğiniz takdirde, Allah ve âhiret gününe inanıyorsanız, hemen onu Allah´a ve Peygamber´e döndürün (bu hususta onların emirlerine başvurun).»[84] âyet-i kerimesi, bu konuda İbni Hazm´in görüşünü is­pat için bir delil teşkil eder.

Bu nass´da, îbni Hazm´e göre, şer´i hükümlerin kaynakları tesbit edilmiştir. Bunlar da Kitap, Sünnet ve ihtilaf konusu olmayan icma´dır.

2 Sünnet: îbni Hazm Sünnet nass´larının da zahirlerinden hareket eder. O, Peygamber (S.A.)´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: «İlim insanların kalblerinden çıkarılıp al mm az. Ancak ilim, âlimlerin ölümüyle çıkıp gider. Âlim kalmayınca insanlar câhil re­isler edinirler. Bunlar da re´y ile fetva vererek hem kendileri saparlar, hem de başkalarını sapıtırlar.»

3 Sahabilerin sözleri: İbni Hazm, Hz. Ömer´in şu sözlerini rivayet eder: «Dininizde re´ye itibar etmeyiniz.» ve «Ancak, Peygam­ber (S.A.)´in re´yi isabetli olur. Çünkü ona, bunu ilham eden Allah´-dır. Bizim re´yimiz sadece zan ve tekliften ibarettir.»

İbni Hazm, sehâbilerden buna .benzer rivayetlerde bulunur. Hz. Ömer´in sözlerine benzer görüşleri, Hz. Peygamber´in halifesi Ebu Bekr ve Ali (R.A.)´den de rivayet eder.

İbni Hazm, kendi görüşünün doğruluğunu ispatlamakla yetinmez, daha ileri giderek ve fakîhlerin büyük çoğunluğunun delil ola­rak kabul ettiği şeyleri nakzeder. Meselâ; «Ey akıl ve basiret sahip­leri, siz ibret alın.»[85] âyetinde re´y dayanılmasına delâlet eden bir şey olmadığını, ancak bu âyette cereyan eden olaylardan ibret alınmasına işaret buyunılduğunu söyler. Ayrıca îbni Hazm, Muaz b. Cebel´in Peygamber (S.A.)´e, Kitab ve Cünnefte bir hüküm bulun­madığı zaman re´yi ile içtihad yapacağını söylediğini ve Hz. Peygam­ber´in de onun bu fikrini tasvip ettiğini anlatan hadis´in doğruluğunu kabul etmez. Keza, Hz. Ömer´in Ebu Musa el-Eş´arî´ye gönderdi­ği kaza (yargı) mes´eleleriyle ilgili ve birbirine benzeyen olayları kıyas yoluyla halletmesini emreden mektubun sıhhatini inkâr eder. îbni Hazm´in bütün münakaşa ve istidlalleri, lafızların zahiri mâ­nâlarına dayanır. Fakat sihhati (doğruluğu) sabit olan hadisleri inkâr etmesi tamamen yersizdir.

Artık İbni Hazm´in ileri sürdüğü delilleri inceliyebiliriz. Bize göre, re´yi kabul edenler, mes´eleleri başıboş ve bir kayda bağlamaksızın bırakmamışlardır. Fakihlerin caiz gördüğü re´y, ancak kıyas veya maslahattan ibarettir. Bütün re´y çeşitleri bu ikisine dayanır. Bunları kabul etmek, olayları Kitab ve Sünnetin ışığı altında halletmektir. Nitekim Allâhu Teâlâ, ihtilâf çık­tığı zaman Kitab ve Sünnete başvurulmasını emretmiştir. O halde re´yi kabul etmek, Kur´ân nassınm dışına çıkmak demek değildir.

Kıyâsın Kitab ve Sünnete dayandırılması, hakkında nass bulunan mes´elelerin hükümlerini benzeri mes´elelere tatbik etmek demektir. Bu da, mes´eleyi Kur´an veya Sünnetin muayyen bir nassına dayandırmak olup Kur´ân ve Sünnetin dışına çıkmak de­ğil, nass´ları anlamının ve onlarla istidlal etmenin yoludur. Nitekim Huccetu´l-İslâm el-Gazzali de böyle söylemiştir.

Maslahata gelince; burada her türlü kayıttan âzâde olmak söz konusu değildir. Muteber olan maslahat, îslâmiyetin tanın­mış olduğu maslahattır. Bu da, naşs´lardan elde edilen umumî amaçlara başvurma olup nihayet Kitab ve Sünnete dayanmak demektir. Bunların dışına çıkmak veya hükümlerinin icabına uymamak değildir.[86]

İbni Hazm´e Göre Seri Deliller

İbni Hazm´e göre şeriatın emirleri ancak şu dört esas ile bilinir

1 Kur´ân nassı,

2 Peygamber (S.A.)´in sahih ve mütevâtir sünneti,

3 Ümmetin âlimlerinin icmâ´i,

4 Ancak bir tek şekle ihtimali olan delil.

İbni Hazm´in fıkhının kaynaklarını İşte bu dört esas teşkil eder.[87]

1- Kitab

Kitab, bütün şeriatın ilk kaynağıdır. Diğer kaynaklar buna dayanır. Sünnetin hüccet oluşu .da ancak Kitab ile anlaşılmıştır.

Kitab, Peygamber (S.A.)´in en büyük mucizesi olup onun kıyamete kadar bakî olan şeriatının düsturunu teşkil eder.

Kur´ân-ı Kerimin hükmü ya bizzat açıktır; evlenme, boşanma ve mirasla ilgili hükümlerin çoğu böyledir. Veya Kur´ân´m ihtiva etti­ği hükmün Sünnetle açıklanması gerekir. Meselâ namaz, zekât ve haccm hükümlerini Sünnet açıklamaktadır. Nitekim Kur´ân´da, Biz sana da Kur´ân´ı indirdik. Tâ kî insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatsın…»[88] buyurulmuştur.

Kur´ân´m beyanları bazan apaçık olur, bazan da kapalı olur. Ancak zikir ehli onu anlar, Kur´an-ı Kerîm´de.de, «Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorun.»[89] emr-i ilâhîsi yer almıştır. Ibni Hazm bu konuda şöyle söyler :

«Beyan (Kur´an´in ifadesi), vuzuh (açlık) bakımından değişir. Bazan açık, bazan kapalı olur. însanlar, bunları anlamakta değişik duruma sahiptirler. Bazısı bunları doğru olarak anlar, bazısı anlıya-maz. Nitekim, Ali b. Ebî Talip (R.A.), «Kur´an´ın ifadesini ancak dî­ninde kendisine bir anlayış ihsan edilen kimse kavrar.» demiştir.

İbni Hazm, Kur´ân´m bazan Kur´ân ile açıklandığını, bazı Kur´ân nass´lannın,kapalı.veya tahsis edilmeye ihtiyaç gösterecek bir şe­kilde umumî (âmm) olduğunu ve bunları Kur´ân´ın diğer nass´lan­nın tahsis (tayin) ettiğini söyler.

îbni Hazm, Kur´an´m umumi (âmm) ifadelerini açıklayan lafızların iki kısmı olduğunu anlatır:

1 Zaman bakımından Kur´an´m umumî ifadesine yakın olan lafızlar. Bu lafızların açıklanmasına «Tahsis» denir.

2 Zaman bakımından Kur´an´m umumî ifadesine yakın olmayan lafızlar. Bu lafızların açıklanmasına da «Nesih» denir.

İbn-i Hazm´e göre nesih, hükmün zaman içerisindeki umumîliğini istisna etmektir. Bu, şu demektir: Nesih´den önceki zamanda bu hüküm tatbik edilmiş olup daha sonra zamanın umûmundan istis­na edilmiştir. İbni Hazm burada şöyle der:

«Nesih, istisnanın çeşitlerindendir. Çünkü nesih, zamanın istisnası, yani bir işi belli bir zamana tahsistir. Buna göre, her nesih is­tisnadır, her istisna nesih değildir, diyebiliriz.»

îbni Hazm, Kur´an nass´larının birbirleriyle çatıştığını kabul etmez ve bunu kesin olarak reddeder. Çünkü Kur´an, ilâhî bir vahiy­dir. Dolayısiyle bunda birbirine zıt şeyler olamaz.

Kur´an nass´ları arasındaki çatışma (taâruz) nm varlığını kabul etmek, Kur´anda ihtilafın oldüuğnu kabul etmektir. Halbuki Allah Teâlâ, şu sözüyle Kur´anda ihtilâf bulunmadığını beyan etmiş ve: «Onlar, hâlâ Kur´ân´ı gereği gibi düşünmiyecekler mi Eğer O, Allah´dan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan birçok şey bulunurdu.»[90] buyurmuştur.

Bir kimse Kur´an nass´ları arasında çatışma bulunduğu vehmine kapılırsa, ya her iki âyetin birbiriyle bağdaşma imkânı, ya umu­mî (âmm) ifadesinin diğer bir âyetle tahsisi veya nesih ile onun bu vehmi ortadan kaldırılır.[91]

2- Sünnet

İbni Hazm şöyle der:

«İslâm şeriatında başvurulan asıl kaynağın Kur´an-ı Kerîm olduğunu beyan ettik. Kur´an-ı Kerîm´i inceledik ve onda gördük ki Peygamber (S.A.)´in emirlerine itaat etmemiz gerekmektedir. Al­lah Teâlâ´nın Kur´ân´da Resulünü şöyle vasfettiğini de biliyoruz:

«O, kendi havasından söylemez. O, (peygamber´in söyledikleri) ancak kendisine gönderilen bir vahiydir.»[92] Buna göre, Allah´ın Pey­gamber (S.A.)´e göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz:

«1 Vahy-i Metlüv (tilâvet edilen vahiy).Bu i´cazkâr bir üslûba sahip olan Kitab (Kur´an)´dır.

«2 Vahy-i Mervî (rivayet olunan vahiy) : Bu i´cazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivayet edilmemiştir. Fakat makrû´ (okunmuş) dur. Yâni bu, Peygamber (S.A.)´den varit olan haber olup Allahu Teâlâ´nın murâdını açıklayıcı mahiyettedir. Kur´an-ı Kerîm´de bu hususta şöyle Duyurulmuştur: «…Tâ ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasin.»[93] Buna göre Allahu Teâlâ, nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur´an´a itaat etmemizi enırettiyse, vahyin bu ikinci kıs­mına da itaat emmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur.»

Bu ifadeden anlıyoruz ki İbni Hazm´e göre Sünnet, her ne kadar nazm, tilavet ve i´caz bakımından Kitab gibi değilse de, vahiy olma yönünden onun aynıdır. Dolayisiyle Sünnet, Kur´an-ı açıkla­makta ve onun´bildirmediği hükümleri ihtiva etmekte olup Sünnete uymak Kur´an´ın emridir.

Îbni Hazm, Kur´an ve Hadîs nass´lannı şeriatın yegâne kaynağı sayar. Sünnet ve Kur´an, ona göre aynı mertebededir. Ondan önce Şafii de bu görüşü ileri sürmüştü. îbni Hazm, bu konuda şöyle der: «Kur´an ve sahih haber birbirine bağlıdır. Her ikisi de Allah ka­tından gönderilmiş olma ve itaat bakımından aynı hükümdedir. Çünkü Allahu Teâlâ Kur´an´da; «Ey îman edenler, Allah ve Resulüne itaat edin. Kendiniz dinleyip durduğunuz halde ondan yüz çevirme­yin. Kendileri dinlemedikleri halde, dinledik diyenler gibi olma­yın.»[94] buyurmuştur.

Îbni Hazm, Peygamber (S.Â^)´in söz ve takrirlerini kesin olarak hüccet sayar. Peygamber (S.A.) ´in fiillerine gelince; îbni Hazm bun­ları, ancak onun emrettiği şeylerin tatbiki olduğuna delâlet eden bir söz bulunursa hüccet olarak kabul eder. Meselâ; Peygamber (S.A.)´-in; Namazı ben nasıl kılıyorsam siz de benden gördüğünüz gibi kılınız.» sözü böyledir. Veya Peygamber (S.A.)´in fiilinin sözü maka­mında olduğunu gösteren bir karine (işaret) bulunursa, bu fiili îbni Hazm hüccet olarak kabul eder. Çünkü karine, fiili söz mevkiine kor.[95]

Rivayet Bakımından Sünnetîn Kısımları

Îbni Hazm, rivayet bakımından Sünneti ikiye ayırır:

1 Mütevâtir Sünnet: Bunun hüccet oluşunda icmâ´ vardır. İbni Hazm´e göre mütevâtir Sünnet, kesin ve tereddütsüz bir hüc­cettir. Fakat, Îbni Hazm´in mütevâtir Sünneti tefsiri, Hadîs bilginleriyle diğer fakîhlerin tefsirine uymaz. Onlara göre mütevâtir, top­tan yalan üzerinde birleşmeleri imkânsız olan bir topluluğun sened bakımından Peygamber (S.A.)´e ulaşmak şartıyla yapmış olduğu ri­vayettir, îbni Hazm´e göre ise mütevâtir yalan üzerinde ittifak et­meleri imkânsız olan en az iki kişi tarafından rivayet edilen şeydir. Meselâ; bir memleketten gelen kimse herhangi bir şey rivayet etse, başka bir memleketten gelen diğer bir şahıs da, her ikisi birbirini görmediği halde, aynı şeyi haber verse İşte bu rivayet, îbni Hazm a göre tevatür ifade eder ve tasdiki gerektirir. İbn-i Hazm´in bu görü­şünü, aklın bedîhilerinden bahsederken de anlattık.[96]

2 Âhâd Haber: îbni Hazm, bunu, tevatür şartlarını haiz olmayan bir veya daha fazla kimsenin rivayet ettiği şey, diye tarif eder.

îbni Hazm, âhâd haberlerin tasdik edilmesini, bunların hem akâid hem de amel hususunda delil olarak alınmasını ileri sürerken birçok bilginlere muhalefette bulunur. îbni Hazm´e göre âhâd haber­ler hem îtikad, hem de amel bakımından uyulması gereken bir şey­dir. Bu suretle îbni Hazm, birçok muhaddislerle Ahmed b. Hanbel gibi muhaddis fakîhlerin bir kısmı ile birleşir. Diğer fakîhlere göre de haber-i âhâd´le amel etmek gerekir. Fakat, i´tikâdî mes´elelerde bu haberlere uymak gerekmez.

Âhâd haberleri akâid mes´elelerinde delil olarak alan îbni Hazm´le muhaddislerin delilleri şudur: Peygamber (S.Â.), bâzı kral­lara yazdığı mektupları birer kişiyle göndermiştir. Keza, Peygamber (S.A.), müslümanlara vazifeli olarak bâzı kimseleri tek olarak gön­derirdi ve bunların sayısmı nazarı itibara almazdı. Meselâ; Muaz´ı Yemen´e, Ebu Bekir´i Hac Emîri olarak Mekke´ye, Hz. Ali´yi, kadı olarak Yemen´e tek olarak göndermiştir. Sahâbîler, hakkında Kurf-ân nassı bulunmayan bir mes´eleyle karşılaştıkları zaman bunu hal­letmek için Peygamber´in Hadîsini araştırırlar ve bu hususla ilgili bir hadîs bulurlarsa, râvîlerinin sayışma bakmaksızın bu Hadîs´e gö­re hükmederlerdi.

Mütevâtir ile âhâd arasındaki fark, istidlal bakımmdan kuvvet farkıdır. Mütevâtir, âhâd´dan önce gelir. İki haber çatışırsa, yâni mü-tevâtirle âhâd haber birbirine zıt olursa ve aralarını telif kabil olmazsa mütevâtir hadîs, Peygamber (S.Â.) ´den intikal eden sâdık haber olarak kabul edilir.

İbni Hazm, râvilierin bizzat adaletli ve «sika» olmalarını şart koşar. Sika râvîlerin en yüksek mertebesini fakih, öğrendiklerini iyi hıfz ve zapteden kimseler teşkil eder. Hâli belli olmayan kimselerin rivayetleri, böyle bir kimsenin âdil ve sözü makbul veya gayri âdil ve rivayeti merdut bir kimse olup olmadığı anlaşılıncaya kadar ka­bul edilmez.

Râvînin fakîh olması, onu en yüksek mertebeye dâhil olmasının şartı olup -sözünün kabul edilmesinin şartı değildir. îbni Hazm bu konuda, Ebu Musa el-Eş´ârî´nin Peygamber (S.A.)´den rivayet et­tiği hadîsi misâl olarak ileri sürer ve «el-îhkâm» adlı eserinde şöy­le der:

«Ebu Musa el-Eş´âri´den Peygamber (S.A.) ´in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Allah´ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyet, bir toprağa yağan yağmura benzer. Eğer bu toprak iyi ise suyu emer ve bereketli bitkiler verir. Bu toprak sert ve kuraksa suyu üzerinde tutar. Allah, bununla da insanları faydalandırır. Onlar bu sudan içerler, taşırlar ve hayvanlarına içirirler. Diğer bir kısım toprak da vardır ki, dümdüz çöl olup ne suyu üzerinde tutar, ne de bitki verir. İşte dinde fakîh olan ve kendisini Allah´ın bana gönderdiği şeyler­le yararlandırdığı kimse de böyledir. O, öğrenir ve öğretir. Bu mertebeye yükselmeyen kimse, Allah´ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmez.»

«Peygamber (S.S.), bu hadiste ilmin merteblerini eksiksiz olarak bir araya toplamıştır. Rivayet ettiği şeyleri tam olarak muhafa­za eden ve nassm lâfızlarının iktizâ ettiği mânâları anlayan, kişile­rin ihtilâfa düştüğü şeyi, Kur´ân ve Sünnetin nassına dayandırmaya dikkat eden fakîh, İşte iyi ve saf bir toprak gibidir. İşittiği sözleri hıfzeden veya yazmak suretiyle tesbit ederek önu sadece olduğu gi­bi başkasına nakleden, rivayet ettiği şeylerin mânâsına dikkat et­meyen, kişilerin ihtilâf ettiği şeylerin Kur´ân ve Sünnet nass´larma nasıl dayandırılacağını bilmeyen kimseler de, insanların faydalandığı suyu üzerinde tutmaktan öte gidemeyen toprak gibidir. Fakat Allah, onların bunu, daha anlayışlı kimselere tebliğ etmeleriyle insanları faydaîandırmiştir. Peygamber (S.A.), bu noktaya dikkati çekmiş ve: «Bâzı tebliğ edenler vardır ki hıfzetme ve anlayış bakı­mından dinleyenden daha güçlüdür.» buyurmuştur. Yine Peygamber (S.A.)´den; «Bâzı fıkıh ehli vardır  aslında fakih değildir.» buyurduğu rivayet edilmiştir. İşittiklerini hıfz ve tesbit edemiyenler ne iyi toprak gibidir, ne de suyu üzerinde muhafaza eden toprak gibidir. Ancak bunlar, mahrum, mâzûr veya hem ot bitirmeyen, hem de suyu muhafaza etmeyen çöl durumundadırlar.»

îbni Hazm, rivayette râvînin birkaç tane olmasını şart koşmaz. Meselâ; ona göre bir râvînin rivayeti makbuldür. îbni Hazm, iki er­keğin veya bir erkekle iki kadının şahitliği ile hadîs rivayetini üç

cihetten birbirinden ayırır:

1 Allâhu Teâlâ, dînini korumayı üzerine almıştır. Dolayısıyla âdil olan bir kişi, Peygamber (S.A.)´den naklolunan sözleri riva­yete yeterlidir.Dinde kıskançlık ve çekişme yoktur. Rivayetler bir­biriyle çatışırsa, sened bakımından kuvvetli olan öne alınır. Kullara ait işlere gelince, bunlar kıskançlık ve çekişmeye dayanmaktadır. Kıskançlık ve çekişme olan bir yerde itham bulunur. Elbette bu it­hamı iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının şahitliğiyle gidermek gerekir.

2 Kaza (yargı), adaletli kimselerin şahitliğiyle kesinlik kazanır. Bunun içindir ki âdil kimselerin şahadetiyle hükmetmeyen kadı günah işlemiş olur. Kadı´nın mutlaka şahide dayanması gerekir.

3 Rivayet, şahitlik değildir. İbni Hazm, bu hususta şöyle der: «Allah şeriatın bütün mes´elelerinde; Peygamber (S.A.) şöyle buyur­du. Allah bize böyle emretti, dememizi farz kılmıştır. Çünkü Allâhu Teâlâ: «Allah´a itaat ediniz ve Usûlüne de itaat ediniz.»[97] ve «Peygam­ber size ne verdiyse onu alın, sizden neyi yasak ettiyse ondan da sakının.»[98] buyurmuştur. Allah ve Resulü bizi bundan nehyetti veya bize bunu emretti, dememizi farz kılmış, bu şunun haklı olduğuna şahitlik etti, bunun haklı olmadığına bir kimse yemin etmedi, dememizi farz kılmamıştır.»[99]

Görüyoruz ki Îbni Hazm, bu son ciheti anlatırken tamamen lâfızların zahirî mânâlarını almaktadır. Çünkü O, rivayetin «şahit olduk» ve benzeri kelimelere dayanmasının şart olmadığını belirtmek­tedir. Ona göre şahadetle rivayet arasındaki farklardan biri de İşte budur.

Îbni Hazm, rivayetleri ancak senedleri Peygamber (S.A.)´e ulaşıyorsa kabul eder. Buna göre, hadîs rivayet ettiği sahâbinin ismini zikretmeyen tabiînin mürsel hadîsini kabul etmez. Keza, tabakalardan birinde senedi kesilen (inkıta´ eden) bir haberi kabul etmediği gibi, mânâsı üzerinde icmâ´ olmadıkça mürsel veya münkatı´ hadîsi de kabul etmez ve bu hususta şöyle der:

«Mürsel haber (hadis), nesilden nesile kabul edilmemiş ve sıhhatında kesin bir şekilde icmâ´ hâsıl olmamışsa reddedilir. Eğer onun üzerinde icmâ´ edilmişse bunun Kur´ân gibi Peygamber (S. A.)´den nakledildiğini kabul eder ve sened aramayız. Mürsel hadi­sin, bizzat Peygamber (S.A.)´in ağzından işitilmiş olup olmaması eşittir. Meselâ «Vârise vasiyet yoktur.» hadîsi ve Peygamber (S.A.)´-in nübüvvetini gösteren mu´cizelerin çoğu böyledir. Bunlar sağlam senedlerle rivayet edilmiş olup büyük bir topluluğun nakline dayan­maktadır. Kur´ân´da zikredilen ay (kamer)´in yarılması, Peygamber´in birazcık yemekle birçok kimseleri doyurması ve bir bardak su ile orduyu suya kandırması da böyledir.»

İbni Hazm, sahâbî: «Bunu Peygamber (S.A.) buyurdu» demedikçe, bir sözün Peygamber´e nisbetini kabul etmez. Ona göre bir sözün hadis olduğu açıkça söylenmelidir. Bu sebepten İbni Hazm, sahâbîlerin; «Sünnet böyledir» veya «Biz bununla emrolunduk» gibi sözlerini hadîs ^olarak kabul etmez ve bu ifadeleri Peygamber (S. A.V)´e isnad mahiyetinde saymaz. Çünkü bu ifadeler, sahâbîlerin bu konuda Peygamber (S.A.)´den bir şey işitmiş olmaları mânâsına gelebileceği gibi, kendilerinin böyle ictihad ettikleri mânâsına da gelebilir. Böyle bir ihtimal karşısında herhangi bir şey Peygamber (S.A.)´e nisbet edilemez. İbni Hazm, şahabının içtihadını hüccet saymaz. O, hem sahâbîyi, hem de derece bakımından sahâbiden sonra gelenleri taklit etmez.

Buna göre, İbni Hazm´in rivayet hususunda da zahirî olduğu anlaşılmaktadır.[100]

3- İcmâ [101]

Şimdi İbni Hazm´e göre şeriatın üçüncü kaynağı olan icmâ´ı anlatabiliriz, İbni Hazm´in icmâ´

üzerindeki görüşleri üç noktada toplanabilir:

1 İcmâ´ın hakikati,

2 Hakkında icmâ´ hâsıl olan asıl; buna usûl-i fıkıhçılar icmâ´ın senedi» adını verirler,

3 Îcmâ´ın asrı.

İcmâ´ın hakikatine gelince: İbni Hazm bunu açıkça tarif etmez.

Fakat şerîatin kaynak ve hükümlerini bölümlere ayırarak açıklamaya çalışır. Ona göre dînî hükümlerin sadece iki kaynağı vardır. Bu da; ya Mushaf ta yer alan vahy-i ilâhî, yâni Kur´ân´dır. Veya Mushaf ta yer almayan vahy-i ilâhî, yani Peygamber´in Sünnetidir. Bu iki esasa dayanan dinî hükümler üç kısma ayrılır:

a) Ümmetin asırdan asra nakledegeldiği  hükümler: Bunlar İman, namazlar, oruç ve haccm esasları gibi icmâ´a dayanan «hükümlerdi.

b) Tevatürle nakledilegelen birçok sünnetler: Bunlar hakkında icmâ´a tesadüf edilmemiştir. Peygamber (S.A.)´in sahâbîlerin yanında oturarak namaz kılması ve Hayber arazî´sini içinden çıkan gelirin yarısı karşılığında Yahudilere kiraya vermesi böyledir.

c) Güvenilir kimselerin nakledegeldikleri meseleler: Bunların bir kısmı üzerinde icmâl, bir kısmı üzerinde de ihtilâf edilmiştir.[102]

İcmâ´ın senedine gelince : îbni Hazm, üzerinde icmâ yapılan meselenin ancak bir nassa dayanmasını şart koşar. Bu nass da Peygamber (S.A.)´den nakledilen Sünnettir. Sünnet ise; ya Peygamber aleyhisselâm´m sözü, ya fiili veya ikrarı (takriri) dir. Hakkında böyle bir nass bulunmayan mes´ele üzerinde icmâ´ olduğu iddiası bâtıldır. Çünkü Allah; «Rabbinizden size inen (Kur´ân-ı Kerim)´e uyun. On­dan başka velîlere uymayın.»[103] ve «Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.»[104] buyurmuştur. Dolayısıyla bir nassa dayanmayan icmâ´ı kabul etmek, Allah´ın indir­mediği bir şeye uymaktır. Keza, nassa dayanmayan bir mes´ele üze­rinde icmâ´a varmak, Peygamber devrinde hükmü bildirilmemiş mes´elelerin mevcut olduğunu ileri sürmek ve dînin Peygamber dev­rinde tamâm olmadığını ortaya atmak” demektir.

Görülüyor ki İbni Hazm, sadece nass´lara dayanmaktadır. Diğer fakîhler ise, hem nass´lara dayanmakta, hem de hakkında nass bulunmayan mes´eleleri nass´lara hamletmek suretiyle bir hükme bağlamaktadırlar. Allah´ın bildirdiği hükümlerin sebeplerini keşfedip bunlara göre kıyaslar yaparak, yeni mes´elelerin hükümlerini bildirmek, dînin temel esaslarmdaki, mükemmelliği zedelemez. Namüte­nahi ve yeni olaylar, bu temel esasların ışığı altında bir hükme bağ­lanmak mecburiyetindedir.

İcmâ´ın asrına gelince: İbni Hazm´e göre bir hüküm üzerinde kimler tarafından icmâ´ yapılabilir ve hangi asrın icmâ´ı muteberdir İbni Hazm bu sorulara verdiği şu cevabı Dâvûd ez-Zâhiri´ye nisbet eder: Muteber olan icmâ´ ancak sahâbilerin icmâ´ıdır. Çünkü sahâbîler, dîni hükümleri bizzat Peygamber (S.A.)´den öğrenmişlerdir. Ancak bizzat Peygamber (S.A.)´in öğrettiği şeyler üzerinde ic­mâ´ olabilir. Ayrıca sahâbîler, mü´minlerin tamamını temsil ediyor­lardı. Dolayısıyla onların icmâ´ı bütün mü´minlerin icmâ´ı oluyordu. Sahâbîlerden sonraki asırlara ait mü´minler, müslümanların bir kıs­mını teşkil etmektedirler. Mü´minlerin bir kısmının icmâ´ı ise, icmâ´ hüviyetini kazanamaz.[105]

Ibni Hazm´e göre´ icmâ´, bütün âlimlerin Peygamber (S.A.)´den bizzat öğrenmiş oldukları mes´eleler üzerindeki tevatüre dayandığından, Medînelîlerin icmâ´ı bütün mü´minlerin icmâ´ı sayılmaz ve dinde bir hüccet teşkil etmez. Çünkü Medîneliler, bütün mü´minleri temsil edemezler.[106]

4- Delîl

Ibni Hazm´e göre şeriatın dördüncü kaynağını «delil teşkil eder. Diğer Ehl-i Sünnet fakîhlerine göre ise, şeriatın dördüncü kaynağı kıyastır. Zahirîler kıyası tanımazlar. Fakat «delil» adını verdikleri] kıyasa benzer bir kaynak ileri sürerler. Hatib Bağdadî, Târih´inde de bunu Dâvûd ez-Zâhirî´nin ortaya attığını söyler. Lâkin Zahiriler, delilin kıyastan ayrı olduğunu ve nass´lann dışında bir şey olmadı­ğını söylerler, İbni Hazm, bu konuyu anlatırken sert bir dil kullanır ve şöyle der:

«Câhiller bizim «delil» tâbirimizi nass´ların ve icmâ´m dışında bir şey zannederler. Bir kısmı da, delil ile kıyâsın aynı şey olduğunu söyler. Bunlar son derecede sakat ve yanlış bir zanna kapılmaktadırlar. Biz, inşâallah, hüccet olarak kabul ettiğimiz delil´i bütün çuplaklığıyla ortaya koyacağız.»

Bundan sonra Ibni Hazm delîli açıklamaya girişir ve onun nass veya icmâ´dan çıkarılmış plan ve bizzat bunların delâletine dayanan bir şey olduğunu, bir illet sebebiyle nass´lara hamledilmediğini söyleyerek, kıyâsı reddeder. Çünkü, kıyâsın esâsı nass´dan çıkarılan illete dayanmakta ve o nass´ın hükmü, aynı illeti taşıyan diğer mes´elelere de tatbik edilmektedir. Nass´lara dayanan delîl ise bizzat nass´lardan [107]alınmaktadır.[108]

Nass´ların Tâ´lîli[109]

Fakîhlerle Zahiriler arasındaki asıl fark ve ihtil4fxfc. nassların ta´lîli teşkil eder. Fakîhlerin büyük çoğunluğuna göre nass´ların manâları akılla bilinir. Çünkü nass´lar, belirli maksatlar için gelmiştir. Din ve dünya işleri bunlarla tanzim edilir, insanlar, dosdoğru ve faziletli bir yolda ancak bunlar sayesinde gidebilir. Her nass´ın lâfızlarının delâlet ve ifade ettiği umunu ve hususi mânâları iyice kav­ranır. Meselâ; şarabı yasak eden nass´dan bunun niçin yasak edil­diği ve bu yasağın (tahrîmin) gayesi tesbit edilir. Sonra bu nass, tahrimin sebebi (illeti) ´ni taşıyan her içkiye tatbik edilir. Böylece Kur´an nass´larıyla Peygamber´in hadîslerinin toplamından bir kı­sım külli kaideler elde edilir. Birçok cüz´i mes´eleler bu kaidelerin şümulüne girer. Bu kaidelerin tatbiki sayesinde mevcut olan hâdi­selerin hükümleri bilinmiş olur. Bu suretle de şeriatın tatbik imkânı genişler. Çünk) bu kaideler, bir meselenin şer´î hükmünü öğrenmek isteyen ve bunun hakkında bir nass bulamayan herkesin ışığına doğru koştuğu bir nurdur.

İşte bu anlattıklarımız fakîhlerin görüşleridir. Zahirîlere gelince; onlar nass´ların, kulların her türlü ihtiyacına cevap vereceğini kabul ederler. Fakat her nass, sadece kendi konusunu açıklar ve bun­dan öte gidemez. Nass´dan istinbat edilen bir illetin mevcudiyeti düşünülemez. Eğer nass´ların, kulların maslahatını temin için geldiğine inanmak gerekirse hiçbir şeyin nass bulunmadıkça haram veya helâl olduğu söylenemez. Eğer bâzı nass´lar belli sebeplerle gelmiş­se bu nass´ların hükümleri, ait oldukları mes´elelerin dışına çıka­maz, îbni Hazm bu hususta şöyle der:

«Şeriatın her hükmünün bir sebebi vardır diyemeyiz. Belki şöyle söyleyebiliriz: Şeriatın muayyen hükümlerinin sebepleri bulunduğu nass´la belirtilmiştir. Sebebi nass´la belirtilmeyen hükümler de vardır. Bu gibi hükümler, dilediği her şeyi yapma kudretine sahip olan Allah´ın murâd ettiği şeylerdir. Biz, bir şeyin haram veya he lal olduğunu söyleyemeyiz. Rabbimiz ve Peygamberimiz (S.A.)´in . buyurduğu şeyleri ne artırabiliriz, ne de eksiltebiliriz. İşte hakîkî din budur. Hiçbir kimse bunun zıddına hareket edemez ve bundan başka türlü inanamaz. Muvaffakiyet de Allah´dandır. Kur´an´da; «O, yaptığından sorulmaz. Onlar ise sorguya çekilirler.»[110] buyurulmuştur. Böylece Allah, kendisiyle bizim aramızda kıyas edilemiyecek kadar büyük fark olduğunu ve onun fiillerinde «niçin»in bit yeri bulunmadığını bildirmiştir. Allah´ın hüküm ve filleri hakkında ni­çin böyle yapmıştır, diye sorma hakkımız olmadığına göre, şeriatın hükümlerinde sebep aramamız bâtıldır. Allah bunu şu sebepten böyle yaptı diye nass´la belirtilmemişse, bizim ileri sürdüğümüz illetler tamamen değerini kaybeder. İşte bunun da sorulması caiz olmaz ve hiçbir kulun; «Niçin bunun bir sebebi var da, ötekinin yoktur » demesi doğru olmaz. Keza; «Allah, niçin bunun sebebini bil­dirdi de diğerinin bildirmedi » diyemez. Çünkü bir kimse, böyle bir soru ortaya atarsa, Allah´a isyan etmiş ve dinî bakımdan küfre düş­müş olur,»[111]

Burada îbni Hazm´in nass.ları ta´Iil konusunda meseleyi başka bir sahaya intikal ettirdiğini görüyoruz. O, nass´ların ta´lîlini Allah´ı yaptığı işlerden sorguya çekmek, Allah´ın fiil ve sözlerinde yaratıcı iradesini ta´lîl etmek gibi bir şey sayıyor. Burada İbni Hazm, konu­dan tamamen uzaklaşmaktadır. Çünkü fakîhlerce kabul edilen nass´­larm ta´lîli, bu nass´larm maksat ve gayelerini tanımak ve onların şâmil olduğu mânâları tamim etmektir. Bu ise, Allah´ın nass´Iarla neyi murâdettiğini tesbit etmektir, Allah´ın iradesini söz konusu etmek değildir. Bunun için diyebiliriz ki, îbni Hazm gibi derin bir tetkik sahibi olan bir bilginin böyle düşünmesi yakışık almakmaktadır. Çünkü nass´larm ta´lîli ile, hâşâ, Allah´ı sorguya çekmek arasında büyük bir fark vardır. Nass´larm mânâlarını araştıran kimse, bu hükümlerden Allah´ın ne murâdettiğini öğrenmek istemekte ve nass´ları tefsir ederek, Rabbu´l-Âlemîn´in bu hükümlerdeki murâdını anlamaya çalışmaktadır. Allah´ın irâdesini söz konusu yapan kimse de; «Bunu niçin böyle yaptın, ey Rabbu´l-ÂIemîn » diye sormaktadır. Bu ikisi arasındaki fark şüphesiz çok büyüktür.[112]

Îstishâb

İbni Hazm kıyas, maslahat, istihsan ve zerâyi´ gibi bütün re´y çeşitlerini reddettikten sonra hakkında nass bulunmayan meseleleri neye göre halletmektedir

îbni Hazm, hakkında nass bulunmayan meselelerde istishab ve ibahat-ı asliyye[113] prensibine dayanır, İbni Hazm´e göre istishab´ın mânâsı, nass´a dayanan bir hükmün değiştiğini gösteren nass´lar arasında bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir. Ona göre haram edilenler hariç, her şeyin mubah oluşu nass´la sabittir. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem´in yeryüzüne inişi sırasında şöyle buyurmuştur: «Yeryüzünde sizin için bit vakte kadar durak ve faydala­nacak şeyler vardır.»[114] İbni Hazm bu nass´ı şöyle açıklar: Allau Teâlâ bu âyetinde, «bizim için faydalanacak şeyler» olduğıanu bildirerek insanlara her şeyi mubah kılmıştır. Sonra bunlardan dilediğini yasak etmiştir. Yâni bunların hepsi, şer´î bir nass´â dayanır.»[115]

İbni Hazm, istishabı alıp birbirine benzeyen şeyleri bir hüküm altında birleştiren kıyas yoluyla içtihadı terkedince, bâzan acaip durumlara düşmüştür. Şöyle ki:

a) Eşyada renginin, kokusunun ve tadının değişmesi gibi pis olan bir şeyin maddî eserleri görülmedikçe o eşya temizdir. Meselâ, suya pis bir şey düşse ve onda böyle bir değişiklik meydana gelme­se, bu su temiz olup içilmesi ve abdest alınması caizdir. Bundan, ancak durgun suya idrarın katışması istinâ edilmiştir. Çünkü böy­le bir suyun pis olduğunu bildiren bir nass vardır.[116]

b) Köpeğin artığı, yâni köpeğin bir kaptan içmiş olduğu su ve benzeri maddelerin geriye kalan miktarı pistir. Bu kabı temizlemek için, biri temiz toprakla olmak üzere, yedi kere yıkamak gerekir. Çünkü bu hususta nass vardır. Buna mukabil domuzun artığı te­miz olup içilmesi veabdest alınması caizdir.[117]

c) Durgun bir su insan idrarıyla pis olur. Öte yandan domuzun idrarı böyle bir suyu pis etmez. Çünkü nass sadece insan idrarı hakkında varit olmuştur. Dolayısıyla domuz vesair hayvanların idrarı buna kıyas edilemez.[118]

Şüphesiz bu görüşler, fıkıh ve fikir alanında tuhaf şeylerdir.İbni Hazm´i bunlara sürükleyen sebep, onun, re´y ve nass´ların mânâlarının akıl ile kavranalabileceğini reddedişidir. Bu yüzden O, nass´ların hükümlerini muayyen İlletlere, tesbit edilmiş maslahatla­ra, meseleleri benzerlerine mukayese edip bunları aynı hüküm al­tında birleştirme (kıyas) esnasına dayandırmaz. Lâkin böylece, istinbat temelinden yıkılmış olar.[119]

Sonuç

Bu kısa açıklamalar, umumî olarak Zahirî fıkhını ve özellikle îbni Hazm´in fıkhî görüşlerini aksettirmektedir.

Nass´lann Zahirî mânâlarını kabul etmek konusunda şiddet gösteren ve diğerlerine sert bir şekilde muhalefet eden Zahirî mezhebinin ilk imâmı Dâvûd el-İsfahâni’dir. O´nun bir kısım görüşlerini yukarıda abattık. Onlar, Dâvûd ez-Zâhirî´nin fıkhî metodunu yan­sıtmaktadır.

İşte bu metod, onu bütün rivayete ve senedleriyle hadîs toplamaya sevketmiştir. Çünkü o, re´y´e itimat etmediği müddetçe, nass´ların Zahiri mânâlarına göre hüküm vermek için buna mecbur olmuş ve netice itibariyle de çok zengin bir servet bırakmıştir[120]

Zahiri Mezhebinin Yayılışı

Bu mezheb, ilk kurucusu Dâvûd zamanında ve ondan sonra çok az yayılmıştır.

Büyük şehirlerdeki mezheplerin hiç birisi kadar yayılma imkânı bulamamıştır. Hicrî beşinci asırda îbni Hazm ortaya çıkıp bu mezhebe üç yönden büyük hizmetlerde bulunmuştur.

1 Zahirî mezhebinin usûlünü tesbit etmiş ve bunlan günü­müze kadar tesirini devam ettiren kitaplarında belirtmiştir. Bu kitapların en büyükleri şunlardır:

a) el-lhkâm fî Usûli´1-Ahkâm: Ibni Hazm bu eserinde kendi mezhebinin usûlünü ele alıp açıklamış, diğer mezheplerin usulleriyle karşılaştırmış ve görüşlerinin hepsinde haklı değilse de, bunlan şiddetle savunmuştur.

b) Ibni Hazm, adı geçen kitabını gayet güzel bir risale şeklinde telhis etmiş ve buna «en-Nubez[121] adını vermiştir. Bu risalede Zahirî mezhebine ait metodların ince bir özeti ve diğer mezhepler­le küçük münakaşalar yeralmaktadır.

c) el-Muhallâ: Bu eser, kelimenin tam manasıyla İslâm fıkhının bir mecmuasını teşkil eder. Ibni Hazm, bu eserinde ahkâm hadislerini, bütün îslâm ülkesindeki âlimlerin fıkhî görüşlerini topla­mıştır. Bu eser, haddizatında çok faydalı olup bütün Zahirî mezhe­bini ihtiva etmekte ve ona tarihteki yerini kazandırmaktadır. Eğer bu eserde îbni Hazm´in bazı sert çıkışları ve bir kısım tuhaf ifadele­ri yer almasaydı, Sünnet fıkhı üzerine yazılmış olan eserlerin en üs­tünü olurdu.

2 İbni Hazm, Zahiri mezhebini yaymak için davete başlamıştır. Fakat dilinin sert oluşu, hasetçilerin kinini üzerine çekmiştir. Da­vetine edilen icabet, onun bu uğurda harcamiş olduğu gayrete nis-betle çok az olmuştur. O, Allah kendisinden razı olsun bunu, «Bir âlime memleketinde itibar edilmez» diye açıklar ve şöyle der: «Bizim durumumuz da, kişi kendi muhitinde takdir edilmez[122] atasözüne uymaktadır. İncil´de Hz.´İsa´nın: «Bir peygamber, ancak kendi memleketinde hürmetsizlik görür.» dediğini okudum. Peygamber (S.A.V.)´in Kureyşten gördüğü muameleleri düşününce bunu daha iyi anlarız. Kureyşliler zekâca daha ileri, akılca daha kuvvetli, kavrayış bakımından daha sağlam, en mübarek yerde oturmak şerefine sahip oldukları ve en güzel nimetlerle beslendikleri halde, Hz. Peygamber´i takdir edememişlerdir. Allah, (Medine´de oturan) Evs ve Hazrec kabilelerine bu takdir imkânmı bahşetmiş, böylece onları bütün insanlardan üstün kılmıştır. Allah, fazlını dilediği kim­selere ihsan eder. Bizim Endülüs de aynı durumdadır. Endülüslüler, aralarından yetişen ve kendilerinden üstün olan bir âlimi çekeme-mişlerdir. Onun yaptığı çok şeyi azımsamişlar, iyiliklerini kötülük – saymışlar, kusur ve hatâlarını araştırmaya koyulmuşlar, hayatı bo­yunca karşılaştığı bu gibi fena davranışlar, diğer memleketlerdekilerden kat kat fazla olmuştur. Bu âlim başarılı olunca hırsız, evirip çevirici ve iddiacı demişler, orta halli olduğu zaman soğuk yüzlü, değersiz, zayıf ve düşüktür demişler; ilerleyince bu ne zaman böyle oldu, ne zaman okuyup yetişti vay anasını! demişlerdir.[123]

îşte bu sözler açıkça göstermektedir ki hasetçilerin kini, îbni Hazm´in bu mezhebi yaymasına engel olmuştur. Şüphesiz Endülüs âlimlerinin, İbni Hazm´in şahsına olan kinleri, Zahirî mezhebini da­ha da kötü durumlara düşürmüş ve bu mezhebi kuvvetlendirmek için onun göstermiş olduğu´gayretlerin netice vermesini engellemiş­tir. Bu yüzden îbni Hazm, milletine karşı çok şiddetli davranmış, on­lar da kendisine karşı aynı şekilde şiddet göstermişler, böylece îbn Hazm´in emekleri boşa gitmiştir.

3 Îbni Hazm, gençleri yanma toplamıştır. O, Zahirî mezhebini, emsali veya yaşça kendisine yakın olan kimseler arasında neşredemeyince, istiyerek veya mecburen son ömrünü geçirdiği çiftliğinde mezhebine ait görüşleri yanma gelen gençlerin kalblerine yer­leştirmiştir. İşte îbni Hazm´in bu genç talebeleri, hocalarının ilmini samimiyetle öğrenmeye çalışmışlar, onun fıkıh, hadîs ve diğer îslamı ilimlere dair görüşlerini benimsemişlerdir. Bunlar- sayı bakı­mından az ve genç olmalarına, büyük âlimler, arasında, yer alma­malarına rağmen, ihlâs ve çalışkanlıkları sayesinde büyük topluluk­ların yapamıyacağı şeyleri başarmışlardır. Ölümünden sonra İbni Hazm´in kitaplarını toplamak ve görüşlerini açıklamak hususunda bunların tesiri büyük olmuştur.[124]

Îbni Hazm´den Sonra Zahiri Mezhebi´nîn Durumu

Bu mezheb, İbni Hazm´in ölümüyle ortadan kalkmamıştır. İbni Hazm, bu mezhebi kitaplarıyla ebedileştirmiş ve kendisinden ilim tahsil eden öğrencileri vasıtasıyla yaymaya muvaffak olmuştur. Onun bu genç öğrencilerinden bir kısmı, Zahirî mezhebini yalnız En­dülüs´te değil, Doğu İslâm ülkelerinde de yaymışlardır.

Doğu İslâm ülkelerine giden talebesi Buharî ve Müslim´in sahihlerini bir araya toplayan el-Humeydî´dir. Bu zat, İbni Hazm´in vefatından sonra Endülüs´den kaçmış olup hocasının yazmış olduğu eserler vasıtasıyla Zahiri mezhebini Doğu İslâm ülkelerine yaymış­tır.

el-Humeydi´nin adı Ebu Abdillah Muhammed b. Ebî Nasr´dır.420 H. yılında doğup 488 H. yılında ölen el-Humeydî, tarihçi ve haddis idi. İbni Hazm´den tahsil görmüş, İslâmı birçok ilimlerde ondan icazet almış, îbni Hazm´in kitaplarını bizzat kendisinden okumuş ve Zahirî mezhebini yaymaya çalışmıştır.

îbni Hazm´in talebeleri her tarafa dağılmışlardır. Gittikleri yerlere hocalarının kitaplarını götürmüş olmaları, gelecek nesiller üzerinde büyük tesirler bırakmış, “böylece her nesil arasında zahirî olanlar bulunmuş ve her asırda Endülüs bir zahirî fakihinden hâlî kalmamıştır.

Hicrî 6. ve 7. yüzyıllarda yaşayan âlimlerden Ebu-l-Hattab Mecduddin Ömer b. el-Hasan[125] dikkati çekmektedir. Ebu´l-Hatatb, «İbni Dıhye» künyesinyle anılır. Bu zat, bütün Endülüs´ü dolaşmış ve buranın büyük bilginlerinden ilim tahsil etmiş, sonra Eyyûbîler dev­rinde Mısır´a gelmiştir. el-Makkarî bu bilgin hakkında şöyle der:

«Ebu´l-Hattab Mısır, Mağrib, Şam, Irak ve İranda rivayetle meşgul olmuş, hadîs tahsili için seyahatler yapmış, bir çok kitap telif etmiş, usûl okumuş, hadîs rivayetinde pek yararlı olmuş… ve gayet faydalı bir çok eser yazmıştır.»

Dikkati çeken ve İslâm tefekküründe büyük tesirleri olan âlimlerden Muhyiddin b. el-Arabî (öl. 638 H) de, ibadet bakımından Zahirî mezhebinde olup Ebu´l-Hattab b. Dıhye ile çağdaş idi. el-Mak-kari bunun hakkında da; «ibâdet bakımından zahirî, itikat bakımın­dan da bâtinî görüşlere sahipti.» der.[126]

Ebu´l-Hatab ile Îbnu´l-Afabî Endülüs´e hükmeden Muvahhidîler devrinde yaşamışlardır. Diyebiliriz ki Hicrî 6. asrın sonu ile 7. asrın başı Zahirî mezhebinin parlak ve yayılma devridir. Bu mezhebi Hicri 580-595 yıllarında iktidarda olan Yakub b. Yusuf b. Abdilmü´-min b. Ali, Kuzey Afrika ve bütün Endülüs ülkelerinde yaymıştır.

Adı geçen Emir, bu mezhebe göre amel edileceğini halka ilân etmiş ve kendisinden sonra gelenler de onun izinden giderek bu mezhebi yaymaya çalışmışlardır. «el-Mu´cib fî Telhîs-i Ahbâri´l-Mağrib» adlı eserin yazarının[127] anlattığına göre, Emir Yakub, müslüman-îarı Sünnete sarılmaya ve Maliki mezhebini bırakmaya, sadece Al­lah´ın Kitabı ve Resulünün Sünneti ile amel etmeye çağırmıştır. Hat­tâ, Mâliki mezhebi üzerine yazılmış olan fıkıh kitaplarını´ toplatıp hepsini yaktırmıştır. Burada sözü” el-Mu´cib yazarına bırakıyoruz:

«Adı geçen Emir Yakub´un saltanat günlerinde fürû´ ilmi sön­müş ve fakihler bu Emirden korkmaya başlamıştır. Emir. Yakub, Kur´ân-ı Kerim ve Hadis kitaplarını ayırdettikten sonra Maliki mezhebine göre yazılmış olan kitapların tamamen yakılmasını emret­miştir. Bütün ülkede, Mâliki mezhebine ait kitapların yakılmasına devam edilmiştir. Sahnun´un «el-Müdewene»si, îbnı Yûnus´un «Kitab» ı, Ebu Zeyd´in[128] «Nevadır» ve «Muhtasar» ı, el Berazii´nin[129] «Kitâbu´t-Tehzib» i, İbni Habib´in[130] «el-Vadıha fi´s-Sünen ve´I-Fıkh» ı gibi eserler bunlar arasındadır. O günlerde ben, Fas şehrin­de idim. Bu kitapların yüklerle getirilip bir yere yığıldığını, daha sonra ateşlenip yakıldığını gördüm.»[131]

el-Mu´cib yazan yine şöyle der: «Emir Yakub, insanların re´y ilmi ile iştigal ´etmelerini ve re´ye dayanarak münakaşaya girmelerini yasaklamış ve dinlemiyenlerin şiddetli bir şekilde cezalandırıla­cağını bildirmiştir… Maksadı, Mâliki mezhebini topyekûn yok et­mek, onu bir anda Mağrib´den kaldırıp atmak, insanları Kur´ân ve Sünnet zahirine göre amel etmeye mecbur kılmaktı.»

Bu surette Zahiri mezhebi yeniden canlanmışta. Çünkü Muvahhidîler, yalnız Kur´an ve Sünnet´in zahirine göre amel edilmesini istemekle, taklidi reddeden ve sadece nass´ların zâhirleriyle yetinen Za­hirîlerin metodunu yaymış oluyorlardı.

İbni Hazm, Emîr Yakub b. Yusuf´un takdirini kazanmıştı. Hattâ, Emir Yakub, Endüslüs´e girdiği zaman gidip rahmetli îbni Hazm´in kabrini ziyaret etmiştir.[132]

Muvaffak kılan ve doğru yolu gösteren Allah´dır.[133]

——————————————————————————–

[1] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/447.

[2] Tam adı Ebu Amr Ahmed b. Hazm´dir (öl. 402 H.). Alim, edip, âdil ve iyi bir idareci olan bu zat bir kaç defa vezirlik mevkiine yükselmiştir.

[3] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/449.

[4] Bu zat, Kadı Sâid b. Ahmed el-Ceyyânî el-Endelüsî (ÖL 426 H.) dir.

[5] Tam adı, Ebul-Velîd Süleyman b. Halef b. Esed el-Bâcî´dir. Bu zat, takriben 480 H. yılında ölmüştür. Çeviren.

[6] el-Makkarî, Nerhu´t-Tîb, c. VI, s. 202, Ferid Rifâi neşri.

[7] Tavkul-Hamâme, & 50, Kahire baskısı.

[8] Adı geçen eser, s. 126.

[9] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/450-451.

[10] Hişam el-Müeyyed, Endülüs Emevî halifelerinden ikinci Hişam olup 10 yaşında iken tahta çıkarılmış ve vezirlerin elinde oyuncak edilmİşte. Onun adına Hâcihi el-Mansur devlet işlerini yürütmüş ise de, adı geçen halife Endülüs Emevî devletinin çöküşünü hızlandırmaş ve 403 H yılında öldürülmüştür. Çeviren.

[11] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/451-452.

[12] Şafiî´nin bu kitabı, el-Umm´un VII. Cildinin bir bölümünü teşkil etmek­tedir. Çeviren.

[13] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/452-454.

[14] Bu sırada İbni Hazm, Abdurranman´ın veziri idi. Çeviren.

[15] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/454-455.

[16] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/455.

[17] el-Makkarî, Nefhu t-Tib, c IV, s. 50.

[18] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/455-456.

[19] Tavkul-Hamâme, s. 154, Kahire baskısı.

[20] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/456-457.

[21] Nefhu´t-Tib, c VI, s. 176, Ferid Rifâî nesri.

[22] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/457-458.

[23] Naktul Arûs, s. 83, Prof. Dr. Şevki Dayf neşri, 1951.

[24] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/458-460.

[25] Bu köy, Leble Nahiyesinin «Manta lisanı» köyü olup İbni Hazm´in aile­si buradan neş´et etmiştir. Çeviren.

[26] Mu´cemul-Udebâ, c. XII s. 248, Kifaî Neşri.

[27] İbni Hazm, 28 Şaban 456 (15 Ağustos 1064 M.) da köyünde ölmüştür. Oğullarından Ebu Râfi´ el-Fazl (öl. 479 H.), Ebu Üsâme Yakub ile Ebu Süleyman el-Mus´ab, babalarının ilmini yaymak için çok çalışmışlardır.Çeviren.

[28] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/460-461.

[29] Bu isim, «Güvercin Gerdanlığı» anlamına gelmektedir.Çeviren.

[30] Bu isim de «Bunların Tedavisi» anlamındadır. Çeviren.

[31] Müdâvâtu´n-Nüfûs, s. 61, Şam baskısı.

[32] Mudavâtu´n-Nufûs, s. 45.

[33] Aynı eser, s. 54,

[34] Aynı eser, s. 30.

[35] Duhâ, 11.

[36] Tavkul-Hamâme, s. 82.

[37] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/462-467.

[38] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/467-468.

[39] Yakut, Mu´cemul-Üdebâ´, c. XII, s. 47. Rifaî tabı.

[40] Bu eşer, 1321 H. yılında Kahire´de basılmış ve 1907 M. yılında da İspan­yolca´ya terceme edilmiştir. Çeviren.

[41] Bu «el-Mavatta´ın hadislerini şerh ve mes´elelerini tenkid» anlamında­dır. Çeviren.

[42] Ayra eser, c. XII, s. 256.

[43] Îbni Hazm´in diğer mühim eserleri:

1 Tavku´el-Hamâme (ingilizce, Fransızca ve Rusça´ya terceme edil­miştir.), 2 Risale fi Fadül-Endelfis, 3 Naktnl Arûs, 4 Cevhera-tul-Ensâb, 5 Esvâkul-Arab, 6 Zikru Evkâtfl-Ümerâ ve Eyyamihİm bil-Endelüs, 1 etfhkâm fî Usûlil-Ahkâm (Kahire´de 1345 H. yıhnda basılmıştır.) 8 el-MuhaUâ Fil-Fıkh (1347-1352 H. yılmda Kabire´de 11 cilt halinde basılmıştır), 9 Ibtalul-Kıyas ve´r-Rey vel-İstihsân (Gold-zîher tarafından «Die Zahirilten» Leibzig, 1844 adlı eserinde mufas­sal bir şekilde tetkik edilmiştir.), 10 Mesâini Vsûlil-Fıkh (1333 H. yılında Mısır´da başlamıştır.), 11 Kitabul-Usul Vel-Furû, 12 Me-ratibul-tcmâ´, 13 En-Nabzetul-Kâfİye, 14 Risaletul-Beyan An-Ha-kîkatil-tman, 15 Et-Tahkîfc fî Nakdi Muhammed 1». Zekeriyya er-Razî, 16 et-Takrîb Fî-Hudûdil-Kelâm, 17 Haccetu Vedâ, 18 En-Nâsİh Vel-Mensûh (1397 ve 1308 Hicrî yıllarında Kahire´de basilmiş olan Ce-laleyn Tefsiri´nin kenarında yayımlanmıştır.), 19 , Esmâ´u´s-Sahâbe, 21 Müdâvâttt´n-Nöfös (İspanyolca´ya terceme edihniştîr,), ZZ Marifetu´n-Nefs Bİgayrîhâ ve Cehlihâ Bizatihâ, 33 Merâtibu´I-UIûnı. Îbni Hazm´in bunlardan başka daha bir çok feitap ve risaleleri vardır.Çeviren.

[44] Adı geçen eser.

[45] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/469-471.

[46] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/471.

[47] el-Fasl, c. I, s. 5.

[48] Adı geçen eser, c. I, s. 7.

[49] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/471-473.

[50] Müdâvâtu´n-Nüfûs, s. 66.

[51] Adı geçen eser, s, 42.

[52] Adı geçen eser, s, 66.

[53] Adı geçen eser, s. 13.

[54] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/473-475.

[55] A´raf Sûresi, 189.

[56] Tavkul-Hamâme, s. 3, 4, 76.

[57] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/475-477.

[58] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/478.

[59] Tâhâ Sûresi, 5.

[60] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/478-479.

[61] Bak. En´âm : 103, Ra´d: 16, Hicri: 28, Zumer: 63, Mü´min: 63. (Çeviren)

[62] Şûra Sûresi, 11.

[63] Bu isimler sıra ile şöyle terecine edilebilir: Kudret sahibi, bilen, hük­meden, işiten gören, irade sahibi, ihtiyar sahibi, diri ve kendi kendine var olan. Çeviren.

[64] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/479.

[65] Feth Sûresi, 10.

[66] Rahman Sûresi, 26, 27.

[67] Feth Sûresi, 26, 27.

[68] Yani Allah, onların ne yaptıklarını bilmektedir. Çeviren.

[69] Maîde Sûresi, 64.

[70] Yasin Sûresi, 71.

[71] Şems Sûresi, 1.

[72] Beled Sûresi, 1.

[73] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/480.

[74] Ra´d Sûresi, 27.

[75] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/481.

[76] Bakara Sûresi, 282.

[77] el-Fasl, c. IV, s. 166.

[78] Aynı eser, s. 167.

[79] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/481-483.

[80] el-Fasl, c IV, s. 46.

[81] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/483-484.

[82] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/485.

[83] En´am Sûresi, 38.

[84] Nisa Sûresi, 59.

[85] Haşr Sûresi, 2.

[86] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/485-487.

[87] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/488.

[88] Nahl Sûresi, 44.

[89] Aynı sûre, 43.

[90] Nisa Sûresi, 82.

[91] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/488-489.

[92] Necm Sûresi, 3, 4.

[93] Nahl Sûresi, 44.

[94] Enfal Sûresi, 30, 21.

[95] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/489-490.

[96] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/491.

[97] Nisa Sûresi, 59.

[98] Hasr Sûresi, 7.

[99] el-İhkam, «. I, s. 139-141, 331.

[100] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/491-494.

[101] Müellif, yutanda İbni Hazm´e göre şer-i delillerin dört olduğunu söyle­diği halde, borada üçüncü ve dördüncü delili açıklamamıştır. Biz bun­ları, müellifin «İbni Hazm» adlı ve Kahire´de 1954 yılında basılmış olan eserinin 354-364. sayfalarından özetleyerek terceme ettik. Çeviren.

[102] el-İhkam, c. IV, s. 143.

[103] A´raf Sûresi, 3.

[104] Maide Sûresi, 3.

[105] el-İhkam, c. IV, s. 147.

[106] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/494-496.

[107] Misaller, için yukarıya «Dâvûd e^Zâhirî» bahsine bakınız. Çeviren.

[108] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/496.

[109] Nasslann sebep ve metlerinin tesbit edilerek ortaya çıkarılması.». Çe­viren.

[110] Enbiyâ Sûresi, 23.

[111] el-İhkam, e, VIII, s. 102.

[112] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/497-498.

[113] Her şeyde aslolan mubah olmaktır. Çeviren.

[114] Bakara Sûresi, 3S.

[115] el-lhkam, c I, 3. 59.

[116] el-Muhallâ, c. I, s. 135.

[117] Aynı eser, s. 132.

[118] Aynı eser, s, 69.

[119] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/498-499.

[120] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/499-500.

[121] Bu eser, Zahld el-Kevserî´nin mnfratfdime ve ban taaçryeleriyle «en-Nabez fi Usli-Fıkhiz-Zâhirî» adı altında Emin el-Hancî tarafından 1940 yılında Kahire´de neşredilmiştir. Brockelmann ve İslâm Ansiklopedisi, Ibni Haran maddesinde bu eserin adını «en-Nabze» olarak göstermekte ve Berlin Kraliyet Kütüphanesinde No. 5376´da yazma bir nüshasının bu­lunduğunu kaydetmektedirler. Çeviren.

[122] Türkçemizde bu mânada «Ev danası öküz olmaz» diye bir atasözü var­dır. Çeviren.

[123] Nefhu´t-Tîb, C..II, s. 130, Hayriyye baskısı.

[124] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/501-503.

[125] 14 Rebiülevvel 633 tarihinde Kahire´de ölmüştür. Çeviren.

[126] Nefhu´t-Tib, c. I, s. 100, Rifaî neşri.

[127] Bu zat, Abdnlvâhid b. Ali el-Merrakeşî´dir (öl. 647 H.). Çeviren.

[128] Tam adı, Ebu Zeyd Said b. Evs el-Ansâri´dir (öl. 215 H.)Çeviren.

[129] Halef el-Berazü´nin 430 H. yılında yaşadığı biliniyor. Metinde anılan ese­ri, «el-Müdewene»nin ihtisarıdır. Çeviren.

[130] Adı Abdulmelik´dlr (Öi. 238 H.). Çeviren.

[131] el-Mu´cib, s. 278, Ticariyye baskısı (Mısır).

[132] Emir Yakub, 595 H. yılında öldükten sonra Endülüs ve Mağrib´de Mâ­liki mezhebi yeniden kuvvetlenmiş ve Zahirî mezhebi zamanla sönmüş­tür.

İran´da bir hayli yayılmış olan Zahiri mezhebi yavaş yavaş burada da sönmüştür. Ancak günümüzde Hindistan´ın Bhopâl eyaletinde bulunan müslümanlar arasında bu mezhebe mensup olanlar vardır. Zahirî mezhebine ve bilhassa Îbni Hazm´in görüşlerine vefatından son­ra daha çok yazı île hücum edilmiştir. Meselâ, ´yaklaşık olarak Îbni Hazm´den bir asır sonra, Mâliki âlimlerinden Îbni Zerkun diye meşhur olan Muhammed b. Muhammed b. Said el-lşbîlî (öl. 621 H.) «Kitâbul-Muahallâ» adlı eseriyle Îbni Hazm´in «Kitab´ul-Muhallâ sını tenkit ve red­detmiştir. Çeviren.

[133] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/503-505.

İlgili Makaleler