Kimdir

Hz. Peygamber’den Tefsir Örnekleri

Hz. Peygamber’den Tefsir Örnekleri: Şüphesiz Hz. Peygamberin sünnetinin tefsir ilmindeki yerini ortaya koyabilmek ve onun bu ilimde nasıl bir yol takip ettiğini meydana çıkarabilmek için mutlaka onun tefsir örnekleri üzerinde durmamız gerekecektir. Peygamber tefsirinin örneklerini verebilmek için başvuracağımız ilk kaynaklar, muteber hadismecmuaları olacaktır. Bu tercihimizin, pek çok haber ihtiva eden tefsir kitap­larına değil de, muteber hadis mecmualarına dayandırılmış olması, onların hadis usûllerine göre cerh ve ta’dile tâbi tutulmuş olmalarındandır. Tefsir kitaplarında zayıf ve hatta uydurma haberlerin bulunabileceği hatırdan çıka­rılmamalıdır. Hadis mecmualarının ekserisinde “Tefsiru’l-Kur’ân”, “Fedâilu’l-Kur’ân” gibi bölümler geniş bir yer işgal eder. Buralardan alacağımız örneklerin, konumuz için yeterli olacağı kanaatindeyiz.

Bugün elimizde, âdet olduğu şekilde, Hz. Peygamber’in tefsiri olarak müstakil bir kitap mevcut değildir. Onun tefsirine hadis mecmualarının muhtelif bablarında ve eski tefsirlerde dağınık olarak rastlanıtabilir. Bunlar da iyi bir tahlilden geçirildikten sonra toplanabilir. Müfessir es-Sa’lebî (ö. 427/1035) vasıtasıyla doğrudan doğruya Hz. Peygamber’e maledilen tefsirden haberdar oimaktayız. Bu zât, böyle bir tefsiri Ebû’l-Hasen Muhammed b. el-Kâsım’dan okuduğunu zikreder. Mu’cemu’l-Udebâ sahibi Yakut er-Rûmî de, Vahidî (ö. 468/1075) nin Hz. Peygamber’in tefsirini bir kitap halinde topladığını kaydeder.

Hz. Peygamber’in tefsir örneklerini hadis mecmualarından seçerken orijinallik arzedenleri toplayacak ve hususiyetlerini belirtmeye çalışacağız.

Örnek 1:

Bu husustaki haberlerin çoğu değişik isnâd zincirleriyle Adiyy b. Hatim (ö. 67/686-687) den gelmektedir. Bir kısmı da Abdullah b. Şakîk’den nakledil­mektedir. Bu haberlerde, Hz. Peygamber, Müslüman olmayan muhatabını, İs­lâm’a sokmak için, onun akıl ve hissiyatına hitab ederek ikna etmeye çalış­makta, aynı zamanda kitabî din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın ne durumda olduğunu belirtmekte, muhatabın mensûb olduğu dinin ve o dine mensub olanların doğru yolda olmadıklarını beyan etmektedir.

Yahudilerin ve Hıristiyanların olduğu hususunda, bize kadar gelen haberlerin hepsi ittifak halindedir. İbn Ebî Hatim (ö. 327/938-939)de: “Müfessirlerin arasında in YahudilerinNasâra olduğu  hususunda bir ihtilafın    mevcûd olduğunu bilmiyorum” demektedir.

Hz. Peygamber niçin âyetin mânâsını umûmi olarak değil de, Yahudi ve Hıristiyanlara tahsis etmiştir? Halbuki âyetin manası umumi olarak ifade edilebi­lecek şekildedir. Biliyoruz ki, İslâm’ın gayesi, insanların Allah’la ve diğer insanlarla olan münasebetlerini tanzim edip onların dünya ve âhirette huzur ve saadetini temin etmektir. İşte Kur’ân-ı Kerîm’in başında çok kısa olarak bulunan bu sûre ile İslâm’ın gaye ve hedefi belirtilmiş oluyor. Burada İnsanlar iki gruba ayrılmıştır. Birincisi, hidayet ve doğru yolda olanlar, diğeri ise, Allah’ın gazabına lâyık ve dalalatte olanlar. Biz burada, son grub üzerinde duracağız. Birçok müfessir bu âyetin Yahudi ve Hıristiyanlara tahsisi meselesi üzerinde durmuş, âyetlerle şâhidler getirmek suretiyle teyidine çalışmışlardır. Taberî Yahudi ve Hıristiyanların her ikisinin de dalalatte ve Allah’ın gazabına lâyık olduklarını zikredip

“Allah, kullarına onları tanınmaları için belli vasıflarla işaretlemiş, ancak bunlardan herbiri en lâyık olduğu sıfatla tesmiye edilmiş oldu” demektedir.

Yahudiler için Mâide Sûresi’nin 60. âyetini Hıristiyanlar için de Maide Sûresi’nin 77. âyetini misal vermektedir. İbn Kesir ve Kurtubî de bu hususta deliller serdetmektedir.   Fethu’l-Bârî  sahibi de, es-Süheylî’nin   Yahudiler hakkında âyetini,    Nasâra    hakkında    iseâyetini misal getirdiğini zikreder.

Acaba bütün bu misaller in Yahudilere, in Nasaraya itlakının doğru olduğunu ispat edebilir mi? Kur’ân’da Allah’ın gazabına lâyık olan kişilerin kimler olduğu, yani ayetleri tetkik edilince, karşımızaekseriya Yahudiler ve kitap ehli çıkmaktadır. Bu bakımdan Hz. Peygamber bu lafzı, Yahudilere nisbet etmiş olabilir. Zaten Yahudiler ve Hıristiyanların, Fatihasüresindeki den birer misal oldukları anlaşılmaktadır.

Bu iki grub, kitap ehli olduklarından, müşrik ve diğer din mensuplarından daha ehvendirler. İslâm’ın zıddı  olsalar da, diğerlerine nazaran, ona dahayakındırlar. Burada âyetin iki gruba tahsis edilmesindeki hikmet açıkça kendini göstermektedir. Artık İslâm’ın yakın zıddı (zıddı karîbi) olandan kaçınılması emredilirse, uzak zıddı (zıddı ba’îdi) olandan kaçınılması evveliyyetle sabit olacaktır. O halde, Hz. Peygamber, sapıklık grubunda olan herkese ıtlak edilebilecek “Mağdubun aleyhim” ve “Dâllîn” mefhumlarını, sapıklık grubunun daha iyi anlaşılması için, bazı belirli gruplara tahsis edebiliyordu.

Örnek 2:

Bu haber, Ahmed b. Habnel’in Müsned”inde başka râviler vasıtasıyla biraz değişik olarak geçmektedir. “Salâtu’l-Vustâ” orta namaz, geniş anlam ifade etmektedir. Bu orta namazın, beş vakit namazdan hangisi olduğunu tayin etmek lâzımdır. Bu hususta gelen haberler çok çeşitlidir. Âdetleri veçhile Araplar in­dinde gün, güneşin batması ile başlayacağına göre, orta namazın sabah namazı olması icâb ederdi. Hatta bu husustaki haberlerde, beş vakit namazın hepsi bi­rer birer zikredilmiş, bunlara âit deliller de nakledilmiştir. Fakat bu haberlerin sıhhat bakımından en kuvvetlisi onun ikindi namazı olduğuna işaret edenlerdir. Taberi İbn Kesîr ve cumhuru ulemâ bu görüşü kabul etmişlerdir.

Burada bizim için mühim olan nokta, Hz. Peygamber’in Araplarca âdet olan gün başlangıcına muhalefet ederek, geniş anlamı ifade eden bu orta namazı, ikindi namazına hasretmesidir. Elbette müphem olan bu namazın hangisi ol­duğunu, Hz. Peygamber’in açıklaması gerekirdi. Eğer açıklanmamış olsaydı, on­ların âdetince bu, sabah namazı olabilirdi. İşte onları böyle bir yanlışlıktan kurtarmak için o namazın ikindi namazı olduğunu izah etmiştir. Hz. Peygamber­‘in, bunu ikindiye tahsis etmesinin sebebi, ikindi namazının insanlar için meşguliyet zamanına tesadüf etmesinden olabilir. Netice olarak şöyle söyleyebiliriz: Hz. Peygamber, Kur’ân’da müphem olan ve genişlik ifade eden bazı âyetleri, tahsis ederek açıklayabiliyordu.

Örnek 3:

Bu haberde Hz. Peygamber’in mantarı “Menn”den addetmesi, bize ilk anda şu hususu hatırlatmaktadır. Sanki Kur’ân’da zikri geçen “Menn” lafzı geniş birmânâ ifade etmiyormuş da, Hz. Peygamber mantarı ondan addetmekle bu ke­limenin başka nimetlere de itlak edilebileceğini anlatmış oluyor. Halbuki “Menn” lafzının Arap dilindeki durumu incelenecek olursa onun “İhsan” ve “in’âm” mânâlarında kullanıldığı görülür. Sadece İsrail oğullarına verilen nimete değil, daha geniş mânâsı ile emek karşılığı olmadan Allah’ın verdiği her nimete ıtlak olunmaktadır. ez-Zeccâc, lügatte “Menn” kelimesinin Aziz ve Celil olan Allah’ın, yorgunluk ve zahmet çektirmeden verdiği nimetler manasına geldiğini söyler. Burada, Hz. Peygamber mantarı, İsrail oğullan üzerine indirilmiş “Menn’üen bir nevi olduğunu kasdetmeyip, onun yardıma muhtaç olmadan, kendi kendine yetişmesi bakımından “Menn”e benzetildiğini ifade etmiştir. Bunun böyle olduğunu Hattabîde teyid etmektedir. Kısacası, Hz. Peygamber, yetişmesi için tohum ekmek, sürmek, sulamak gibi zahmet ve yorgunluklara ihtiyaç göster­meden, yani hudây-ı nâbit olarak yetişen nimetlere bu lafzın ıtlak edilebileceğini ifade etmiş oluyor. Müfessirler bu kelimenin tefsirinde o kadar ihtilaf etmişler ki, söylemiş oldukları şeylerin hepsini “Menn” lafzı ihata etmektedir. Kısacası, bu örnekte, Hz. Peygamber, Kur’ân’daki “Menn” lafzının sadece kudret helvasına tahsis edilemeyeceğini, bu kelimenin insan gayreti gerektirmeden yetişen her şeye teşmil edilebileceğini, ifade etmektedir.

Örnek 4:

Bu haber, bazı sahabenin durumunu anlatması bakımından çok mühimdir. Bilhassa sual soran Adiyy b. Hâtim’in geç Müslüman oluşu, onun Kur’ân’da bu­lunan bu gibi incelikleri anlayamamış olmasına bir sebeb teşkil edebilir. Buhâri’nin Sahih’inde, bu haberden sonra Sehl b. Sa’d vasıtasıyla gelen bir haberdeise lafzının sonradan nazil olduğu rivayet edilmiş, bundan evvel bazıkimseler oruç tutmak istediklerinde biri beyaz biri siyah iki iplik alır, bunları birbirinden ayırt edinceye kadar imsak yapmazlardı, denilmiştir.  Buradananlaşılıyor ki, mücmel olan bu lafzı, sonradan nazil olan; ibaresi beyân etmektedir. Hz. Peygamberin, Adiyy b. Hâtim’e verdiği cevapta, güya ona hakaret eder gibi dediği rivayet edilmekte ise de, başka haberlerdeyerine ibaresi geçmektedir. Kanaatimizce buikinci haber, Hz. Peygamber’in vasıflarına daha iyi uymaktadır. Çünkü Taberî’de, Âmir vasıtasıyla Adiyy b. Hâtim’den gelen bir haberde, bu hâdisenin onun Müslüman olmaya geldiği günlerde meydana geldiğini anlıyoruz. Hatta Hz. Peygamber Adiyy’in bu sualî karşısında azıdişleri görülünceye kadar gülmüş, sonra da bundan maksadın ne olduğunu anlatmıştır. Hz. Peygamber’in henüz yeni Müslüman olmuş bir şahsa, zahirde hakaret edercesine bir muamelede bulunması, onun vasıflarına uygun düşmez. Aslında burada mecazi bir ifade bulunmaktadır. Belki hoş bir söz olarak, onunfa şakalaşmış olabilir. Onun siyah ve beyaz ipleri yastığın altına koymasını imâ ederek, gecenin siyahlığını ve gündüzün beyazlığını yastığının altına koyduğuna göre, senin yastığın çok geniş bir yastık olmalı ve tabi olarak o muazzam yastığa da büyük bir kafanın lâyık olacağına işaret edilmiş olsa gerektir. Bunun böyle olduğunu Kâdi lyâd (ö.544/1149) da söylemektedir. Hatta el-Hattâbî (ö. 388/998) de lafzı kinayedir, hakikati ifade etmez. Bunun en doğrusu, geniş yastığa, geniş kafanın lâyık oluşudur, demiştir.

Netice olarak, Kur’ân’da mevcûd olan edebî sanatları sahabenin bir kısmı anlayamıyordu. Bunun muhtelif sebebleri olabilir. Fakat onlar öğrenmek için soruyorlar, Hz. Peygamber de, Allah’ın muradının ne olduğunu onlara izah ediyordu.

Örnek 5:

Bakara Sûresi’nin 196. âyeti, Hac’da ihramlı iken, yapılmaması lâzım gelen amelleri anlatırken, ancak hastalık veya ezâ verecek haller müstesna kılınmış, bunun için de oruç, sadaka ve kurbandan biriyle fidye verilmesini şart koşmuştur. Fakat bu fidyenin miktarı belirlenmemiştir. Oruç, sadaka ve kurban­dan tayini yapılmayan bu fidye miktarım, Hz. Peygamber bu hadisinde belirlemektedir. Yani Hz. Peygamber, bir fıkhî meseleyi beyan ve tatbik etmektedir.

Örnek 6:

Allah Teâla, Vakıa Sûresi’nin 34. âyetinde, iyi kimselerin cennette nail olacakları nimetlerin ağaçlar, gölgeler, sular, meyvalar ve döşekler olduğunu anlatmaktadır. Bunlar Arap içtimâi hayatının ve akliyatının dâima arzu ettiği şeylerdir. Kur’ân, hakikati muhatablarına en iyi anlatacak şekilde nazil olmuştur. Hz. Peygamber cennetteki yatağin yüksekliğini, yer ile gök arasındaki kadar bir mesafe olduğunu, bu mesafenin de 500 seneye tekabül ettiğini söylemektedir. Bu gibi miktarlar bizzat Kur’ân’ın kendi bünyesinde de geçmektedir. Meselâ,Bu âyetlerde geçen sene ve günlerin ne kadar bir müddet ifade ettiği belir­tilmemiştir. Bu rakamlar, Sâmî kavimlerde olduğu gibi, diğer bütün beşer için de azlık veya çokluk mânâsı ifade etmektedir. Ekseriya Kur’ân’da, yedi kat gök ve yerden bahsedilir. Bunlar mutlak olarak yedi adet tabaka mı demektir? Yoksa birçokluğu ifade için mi kullanılmıştır. Kanaatimce bu, çokluk içindir. O halde gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde geçen rakamların ekserisi kesretten kinaye olarak kullanılmıştır. Bu hususta Tevrat ve İncillerde de misaller vardır:

“Ve Lâmek karılarına dedi. Ey Ada ve Tsilla, sesimi dinleyin. Ey Lâmekin karıları, sözüme kulak verin. Çünkü beni yaraladığı için bir adamı ve beni berelediği için bir genci öldürdüm. Eğer Kain’in yedi kere öcü alınacaksa, Lâmek’in de yetmiş yedi kerre alınacaktır”. Keza İncil’de

“O zaman Petrus gelip İsa’ya dedi: Ya Râb, kardeşim bana karşı kaç defa günah işlerse, ben onu bağışlayayım? Yedi kereye kadar mı? İsâ Ona dedi:

“Sana yedi kereye kadar değil, fakat yetmiş kereye kadar diyorum”, denilmektedir.

Bunlardan anlaşıldığına göre, buradaki sayılar çokluk ifade etmektedir. Ba­zen de bu rakamların psikolojik bir mânâ ifade ettiğini görmekteyiz. Meselâ; ayeti nazil olduğunda, bu ne uzun günmüş diye bir hayret ifadesi gösterilince, Hz. Peygamber, Nefsimi yed’i kudretinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bu müddetin miktarı Mü’min için dünyada kıldığı bir farz namazı vakti kadardır, diye buyurmuşlardı. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, dünyadaki vazifesini lâyıkıyle yaptığına kani olan insan, vicdanen müsterih, âhiret mesuliyetinden kurtulmuş demektir. Onun için, o âlem sevinç ve sürürâlemidir. Ve o âlemde geçirdiği müddet onun için çok kısadır. Bunun aksini düşünecek olursak, sıkıntılı bir bekleyişin ne demek olduğunu dünya hayatında bile tadabiliriz.

Netice olarak, Kur’ân, Araplar arasında herşeyi maddiyatla ölçme anlayışını tatmin etmek, bir şeyin az veya çokluğunu, kolaylık veya zorluğunu ifade etmek için bu gibi miktarları kullanmıştır. Burada Hz. Peygamber, Arapların psikolojik hallerini de nazarı dikkate almakta ve onları tatmin etmektedir.

Örnek 7:

Kur’ân-ı Kerim, bazı hakikatleri kafalara iyice yerleştirmek için onları, mücerretlikten çıkarıp somutlaştırmakta ve muhatabın muhayyilesinde ve gözünün önünde asılı duran canlı bir tablo haline getirmektedir. Hz. Peygamber de aynı usulle hareket ederek canlı tavsiyeler yapmış, onu dinleyenler anlatılan hadisleri bir temsili seyreder gibi canlı ve hareketli olarak seyretmiş ve adeta onu yaşamışlardır. Bu gibi tasvir ve temsillerin tefsir yönünden de önemi büyüktür. Birçok âyet, bunlar sayesinde açıklığa kavuşur.

Yukarıdaki haberde Ebû Sa’id el-Hudrî Hz. Peygamberden naklen şöyle bu­yurmaktadır:

Kıyamet günü, ölüm, alaca bir koç suretinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında durdurulur. Sonra, Ey cennet ehlî, sizler bunu tanıyor musunuz? denilir. Cennetlikler boyunlarını uzatıp, ona bakarlar ve evet onu tanıyoruz, o, ölümdür derler. Sonra Ey cehennem Ehlî, sizler bunu tanıyor musunuz? diye sorulur. Onlar da boyunlarını uzatıp bakarlar ve evet onu tanıyoruz, o, ölümdür derler. Müteakiben koç suretindeki ölümün kesilmesi emrolunur ve kesilir. Bundan sonra Ey cennet ehlî, cennet’te ebedî yaşıyacaksınız, artık ölüm yoktur. Ve Ey cehennem Ehlî, cehennem’de ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm yoktur, denilir.” Bu sözlerden sonra, Allah’ın elçisi, Meryem Sûresi’nin 39. “Ey Muhammed, halâ gaflet içinde bulunanları ve halâ inanmayanları, onları işin bitmiş olacağı o hasret günü ile uyar” ayetini okumuş ve eliyle de dünyaya işaret etmiştir.” Burada Hz. Peygamber’in işaretiyle,insanoğlunun dâima maruz kalacağı gaflet âleminin bu dünyada olacağını anlatılmakta ve gözlerimiz önüne canlı bir tablo serilmektedir.

Örnek 8:

Hz. Peygamber’in tefsir izahları bazen lügat yönüne yönelir. Fakat Peygamber devrindeki lügavî izah, daha sonraki müfessirlerin lugavi izahları gibi değildir. O, teferruata girmeden sual soranın durumuna göre, en kısa yoldan mananın anlaşılmasını hedef alır. Böylece metindeki düğüm noktası çözülmüş olurdu. Yukarıdaki örnekte de Bakara Sûresi’nin 143. “Böylece sizi insanlara şâhid ve örnek olmanız için vasat bir ümmet yaptık. Peygamber de size şâhiddir…” âyetindeki çeşitli manalara gelebilen “vasat” kelimesinin burada “adl” manasında olduğunu söylemiştir.

Örnek 9:

Bu haberde, Hz. Peygamber, Enam Sûresi’nin 82. âyetinde geçen “Zulm” kelimesinin anlamını vermektedir. Buharinin Sahihinde İbn Mes’ud tarafından nakledilen bu haberde, En’âm Sûresi’nin bu âyeti nazil olduğu zaman, âyetin muhtevası sahabeye ağır gelmiş ve Hz. Peygamber’e şöyle demişlerdi: “Ey Al­lah’ın Resulü, kim nefsine zulmetmez? Hz. Peygamber de onlara cevap olarak, o, kastedilen şey değildir. Siz Hz. Lokman’ın oğlu için “Doğrusu Allah’a eş koşmak büyük bir zulümdür” dediğini işitmediniz mi? demek suretiyle, âyette zikri geçen zulmün “şirk” anlamında olduğunu beyân etmiştir.” Kısaca burada Hz. Peygamber, âyetteki düğüm noktası olan “Zulm” kelimesine açıklık getirmek suretiyle âyetin manasını beyân etmiş ve sahabenin yanlış bir anlayışa düşmesini önlemiştir.

Örnek 10:

Bu haberde Hz. Peygamber, Mâide Sûresi’nin 3. âyetinde “Size ölü, kan, domuz eti…, haram kılındı” şeklinde umumi olarak verilen bir hükmü tahsis etmekte ve denizin ölüsünün helâl olduğunu belirtmektedir. Diğer bir haberde ise, yine aynı âyetin tahsisi mahiyetinde ölülerden balık ile çekirgenin, kanlardan da, ciğer ile dalağın helal kılındığını ifade etmektedir. Keza yine Kur’ân’da Nûr Sûresi’nin 2. âyetinde umumi olarak zina eden kadınla erkekten herbirine 100 değnek vurulması emrolunmuşken, Hz. Peygamber bir haberi ile âyetteki umumiliği tahsis ederek “Allah zina edenler hakkında yol gösterdi (hükmünü bildirdi). Evli olup zina edenler değnekle döğülüp sonra recmolunurlar. Bekâr olanlar ise değnekle döğülüp sonra da sürülürler” buyurmuşlardır. Bu hususta misalleri çoğaltmak mümkündür.

Örnek 11:

Hz. Peygamberin bu haberinde de mutlak olanı, takyid ettiğini görmekteyiz. Hz. Peygaber’in hanımı Ümmü Seleme diyor ki: “Adamın biri bir kadınla evlenmiş ve onu arka üstü yatırmak istemiş, kadın ise reddetmiş ve Allah’ın elçisine sormadıkça buna izin vermem” demişti. Kadın gelip bu durumu bana anlattı. Ümmü Seleme’de Allah’ın elçisine nakledince, ona haber gönder (gelsin) dedi. Kadın gelince, Allah’ın elçisi ona, Bakara Sûresi’nin 223. “Kadınlar sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin” âyetini okudu ve (ilave ederek) “Ama tek yerden, tek yerden” sözleriyle ıtlakı takyid etmiştir. Aynı zamanda âyet meseleyi edebî bir üslûbla açıklığa kavuşturmuştur.

Örnek 12:

Bu haberde Hz. Peygamber âyeti kerîmeyi amelî olarak tefsir etmektedir. Genellikle Hz. Peygamber, âyetlerde emredilen hususları, bizzat uygulayarak gösterir ve o âyetlerden İlâhî muradın ne olduğunu açıklardı. Nitekim hac menasikini anlatan uzun hadisin bir yerinde Câbir b. Abdillah, Hz. Peygamber’den naklen şöyle demektedir: “Nihayet onunla birlikte Allah’ın evine geldik. Haceri esvedi istilâm etti. Üç defa koşar adımlarla, dört defa yürüyüşle tavaf yaptı. Sonra makam-ı İbrahim’e geçti ve hemen “İbrahim’in makamını namaz yeri edinin” âyetini okudu. Makamı kendisi ile Beyt arasına alarak iki rek’at namaz kıldı”. Bu tatbikattan, âyette kasdedilmiş şeyin veya muradı İlâhinin ne olduğunu anlamış oluyoruz. Aynı zamanda bu tatbikattan “Makam-ı İbrahim’in neresi olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Az da olsa bazen bir âyetin tefsirinde Allah’ın Elçisi huzurunda sahabeden birinin izahı üzerine, onun sükût ederek, bu izahı kabul ettiğine dâir misallere rastlayabilmekteyiz. Bu şekil izah tarzına, Hz. Peygamber’in bir âyeti takriri olarak beyânı diyebiliriz. Meselâ, yukarıda verdiğimiz örnekte, Zâtu’s-Selâsil gazvesinin cereyan ettiği 7. hicri yılda Müslümanların başında bulunan Amr. b. el-Âss, soğuk bir gecede ihtilam olmuş, fakat sıhhatinden endişe ederek yıkanmamış, teyemmüm etmek suretiyle arkadaşlarına sabah namazı kıldırmıştır. Medine’ye döndüklerinde, durumu Hz. Peygamber’e anlatmışlar, o da:

“Arkadaşlarına cünûb olarak namaz mı kıldırdın?” deyince, Amr

“Ey Allah’ın Elçisi ben çok soğuk bir gecede ihtilam oldum, yıkanırsam helak olacağımdan korktum. Aziz ve Celil olan Allah’ın “Kendi kendinizi öldürmeyin, şüphesiz Allah sizleri esirgeyendir” âyetini hatırladım. Ben de teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma namaz kıldırdım” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi güldü ve bir şey söylemedi”. Bu haber, Hz. Peygamberin âyetleri takriri olarak açıklamasının güzel bir örneğidir.

Örnek 14:

Bu hadiste, Hz. Peygamber, Zelzele Sûresi’nin 4. âyetinde geçen “Ahbareha” kelimesinin manasının ne olduğunu sorduğunda, sahabe, Allah ve Rasûlü bunu en iyi bilir, dedikten sonra, Hz. Peygamber bu kelimeyi açıklamıştır. Bu kelimenin anlamı arzın, kendi üzerinde bulunan erkek ve kadınlardan herbirinin şöyle şöyle yaptıklarını tadat etmesidir, demiştir. ez-Zemahşeri, tefsirinde arzın tahdis ve ihyası mecazdır. Yani Allah Teâla arzda öyle haller ihdas eder ki, onlar lisân-ı hal ile tahdis makamına kâim olur. Hatta ne oluyor buna diyenler, o ahvale bakarlar da onun niçin zelzeleye tutulduğunu ve niçin ölüleri dışarı attığını bilir ve bu hâdiselerin Peygamberlerin inzâr ve tahzîr edip durdukları şeyler olduğunu anlarlar” demektedir. Fakat Hz. Peygamber’in buradaki haberi, bunun mecazdan ziyade, bir hakikat olduğunu ifade etmektedir. Netice olarak, Hz. Peygamber muhataplarına, Kur’ân’dan herhangi bir şeyin ne olduğunu sorar ve yine o hususu kendisi izah ederdi, sahabe, Peygamber’e hürmeten, onun sorduğu soruyu, “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” demekle, Meseleyi Peygamber’in ağzından işitmiş olurdu. Bu hususta misaller pek çoktur.

Örnek 15:

Sehl b. Sa’d, Hz. Peygamber’in “Şehadet parmağı ile yanındaki orta parmağını işaret ederek “Ben kıyamet günü ile böyle yanyana gönderildim” dediğini gördüm” demiştir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber izah etmek istediği şeyi, fiilî olarak veya işaretler yapmak suretiyle anlatıyordu. Buhaber Nâziât Sûresi’nin 42. âyeti olan izahı ma­hiyetindedir. Haberden, işaretin kime karşı ve nerede yapıldığı anlaşılmıyorsa da, âyetin delaletiyle, bunun kıyameti yalanlıyanların, senin kıyamet dediğin şey ne zaman? Suallerine karşı vâki olsa gerektir. Bu işaretle Hz Peygamber, Hem “Mursâhâ” kelimesinin izahını, hem de “Ne zaman” suallerinin cevabını vermiş oluyordu. “Irsa” Kelimesi lugatta sabit manasına gelmektedir. İsmi mekan ve ismi zaman olarak, münteha manasına gelir. Geminin demir atarak durdurulması gibi, bir şeyi sabit kılıp durdurmak demektir. Dağlara revâsî denmesi de bu manaya uymaktadır. Bu kelime, liman ismi olarak da kullanılır.

Hz. Peygamber iki parmağı birbirine yanaştırmakla, nasıl ki geminin en nihayet yanaşacağı yer liman ise, kıyamet de gemi misâli bu âleme mutlaka yanaşacaktır, demek istiyordu, ikinci mesele ise onun ne zaman vuku bulacağıdır ki, ona da, bu iki parmak arasındaki fark ne kadar kısa ise, bu da, o kadar kısa bir zamanda meydana gelir diyerek işaret etmiştir.

Hz Peygamber’in Kur’ân’dan izah etmek istediği bir hususu işaretle tatbikî olarak yaptığına dâir misalleri çoğaltabiliriz. Meselâ, Hz. Aişe’den rivayet edilen bir haberde, Hz. Peygamber Ay’a bakıyor ve onun bir bulut içerisine girdiğinigörerek; “Bu karanlık çöktüğü zamandır. Ey Âişe, şunun şerrinden Allah’a sığın” diyordu. Yine İbn Mes’ud’dan rivayete göre, Hz. Peygamber yere bir çizgi çizmiş, bu Allah’ın yoludur, demiştir. Sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizmiş, bunlarda müteferrik yollardır demiş, vesonra da âyetini okumuştur.

Örnek 16:

Bu haberde, Hz. Peygamber Enfal Sûresi’nin 60. âyetindeki “Kuvvet” kelimesinin manasını “Atmakla izah etmiştir. Kuvvet, lügatte, zayıfın zıddıdır. Bundan dolayı, düşmanlara karşı kuvvetlenmeye sebep olacak her şeye bu lafız ıtlak edilebilmektedir. Hz. Peygamber zamanında harpler, ok, mızrak ve kılıçla idi. Hz. Peygamber de ‘atmakla bunları kastetmişti. Harplerde atmak her zaman için muteberdir. Yalnız zamanla atılacak silâhın cinsi değişecektir. Taberi bu âyeti tefsir ederken, Allah, kendisinin ve bizim düşmanlarımızı korkutmamız için silâh ve at nevinden, kuvvet sayılabilecek her türlü âletleri, kudretimiz nisbetinde hazırlamamızı emrediyor, demektedir. Netice olarak, Hz. Peygamber, düşmana karşı dâima zamanın icab ettirdiği silâhlarla mücehhez olmamızı bu âyetin beyân ettiğini işaret etmektedir.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler