Tarihi Şahsiyetler

Hz. Muhammed -İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri- Hakkında Bilgi

Hz. Peygamber’in, içinde yetiştiği toplumun dinî telakkilerinin merkezinde yer alan çok tanrı inancından ve putlara tapma gibi ritüellerden baştan beri uzak durdu­ğu, peygamberlik öncesinde Kabe’yi ta­zim gibi İslâm’daki ibadet anlayışına pa­ralel dinî davranışlarda bulunduğu bilin­mektedir. Onun vahiy almadan önceki dö­nemde geçmiş peygamberlerden birinin dinine göre amel etmekle yükümlü olup olmadığı meselesi İslâm âlimlerince geniş biçimde tartışılmıştır. Hz. Muhammed’in tâbi değil metbû sayıldığı gerekçesiyle buna olumsuz bakanlara karşılık bazı de­lillerden hareketle ve Âdem. Nûh, İbrahim, Mûsâ, îsâ isimlerini tasrih ederek belirli bir peygamberin dinine uyduğunu ileri sürenler yahut izlediği yolun bütün peygamberlerin dinine uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Birçok usulcü ise aklen mümkün görünse de böyle bir mü­kellefiyetin fiilen varlığı konusunda delil bulunmadığı için bir hüküm belirtmenin doğru olmayacağı kanaatindedir. Resû-lullah’ın hayatını inceleme ve değerlen­dirme açısından önem taşıması bir yana, muayyen bir naklî bilgiye değil değişik naslardaki ifadelerin yorumuna dayanan bu görüş ve tartışmaların bizzat Resûl-i Ekrem’in yükümlülüğü açısından pratik sonucunun bulunmadığı genellikle kabul edilir. Bu konunun fıkıh usulündeki asıl önemi ise Kitap ve Sünnet’te anılan, fakat yürürlükte bırakıldığı veya kaldırıldığı bil­dirilmeyen önceki İlâhî dinlere ait hüküm­lerin müslümanlar bakımından da kaynak değeri taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir.

Kur’ân-i Kerîm’de kendisine itaatin Al­lah’a itaat etmek gibi olduğu ve Kur’an’ı insanlara açıklamakla görevlendirildiği bildirilen Hz. Muhammed’in [Nisâ4/ 80; Nahl 16/44] teşri” içerikli söz, fiil ve onaylarının kitaptan sonra ikinci ana kay­nak sayılması, ibadetlerin yanı sıra hukukî İlişkiler alanına ait meselelerin hükümle­rini delillerden çıkarma işini üstlenen fı­kıh ilminin bütün İslâm âlimlerince kabul gören temel ilkelerinden biri olduğundan, Resûl-i Ekrem’in hayatının peygamber­lik sonrası dönemi İslâmiyet’teki ibadet ve hukuk ahkâmı bakımından özel bir önem taşır. Usûl-i fıkıhta bu anlamıyla sünnet delili çok geniş biçimde incelen­miştir. Hadislerin rivayetiyle ilgili mese­leler yanında değişik sünnet türlerinden ve özellikle Hz. Peygamberin fiillerinden farklı mânalar çıkarılabilmesi olgusu ve sünnetin kitap delili karşısındaki konu­mu etrafında gelişen metodolojik tartış­malar bu konuda zengin bir literatürün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu ara­da Resûlullah’ın teşri’ içerikli tasarrufla­rının peygamber sıfatıyla yahut hâkim veya devlet başkanı gibi bir sıfatla işlen­miş olması da bunlara bağlanacak sonuç­lar açısından önemlidir. Doğrudan pey­gamberlikle ilgisi bulunmayan ordu dü­zeni, meyve ağaçlarına aşı yapılması gibi konularda Resûl-i Ekrem’in kendi bilgi ve tecrübesine göre kararlar verdiği hususu genel kabul görmekle birlikte onun şer’î hüküm kapsamına giren meselelerde ic-tihad yoluyla -vahiy almadan- açıklama yapmasının mümkün olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Şer’î hüküm ve re’y kavramlarının tanım ve kapsamıyla ilgili görüş farklılıklarının etkisi altında cere­yan eden bu tartışmalarda iki temel yak­laşımdan biri Hz. Peygamber’in ictihad yoluyla bir şey söylemediği, diğeri de bu­nun mümkün olduğu yönündedir. Hatta ikinci grupta yer alan Hanefî usulcüleri-ne göre Resûl-i Ekrem gerektiğinde icti­had etmekle görevlidir ve bu konuda üm­metine örnek teşkil etmiştir. Bununla birlikte onun içtihadı vahyin kontrolünde olmasıyla başkalannınkinden ayrılır; di­ğer bir ifadeyle onun ictihadla ulaştığı so­nuçlar vahiyle düzeltilmemişse isabetin­de tereddüt kalmaz ve vahiyle sabit hü­kümler gibi hüccet kabul edilir.