HÜMANİZM
Humanismus kelimesini
Yeni Çağlarda ilk kullanan Friedrich Immanuel Niet-hammer (1776-1848) adında
bir Alman Pedagog olmuştur. Niethammer bu kelimeyle, insanın eğitimindeki iki
temel eğilir mi belirtmiştir: “insanseverlik” ve “insancılık”.
Ünlü Fransız
sözlükçüsü Littre’nin 1860’lardaki sözlüğünde humanismus kelimesine yer
verilmemiştir. Kelimenin ancak 1870-75 yularında kullanılmaya başlandığı
görülecektir. Filolog Georg Voigt (1827-1891) tarafından kelimeye giderek daha
belirgin bir anlam kazandırılmaya çalışılacaktır. Voigt’a göre Humanismus, bîr
tarih çağının ve manevi bir tutumun ifadesi şeklinde yorumlanacaktır ki, kastedilen
tarihi çağ Rönesanstır. Böylece Vo-igt’un Hümanizm ile Rönesans arasında
kurduğu ilişki nihai bir nitelik kazanabilecektir. Bu anlamda Humanismus
ruhunu belirleyen tutumun ana unsuru, Röneşans ile ortaya çıkan yeni insanın,
eski Yunan ve Roma örnekleri üzerinden “insanlık; humanİtas”
değerlerine yönelmesi, bunları izlemesi ve bunları geliştirmesidir.
Humanismus kelimesinin
bu anlamda kullanılması nisbeten yeni olmakla birlikte, daha XV. yüzyılın
sonlarında İtalyanca’da “umanista” kelimesinin kullanıldığı da
bilinmektedir. Bu şekildeki kullanımın ilk defa 1490 yılı olduğu sanılmaktadır.
Bazıaraştırmacılaragöre, önce sadece belagat ve klasik edebiyat bilginini,
hocasını tanımlayan kelime, sonraları daha geniş bir muhtevaya
kavuşturulacaktır. Yani umanista kelimesiyle eski Yunan ve Ro-mametinlerini
toplayan, derleyen, inceleyen ve yayınlayan kimse anlatılmaktadır. Hatta
zamanla aydın, bilgili, kültürlü insanlar için de aynı kelimenin kullanıldığı
görülecektir.
“Hu man it
as” kelimesinin Latincede ilk defaM.Ö. 83-84 yıllarında yazan bilinmeyen
“Rhetor ika ad Herennium” isimli metinde kullanıldığı sanılmaktadır.
Fakat bu kelimeyi Latin diline tam anlamıyla kazandıran yazar Cicero olmuştur
ve yaklaşık M.Ö.80 yıllarında kullanmıştır. Cice-ro’ya göre
“humanİtas”, verilmiş bir gerçekten çok, gerçekleşecek bir amacı gösterir
ki, bu da insan idealidir. Bu balamdan insanın özüne ve niteliğine ilişkin durağan
tanımlayıcı bir şümulü yüklenmek yerine, insanın nasıl olması gerektiğine veya
insan olarak nasıl gerçekleştireceğine yönelik bir dinamizm sözkonusudur. Böylece
humanitas terimi pratik bir ahlak felsefesi (etnik) muhtevasına kavuşturulur
ki, bu da terimin morfolojik yapısıyla ilişkilidir. Nitekim Cicero için İnsan
idealini amaçlayan “humanitas” şu unsurları kapsamakladır: Bilgi,
kültür, ahlak ve ruh eği-
timi, terbiye ve
nezaket, kibarlık, ruh asaleti ve yüceliği, haysiyet, iyilik, iyiniyetü-lik,
özveri (feragat), adalet, cömertlik, dost ruhlu olmak, şen ve neşeli olmak, şakacı
ve nükteci olmak, Ölçülü ve zevk sahibi olmak. Fakat Cicero’mm
“humanitas” ile öngördüğü insan idealinin kaynağı, antik Yunan
felsefesinde Sokrates ve Platon’ dan Stoacılara kadar birbirini tamamlayarak
gelen uyumlu ve İyi insan idealidir. –
Bu bakımdan bir insan
idealini kapsayan humanitas terimi, bu ideale uygun ve gerçekleştirmek üzere
ona yönelen bir eğitim yöntemi anlamını da içermekteetir. Nitekim Cicero bu
eğitim yönteminin akla hitab eden, bilgi ve bilim ile ilişkili yönlerini
göstermek için “Studia humanitatis: insanlık öğrenimi” veya
“studia humanitatis et litterrum: İnsanlık ve edebiyat öğrenimi”
biçiminde de tanımlar. Bu da çocuğu yetiştirip insanlığa eriştiren yöntemleri
anlatır, ki, böylece “humaaitas” eğitim yöntemiyle birlikte eğitimin
amanın da belirlemektedir.
Ayrıca Cicero
humanitas terimim ahlak felsefesi dinamizmi yanında, yapılan (statüleri)
tanımlayıcı şekilde de kullanmaktadır. Sözgelimi “natura humana: İnsan tabiatı”,
“natura hominis: İnsanın tabiatı”, “natura generis humani: İnsan
cinsinin tabiatı” ve “condietio mortalis: İnsanın ölümlü
durumu” böyledir.
Cicero’ dan sonra
gelen birçok yazar “humanitas1′ kavramını bu anlamda kullanacaklardır.
Romalı yazarlara çağdaş olan veya sonra gelen ve Latince yazan Hıristi-yan
yazarlar humanitas’i, vurgulanmış anlamında bir manevi ideal olarak değil, kutsallığı
ifade eden “divinitas” kavramının karşıtı olarak görürler ve,
“günahkar, zayıf, ölümlü insan yapısı11 anlamında kullanırlar. Orta Çağda
“humanitas” kavramı, antik çağa özgü kullanım dışında ve bu çağın
“insanlık” anlayışından uzaklaşmış bîr boyutta düşünülecektir. Ancak
XV. yüzyıldan sonra bu anlayışın terkedildiğini, bir yandan antik çağın
“insanlık” anlayışı temel alınırken, öte yandan da bu temelden
hareketle insan-evren ve zaman-ebe-dilik ilişkilerinin yeni bir yorumunun yapılmaya
çalışıldığı görülecektir.
İnsanın varlık
bütünlüğüne uygun maddi ve manevi gerçekliği içinde tanımlanıp
değerlendirilmeye çalışılması, Rönesans Hümanizminin temel motifi olarak algılandı.
Gerçekten bu dönem düşünürleri insanın bedensel yönüyle horlandığı Orta Çağ
Skolastiği zihniyetini aşmaya çaba gösterirler. Skolastik zihniyet insanı ruh
ve beden iküemiyle (düalizm) hatta karşıt-hğıyla kavrarken; insanın içinde
yaşadığı somut dünyadan uzaklaşması ve kaçması, ruhun yücelmesi ve saflaşması
bakımından gerekli görülüyordu. İşte bu iki anlayış arasındaki çatışma
“humanitas” kavramının yorumundan kaynaklanan iki karşıt öğretinin
doğmasına neden oldu. Bunlardan birine göre humanitas; hayat, gerçeklik veya
somut yönüyle ilgisiz, toplumsal İlişkilerden soyutlanmış, salt klasik kültür (Yunan-Roma
kültürü) ülküsü bağlamında düşünülmelidir (Skolastik anlayış). Buna karşılık
ikinci anlayış; humanitas ülküsünde insanı dünya içi ve toplumsal ilişkileriyle
bütün olarak “kapsayan ve yönelten” bir ilham kaynağı, bîr eylem
ilkesi, bir hayat kuralı olarak ele alır. Nitekim dünya nimetleri, evlilik,
çalışmanın gerekliliği, ün, iktisadi etkinlikler, zevk ve benzeri gibi
hayatın çeşitli gerçekleri üzerine yöneltilen yeni bakış açılan, yeni humanitas
ülküsünün karakteristik belirtileri olur ki, böylece Rönesans Hümanizmi, in-
sanı düşüncenin
merkezine yerleştirir. Bu özellikleri şöyle sıralamak mümkündür:
a) Hümanizmin Ahlak Anlayışı:
Hümanizmde insanın özü
ve varlığıyla, çevresini oluşturan bu dünya arasında bir bütünleşme isteği
kendim belli eder. insanın bu dünya içindeki varlığı, dünya nimetleri onun
kemale ermesinde bir tehlike, bir engel olmaktan çıkartılır. Aksine, çevresi
ve dünyası insanın kendisini tam anlamda gerçekleştirmesini sağlayan bir
ortamdır. Bu konuların tartışılmasında Coluccio Sahıtati ile Leon Battista
Alber-ti gibi düşünürler önemli sayılırlar. Keza evlilik, sırf ferdi ve sosyal
ihtiyaçlara şart oluşturmaktan öte, toplumun bir odağı olarak insanın
mükemmelleşmesini ve toplumla bütünleşmesini sağlayan esas ortamı meydana
getirmek gibi yeni bir anlama kavuşturulur.
Yine çalışmaya bir
lanetin sonucu olarak bakan Ortaçağ Skolastiğine karşı, çalışmayı bir bereket
olarak yücelten yeni bir dünya görüşü ortaya çıkar ve Skolastik zihniyetin
yerini alır. Hümanist anlayışta çalışma, yeryüzünü değiştiren, onu daha insani
ve dostça kılan toplumu meydana getiren ve yapılandıran bir faaliyet olarak
görülür. Çünkü insanın insana faydalı olabilmesi ancak çalışma suretiyle
gerçekleşebilir.
Oysa iktisadi
faaliyetler, nakdi tasarruf ve sermaye birikimi, refah, zevk gibi hayatın
çeşitli yön ve ihtiyaçları, Skolastik insanın gözünde toplum için kaçınılmaz
mecburiyetler olarak kabul edilmekteydi. Fert açısından çilekeşlik ve dünyadan
el çekme ülküsü bu tür faaliyetleri dışarıda bırakıyordu.
Buna karşı
hümanistler, insanın sadece mektedir.
ruhtan ibaret
olmadığını, aksine insanın Mükemmellik anlayışının dünya içi ve ruh-beden
bütünlüğü ve bunların karşılık- yeni toplumsal boyutları çerçevesinde, halı
uyumuyla kedini gerçekleştirebileceğini yat ve toplum ilişkileri ile ilgili
birtakım savunuyorlardı. Dolayısıyla İnsanın iktisa- gerçekler de yeni bir
gözle incelenmeye di faaliyetlerde ve benzeri etkinliklerde başlanacaktır.
Sözgelimi, konuşma ve ün bulunması, insan ülküsünün kapsamında yapma eğilimini
ele alalım: Dil fenomeni-düşünülüyordu. ni
insanlar arasında bir konuşma, karşıhk-
Öte yandan beden uyumu
ve güzelliğin n anlaşma aracı olarak
ilk değerlendiren-Rönesans sanatındaki önemi bu yeni anla- ler, hümanistler olacaktır. Sözün
seman-yışm açık bir ifadesi olarak görüldü. Aynı tik ve anlaşmayı sağlayıcı yönlerini önce
şekilde Epikuros ahlakının hazcılığı (he-
onlar açığa çıkarmışlar, dilin tahlilinin ilk donizm)nın yeniden ele
alınması bu zihni- adımlarını onlar
atmışlardır. Dİ1 felsefesi-yetin bir başka yönünü ortaya koyar. Bu- nin temeli olan bu tutum, hümanistlerin na
karşılık Stoacı ahlak anlayışının rağbet
filoloji ve edebiyat incelemelerinin doğal görmeyişi, hatta tartışmaya
açık tutulma- sonucu sayılabilir, sı
Hümanist zihniyetin bu konudaki tutu-
Ün sağlamak eğilimi de böyle: Ün yap-munu açıklamaktadır. Gerçekten
yaşama mak, bencil, kendini
beğenirtik çabalan-zevk ve sevincinin, düşünce planında keş- nın amacı olabileceği gibi, kendini
insan-fedUiptemeUendirilmekistenmesi,Röne-
lara yakın duymanın, gönüllerde yaşama şans Hümanist kültürünün esas
nitelikle- isteğinin tabii ve açık
bir yansıması da ola-rinden biri, belki de belli başhcasıdır. Ya- bilir. Öte yandan alçakgönüllülük bahaneni
zevkin, hoş duyumların sadece bir fonk-
siyle toplum hayatından uzaklaşmak, er-siyon mahiyetinde olmadığı,
bağımsız ola- demle ilgisi olmayan
verimsiz, sağlıksız rak kendine göre bir değeri ifade ettiği gö- ve faydasız bencil bir içe kapanıklılığa
yol rüşü, hümanistlerin duyarlı bir şekilde
açabilir. Bencilliğe kapılmadan elde edi-üzerinde duracakları bir konu
olacaktır, len ün yapma eğilimiyle
erdem arasında Bu ise, insan karakterinin ahlak anlayışı kurulan ilişki, klasik kültürün tercih
ettiği ve değerlendirilmesinde bir
başlangıç bir konu ve tutum
olma yanında, daha noktası alınması demektir. Bunagöre, ah- sonraları unutulmaya yüz tutmuşken,
Hü-lakihareketin amacı, insanın tabiatı aşma- manist düşünce bunu yemden canlandırıp
sında, tabiat-Ötesi bir norma uymasında
ortaya çıkaracaktır, değil, aksine insanın kendi varlığım gerçekleştirmesinde
ortaya çıkmaktadır. Ya- b) Hümanist
Düşüncenin Merkezi: ni Hümanist ahlakın Özelliklerinden biri,
bu tabiiliktedir.
Böylece erdem, insanın Buraya kadar yapılan açıklamalar da götüm yeteneklerini
karşılıklı bir uyum için- zönüne alındığında, Hümanist düşüncede ve toplum
yararına yönelik şekilde de- nin merkezinin ne olduğu sorusuna kısa-ğiştirmekte
görülüyor ki, skolastiğin aksi- ca şu cevap verilebilir: Bu düşüncenin ne,
insanın toplum içindeki yerinin ve gö- merkezi insandır. Güzelliği, aklı,
meyda-revlerinin somut şartlan çerçevesinde ger- na getirmeyi, sanat ve
zanaatı, haysiyet ve çekleşecek bir ideal oluşturması düşünül- yüceliğiyle bütün dikkatleri üzerinde toplayan
insan, temel kavramdır. Bu bakımdan varlığının ve değerinin bilincini, hayat
ve düşüncesine temel yapan insan soz-konusudur. Öyleyse insan haysiyeti ve değerinin
temeli nedir? Bu temel, bu değer ve haysiyet nasıl açıklanmaktadır?
Bu hususta insan
haysiyetini konu edinen iki yazan incelemek yeterlidir:
Giannoza Manetti ve
“İnsanın yücelik ve üstünlüğü: De excellentia et praestan-tia hominis”:
Manetti’ye göre insanın yüceliği, onun çalışma gücünde ve “yaratıcılığında”
dır. İnsan böylece, yapma, üretme, yeni bir şeyi ortaya koyma, ham maddeye
biçim verme ve anlamlandırma yeteneğini ortaya koyar. Deha ve hünerin çeşitli
belirtileri, yani sanat, musikî, şiir, mimari, hukuk, edebiyat alanında teknik
ve mekanik üretim konularında olsun, tek kelimeyle bütün yönleriyle
“insanın krallığı” insanın meydana getirme yeteneğiyle çalışma
gücünün oluşturduğu dünyadır. İnsan çeşitti faaliyetleriyle, Tanrı’nın yaratıp
kendisine armağan ettiği bu dünyayı daha güzel, daha zengin, daha mükemmel
kılar. Böylece Tanrı’nın yaratıcı, sınırsız bir kıvılcımı da, yarattığı bir
varlık olan insana sıçramış olur.
Fakat insanın
çalışmasına kendi özgü “insancılık” niteliğini veren ana etken özgürlüğüdür.
Gerçi tabiattaki tüm varlıklar kendi yapılarına uygun etkinlik gösterirler.
Ancak insan, özgürlüğüyle kendi etkinliğinin bilincindedir. Yalnız İnsan, özgürlüğüyle
Tann’mn özgür etkinliğini paylaşır ki, insanın değer ve haysiyetinin temeli
de budur.
Pico della Mirandola
ve “İnsan haysiyeti üzerine Söylem: De hominis dignitate ora-tio”:
İnsanın günlük hayatı
ve faaliyetine bağlı değer ve haysiyet anlayışı, Mirandola ta-
rafından yeni ve daha
geniş, hatta soyut bir çerçeve içinde ele alınacaktır. Gerçekten Mirandola,
İtalyan hümanizminin XV. yüzyıl sonlarına doğru gelişen ikinci safhasının
önemli temsilcisidir. Ona göre insan, özgür iradesi ve zekasıyla, evrenin
merkezini oluşturur. Bu yetenekleri sayesinde insan, kendisini bütün olarak
evrene açar, tüm evreni özümseyebilir. Hatta bu yetenekleri sayesinde kendini
Tanrı’ya da açabilir ve Tann’yla da birleşebilir. Bu balomdan Tann’dan
yaratıkların tümüne inen sevgi, insanda toplanıp yeniden Tan-rı’ya ulaşır. Özgürlük,
inşam ve evreni Tanrıyla birleştiren bağ olur. İnsanın özgürlüğünün insan
varlığını daha derinden, daha temelden kavrayan bir anlamı da vardır: Özgür
tercihi veya seçmesiyle (iradesiyle) kendi kaderini çizer, varlığının değerini
belirler. Değer açısından insan, oluşum içerisinde bulunan bir varlıktır ve
bu oluş da kendi elindedir. Mirando-la’nın bu anlayışı çağdaş batı düşüncesinde
yankısını bulur ki, buna göre insan kendi yazgısını meydana getirir. İşte bu
düşünce Hümanizmin insanı merkez sayan anlayışınabağhdır, denebilir. (Burada
Fe-nomenoloji, Ontoloji ve Varoluşçuluk hatırlanmalıdır.)
Manetti ile Mirandola
arasında, özellikle insanı merkez sayan görüşün teorik temelini atan Marsilio
Ficino’nun önemî burada ortaya çıkmaktadır. Ficino için insan, küçük bir
dünya, yani bir mikro kos-mostur. İnsanın benliğinde kosmos’un tüm mükemmelliği
toplanmıştır. Evrenin merkezi, aslı ve amacı Tann’dır. Fakat, aynı zamanda,
varlık derecelerini ve türlerini benliğinde kaynaştıran insan da, evrenin mükemmelliğinin
temsilcisi veya sembolü olarak, evrenin merkezidir. Kısacası Manetti’nin
genellikle insan-dünya ilişki-
sine dayanan
Hümanizminden, Mîrando-la’nın insan-evren bütünleşmesine uzayan yol,
Ficino’nun mikrokosmos anlayışından geçmektedir, denebilir.
c)Aktlcılık:
İnsan haysiyet ve
değeri konusunda ortaya çıkan bu anlayış, insan aklının da yeni bir
değerlendirmesini getirdi. Kaldı ki Rönesans, yeni bir Rasyonalizm çağı olarak
da belirecektir. Rönesans Rasyonalizmi, kendi dışında kalan yasa ve kurallardan,
dini ve toplumsal etki ve geleneklerden bağımsız] ığıyla ortaya çıkacaktır.
Rönesans Rasyonalizminin en önemli sonuçlarından biri de, doğa bilimlerindeki
devrim ve deney metodunun hızlı gelişimidir.
Hümanizma, gerek
kavram ve gerekse kapsamı bakımından nasıl tartışmaya açık ise, tarihi süreci
bakımından da bir kesinlik göstermemektedir. Bununla birlikte eski dil ve
edebiyatlara olan ilginin başladığı yaklaşık XIII. yüzyıl, hümanizma için bir
dönüm noktası olarak görülebilir. İlk çağın öğrenilip tanınması ve dolayısıyla
kültürünün bir örnek olarak kabul edilmesi tutumundan kaynaklanan Hümanizma,
Rönesans hareketiyle bu bakımdan yakın bir ilişkiyi de anlatır. Bu açıdan,
Payen gibi bazı yazarlar hümanizma-yı, Marsilio Ficino’nun “Theologia Pîato-nica:
Platoncu Teoloji” adlı eserinin yayımlanma tarihi olan 1482 ile
Desiderius Erasmus’un öhım tarihi olan 1536 yıllan arasındaki döneme
yerleştirirler. Fakat Hümanizma’mn tartışılmasıyla ulaştığı nokta gözönüne
alındığında, bunu Ortaçağ* a, hatta İlkçağa kadar götürmenin gerekliliği açık
bir şekilde ortaya çıkmaktadır. İlkçağ Roma filozofu Cicero yanında Ortaçağda
Assisi’li Saint Francesco, Sa-
int Bonaventura ve
Petrus Abelardus (Pi-erre Abelard) da Hümanist anlayışın kökleri
bulunmaktadır. Bu da Hümanizma’-nın yaklaşık XIII. yüzyıllarda yavaş yavaş
ortaya çıkışının önemli bir belirtisi sayılabilir. Bu bakımdan Ortaçağı
izleyen ve Avrupa’ nın değişik bölgelerinde çeşitli zamanlarda (sözgelimi
İtalya’da XV., Fransa, Portekiz ve İspanya’da XVI.yüzyılda) yeni bir insan
felsefesinin, buna bağlı olarak da eski yunan-latin kültür kaynaklarına
yönelmenin Hümanizma ve Rönesansı oluşturduğu söylenmelidir.
İnsanı yeniden
düşüncenin konusu kılan Hümanizma, böylece ilk etkilerini Petrar-ca ve Boccado’nun
düşünce, sanat ve eserlerinde duyurdu. İnşam evrenin merkezine yerleştiren,
insan ruhuna evrensel olanla, geçici olan arasında bir bağlantı kazandıran ve
yeryüzünü ruhun kendini gerçekleştirme alanı gören bu yeni anlayış ve düşünce
Manetti’nin, Pico della Mirandola’nın yukarda sözkonusu edilen eserlerinde
yankısını buldu. Daha sonraj bu anlayışın değişik bir seldim Eras-mus’da,
Loreozo Valla, Guillaume Bude, Michel Montaigne gibi düşünür ve yazarlarda
görmek mümkün olacaktır. Bunlar her türlü kozmolojik ilişkiden sıyrılmış insanın
kendi kendisini tanımasında ve kendini bu yeryüzünde özgürce gerçekleştirmesinde
göreceklerdir. Onun içindir ki, öncelikle insanın evrendeki yerinin tesbit
edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Fi-cinoveMirandola’nmyeni-platonculukla-rında
insanın bu dünyada ve ahirette yerini ve aknyazısını belirleyecek olan esas
şey, sevgi olmaktadır. Gerçekten bütün Rönesans şiirini, sanat ve hayalgücünü
besleyen temel düşüncenin bu olduğu kabul edilecektir ki, küçük evren
(mikrokosmos) olarak tanımlanan insan ile, büyük
evren arasındaki
bozulmaz birlik ve uyum ortaya çıkacaktır. Nitekim gerek Lut-her’ de olsun,
gerekse XVI. yüzyıl tabiat filozoflarında, özellikle Nicolaus Cusamıs,
Paracelsus ve taraftarlarında olsun, bu iki evren arasındaki bağlantı en önemli
sorun olarak araştırılacaktır. Bu bağlantının açıklanması, insandan hareketle
insan ile Tanrı arasındaki bağlantıya dönüşecektir. Böylece edebiyattan
felsefeye, ahlaktan bilime, teolojiden bilgi kuramına kadar genişleyen bir
inceleme, araştırma ve yöntem tartışması yoğun bir şekilde sürecektir.
Edebiyat alanında
Hümanizm, edebiyata karşı tavır alan din adamları ve soylu aydınları
etkilemede önemli oldu. Daha XIV. yüzyılın ortalarında Boccacio “De
Genealogüsdeorumgentüium: Tanrı ailelerinin şeceresi (1350-1360)*nde şiir ile
dinin birbirini tamamladıklarım ileri sürecek ve Kutsal Kitab’ın belagatına
dikkat Çekecektir. Sonuçta dini ve din dışı konular iç içe girmiş şekilde
İncelenebilecektir. Kuşkusuz bu ve benzeri çalışmalar sadece eski dil ve
edebiyatı canlandırmakla yetinmediler, filoloji çalışmaları yanında Aristoteles
başta olmak üzere eski yazarları kendi dillerinde okumak, edebi türler
arasındaki ilişkiyi ve “mimesis” kavramını vb. açıklığa kavuşturmaya
çaba gösterdiler. Aristo, Tasso, Camoes ve Ronsard, destan türünün en mükemmel
örneklerini verdiler. Pastoral türde Poliziano San-nazzaro, Tasso Giovanni,
Battista Fuari-ni yenilikleri yapabildiler. Düve edebiyatta biçim alanında
yenileşme çabası Fransa’da Pleade okuluyla, İspanya’da Garci-laso de la Vega,
Cristobal de Castellejo ve Luis de Lcon’da dikkat çekici bir özellik sundu.
İngiltere’de yenileşmeleri Ed-mund Spenser, XVI. yüzyılda Sidney,
Marlowe, Drayton,
Shakespeare, Chap-man ve Donne gerçekleştirdiler.
Rönesans Hümanizmi
şiir yanında nesirde de şaşırtıcı denemelere yöneldi ki, bilimsel eserlerde
olduğu kadar, günlük hayatın yüceltilmesinde de kullanılmıştır. Thomas More’un
E/topia’Sının latince ve bilgince nesri yanında La Pleîade ile Do-ret, Muret, Turnebe
ve Estienne gibi filologlar arasında mahalli nesirle bağ kurdu. Luther’in
Hıristiyanlıkta reform düşüncesinin en önemli yönlerinden birisi de, İncilin
milli dile çevrilmeğiydi.
Özetlemek gerekirse,
Hümanizma Yeni Çağ Batı kültürünün oluşmasında temel dinamiklerini, ruhunu,
muhteva ve yöntemini belirlemede esas olduğu gibi, bu dönemin düşünce, sanat,
toplum, devlet, kurumlar vb. gibi değerlerin ve birimlerin oluşacağı ortamı da
hazırladı. Yaklaşık XV. yüzyıldan XX. yüzyıla uzayan süreçte Hümanizm,
doğrudan veya dolaylı, de-ğişik kimlik ve görünüşler altında sürüp geldi.
İnsanın yüceltilmesi, özgürleşmesi bir ideal şeklinde tanımlanmış olsa da,
belki Batının geçirdiği tarihi süreçte bir anlamı bulunabilir, fakat Batı, yani
Avrupa dışında kalan toplumlar, kültürler açısından aynı sonucun ortaya
çıktığı söylenemez. Hatta Hümanizma Avrupa sınırları dışında kalan toplumlar
ve kültürler için değişik boyutlarda yıkımlar, yozlaşmalar ve çatışmalar
getirmekten geri kalmadı. Söz gelimi XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupalının
Hümanizmi bayraklaşü-ran yüzüyle, ilişkide bulunduğu toplum ve kültürleri
sömüren yüzü, Duverger’nin söyleyişiyle Janus’un “iki yüzü” olarak
hep kaldı, bazan biri, bazan Öteki gözükse de.
(SBA)