Hukuk Sosyolojisi

HUKUKUN KÖKENİ VE TARİHSEL GELİŞİMİ

HUKUKUN KÖKENİ VE TARİHSEL GELİŞİMİ

 

Hukukun başlangıcı konusunda yeterli bir bilgiye sahip değiliz. Başka bir deyişle hukukun, henüz aydınlatılmamış bir geçmişe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Arke­olojik kazılarda elde edilen çanak çömleklerden, ok, yay ve zıpkın gibi alet ve ede­vatlardan, geçmiş dönemlerde varlığını sürdürmüş toplulukların hukuk düzenine ve düşüncesine ilişkin bilgi elde etmek pek kolay değildir. Ancak, basit yapılı, he­nüz karmaşıklaşmamış topluluklar hakkındaki antropolojik bulgulardan bazı so­nuçlar çıkarılabilmektedir. Okur-yazar olmayan birçok kültürde, oldukça incelmiş, formel niteliği gelişmiş hukuk sistemine rastlanabilirken, benzer niteliklere sahip diğer kültürlerde hukuk alanında aynı gelişmeler gözlenememiştir. Eğer bir toplu­luğun üyeleri, doğru davranışın ne olduğu ve bu davranışa yön verecek kuralların ne tür kurallar olduğu konusunda belli bir fikir birliğine ulaşmışlarsa, o toplumda formel kuralların ve yaptırımların yerini, alay etme, ayıplama, kınama, dayak atma, aşağılama ve dışlama gibi informel kurallar ve yaptırımlar almaktadır. Böyle bir du­ruma, en çok yüz yüze ilişkinin yaşandığı nispeten küçük topluluklarda rastlan­maktadır. Çok sayıda nüfusun daha büyük bir alan üzerinde yaşadığı, yüz yüze et­kileşimin sınırlı olduğu bir toplumda, sadece informel kurallara ve yaptırımlara da­yalı bir hukuk düzeni yeterli olmayacaktır. Eğer bir toplumun mensupları, temel esaslar üzerinde anlaşamıyorlarsa ve birbirlerine yeterince güvenemiyorlarsa, o toplumda insan ilişkilerine ve davranışlarına yön vermek için yazılı kurallara baş­vurabilecek ve bazı formel kurumlar yaratılabilecektir. Böyle bir toplumda örf ve adet hukuku zayıflarken, yazılı ve formel kurallar ile yaptırımlar gelişecek; huku­ku yaratan ve uygulayan, yasama ve yargı organı gibi, bazı kurumlar ortaya çıka­caktır (Friedman, 1977: 35-38).

İlk Çağlarda Hukuk

Yukarıda da belirtildiği üzere, hukukun kökeni konusunda açık ve kesin dokü­manlar yoktur. Ancak, nispeten gelişmiş toplumların arkalarında kil tabletlerden, papirüslerden oluşan bazı parçalar ve metinler bıraktıkları bilinmektedir. Bunların en eskileri bile oldukça yenidir. Bundan dolayı geçmişte yaşayan herhangi bir top­lumun hukukunun nasıl olduğunu bilmek oldukça zordur. Bilinen en eski hukuk metinleri olarak, MÖ 2400 yıllarında Sümer kent devletlerinden Lagaş’ta hüküm sü­ren kişinin adını taşıyan “Urukagina Yasaları”, MÖ 1800 yılları dolaylarında hüküm süren Babil Kralı Hammurabi’nin adını taşıyan hukuk kodu, MÖ beşinci yüzyıl ci­varında Roma’da ortaya çıkan “On İki Levha Kanunu” ile Antik Yunan’da vücut bu­lan “Drakon Yasaları” ve “Solon Yasaları”ndan söz edilebilir.

Mezopotamya bölgesinde MÖ 5000 ile MÖ 3000 yılları arasında Dicle ve Fırat nehirlerinin kıyılarındaki köylerden bazılarının kente dönüştüğü, uygar toplumu karakterize eden farklılaşma ve karmaşıklaşma sürecinde, devletin şekillenmesiyle kent devletlerinin ortaya çıktığı bilinmektedir.

Kent devletlerinde, başlangıçta din adamlarının elinde bulunan siyasal güç, za­manla askerlerin eline geçmeye başlamış; Sümer kent devletlerinden Lagaş’ta Uru- kagina adında biri, MÖ 2415 dolaylarında iktidarı din adamlarından almıştır. Uru- kagina’nın adıyla anılan “Urukagina reformları” ya da “yasaları” olarak bilinen me­tin, ilk yazılı hukuk metinlerinden birini oluşturmaktadır. Söz konusu metin, hem din adamları ile laik yöneticiler arasındaki sürtüşmeleri hem de kent devletine ge­tirilen yeni düzeni yansıtan önemli bir belge niteliğindedir (Şenel, 1982: 239). Özetle, uygarlaşma sürecinde giderek karmaşıklaşan ve farklılaşan bir kent devle­tinde toplumsal yaşam, yazılı ve formel nitelikte hukuk kurallarına ve bu kuralları hayata geçirecek dinsel sıfatı olmayan yöneticilere uygun ortamı oluşturmuştur.

Mezopotamya bölgesinde uygarlık yolunda ilerleyen diğer bir kent devleti de Babil idi. Mezopotamya’nın Babil egemenliği altında birleşmesi, MÖ 1792-1750 arası hüküm süren Kral Hammurabi zamanında gerçekleşmiştir. Hammurabi, hem Akad hem de Sümer kentlerini ele geçirerek “dört iklimin egemeni” sıfatını almış­tır. Babil İmparatorluğu böylece kurulduktan sonra merkezi bir despotluk da doğ­muş oldu. Urukagina gibi, Hammurabi de bir hukuk kodu oluşturmuştur. Ancak Urukagina yasaları, yönetimin din adamlarından askerlere geçişini temsil ederken; Hammurabi kodu, kent devletlerinin yerel yasaları yerine, giderek bir imparator­luk haline gelen tüm ülkede yasa birliğini sağlamak amacını güdüyordu. Başka bir deyişle, kent devletinden imparatorluğa geçilirken böyle bir imparatorluğu yönet­mek için elzem olan Hammurabi kodu, hukuk alanında boy göstermiştir (Şenel, 1982: 241; Tanilli, 1988 -C. I: 61).

 

 

 

 

 

 

 

Hammurabi kodu, aslında ele geçirilen yerlerde daha önce hüküm süren kral­lıkların kanunlarının bir derlemesi niteliğindeydi. Ancak bu derleme, yeni hüküm­ler de getirmekteydi. Çünkü, yalnızca eski kurallara dayanmak Babil İmparatorlu- ğu’nun ekonomik ve toplumsal koşullarına cevap veremiyordu. Hammurabi kodu, aynı zamanda, Mezopotamya tarihinin önemli bir mirası olup o günkü toplumun temellerini açıklayan ve Babil hükümdarlarının hangi toplumsal gruplara dayandı­ğını gösteren bir belge niteliğindedir. Babil İmparatorluğu’ndaki toplumsal sınıf ve zümreler arasındaki ilişkileri gösteren yasada suçlar, aile, mülkiyet, miras, borçlar ile ilgili hükümler, ortakçılık hukuku ile ilgili bazı maddeler, son olarak da kölelik üstüne birtakım düzenlemeler var. Bütün bunlarda, baştan sona, toprak sahipleri-

nin, rahiplerin, tacirlerin ve tefecilerin, özellikle onların köleler üzerindeki mülki­yet haklarının korunması kavgası egemendir. Örneğin bir köleyi çalmanın ya da kaçmış bir köleyi saklamanın cezası ölümdür (Tanilli, 1994 -C.I: 61-62).

Roma şehrinin kuruluşundan, yani MÖ 753 yılından MÖ 150 yılına kadar geçen süre içinde Roma’da geçerli olan hukuka, “Ius Civile” (Yurttaşlar Hukuku) adı ve­rilmektedir. Çünkü bu hukuk, Roma şehir devletinde yurttaş statüsüne sahip olan kişilere uygulanan bir hukuk niteliğindedir. Bu dönemde; gerek gensler gerek ai­leler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, miras, mülkiyetin devri, eşyaların sınıflan­dırılması gibi temel hususlara uygulanan hukuk kurallarının Roma’nın tarımsal ya­pısını, toplumsal ve ekonomik gerçekliğini yansıttığı görülür. Bu dönemde huku­kun temel kaynağı örf ve adetlerdir. Roma’da ilk yazılı hukuk kodu olarak görülen ve MÖ 499-451 tarihleri arasında hazırlandığı kabul edilen “On İki Levha Kanu- nu”nda Roma kavminin örf ve adet hukuku yazılı hale getirilmiştir (Karadeniz, 1974:38). Roma’nın Cumhuriyet Dönemi’nde kabul edilen bu yasa ile yazılı hukuk, aristokratik nitelikteki sözlü hukukun yerini almıştır ve bu durum giderek yaygın­laşmıştır (Ağaoğulları ve Köker, 1996:20). Roma’da Pleblerin Patricilere karşı mü- cadelesindeki en büyük kazanımlarından biri, genslerin örf ve adet hukukunun – ki aristoktarik bir nitelik taşıyan ve herkes tarafından bilinmeyen bu hukuk Patri- cilerin elinde bir sırdı- yazılı kanun haline getirilmesi olmuştur. Yazılı kuralların ol­mayışı, konsüllerin keyfi davranmasına yol açıyordu. Halk temsilcilerinin direnişi üzerine Senato, MÖ beşinci yüzyılın ortalarında kanunların yazılmasına ve yayın­lanmasına karar vermiştir. On iki üyeli bir komisyon tarafından hazırlanan kanun, on iki adet tunçtan levhaya kazınarak ilan edilmiştir. Bu kanun, ceza hukukuna ve ceza usul hukukuna ilişkin hükümlerin yanında eşya hukukuna ve borçlar huku­kuna ilişkin kuralları da kapsıyordu (Tanilli, 1998 -C.I: 389). Örf ve adet hukuku­nun güçlü izlerini taşıyan, daha önceki hukuk geleneklerine ve fikirlerine dayanan bu hukuk kodunun, bütün hukuk kolları hakkında sistematik hükümler içerdiği söylenemez. Buna rağmen, aristokratik nitelikteki örf ve adet hukukuna göre da­ha ileri bir aşamayı temsil ediyordu.

MÖ ikinci yüzyılın ortalarında sınırları giderek genişleyen Roma, büyük bir im­paratorluğun merkezi haline gelmiştir. Bu gelişme, Roma kavminin diğer kavimler­le, eskiden beri süregelen ilişkileri yanında, çok çeşitli yeni ilişkilere girmesine yol açmıştır. Siyasal, ekonomik ve ticari ilişkilerin giderek yoğunlaştığı bu dönemde, eski şehir devletinin ve onun tarımsal ekonomisinin koşullarına göre şekillenen hukuk, yeni olayları ve ilişkileri çerçevelemekte yetersiz kalmıştır. Klasik Hukuk Dönemi (MÖ 27- MS 250) adı verilen bu dönemde; Roma hukukunun gelişmesin­de Romalı hukukçuların çalışmaları belirleyici olmuş; Roma hukuku, günümüze kadar etkisini sürdüren yetkinliğe, bu dönemde yaşamış olan hukukçuların faali­yetleri sonucu ulaşmıştır. Romalı hukukçular, kuramcı olmaktan ziyade uygulayıcı olmuşlardır. Yani, daha çok hukuksal kavramlarla ve hukuk kurallarının uygulan­masıyla ilgilenmişlerdir. Hukuk kurallarını, hakkaniyetin (hakka uygunluk) gerek­leri ile toplumun gereksinimlerini bağdaştıracak çeşitli özel durumlara uygulamış­lar, hukuksal düşünce ve olayları hukuk açısından inceleme yönteminin temelleri­ni atmışlardır (Karadeniz, 1974: 40). Kısacası Romalı hukukçular, hukukun çeşitli alanlarındaki çalışmalarıyla hukuku işleyerek ve geliştirerek ona çağını ve sınırla­rını aşan bir değer kazandırmışlardır. Bundan dolayıdır ki, Roma hukukunun bu dönemi “Klasik Hukuk Dönemi” olarak nitelendirilmiştir.

Roma yurttaşlığının ve dolayısıyla Roma hukukunun bütün imparatorluk uy­rukları için geçerli olacak şekilde genişletilmesi, MS 212 yılında çıkarılan bir impa­
rator emirnamesi ile olmuştur. Böylece imparatorluk hukuku haline gelen Roma hukuku, tamamen Roma kültürünü benimsemiş ve hukuken geri batı eyaletlerin­de kolayca uygulanabilirken, Helen kültürünün etkisinde olan ve yerleşmiş bir hu­kuk sistemine ve uygulamasına sahip bulunan doğu eyaletlerinde direnişle karşı­laşmıştır. Başlangıçta, hukukun bu eyaletlerde zorla uygulanmasına göz yumulma­ya başlanmıştır. İmparatorluğun merkezinin MS 330’da Roma şehrinden Constanti- nopolis’e (İstanbul) kayması sonucu ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulları farklı yeni bir çevre içine girilmiştir. Helen dünyasındaki hukuk sisteminden ol­dukça etkilenen bu döneme “Klasik Sonrası Hukuk Dönemi” adı verilmiştir (Kara­deniz, 1974: 40-41).

Doğu Roma İmparatoru olarak MS 527-565 yılları arasında hüküm süren Iusti- nianus (Justinianus) döneminde Roma hukuku, son aşamasını yaşamıştır. Eski ev­rensel Roma İmparatorluğu’nu canlandırma amacında olan Justinianus, bu amacı­na paralel olarak eski Roma hukukunu yeniden canlandırma çabasına girmiştir. Justinianus, bir yandan eskiden Roma İmparatorluğu’na bağlı olan yerleri tekrar egemenliği altına almaya çabalarken, diğer yandan “Klasik Dönem Hukuku”nu ye­niden geçerli kılmaya ve zamanının sosyo ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak bir hukuk düzeni kurmaya çalışmıştır (Karadeniz, 1974: 42-43).

 
 

Siyasal düşünceye önemli bir katkıda bulunamamış olmakla birlikte, Roma’nın hukuk alanında büyük bir ilerleme kaydetmiş olduğunu belirten Şenel’e göre, Ro­ma hukukunu geliştiren etmenler şunlar olmuştur (Şenel, 1982: 256-258): İlk ola­rak, hem Halk Meclisi’nin hem Senato’nun hem de imparatorun yasa gücünde ka­rarlar çıkarması karşısında hukukçuların, bu kararların birbiriyle nasıl uyumlu kılı­nacağı ve yorumlanacağı hususunda sürekli bir şekilde yeni hukuksal sorunlarla yüz yüze gelmiş olmalarıdır. Bu çerçevede, yargıçların karar verirken ünlü hukuk bilginlerine danışma geleneği (jurist consult), hukuk düşüncesine yeni ufuklar aç­mıştır. Yine hukukçuların, yasaların sözlerine göre değil de amaçlarına göre yo­rumlanması ilkesini geliştirmeleri, hukuk hayatına yaptıkları önemli bir katkı ol­muştur. Roma hukukunun gelişmesinde önemli rol oynayan ikinci etmen ise, kent devletinde yönetim alanında kişisel ilişkilerle sürdürülen iletişimin imparatorluk aşamasında yetersiz kalması karşısında; yönetimde birliğin sağlanması ve impara­torun emirlerini kişisel ilişki imkanlarını kaybettiği memurlarına ulaştırılabilmesi bakımından hukukun ve yasa tekniğinin geliştirilmesi zorunluluğunun ortaya çık­mış olmasıdır. Üçüncü etmen, Stoacı düşünüşün doğal hukuk öğretisi olmuştur. Stoacı düşünürler, yöneticilerin halkı yönettiklerini, ancak doğal hukuk ilkelerinin de yöneticileri bağladığı görüşünü ileri sürerek; yöneticilerin doğal hukuka uyma­ları gerektiğini vurgulamışlardır. Doğal hukuk öğretisinin etkisiyle Roma hukukçu­ları, yürürlükteki yasalar karşısında, bu yasaların doğal hukuka uygunluklarını araştırarak; her zaman eleştirel bir tavır alabilmişler ve bu bağlamda uyulmasını is­tedikleri yasa önünde eşitlik, sözleşmeye sadakat, hakkaniyet (hakka uygunluk) ve nasafet (denkserlik) gibi bazı genel hukuk ilkeleri önermişlerdir.

Orta Çağ Hukuku ve Roma Hukuku konusunda daha ayrıntılı bilgi edinmek için Özcan Ka­radeniz’in “Roma Hukuku” (1974) adlı kitabına bakınız.

Antik hukuk, Roma hukuku hariç olmak üzere, belli bir hukuk teorisinden yok­sun bir hukuk niteliğindeydi. Grekler (Yunanlılar), hukuksal sorunlara fazla ilgi göstermemişler, ancak bu sorunlarla, politik ve etik bakımdan önemli problemle­re yol açmaları halinde daha fazla ilgilenmişlerdir. Şüphesiz, ayrı bir hukuk teorisi
ve hukuk felsefesi yaratmamakla birlikte hukuk hakkında bazı fikir­lere sahip olmuşlardır (Friedman, 1977: 39-40).

Eski Yunan’da yasa, polis (kent devleti) düzenini, diğer toplumla­rın örgütleme sistemlerinden ayıran önemli bir unsur olmuştur. Yasa, aynı zamanda, Yunan’ı barbardan ayıran bir öge olarak görülmüştür. Barbarlarda tek kişinin keyfi yöne­timi söz konusu iken, Yunan polis­lerinde çeşitli düzeydeki insan iliş­kileri “yasalar” ile belirlenmiştir. Po­lis düzenini oluşturan yasalar, ilk zamanlarda aristokratik nitelikle sözlü yasalar şeklindeydi. Başlan­gıçları bilinmeyen bu yasalara “thesmoi” (sözlü yasa) adı verilmiş­tir. Yunanlılar, thesmoileri, tanrıla­rın koyduğu kutsal, sonsuz nitelik­te kurallar olarak görmüşlerdir. Za­manla değişen şartların sonucu olarak yeni sözlü yasaların ortaya konması, hukuk sisteminin giderek karmaşıklaşmasına yol açmıştır. Bu durum karşısında; yargı ka­rarlarının tutarlılığını sağlamak üzere, sözlü yasalar “thesmothet”lerce düzenlenip yazılı hale getirilmiştir. Böylece yasalar, birçok kimse tarafından önceden bilinebi­lir bir duruma getirilmiştir. Söz konusu gelişmelerin sonucunda, daha önce yasala­rı yorumlama ve uygulama tekelini elinde bulunduran soylular sınıfı, bu konuda­ki haklarını ve yetkilerini kaybetmeye başlamıştır (Ağaoğulları, 1994: 26-27).

Eski Yunan’da yapılan bu düzenlemelerin de toplumsal barışı ve düzeni sağla­mada yeterince etkin olmadığının görülmesi üzerine “nomoi” (yazılı yasa) adı ve­rilen insan eseri yasalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin temelinde, hiç kuşkusuz, o günkü toplumun toplumsal ve ekonomik yapısında meydana gelen birtakım dönüşümler bulunmaktaydı (Ağaoğulları, 1994: 21). Bu dönemde (MÖ VIII-VII. yüzyıllar), ticaret ve zanaat alanındaki gelişmelerle birlikte kentsel kesim­de ticaret ve zanaatla uğraşan yeni bir sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır. Giderek çe­şitlenen ve karmaşıklaşan toplumda, toplumsal gruplar veya tabakalar arasındaki çelişkiler ve çatışmalar iyice belirginleşmiştir. O dönemde yürürlükte olan örf ve adet kurallarının yazılı olmaması ve bu sayede soylular tarafından keyfi şekilde uy­gulanması ciddi yakınmalara neden olmuş; bu gelişmeler karşısında yazılı ve her­kes için uyulması zorunlu kurallara ihtiyaç artmıştır. Toplum içindeki hoşnutsuz­luklar, tam bir başkaldırıya dönüşeceği sırada köylüler, Arkhon olarak seçtikleri Drakon’a bu kuralları belirleme görevini vermişlerdir (Tanilli, 1988 – C.I: 246).

 

MÖ 624 yılında Atina soylularının isteği üzerine Drakon, çok ağır hükümler içe­ren bir ceza yasası hazırlamıştır. Drakon’un hazırladığı bu yasa ile ceza hukuku alanında “thesmoi”nin yerini “nomoi” almıştır. Drakon Yasaları’nın, Atina hukuku­nun yazıya geçirilmiş ilk biçimi olduğu ileri sürülemezse de bunların ilk kapsamlı yasa derlemesi ya da belli bir bunalım döneminden sonra ortaya çıkmış bir yeni­den düzenleme girişimi olduğu söylenebilir. Hemen her suça ölüm cezası öngören
sert hükümleriyle tanınan ve zalimliği ile ün salan Drakon’un Yasaları, aslında klanların ilkel adetlerinin ve örflerinin bir derlemesi niteliğindeydi. Sözgelimi, en küçük bir hırsızlık bile ölümle cezalandırılıyordu. Yürürlükteki kuralların yazılı ha­le getirilmesi, az da olsa, soyluların keyfi davranışlarını sınırlamaktaydı. Bu yasalar tahtadan levhaya kazınarak Agora’ya asılıyordu (Tanilli, 1998 -C.I: 246).

Solon’un arkhon olarak seçildiği dönem, Atinalılar için oldukça sorunlu bir dö­nem olmaya devam ediyordu. Topluma doğuştan soylu olanlar egemendi. En iyi toprakları ellerinde bulunduranlar ve yönetimi tekelleri altında tutan soylular, ken­di içlerinde de rakip gruplara bölünmüşlerdi. Yoksul çiftçiler, kolayca borçlandırılı­yor ve borçlarını ödemedikleri zaman kendi topraklarında serf (toprak kölesi) ko­numuna düşürülüyorlardı. Bazı durumlarda ise, köle olarak satılıyorlardı. Orta hal­li çiftçi, zanaatçı ve tüccarlardan olaşan ara sınıflar, yönetimin dışında tutulmaktan hoşnut değillerdi. Drakon Yasaları’nın toplumsal sorunlara çözüm getirmekte yeter­siz kalması ve beklentilerin aksine sonuçlar yaratması, başta kentte ticaretle uğraşan kesim olmak üzere, huzursuz toplumsal kesimleri yeni arayışlara itmiş ve bu arayış­ların sonucu olarak ünlü şair Solon, çok geniş yetkilerle arkhon ve hakem olarak seçilmiştir (MÖ 594). Solon, kendi adıyla anılan hukuksal düzenlemeler yaparak; bir yandan köylüler üzerindeki baskıları hafifletmeye, diğer yandan ticaret ve zana­at yaşamını geliştirmeye yönelik adımlar atmıştır (Tanilli, 1998 -C.I: 246-247).

Solon. Atina’da MÖ 6. yüzyılda iktidara gelmiştir.

 

 

Solon, ilk olarak, borçların yarattığı sıkıntıları hafifletmeye çalıştı. Borçların ödenmemesi nedeniyle el konmuş toprakları rehinden kurtardı, köleleştirilmiş bü­tün yurttaşları azat etti ve gelecekte de kişinin özgürlüğünü elinden alabilecek borç sözleşmeleri yapılmasını yasakladı. Bununla birlikte, yoksul kesimlerin top­rakların yeniden dağıtılma önerisini de reddetti. Bunun yerine, genel refahı artır­maya ve çiftçilikle geçinemeyenlere başka işler sağlamaya yönelik önlemler aldı. Siyasal yapıyı yeniden düzenleme çabaları çerçevesinde, doğuştan soyluların yö­netim üzerindeki tekelini kaldırarak yurttaşların varlığını temel alan bir sistem ge­tirdi. Solon’un hukuk alanında yapmış olduğu düzenlemelerle, “nomoi” (yazılı ya­sa), “thesmoi” ye (sözlü yasa) karşı kesin bir üstünlük kazandı. Toplumun çeşitli alanlarını düzenleyen yasaların insanlar tarafından hazırlanması; yasaların kutsal, mutlak, değişmez ve sonsuz olma niteliğini ortadan kaldırarak bunların göreli bir varlık ve anlama sahip olduğu anlayışının gelişmesine yol açtı. Yazılı yasaların ge­rek iktidarlar gerek düşünürler tarafından yüceltilmesi; yasaların doğruyu, adaleti, iyiyi ve güzeli gözeterek toplumun ve dolayısıyla bireyin refahını ve mutluluğunu sağlayan bir unsur olduğu inancını geliştirdi (Ağaoğluları, 1994: 27-29).

Orta Çağ’da Hukuk

Avrupa tarihinde kabaca MS V.- XV. yüzyıllar arasında geçen dönemi ifade ettiği düşünülen Orta Çağ’ın, kesin olarak ne zaman başladığı ve sona erdiği konusunda bir görüş birliği bulunmamakla beraber, genel olarak Roma împaratorluğu’nun Do­ğu ve Batı olarak MS 395’te bölünmesinden sonra Cermen kavimlerinin yoğun isti­lası sonucu Batı Roma împaratorluğu’nun MS 476’ta çöküşüyle başladığı; yeni eko­nomik ilişkilerin giderek belirginleştiği, kapitalizmin ekonomik ve toplumsal bir sis­tem olarak yaygınlaştığı, mutlak monarşiler temelinde yeni siyasal yapılanmaların oluştuğu, Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte yeni bir düşünce tarzının ve dünya görüşünün ortaya çıkmaya başladığı XV. yüzyıl sonlarından itibaren sona er­diği kabul edilmektedir. Her çağın toplumsal düzeninin, genel olarak getirmiş oldu­ğu toplumsal tabakalaşma sistemi, ekonomik üretim tarzı, siyasal yönetim biçimi ve dünya görüşü ile diğer çağlarınkinden ayırt edilebileceği söylenebilir.

Cermenler, Roma împaratorluğu’nu yıktıktan sonra V. yüzyıldan X. yüzyıla ka­dar beş yüzyıl sürecek bir kargaşa çağına yol açmışlardır. Tarihçiler, bu dönemi “Orta Çağ’ın Karanlık Çağı” ya da “Karanlık Orta Çağ” olarak adlandırmışlardır. Bu çağdaki istilalar ve kargaşa sonucunda; toplum yaşamında ilkel düşünüş tarzları ve adetler egemen olmaya başlamış, insan ilişkileri derinlemesine bozulmuş ve azal­mış, para dolaşımı felç olmuş, ücret ilişkilerinin yerini kişisel bağımlılık ilişkileri al­mış ve en yakında bulunan kimselere bağlanma şeklinde bir zihniyet gelişmiştir (Bloch, 1998: 666). Barbar saldırıları sonucu ortaya çıkan bu dönüşümlerle birlik­te, merkezi hükümet yapılarının can güvenliğini ve düzeni sağlayamaması, zaman­la yeni bir toplumsal örgütlenme tarzının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Feodalite olarak nitelendirilen bu toplumsal sistemin temel ögeleri, Bloch’tan hareketle şöy­le özetlenebilir: Köylü bağımlılığı, para dolaşımının felç olmasından dolayı nakdi ücret ödemesinin imkansızlaşması ve buna bağlı olarak serflere hizmetlerinin kar­şılığının işledikleri topraktan elde edilen üründen belli bir pay verilmesi, uzman­laşmış bir savaşçılar oligarşisi ile rahipler oligarşisinin egemenliği, insanı insana bağlayan itaat ve koruma ilişkileri, parçalanan iktidar ve güçsüz devlet yapısı. Feo­dal düzen içinde devlet, varlığını sürdürmekle birlikte iyici güçsüzleşmiştir. Sistem, temel olarak, rahipler ve savaşçılar oligarşisi lehine işlemektedir. Başta eğitim ol­mak üzere, birçok kamusal işlev, kilise tarafından yerine getirilmektedir. İç ve dış güvenliği sağlamakla görevli kral ya da prens, yönetmekten çok savaşmakta, ceza­landırmakta, bastırmakta ve sindirmektedir. Bunların dışında başkaca bir görevi neredeyse yoktur (Bloch, 1998: 665-675).

Feodal sisteme özelliğini veren temel üretim biçimi feodalizm, ekonomik faali­yetlerin ve diğer etkinliklerin üzerinde icra edildiği mekân malikane, siyasal yapı­yı karakterize eden nitelik parçalanmış iktidar yapısı ve merkeziyetsizlik, egemen ideolojisi din ve temel sadakat odağı ise Tanrı’dır. Feodal düzeni, ruhban sınıfıyla ve aristokrasisiyle kilise temsil ediyordu. Orta Çağ’da üretim, feodal beylerin mali­kanelerinde yapılmaktadır. Bu malikaneler, nispeten kendi kendine yeterli top­lumsal ve ekonomik birimler niteliğindedir. Bunların içinde toprağı işleyen serfler yanında, marangoz, demirci ve saraç gibi zanaatkarlar bulunmaktadır. Servetin te­mel kaynağı topraktır. Para ve menkul değerler, ekonomi içinde önemli bir role sa­hip değildir. Şehir dışında ve etrafında tarım yapılırken, şehir ve kasabalar içinde esnaf-zanaatkar faaliyetleri ve bunların bağlı oldukları meslek örgütleri olarak lon­calar önemli bir yer işgal eder. Ticaret, belli yol kavşakları ve transit merkezler dı­şında oldukça sönüktür. Kırsal kesimde elde edilen çok az bir ürün fazlası, kasa­balara veya şehirlere satılarak bunun karşılığında bazı zanaat malları ile feodal beyler için lüks eşyalar alınır. Büyük toprak mülkiyeti ve toprağa dayalı hakimiyet şekli egemendir. Toprağın başladığı ve bittiği sınırlarla ölçülü bir iktidar dağılışı ve merkeziyetsizlik söz konusudur. Ayrıca dinsel ideolojinin ve lonca ahlakının ağır­lığı ile geleneklere dayalı zanaat ve meslek anlayışı egemendir (Oran, 1999; Ülge- ner, 1981).

 

Feodalizm: Orta Çağ’da, Batı Avrupa’da tarıma dayalı ekonomik sistemin, merkezilikten yoksun siyasal düzenin, dinsel değer ve ideolojiye bağlı sosyo­kültürel yapının egemen olduğu sistem.

 

Lonca: Orta Çağ’da, ticareti düzenlemeye, esnaf ve zanaatkarların çıkarlarını korumaya çalışan mesleki birlik.

 
 

Okuma-yazma oranının çok büyük oranlarda azaldığı, başta edebiyat ve sanat olmak üzere, kültür alanında ciddi gerilemenin yaşandığı, yukarıda temel özellik­leri açıklanan böyle bir yapı içinde hukukun ve hukuk düşüncesinin parlak bir ge­lişme göstermesi doğal olarak beklenemez. Bu dönemde, en büyük ve güçlü sen- yörlüklerde bile, sözel geleneklerden ve göreneklerden başka bir kuralın bilinmez hale geldiği, Antik Yunan’da gözlenen ve Roma döneminde zirveye çıkan yazılı hukuk kodifikasyonlarının (derlemelerinin) neredeyse tümüyle kaybolduğu görü­lür. Orta Çağ hukukuna bu açıdan bakıldığında; nüfusun giderek azaldığı, istilalar sonucu mevcut nüfusun dağıldığı, kent hayatının gerilediği, ekonomik verimliliğin düştüğü, siyasal anlamda iktidarın parçalanarak merkeziyetsizliğin başat hale gel­
diği, kültür hayatının sönükleştiği bir çağda, “hukuk kodları”na hayat veren top­lumsal temelin çöktüğü ve buna bağlı olarak hukuk alanında gelenek-görenek ağırlıklı bir hukuk anlayışının ve uygulamasının öne çıktığı ileri sürülebilir.

Modern toplumun hukuk anlayışında; hukuka karakterini kazandıran temel ögenin, örgütlü devlet gücüne dayalı yaptırımlara sahip olduğu düşünülür. Devlet ile hukuk arasında yapılan önem sıralamasında daima devlet birincil konumda gö­rülürken, hukukun ikincil bir öneme sahip olduğu, hukukun asıl yaratıcısının dev­let olduğu kabul edilir. Ancak, merkezi iktidar yapısının olmadığı, modern ulus- devlet yapısının henüz şekillenmemiş olduğu Orta Çağ’da faklı bir durum söz ko­nusudur.

Orta Çağ hukuku için asıl önem taşıyan iki nitelik; eskilik ve muteberlikti. Eğer bir yasa, devlet veya başka bir örgütlü güç tarafından yürürlüğe konmuş olsa bile, eski ve muteber değilse hukuksal bir düzenleme olarak kabul görmezdi. Oysa bu­gün yasalar, yürürlüğe girdikleri tarihten yürürlükten kalktıkları zamana kadar ge­çerli kabul edilir. Yani, eski ve muteber olup olmadıklarına bakılmaksızın, sadece mevcudiyetlerinden dolayı hukukun kapsamı içinde oldukları varsayılır. Kısacası, Orta Çağ’da hukukun hukuk sayılabilmesi için onun hem eski hem de muteber ol­ması, yani genel bir saygınlığının ve inanırlığının olması gerekirdi. Yalnızca uzun süreden beri uygulanmış olması, onun doğru veya haklı olduğunu göstermezdi. Bu dönemde hukukun insan eliyle, belli bir otorite tarafından yaratılmasından de­ğil; keşfinden ya da bulunup çıkarılmasından söz edilebilirdi. Günümüzde bir mahkemenin herhangi bir konuda vermiş olduğu özgül bir karar, genel bir kura­lın somut bir olaya uygulanmasıyla ortaya çıkan bir çıkarım olarak görülürken; ay­nı durum, Orta Çağ zihniyeti bakımından topluluğun yaşama etkinliğinden hiçbir şekilde ayrı bir şey olarak düşünülmezdi. Orta Çağ’da hukuk, kendi içinde bir amaç olarak görülür. Çünkü hukuk, ahlaki bağlılığa ve topluluğun ruhsal temeline dayanır; onlarla birlikte bulunur, onlardan ayrı olarak değerlendirilmez. Orta Çağ insanları için hukuk birincil, devlet ise sadece ikincil önemdedir; devlet, yalnızca hukuku yürürlüğe koymak ya da uygulamaya geçirmek için bir araç olup hukuk devletten önce gelir. Oysa bugün, devlete ve onun eliyle yaratılan hukuka öncelik verilir. Örneğin, örf-adet kuralları, ahlaki kurallar, doğal ya da ideal hukuk ilkele­ri, hukuk alanında öncelikli bir yere sahip değildir. Bunlar, ancak pozitif hukuk kendilerine açık bir şekilde atıfta bulunuyorsa hukuk dünyasının bir parçası olarak görülür. Modern hukuk düşüncesine göre devlet, egemen bir güç olarak neyin hu­kuk sayılıp sayılmayacağına karar verme ve istediğinde hukuku değiştirme gücü­ne sahiptir. Orta Çağ anlayışı ise, bundan tamamen farklıdır; egemen olan devlet değil hukuktur, devlet hukuku değiştiremez. Orta Çağ, hukukun kutsallığına karşı teorik saygıyla doludur. Orta Çağ düşüncesine göre, eski ve muteber olan hukuk­tur. Bununla çatışan kurallar, hukuk olmayıp bunların yürürlüğe konulması söz konusu olamaz. Orta Çağ hukuku, asıl olarak sözel nitelikte olmakla beraber, şüp­heli durumlarda insan hafızasına bir katkı sağlama, geleneğe istikrar ve süreklilik kazandırma, mevcut kuralları açık ve anlaşılır şekilde muhafaza etme amacı ile za­man zaman kayıt altına alınmıştır (Kern, 1996:105-109).

Cermen istilaların sona ermesi, feodal iktidarları, maddi ve manevi güçlerini tü­kettikleri önemli bir sorundan kurtarmıştır. Hem bu sona erişin, hem de teknolo­jik, ekonomik ve siyasal birçok gelişmenin sonucu olarak; XI. yüzyıldan itibaren feodal beyin malikanesi, kendi kendine yeterli bir ekonomik ve toplumsal birim olmaktan çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte, nüfusta büyük artışlar gerçekleşmiş ve boş duran topraklar tarıma açılmıştır. Nüfusun ve üretimin artması, zanaatlerin, ti­caretin ve dolayısıyla kentlerin canlanmasına katkıda bulunmuştur. Kır ile kent arasındaki alışveriş ilişkileri ve diğer sosyo-kültürel ve siyasal bağlar giderek yo­
ğunlaşmıştır. Bu süreçte, hem kilise hem de yerel feodal beyler güç kaybederken, yeni gelişen sınıf olarak burjuvazi öne çıkmaya başlamıştır. Gelişen ekonomik ya­pı içinde para arzı ve dolaşımı da artmaya başlamış; bu sayede vergi yeniden orta­ya çıkmış, vergiyle birlikte merkeze bağlı ücretli memurlar ve maaşlı askerlere dayalı örgütlenme, feodal irsi (kalıtsal) sözleşmelere dayalı hizmet sisteminin yeri­ne geçmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak feodal yapı sarsılmaya başlamış; yeni ekonomik ve siyasal ilişkiler belirginleşmiş, bir yandan para ekonomisi giderek ge­lişmiş, diğer yandan bireylerle ve özel gruplarla kıyaslanmayacak ölçüde bir geli­re sahip olan devlet, giderek merkezileşen bir bürokrasiye kavuşmuştur. O zama­na kadar kiliselerin ve papalık örgütünün tekelinde kalmış olan işleri yapmak üze­re, eğitim sürecinden geçmiş yeni bir seçkinler tabakası yükselerek bürokrasinin çekirdeğini oluşturmuştur. Ayrıca, feodalitenin kan bağına, akrabalığa, hanedanlı­ğa ve kişisel sözleşmelere dayalı yönetim mekanizmasına “ülke” kavramı girmiştir. Bu, belirli bir mekân üzerinde yaşayan insanların temsil edilebilirliğini, temsil iliş­kisinin de kişisel nitelik taşımayan soyut ve genel hukuk kurallarına göre düzen­lenebileceği anlayışını getirmiştir. Sonuçta; toplumsal tabakalar, kralın ya da pren­sin kişisel ilişkilerinden bağımsız, hukuk kurallarıyla çerçevesi belirlenmiş “statü­ler” çerçevesinde ayrı bir temsili-siyasal birim niteliğini kazanmışlardır (Ağaoğulla­rı ve Köker, 1996: 179-180; Bloch, 1998: 639; Oyan, 1998: 138; Şenel, 1982: 360).

Ekonomik ve ticari ilişkilerin yoğunlaştığı, kentlerin giderek geliştiği ve yeni bir sınıfın ortaya çıktığı toplumsal yapıda düzeni sağlamak bakımından, sözel gele­neklere dayalı hukuk sistemi yetersiz kalmıştır. Giderek farklılaşan, karmaşıklaşan ve anonimleşen toplumsal ilişkileri, kişisel sadakat ve bağlılık esasları çerçevesin­de sürdürmek zorlaşmıştır. Bu bağlamda, kişisel sadakat ve bağlılığın bıraktığı boş­luğu, yeni bir kural sistemiyle doldurma ihtiyacı belirmiş ve bu ihtiyaca yanıt ola­rak soyut ve genel karakterli hukuk kuralları ve mekanizmaları ortaya çıkmıştır (Yüksel, 2001: 53-54). Giderek gelişen toplumsal, ekonomik ve siyasal bütünleşme sürecinin önünde ciddi engeller söz konusudur. Her feodal beyliğin sınırında fark­lı bir yönetim, hukuk ve yargı düzeni ile karşılaşmak, ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesini köstekleyici bir etkide bulunuyordu. Daha önceki dönemin şartlarına göre şekillenmiş küçük küçük ayrı siyasal birimlerin varlığı, ticaret ve zanaatla uğ­raşan ve giderek gelişen bir burjuvaziyi sıkıyordu. Kısacası, gelişen ekonomik ve ticari ilişkiler ve güçler, yeni bir siyasal ve hukuksal düzeni zorluyordu. Böyle bir ortamda burjuvazi, siyasal birlik yanında, tüm ülke çapında geçerli olacak bir hu­kuk ve yargı birliği talep ediyordu. Burjuvazi, önünü görmeyi, hesaplanabilir, ön­görülebilir, güvenli ve kesinlik taşıyan bir hukuk düzeni oluşturmayı istiyordu. Bundan böyle, keyfi kural ve işlemlerle yüz yüze gelmek istemiyordu (Yüksel, 2001:52-55). 14. ve 15. yüzyıllarda belirginleşmeye başlayan feodalizmden kapita­lizme geçiş sürecinde, hukukun birleştirilmesine ve yalınlaştırılmasma yönelik güç­lü bir hareketin geliştiği görülür. Gerek giderek gelişen ekonomik güçler, gerek gittikçe güçlenen devletler, hukuk ve yargı birliğini sağlamaya çalışıyorlardı. Bir yandan devlet yönetimi ve mahkemeler yeniden yapılandırılırken; diğer yandan maddi hukukun yeniden düzenlenmesi, yani dağınık hukuk kurallarının ve meka­nizmalarının belli bir düzene kavuşturulması yönünde çaba gösteriliyordu. Sonuç­ta modern bir hukuk ve yargı düzeninin temelleri atılıyordu.