Hoca Rasim Efendi Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi
Hoca Râsim Efendi (1880-1939) Son devir Türk fikir ve aksiyon adamı, dersiam.
Şubat 1880’de Şebinkarahisar’da doğdu. Asıl adı Ahmed Râsim Avni olup Hacı-bekiroğullan’ndan Müstantik Hüseyin Avni Efendi’nin oğludur. Alemdar gazetesinde yayımladığı “İkinci Kitâbüt-Tenvîr” başlıklı yazısıyla “Târihçe-i Hayâtımın Fihristi” adını taşıyan hâtıra defterindeki bilgilere göre 1892’de mezun olduğu rüşdi-yede bir yandan hoca kalfalığı yaparken bir yandan da çeşitli hocalardan sarf, nahiv, fıkıh ve Farsça dersleri aldı; bu arada İstanbul’da da tanınan hattat Zühdü Efendi’den yazı meşketti.
1896 Nisanında İstanbul’a giden Ahmed Râsim, tahsilini tamamladıktan sonra 14 Şubat 1905’te Beyazıt Camii’nde ders vermeye başladı. Aynı yıl Dârülfü-nun’un Ulûm-i Âliye-i Dîniyye Şubesi’nden mezun oldu. Dersiâmlık yaptığı esnada maaşının yükseltilmesi, bu görevi yanında kendisine idâdî muallimliği verilmesi yolunda yaptığı başvurular sebebiyle 1907 Eylülünde Şebinkarahisar’a sürüldü. Burada bulunduğu on bir ay zarfında ders okuttu. II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine (24 Temmuz 1908) çıkan genel aftan yararlanarak İstanbul’a döndü ve herkes gibi o da Meşrutiyetçi ve İttihatçı oldu; idare âzası sıfatıyla İttihat ve Terakkî’ye bağlı Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’ye girdi; ayrıca merkez-i umûmî rehberliği vazifesini üstlendi. Bu son görevi, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile teşkilât arasında sözcülük yapmaktan ibaretti. Bu arada Fâtih dersiâmlığı görevine de yeniden başladı (4 Şubat 1909). Prens Sabahaddin’den etkilenerek Saadet gazetesinde iktisadî özel teşebbüsü savunan iki yazı yazdı ve bu yüzden Ölümle tehdit edildi.
Ahmed Râsim, İttihat ve Terakki Merkez-i Umûmî âzalarının büyük bir kısmının farmason olduğunu duyduktan sonra bu teşkilâttan ayrıldı. İttihat ve Terakki Medresesi adıyla kurulmak istenen ve bünyesinde modern bilimlerle felsefe okutulacak olan yeni medreselerin hazırlık çalışmalarına devam ettiyse de “farmason papas” yetiştirecekleri yolundaki söylentiler üzerine bu medreselerin kurulmasına karşı çıktı. Aynı endişeyle müslüman, hıristiyan ve Musevî kızlarının bir “terbiye-i umûmiyye-i tabîiyye” ile yetiştirilmesi yönündeki teşebbüslere de tepki gösterdi. Ahmed Râsim’in İttihat ve Terakkî’ye karşı tavır almasına sebep olan olaylardan biri de Meşrutiyet öncesinin mağdurlarına yardım için kurulan, kendisinin de mensup olduğu Fedâkârân-ı Millet Cemiyeti’nin mâruz kaldığı baskıcı muameleler olmuştur.
Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’deki mesai arkadaşlarıyla dinî meseleler konusunda anlaşamayan Hoca Râsim, cemiyetin ıslahı ve dini muhafaza edecek bir hale getirilmesi yönündeki bir teklifinin kabul edilmemesi üzerine buradan ayrılarak İttihat ve Terakkî ile olan son bağını da kopardı. Daha sonra hakkında fazla bilgi bulunmayan İslâm Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı ve cemiyetin el-İslâm adıyla çıkarmaya başladığı (3 Nisan 1909) derginin Hâdimî Ahmed Efendi’den sonraki imtiyaz sahibi oldu.
Bu sırada meydana gelen 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) Hoca Râsim’in hayatında yeni bir dönemin başlangıcını teşkil eder. Olay günü gittiği Ayasofya Meyda-nı’nda Avcı Taburu askerleriyle konuştuktan sonra onlarla Meclis-i Meb’ûsan arasında gönüllü elçilik yapan Hoca Râsim, mebuslara askerlerin şeriat taleplerini kendi üslûbu ve yorumuyla ifade etti; ayrıca buna, İttihatçılar’in dokuz aylık meşrutiyet uygulamalarının bir tenkidini de ekledi. Bu konuşmasının özünde meşrutiyet aleyhtarlığı değil meşrutiyetin İslâmî bir yorumu vardı. Râsim Efendi’nin resmî bir yetkisi bulunmamasına rağmen siyasî hayata müdahalesi bu konuşmasından ibaret olup onun 31 Mart Vak’ası’na katılan ilmiye mensuplarının Önderi olduğu ve kışlaları dolaşarak isyana katılmaları için askerlere telkinde bulunduğu yolundaki iddiaların bir mesnedi yoktur. Buna rağmen sözü edilen konuşması kendisini Ölünceye kadar takip etmiştir. Cemal Kutay. Hoca Râsim’i Volkan gazetesinin yazarları arasında gösterirse de bu bilgi tamamen yanlıştır. Hoca Râsim’in meclisteki konuşması tarafsız gazetelerde “Asâkir-i Osmâniyye’nin Metâlibâtını Meb’usana Beyan” şeklinde takdim edilmesine rağmen kısa bir müddet sonra Tanin’de Babanzâde İsmail Hakkı’nın “Cehennemi Bir Gün” başlıklı yazısı çıktı. İsmail Hakkı’ya göre “her kelimesi bir süngü darbesi kadar acı, her bir lafzı bir mahzen-i şer ve fesad olan bu nutkun mebuslar üzerinde hâsıl ettiği te’sîr-i meş’ûm”u anlatmak mümkün değildi.