Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar

HİKMET

 

HİKMET

 

Geniş kapsamlı bir
kelime olan hikmet, kullanıldığı yer ve konumlara göre farklı anlamlar ifade
eder. Masdar olarak kulla­nıldığında kötülüğün engellenmesi ve iyili­ğin elde
edilmesi anlamlarını içerir. Hü­küm, hükümet ve ahkam kelimeleri bu an­lamlardan
türer. Ancak genel anlamının yarar ve her güzel bilgj ile salih amel oldu­ğu
söylenebilir. Bu da bilgi (ilim) yanında eylem (amel)in de hikmeti meydana geti­ren
temel unsurlar arasında yer aldığını göstermektedir.

Bu semantik düzlemde
hikmetin birçok tanımlan yapılmıştır. En çok üzerinde du­rulan ve genel kabul
gören tanım, hikme­tin sözde ve eylemde tam ve eksiksiz isa­bet olduğudur. Bir
konuya ilişkin önb sü­rülen görüş veya söz, kapsamında olan gerçeğe tam bir
uygunluk gösteriyorsa bu söz hikmetli söz olur. Ancak bu sözün ey­lem (amel)
ile de doğrulanması gerekir. Çünkü teorik İle pratik birebir tekabül et­medikçe
hikmetin elde edilmesi veya teza­hürü mümkün olmaz. Şu halde hikmet,
epistemolojiye bağlı olarak ahlakla da doğrudan ilişkilidir. Buna dayanan İslam
bilginleri, hikmetin Öncesinde gerçeklik kadar bilgili olursa olsun hakim
(hikmet bilgisi, sonucunda hayırlı amel var demiş-     sahibi) olamaz. Ama fıkıhtan başka bilgi­lerdir,                                                        
si olmayan da bakîm değildir. Fıkıh, hik-Bu tanım ikinci bir tanıma
temel teşkil     met temeline dayalı
dinamik ve kesintisiz eder. O da hikmeti doğrudan bilgi ve ey-     bir bilgilenme ve eyleme geçme çabası-lem
olarak gören tanımdır. Eylemi müm-    
dır.

kün kılan bilgi
olduğuna, yani ahlakın       Mutezile
bilginlerinden İbrahim en-Ne-meşru temeli doğru ve kesin bilgi olduğu-     hai’ye göre hikmet, eşyanın anlamlarını na
göre, bilgi ve eyleme birlikte sahip ol-    
bilmek ve marifeti kavramaktır. en-Ne-mayana hikmet sahibi (hakim)
denemez,      hai nedensellik temeline
dayalı bîr hik-Yeterü ve doğru araştırma ve tefekküre     met tanımı yapar. Duyumlanabilir dünya
dayalı bilgi (tahkik-i Um) bir hükme ve do-    
ve varlıkların görünen, apaçık tezahurleri-Iayısıyla hikmete göre eylemi
(ihkam-ı     ni, niteliklerini ve
amaçlarını anlamak ile amel) kaçınılmaz kılar. Çünkü muhkem     varlık dünyasını oluşturan eşya ve olaylar
bilgi kesinlik (yakin) muhkem eylem de    
arasındaki temel ilişki ve bu ilişkinin bağlı kendi amacma tam uygunluk
ifade eder.      olduğuyasalanöğrenmekhikmettir.Eyle-Burada
deneysel-pratik değeri olan bilgi,    
min Ön plana çıkmadığı, fakat bilgi ve kav-hikmetin sadece bir bölümü
durumunda-     rayısın (Um vtfehm) temel alındığı
bu ta­dır. Bilgiyi destekleyen irade, hikmete     nımda teorik çaba nedensellik
bağlamın-bağlı olarak ve tam bir uygunluk içinde ey-     da 
hikmetin  önkoşulu  durumundadır, lem şeklinde tezahür eder,
fiile dönüşür.       Kuşkusuz bu tanım
yine Zeyd İbn Esle-Klasik İslâm yazarlarından Mücahid,     me’nin teorik ve pratik aklı ön plana
çıka-hikmetİ bilgi ve fıkıh olarak tanımlamış-     ran tanımına yakındır. Ona göre hikmet
tır. İki terimin semantiğine bakıldığında,    
Allah’ın emri (işi) konusunda akli çaba-aralarmda Özdeşliklere varan
anlam ben-     dır (Aktifi emrillah).
Şüreyk’e göre ise hik-zerlikleri görülebilir. Bİr şeyin iç gerçeği,     met doğrudan fehm’dir. Bir şeyin suret-i
aslı, sırrı olan fıkıh, hikmet gibi derin kav-     akliyesi’ni kavramak olan fehm, eğer bîr
rayış salt bilgi ve yararlı eylem demektir,    
kimsede yoksa ona hakim denemez. Kısaca fıkıh bir şeyin derinliklerinde
saklı       Hikmet’i sadece
“icad” şeklinde tanımla-duran niyet ve amaçları bilmektir.
Fıkhın     yanlar da var. Allah’ın
hikmetini ifade et-bu değerli çaba harcanmayı gerekli kılan     mekte olan bu tanım, hikmetin birbiriyle
anlamı, Peygamber (s.)’ın bir hadisinde    
çeşitli varlık mertebeleri şeklinde bağlı “Allah, kendisine hayır
dilediği kimseyi     olan ilahi sünneti
(sünnetullah) kavrama-dinde fakih kılar” şeklinde vurgulanmış-     yi
öngörür. Çünkü hikmetin bütün sırları tır. Buna göre kavram olarak da fıkıh,
di-     bu varlık dünyasının bağlı olduğu
düzenin nin gerçek ve nihai hedeflerini kavramak     içindedir. Bu tanım yalnızca kozmik ve
fi-demektir. Kİşi bu çaba sayesinde kendi le-     zik gerçekliği değil, ancak bunlarla
birlik-hinde ve aleyhinde olan hükümleri, huku-     te zihnî, toplumsal ve insani gerçekliği
de ki sorumluluk ve görevlerini, şahsıyla İlgi-     içerir. Bu balamdan sünnet-i muhkeme li
yarar ve zararları öğrenir, bu yönde ade-    
deyimine bağlı olarak hak düzen, hak şeri-ta meleke (yeti) kazanır. Bu
da gösteriyor     at, hak din ve bunlara
tabi olmayı öngö-ki, eğer kişinin fıkhetme gücü yoksa, ne     ren her yöntem, yol ve gidiş tarzı hikmettir.
Yine bu tanıma göre hikmetin bir an­lamı da sebeptir. Şu halde insanlarda se­bep
vesile olma özelliği bulunduğundan bu hikmeti var eden (icad) AUah, dilediği
insanlarabundan bir pay bağışlamıştır. İn­san sadece sebep olabilir, mucid,
varedici ve yaratıcı olamaz.

Hikmetin adaletle
yafan ilişkisini kuran bir tanım da eşyayı gerçek yerine koymayı ve her şeyi
kendi gerçek mertebesinde ko-numlandırmayı öngörür. îlahi sıfatlan ve külli
(tümel) hikmeti temel alan bu ta­nım, yaratıcı ve herşeyi yerli yerine koyu­cu
fikrine dayandığından hikmeti adaletle eşanlamlı kılar. Ahlak felsefesinde iki
aşı­rı uç arasında orta-yolu savunanlar hikme­tin bu pratik tanımına
dayanırlar. Ahlak felsefesi bağlanımda güzel fiiller veya yetirilebilen güç
oranında siyasette Yaratıcı Varlık olan Allah’a boyun eğme­yi öngören tanımlar,
kişiyi bilgisizlik, zu­lüm, cimrilik ve tefessüh (bozulma ve yoz­laşmadan
arındıran eylemlerle hikmet arasında dolaysız bağ görür.

Fahreddin Razi,
hikmeti AUah’m ahlakı ile ahlaklanmak olarak tanımlar. Bunun yanında hikmeti
Allah’ın emrinde tefek­kür, Allah’a itaat, fıkıh, din, nur, neden­selliğe
dayanmayan işaret, ilm-İ ledünni, ilham veya bunların hepsi olarak tanımla­yanlar
da vardır. Yine Razi’nİn doğruladı­ğı Mukatil’in hikmeti Kur’an-ı Kerim’e göre
ele alış tarzı var ki, o da dört bölüm­den oluşur:

 1– Kur* anî hükümler ve öğüt­ler anlamında hikmet:
“Allah’ın ayetleri­ni oyun (konusu) edinmeyin, Allah’ın size verdiği
nimeti ve size öğüt olsun diye in­dirdiği Kitab’ı ve Hikmet’i anın.” (Baka­ra:
231)

 2- Derin kavrayış ve bilgi (Um) anlamında hikmet:
“Andolsun, biz Lok-man’a ‘Allah’a şükret diye hikmet verdik (Lokman, 12);

 3- Nübüvvet anlamında

hikmet: “Allah
sana Ki t ab-1 ve Hikmet’i indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. (Ni­sa,
113). Bu, İmam Safı’nin sünneti hik­metle eşdeğer kabul eden görüşünü doğ­rular;

4– Zengin
sırlarla dolu Kur1 an anla­mında hikmet: “Rabbinin yoluna hikmet­le ve
güzel öğütle çağır.” (Nahİ, 125).Fah-ruddin Razi bu dört hikmetin de ilim
de­mek olduğunu söylemektedir.

Hikmet terimi
genellikle felsefe terimi-ni karşılar şekilde kullanılmaktadır. Felse­fe
terimini oluşturan iki kelimeden biri olan sophia, Yunanca’da
“hikmet” veya “bilgelik” anlamlarına gelmektedir. Fakat
sophia  teriminin  muhtevasının 
Arap­ça’da geçen ‘hikmet’teriminin muhteva­sından farklı bir sonucu
ifade ettiği görül­mektedir. Laertius’un bildirdiğine göre sophos terimi
Thales’ ten Pylhagoras’a ka­dar geçen süre içinde ve bu dönemdeki fi­lozoflar
tarafından benimsenip kullanıl­mıştır. Pythagoras’ın, insanın sahip oldu­ğu imkan
ve gücü gözönüne alındığında hikmet sahibi olamayacağı, ancak hikme­ti veya
bilgiyi seven şeklinde tanımlanabi­leceğini ifade ettiği ileri sürülmüştür. Bu­na
göre sadece Tanrılar hikmete sahiptir­ler, insanlar ise ancak belli oranda
bilgile­ri elde edebilirler. Herşeyi bilenin ve hik­met sahibi olanın Tanrı
olabileceği inanış ve görüşü yeni çağlarda bizzat Descartes tarafından da
savunulmuştur: “…Hakikat­te yalnız ve ancak Tanrıdır ki, tam olarak
hakim (bilge)dir. İnsanlar ise hakikatler hakkında az veya çok bilgi sahibi
oldukla­rı ölçüde hikmet sahibidirler.”

Demek oluyor ki, Batı
düşünüşünde hik­mete sahip olmak, insanın imkân ve gücü­nü, insanlığın
boyutlarını ve kuvvetini aşan bir durumdur. Bu anlamda hiçbir in­san sophos
tanımına uygun düşmemekte­dir. Çünkü 5ophia (hikmet) bütün bilimleri ifade
etmektedir ve buna karşılık sınırlı    
masında hikmet sahibi olmak, yani Al-

bir hayata sahip olan
insanın bütün bilim-     lah’ın ahlakını
örnek almak öğütlenmiş-

leri kucaklaması
düşünülemez.                    tir. Kısacası insanın maddi-manevi
kişili-

Öte yandan felsefe
teriminin ortak kök-     ğinin
gelişiminde eşya ve dünyayla kurma-

lerî olan
philasophia” kelimeleri birleşik    
sı gereken ilişki ve bunu sağlayan bilginin

bir halde Batı
dillerine geçmişken, sophia    
kazanılması hikmetin kapsamı içinde bu-

ve sophos
kelimelerinin yaygınlık kazan-    
lunmaktadır.

madıkları
görülmektedir. Bu İki kelime-                                             
Ali BULAÇ nin karşılıkları farklı şekillerde Batı dille-     Bk. Biİgi; Felsefe. rinde ayrı kelimelerle
karşılanmıştır. Me­sela Almanca’da hikmet karşılığında We~     HİLAFET issheit, hakim karşılığında Weise
terimi kullanılmaktadır. Batı düşüncesinde hik­met ve hikmet sahibi olmak,
genelde dini       Hilafet; siyasi
anlamıyla Hz. Muham-yaşantılar bağlamım, özel olarak da felse-     med’den (s.) sonra din ve dünya işlerini,
fenin ahlak alanını ilgilendiren yönüyle    
ona halef olarak yürütmek için konmuş kavranmaktadır. Nitekim felsefi
bağlam-     bir kurum olup bu kurumun
başında bulu­da Sokrates’İn ahlaki şahsiyeti ahlakın bil-     nan kişiye “Halife” denir, ge
ideali olarak tanımlanır ve kabul edİ-      
Peygamberin ölümünün ardından asha-lir.                                                           
bm mü’minlerin başında son peygambere Buna karşılık İslam düşüncesinde
hik-     vekaleten kimin bulunacağını
görüşmele-met ve hikmet sahibi (hakim) terimleri     ri ve aynı mecliste Ebu Bekir’e
Resulul-Batı’dakinden kaynak, muhteva ve amaç     lah’ın halifesi sıfatıyla beyat edilmesi,
ar-bakımlarından farklılık taşımaktadır. Ger-     dından da Mescid-i Nebevi’de toptan
be-çekten gerek Kur’an’da gerek Peygam-    
yat, ümmetin bu konuda icmaı olarak ka-ber’İn (s.a.v) hadislerinde ve
gerekse İs-     bul edildi. Uzun asırlar
boyunca, bu icma-lam düşünce geleneğinde hikmet ve hik-     ya muhalefet eden olmadı. Hilafet, Şeh-met
sahibi olmak hayatın hemen bütün    
ristanî’nin dediği gibi Hz-Osman’ın şeha-alanlarıyla ilişkili bir anlama
kavuşturula-     detİnden bu yana ümmetin
en fazla kılıca rak yüceltilmiştir. Çünkü Allah hikmet sa-     sarılmasına neden olan konulardan
biri-hibidir, insanlara gönderdiği bilgiler de     dir. 
Ümmet içinde siyasi çalkantıların başlı başına birer hikmettir ve her
müslü-     asırlar boyunca devam etmesi,
Ehl-i Sün-manın hikmeti kavraması ve bizzat hik-     net ve Şia arasındaki esaslı konulardan
bi-met sahibi olması, varoluşunun da bir ge-    
rini oluşturması, “Hilafet” kavramının İs-reğidir. Onun için
hikmetin kaynağı veya     lam ümmeti nezdindeki
önemini gösterir. temeli (başı) “Allah korkusu” şeklinde ta-     Hicri XIII. yüzyılın (miladi XIX. yüzyılın
nırnlandığı gibi, kendisine hikmet verilen    
başları) ortalarına kadar, Hilafetin en kimseye çok iyilikler verildiği
(Bakara,     önemli dini görevler
arasında sayıldığını 269)de ifade edilmiştir. Keza hikmet müs-     görüyoruz. Başta kelamalar olmak
üze-lümanın kaybolmuş malı denilirken onun    
re, İslam uleması kurumu, “dinîn varlığı elde edilmesi de Önemle
teşvik edilerek     için gerekli”
görüyorlardı. İbn Teymiye vurgulanmış ve ayrıca ahlaki kişiliğin oluş-     bu konuda şöyle der: “İnsanların
işlerini 168

üstlenmenin (velayet)
dinin en büyük ge­rekleri arasında olduğu bilinmelidir. Hat­ta dinin varlığı
ancak onunla kaimdir.” İmam (halife) tayininin gerekliliğine deği­nen Ebu
Ya’la el-Ferra, İmam Ahmed’-den şunu nakleder: “Fitne, insanların işi­ni
yürütecek bir İmamın olmamasıdır.” Kelam ulemasından Taftazani de:
“Müs­lümanlar için bir imama (siyasi lidere) mutlak surette ihtiyaç vardır.
Müslüman halkla ilgili dini hükümlerin infazı, cezala­rın tatbiki, düşmanlara
karşı ülke sınırları­nın korunması, müslümanlardan ordu teş­kil edümesi(…)
gibi önemli hususlar İmam sayesinde icra edilebilir” der.

XIX. yüzyıldan
itibaren, Hilafet konusu değişik açılardan tartışılmaya başlandı.
Oryantalistlerin başı çektiği yeni tartışma mahfillerinde, Hilafeti basite
indirgeyen­lerin en güçlü dayanakları, Kur’ an’ da sün­netle hilafetin açıkça
emredildtği naslann bulunmayışıydı. Hilafetin kaldırıldığı T,B.M.M.’de konuşan
Usul-u Fıkıh bilgi­ni Seyyİd Bey* de kendisi için en sağlam tu­tanak olarak
bunu bulmuştu. Seyyid Bey5 e göre, tırnak kesmek ve sakal bırak­mak gibi fer’î
bir konuda hadisler bulun­duğuna göre, önemli olduğu iddia edilen HÜafeti
açıkça emreden hadisler niçin yoktur?

Hanbeli mezhebinin
imamı Ahmed b. Hanbel, Hz. Ali’den şunu rivayet ediyor: “Peygamber’in
imamet konusunda bize bir emri olmadı, bizim görüş ve kanaati-mizdi
sadece.” Hz.Ali’nin bu sözü kelam ulemasının: “Hilafet ashabın icmaı
iledir” şeklindeki nakillerini teyit etmektedir. Abdülkadir Udeh,
Hilafet’in farz oluşu­na delil olarak kabul ettiği noktalan şöyle özetler:

 1-İmamet (Hilafet) fiili bir sün­nettir

 2– Müslümanların, bilhassa asha­bın icmaı olan bir
konudur;

 3– Dinî görev-

lerin çoğu, Halifenin
varlığına bağlıdır;

 4-Bu, Kur’an ve Sünnet’in bir emridir;

 5-Hadis, üç kişinin bile aralarında emir seç­melerini
emretmiştir, o halde bu emir müslümanlann geneli için öncelikle soz-konusu
olmalıdır.

Hilafet, ne saltanat,
ne de cumhuriyet idaresidir. Halifenin mutlak tasarruf hak­kı yoktur; sadece
ümmeti temsil etme du­rumundadır. Halifeyi, Kur* an ve Sünnet hükümleri belirli
konularda şuurlarken; meydana gelebilecek, bu iki kaynakta de­ğinilmeyen
olaylar için de Halife ‘şura* ile hareket etmek zorundadır. Hilafet siste­minin
adil bir yapıda olması için Halife, Şura mekanizmasını çağın şartlarına göre
işletmekle yükümlüdür. Şuranın bulun-masındaki açık emirlere rağmen, yine de
Hilafet sistemi için, çoğunluğa dayalı bir sistem denemez. Şuranın ancak
hakkında nass olmayan olmayan konuları ele alma­sı, kararların hiçbir nassa
ters düşmemesi ilkesi, “çoğunluğun idaresi” şeklindeki bir sisteme
benzerliğini zorlaştırmaktadır. Kimi ulemanın Şûra kararlarını sadece Halifenin
ufkunu genişletme noktasında gördüklerini de dikkate alırsak, Hilafetin krallık
sistemi olmadığı gibi, çoğunulğun idaresi olan bir Cumhuriyet de olmadığı
ortaya çıkar.

Hilafet sisteminin
genel yapısını, dinin muhafazası, şura, adalet, halifenin aynı anda Allah’ in
ve ümmetin önünde sorum­luluğunun varlığı ilkesi oluşturur.

Halifenin nasıl göreve
geleceği konusun­da iki görüş vardır:

 1– Ümmetin başında bulunacak kimse, mucize veya nassla
be­lirlenmelidir. Hilafette dinilik vasfını, ay­nı zamanda siyasi de olma
vasfının çok üs­tünde gören îmamiyye’nin bu görüşüne göre, ümmetin başındaki
Halifeye (İma-miye’nin literatüründe, İmama) hiçbir

katkısı olamaz.

 2– Ehl-i halt ve’I-akd’in beyatı veya istihlaf (velihad
veya belli şa­hıslan mevcut halifenin tayin etmesi). Bu Ehl-i sünnetin
benimsediği görüştür.

Üçüncü bir şık olarak
da “darbeler”, ker­hen de olsa, ümmetin huzuru dikkate alı­narak,
ulema tarafından şer’î sayılmıştır. Ancak Hilâfet’i darbe yoluyla eline geçi­renler,
“Halife”de bulunması zorunlu olan asgari şartları haiz olmalıdırlar.
Ör­neğin, küfrü açık olan birinin hiçbir şartta m üs I umanların başında
bulunması kabul edilemez.

Ehl-i hail ve’I-akd’in
beyatıyla göreve gelmenin ilk örneği Hz.Ebu Bekir’in hali­fe oluşudur. Hz.Ebu
Bekir’in Hz.Ömer’i kendisinden sonraki halife adayı olarak belirlemesi ve Hz.
Ömer’in bu yolla Hali­fe olması, halef göstermenin meşruluğu­na delil
gösterilmektedir. Daha sonra Emevîler ve Abbasiler döneminde (Os­manlılar da
dahil) veliahd uygulamasının “istihlaf’ olup olmadığı konusu ihtilaflı­dır.
Hz,Ebu Bekir’in Hz.Ömer’i ashabla istişare ederek yerine bıraktığım, yine de
Hz. Ömer’in ümmetin tasvibini aldığnı söyleyenlere göre, veliahd uygulaması zo­raki
kabul görmüştür. İbn-İ Haldun ise ve­lihad sistemini getirenlerin, bulundukları
şartların gözönüne alınarak kınanmama­ları gerektiğini söyler.

Halifenin seçiminde
rol alacak ‘ehl-i hail ve’1-akd’in niteliği ve niceliği de Hule-fa-i Raşidin
dönemi uygulamaları ve fıkıh-çıların ictihadlarından çıkarılmıştır.

Siyasi düşünce
konusunda yazdığı eser­lerle tanınan Ebu Ya’la el-Ferra, Hilafe­tin teklif
açısından farz-ı ldfaye olduğunu ve iki grubun bu farzın tatbikinden sorum­lu
olduğunu vurguluyor: Seçme görevini yapıncaya kadar içtibad ehli ve içlerinden
birini seçinceye kadar kendilerinde imam

 (halife) olabilecek şartlar bulunanlar. Fı­kıhta
bilinen kurallardan; farz-ı kifayeler-den, herkesin terketmesi halinde genelin
sorumlu olduğu hatırlanırsa, hilafetten ümmetin tamamının sorumlu olduğu orta­ya
çıkar. Hz. Ebu Bekir halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları
söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim.
İyi davramrsam bana yardıma olun; saparsam düzeltin beni Doğruluk emanet, yalan
hıyanettir. İçiniz­deki güçsüz, hakkını alıncaya kadar be­nim yanımda güçlüdür.
İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alıncaya kadar benîm yanımda
zayıftır. Sizden kim­se cihadı terketmesin; çünkü onu terke-den bir kavmi,
muhakkak Allah zillete dü­şürmüştür. Allah’a ve Rasulüne itaat etti­ğim sürece
bana itaat edin. Allah’a asi olursam, bana itaatiniz gerekmez.” Hila­fet
kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışım dile geti­rirken,
bir yandan da, Hilafetin hangi te­mellere dayandığını ve varlık gayesini
açıklamaktadır.

Hulefa-i Raşidin’den
sonra Muaviye’-nin hilafete geçmesiyle birlikte, hilafetin tarihinde saltanatın
egemenliği de başla­mış olur. Emevilerden toplam 14 halifeye bey* at edildi. Bu
dönem fetihlerin yeni­den canlandığı, Endülüs ve Kostantini-ye’ye (İspanya ve
İstanbul) kadar ordular gönderildiği bir dönem olmakla beraber, olayların da
önü alınamamıştır. Ömer b. Abdülaziz gibi “beşinci” raşid halife
kabul edilen birinin de bulunduğu Emevi döne­mi, aynı zamanda İslamî kavramlara
Arapçıhk ruhuyla bakılmak istenen olay­ların çok olduğu bir dönemdir.
Emevile-rin bu düşüncesi, hilafeti sonunda Abbasİ-lere bırakmak zorunda
kalışlarının neden­lerinden biri olmuştur.

Emevilerden sonra
Abbasilerin Uzun sal­tanat dönemleri başlar. Onların yüksel­me dönemi aynı
zamanda, İslam’ın bili­me ve felsefeye açıldığı, binlerce eserin yazılıp
tercüme edildiği bir dönemdir. İs­lam dünyası müreffeh bir bayata kavuş­muş,
ardından duraklama ve çözülme dö­nemi gelmiştir. Abbasilerden de toplam 37
halifeye bey1 at edilmiştir. Hilafet, Abbasilerden sonra, 1924’teki ilgasına
kadar Osmanlılarda kaldı. 29 hali­feye bey* at edilen Osmanlıların -Hilafeti de
barındırdıktan sonraki- tarihi, tarihçi­ler tarafından Abbasilerin benzeri
olarak kabul edilmiştir.

Hilafet        müessesesi,        H.41-132 (m.661-750)        arası        Emevilerde, h. 132-922 (m.750-1517)
arası AbbasÜer-de, h.923-1342 (m.1517-1924) arası -407 yıl-   Osmanlılarda 
kalmıştır.   23   Mart 1924 (26 Receb 1342 h.)’de T.B.M.M.,
431 nolu kanunla, 1293 (h.1332) yıl de­vam eden Hilafeti kaldırmıştır. Hilafeti
kaldıran 431 nolu kanunun birinci madde­si şöyledir: “Halifelik
hal’edilmiştir: Hila­fet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mef­humunda esasen
mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır.” İlga kararın-dan sonra,
İslam dünyasında, Hindistan başta olmak üzere, bazı kıpırdanmalar ol­muş, bir
iki konferans tertiplenmişse de, sonuç alınamamıştır. Hindistan’da mil­yonlarca
raüslümanın “hilafet hareketi” adı altındaki çalışmaları da, zamanla
pasi-fize edilmiştir.

Nureddin YILDIZ

Bil Bey’at, İmamet.

 

İlgili Makaleler