HİKMET
Geniş kapsamlı bir
kelime olan hikmet, kullanıldığı yer ve konumlara göre farklı anlamlar ifade
eder. Masdar olarak kullanıldığında kötülüğün engellenmesi ve iyiliğin elde
edilmesi anlamlarını içerir. Hüküm, hükümet ve ahkam kelimeleri bu anlamlardan
türer. Ancak genel anlamının yarar ve her güzel bilgj ile salih amel olduğu
söylenebilir. Bu da bilgi (ilim) yanında eylem (amel)in de hikmeti meydana getiren
temel unsurlar arasında yer aldığını göstermektedir.
Bu semantik düzlemde
hikmetin birçok tanımlan yapılmıştır. En çok üzerinde durulan ve genel kabul
gören tanım, hikmetin sözde ve eylemde tam ve eksiksiz isabet olduğudur. Bir
konuya ilişkin önb sürülen görüş veya söz, kapsamında olan gerçeğe tam bir
uygunluk gösteriyorsa bu söz hikmetli söz olur. Ancak bu sözün eylem (amel)
ile de doğrulanması gerekir. Çünkü teorik İle pratik birebir tekabül etmedikçe
hikmetin elde edilmesi veya tezahürü mümkün olmaz. Şu halde hikmet,
epistemolojiye bağlı olarak ahlakla da doğrudan ilişkilidir. Buna dayanan İslam
bilginleri, hikmetin Öncesinde gerçeklik kadar bilgili olursa olsun hakim
(hikmet bilgisi, sonucunda hayırlı amel var demiş- sahibi) olamaz. Ama fıkıhtan başka bilgilerdir,
si olmayan da bakîm değildir. Fıkıh, hik-Bu tanım ikinci bir tanıma
temel teşkil met temeline dayalı
dinamik ve kesintisiz eder. O da hikmeti doğrudan bilgi ve ey- bir bilgilenme ve eyleme geçme çabası-lem
olarak gören tanımdır. Eylemi müm-
dır.
kün kılan bilgi
olduğuna, yani ahlakın Mutezile
bilginlerinden İbrahim en-Ne-meşru temeli doğru ve kesin bilgi olduğu- hai’ye göre hikmet, eşyanın anlamlarını na
göre, bilgi ve eyleme birlikte sahip ol-
bilmek ve marifeti kavramaktır. en-Ne-mayana hikmet sahibi (hakim)
denemez, hai nedensellik temeline
dayalı bîr hik-Yeterü ve doğru araştırma ve tefekküre met tanımı yapar. Duyumlanabilir dünya
dayalı bilgi (tahkik-i Um) bir hükme ve do-
ve varlıkların görünen, apaçık tezahurleri-Iayısıyla hikmete göre eylemi
(ihkam-ı ni, niteliklerini ve
amaçlarını anlamak ile amel) kaçınılmaz kılar. Çünkü muhkem varlık dünyasını oluşturan eşya ve olaylar
bilgi kesinlik (yakin) muhkem eylem de
arasındaki temel ilişki ve bu ilişkinin bağlı kendi amacma tam uygunluk
ifade eder. olduğuyasalanöğrenmekhikmettir.Eyle-Burada
deneysel-pratik değeri olan bilgi,
min Ön plana çıkmadığı, fakat bilgi ve kav-hikmetin sadece bir bölümü
durumunda- rayısın (Um vtfehm) temel alındığı
bu tadır. Bilgiyi destekleyen irade, hikmete nımda teorik çaba nedensellik
bağlamın-bağlı olarak ve tam bir uygunluk içinde ey- da
hikmetin önkoşulu durumundadır, lem şeklinde tezahür eder,
fiile dönüşür. Kuşkusuz bu tanım
yine Zeyd İbn Esle-Klasik İslâm yazarlarından Mücahid, me’nin teorik ve pratik aklı ön plana
çıka-hikmetİ bilgi ve fıkıh olarak tanımlamış- ran tanımına yakındır. Ona göre hikmet
tır. İki terimin semantiğine bakıldığında,
Allah’ın emri (işi) konusunda akli çaba-aralarmda Özdeşliklere varan
anlam ben- dır (Aktifi emrillah).
Şüreyk’e göre ise hik-zerlikleri görülebilir. Bİr şeyin iç gerçeği, met doğrudan fehm’dir. Bir şeyin suret-i
aslı, sırrı olan fıkıh, hikmet gibi derin kav- akliyesi’ni kavramak olan fehm, eğer bîr
rayış salt bilgi ve yararlı eylem demektir,
kimsede yoksa ona hakim denemez. Kısaca fıkıh bir şeyin derinliklerinde
saklı Hikmet’i sadece
“icad” şeklinde tanımla-duran niyet ve amaçları bilmektir.
Fıkhın yanlar da var. Allah’ın
hikmetini ifade et-bu değerli çaba harcanmayı gerekli kılan mekte olan bu tanım, hikmetin birbiriyle
anlamı, Peygamber (s.)’ın bir hadisinde
çeşitli varlık mertebeleri şeklinde bağlı “Allah, kendisine hayır
dilediği kimseyi olan ilahi sünneti
(sünnetullah) kavrama-dinde fakih kılar” şeklinde vurgulanmış- yi
öngörür. Çünkü hikmetin bütün sırları tır. Buna göre kavram olarak da fıkıh,
di- bu varlık dünyasının bağlı olduğu
düzenin nin gerçek ve nihai hedeflerini kavramak içindedir. Bu tanım yalnızca kozmik ve
fi-demektir. Kİşi bu çaba sayesinde kendi le- zik gerçekliği değil, ancak bunlarla
birlik-hinde ve aleyhinde olan hükümleri, huku- te zihnî, toplumsal ve insani gerçekliği
de ki sorumluluk ve görevlerini, şahsıyla İlgi- içerir. Bu balamdan sünnet-i muhkeme li
yarar ve zararları öğrenir, bu yönde ade-
deyimine bağlı olarak hak düzen, hak şeri-ta meleke (yeti) kazanır. Bu
da gösteriyor at, hak din ve bunlara
tabi olmayı öngö-ki, eğer kişinin fıkhetme gücü yoksa, ne ren her yöntem, yol ve gidiş tarzı hikmettir.
Yine bu tanıma göre hikmetin bir anlamı da sebeptir. Şu halde insanlarda sebep
vesile olma özelliği bulunduğundan bu hikmeti var eden (icad) AUah, dilediği
insanlarabundan bir pay bağışlamıştır. İnsan sadece sebep olabilir, mucid,
varedici ve yaratıcı olamaz.
Hikmetin adaletle
yafan ilişkisini kuran bir tanım da eşyayı gerçek yerine koymayı ve her şeyi
kendi gerçek mertebesinde ko-numlandırmayı öngörür. îlahi sıfatlan ve külli
(tümel) hikmeti temel alan bu tanım, yaratıcı ve herşeyi yerli yerine koyucu
fikrine dayandığından hikmeti adaletle eşanlamlı kılar. Ahlak felsefesinde iki
aşırı uç arasında orta-yolu savunanlar hikmetin bu pratik tanımına
dayanırlar. Ahlak felsefesi bağlanımda güzel fiiller veya yetirilebilen güç
oranında siyasette Yaratıcı Varlık olan Allah’a boyun eğmeyi öngören tanımlar,
kişiyi bilgisizlik, zulüm, cimrilik ve tefessüh (bozulma ve yozlaşmadan
arındıran eylemlerle hikmet arasında dolaysız bağ görür.
Fahreddin Razi,
hikmeti AUah’m ahlakı ile ahlaklanmak olarak tanımlar. Bunun yanında hikmeti
Allah’ın emrinde tefekkür, Allah’a itaat, fıkıh, din, nur, nedenselliğe
dayanmayan işaret, ilm-İ ledünni, ilham veya bunların hepsi olarak tanımlayanlar
da vardır. Yine Razi’nİn doğruladığı Mukatil’in hikmeti Kur’an-ı Kerim’e göre
ele alış tarzı var ki, o da dört bölümden oluşur:
1– Kur* anî hükümler ve öğütler anlamında hikmet:
“Allah’ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin, Allah’ın size verdiği
nimeti ve size öğüt olsun diye indirdiği Kitab’ı ve Hikmet’i anın.” (Bakara:
231)
2- Derin kavrayış ve bilgi (Um) anlamında hikmet:
“Andolsun, biz Lok-man’a ‘Allah’a şükret diye hikmet verdik (Lokman, 12);
3- Nübüvvet anlamında
hikmet: “Allah
sana Ki t ab-1 ve Hikmet’i indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. (Nisa,
113). Bu, İmam Safı’nin sünneti hikmetle eşdeğer kabul eden görüşünü doğrular;
4– Zengin
sırlarla dolu Kur1 an anlamında hikmet: “Rabbinin yoluna hikmetle ve
güzel öğütle çağır.” (Nahİ, 125).Fah-ruddin Razi bu dört hikmetin de ilim
demek olduğunu söylemektedir.
Hikmet terimi
genellikle felsefe terimi-ni karşılar şekilde kullanılmaktadır. Felsefe
terimini oluşturan iki kelimeden biri olan sophia, Yunanca’da
“hikmet” veya “bilgelik” anlamlarına gelmektedir. Fakat
sophia teriminin muhtevasının
Arapça’da geçen ‘hikmet’teriminin muhtevasından farklı bir sonucu
ifade ettiği görülmektedir. Laertius’un bildirdiğine göre sophos terimi
Thales’ ten Pylhagoras’a kadar geçen süre içinde ve bu dönemdeki filozoflar
tarafından benimsenip kullanılmıştır. Pythagoras’ın, insanın sahip olduğu imkan
ve gücü gözönüne alındığında hikmet sahibi olamayacağı, ancak hikmeti veya
bilgiyi seven şeklinde tanımlanabileceğini ifade ettiği ileri sürülmüştür. Buna
göre sadece Tanrılar hikmete sahiptirler, insanlar ise ancak belli oranda
bilgileri elde edebilirler. Herşeyi bilenin ve hikmet sahibi olanın Tanrı
olabileceği inanış ve görüşü yeni çağlarda bizzat Descartes tarafından da
savunulmuştur: “…Hakikatte yalnız ve ancak Tanrıdır ki, tam olarak
hakim (bilge)dir. İnsanlar ise hakikatler hakkında az veya çok bilgi sahibi
oldukları ölçüde hikmet sahibidirler.”
Demek oluyor ki, Batı
düşünüşünde hikmete sahip olmak, insanın imkân ve gücünü, insanlığın
boyutlarını ve kuvvetini aşan bir durumdur. Bu anlamda hiçbir insan sophos
tanımına uygun düşmemektedir. Çünkü 5ophia (hikmet) bütün bilimleri ifade
etmektedir ve buna karşılık sınırlı
masında hikmet sahibi olmak, yani Al-
bir hayata sahip olan
insanın bütün bilim- lah’ın ahlakını
örnek almak öğütlenmiş-
leri kucaklaması
düşünülemez. tir. Kısacası insanın maddi-manevi
kişili-
Öte yandan felsefe
teriminin ortak kök- ğinin
gelişiminde eşya ve dünyayla kurma-
lerî olan
philasophia” kelimeleri birleşik
sı gereken ilişki ve bunu sağlayan bilginin
bir halde Batı
dillerine geçmişken, sophia
kazanılması hikmetin kapsamı içinde bu-
ve sophos
kelimelerinin yaygınlık kazan-
lunmaktadır.
madıkları
görülmektedir. Bu İki kelime-
Ali BULAÇ nin karşılıkları farklı şekillerde Batı dille- Bk. Biİgi; Felsefe. rinde ayrı kelimelerle
karşılanmıştır. Mesela Almanca’da hikmet karşılığında We~ HİLAFET issheit, hakim karşılığında Weise
terimi kullanılmaktadır. Batı düşüncesinde hikmet ve hikmet sahibi olmak,
genelde dini Hilafet; siyasi
anlamıyla Hz. Muham-yaşantılar bağlamım, özel olarak da felse- med’den (s.) sonra din ve dünya işlerini,
fenin ahlak alanını ilgilendiren yönüyle
ona halef olarak yürütmek için konmuş kavranmaktadır. Nitekim felsefi
bağlam- bir kurum olup bu kurumun
başında buluda Sokrates’İn ahlaki şahsiyeti ahlakın bil- nan kişiye “Halife” denir, ge
ideali olarak tanımlanır ve kabul edİ-
Peygamberin ölümünün ardından asha-lir.
bm mü’minlerin başında son peygambere Buna karşılık İslam düşüncesinde
hik- vekaleten kimin bulunacağını
görüşmele-met ve hikmet sahibi (hakim) terimleri ri ve aynı mecliste Ebu Bekir’e
Resulul-Batı’dakinden kaynak, muhteva ve amaç lah’ın halifesi sıfatıyla beyat edilmesi,
ar-bakımlarından farklılık taşımaktadır. Ger- dından da Mescid-i Nebevi’de toptan
be-çekten gerek Kur’an’da gerek Peygam-
yat, ümmetin bu konuda icmaı olarak ka-ber’İn (s.a.v) hadislerinde ve
gerekse İs- bul edildi. Uzun asırlar
boyunca, bu icma-lam düşünce geleneğinde hikmet ve hik- ya muhalefet eden olmadı. Hilafet, Şeh-met
sahibi olmak hayatın hemen bütün
ristanî’nin dediği gibi Hz-Osman’ın şeha-alanlarıyla ilişkili bir anlama
kavuşturula- detİnden bu yana ümmetin
en fazla kılıca rak yüceltilmiştir. Çünkü Allah hikmet sa- sarılmasına neden olan konulardan
biri-hibidir, insanlara gönderdiği bilgiler de dir.
Ümmet içinde siyasi çalkantıların başlı başına birer hikmettir ve her
müslü- asırlar boyunca devam etmesi,
Ehl-i Sün-manın hikmeti kavraması ve bizzat hik- net ve Şia arasındaki esaslı konulardan
bi-met sahibi olması, varoluşunun da bir ge-
rini oluşturması, “Hilafet” kavramının İs-reğidir. Onun için
hikmetin kaynağı veya lam ümmeti nezdindeki
önemini gösterir. temeli (başı) “Allah korkusu” şeklinde ta- Hicri XIII. yüzyılın (miladi XIX. yüzyılın
nırnlandığı gibi, kendisine hikmet verilen
başları) ortalarına kadar, Hilafetin en kimseye çok iyilikler verildiği
(Bakara, önemli dini görevler
arasında sayıldığını 269)de ifade edilmiştir. Keza hikmet müs- görüyoruz. Başta kelamalar olmak
üze-lümanın kaybolmuş malı denilirken onun
re, İslam uleması kurumu, “dinîn varlığı elde edilmesi de Önemle
teşvik edilerek için gerekli”
görüyorlardı. İbn Teymiye vurgulanmış ve ayrıca ahlaki kişiliğin oluş- bu konuda şöyle der: “İnsanların
işlerini 168
üstlenmenin (velayet)
dinin en büyük gerekleri arasında olduğu bilinmelidir. Hatta dinin varlığı
ancak onunla kaimdir.” İmam (halife) tayininin gerekliliğine değinen Ebu
Ya’la el-Ferra, İmam Ahmed’-den şunu nakleder: “Fitne, insanların işini
yürütecek bir İmamın olmamasıdır.” Kelam ulemasından Taftazani de:
“Müslümanlar için bir imama (siyasi lidere) mutlak surette ihtiyaç vardır.
Müslüman halkla ilgili dini hükümlerin infazı, cezaların tatbiki, düşmanlara
karşı ülke sınırlarının korunması, müslümanlardan ordu teşkil edümesi(…)
gibi önemli hususlar İmam sayesinde icra edilebilir” der.
XIX. yüzyıldan
itibaren, Hilafet konusu değişik açılardan tartışılmaya başlandı.
Oryantalistlerin başı çektiği yeni tartışma mahfillerinde, Hilafeti basite
indirgeyenlerin en güçlü dayanakları, Kur’ an’ da sünnetle hilafetin açıkça
emredildtği naslann bulunmayışıydı. Hilafetin kaldırıldığı T,B.M.M.’de konuşan
Usul-u Fıkıh bilgini Seyyİd Bey* de kendisi için en sağlam tutanak olarak
bunu bulmuştu. Seyyid Bey5 e göre, tırnak kesmek ve sakal bırakmak gibi fer’î
bir konuda hadisler bulunduğuna göre, önemli olduğu iddia edilen HÜafeti
açıkça emreden hadisler niçin yoktur?
Hanbeli mezhebinin
imamı Ahmed b. Hanbel, Hz. Ali’den şunu rivayet ediyor: “Peygamber’in
imamet konusunda bize bir emri olmadı, bizim görüş ve kanaati-mizdi
sadece.” Hz.Ali’nin bu sözü kelam ulemasının: “Hilafet ashabın icmaı
iledir” şeklindeki nakillerini teyit etmektedir. Abdülkadir Udeh,
Hilafet’in farz oluşuna delil olarak kabul ettiği noktalan şöyle özetler:
1-İmamet (Hilafet) fiili bir sünnettir
2– Müslümanların, bilhassa ashabın icmaı olan bir
konudur;
3– Dinî görev-
lerin çoğu, Halifenin
varlığına bağlıdır;
4-Bu, Kur’an ve Sünnet’in bir emridir;
5-Hadis, üç kişinin bile aralarında emir seçmelerini
emretmiştir, o halde bu emir müslümanlann geneli için öncelikle soz-konusu
olmalıdır.
Hilafet, ne saltanat,
ne de cumhuriyet idaresidir. Halifenin mutlak tasarruf hakkı yoktur; sadece
ümmeti temsil etme durumundadır. Halifeyi, Kur* an ve Sünnet hükümleri belirli
konularda şuurlarken; meydana gelebilecek, bu iki kaynakta değinilmeyen
olaylar için de Halife ‘şura* ile hareket etmek zorundadır. Hilafet sisteminin
adil bir yapıda olması için Halife, Şura mekanizmasını çağın şartlarına göre
işletmekle yükümlüdür. Şuranın bulun-masındaki açık emirlere rağmen, yine de
Hilafet sistemi için, çoğunluğa dayalı bir sistem denemez. Şuranın ancak
hakkında nass olmayan olmayan konuları ele alması, kararların hiçbir nassa
ters düşmemesi ilkesi, “çoğunluğun idaresi” şeklindeki bir sisteme
benzerliğini zorlaştırmaktadır. Kimi ulemanın Şûra kararlarını sadece Halifenin
ufkunu genişletme noktasında gördüklerini de dikkate alırsak, Hilafetin krallık
sistemi olmadığı gibi, çoğunulğun idaresi olan bir Cumhuriyet de olmadığı
ortaya çıkar.
Hilafet sisteminin
genel yapısını, dinin muhafazası, şura, adalet, halifenin aynı anda Allah’ in
ve ümmetin önünde sorumluluğunun varlığı ilkesi oluşturur.
Halifenin nasıl göreve
geleceği konusunda iki görüş vardır:
1– Ümmetin başında bulunacak kimse, mucize veya nassla
belirlenmelidir. Hilafette dinilik vasfını, aynı zamanda siyasi de olma
vasfının çok üstünde gören îmamiyye’nin bu görüşüne göre, ümmetin başındaki
Halifeye (İma-miye’nin literatüründe, İmama) hiçbir
katkısı olamaz.
2– Ehl-i halt ve’I-akd’in beyatı veya istihlaf (velihad
veya belli şahıslan mevcut halifenin tayin etmesi). Bu Ehl-i sünnetin
benimsediği görüştür.
Üçüncü bir şık olarak
da “darbeler”, kerhen de olsa, ümmetin huzuru dikkate alınarak,
ulema tarafından şer’î sayılmıştır. Ancak Hilâfet’i darbe yoluyla eline geçirenler,
“Halife”de bulunması zorunlu olan asgari şartları haiz olmalıdırlar.
Örneğin, küfrü açık olan birinin hiçbir şartta m üs I umanların başında
bulunması kabul edilemez.
Ehl-i hail ve’I-akd’in
beyatıyla göreve gelmenin ilk örneği Hz.Ebu Bekir’in halife oluşudur. Hz.Ebu
Bekir’in Hz.Ömer’i kendisinden sonraki halife adayı olarak belirlemesi ve Hz.
Ömer’in bu yolla Halife olması, halef göstermenin meşruluğuna delil
gösterilmektedir. Daha sonra Emevîler ve Abbasiler döneminde (Osmanlılar da
dahil) veliahd uygulamasının “istihlaf’ olup olmadığı konusu ihtilaflıdır.
Hz,Ebu Bekir’in Hz.Ömer’i ashabla istişare ederek yerine bıraktığım, yine de
Hz. Ömer’in ümmetin tasvibini aldığnı söyleyenlere göre, veliahd uygulaması zoraki
kabul görmüştür. İbn-İ Haldun ise velihad sistemini getirenlerin, bulundukları
şartların gözönüne alınarak kınanmamaları gerektiğini söyler.
Halifenin seçiminde
rol alacak ‘ehl-i hail ve’1-akd’in niteliği ve niceliği de Hule-fa-i Raşidin
dönemi uygulamaları ve fıkıh-çıların ictihadlarından çıkarılmıştır.
Siyasi düşünce
konusunda yazdığı eserlerle tanınan Ebu Ya’la el-Ferra, Hilafetin teklif
açısından farz-ı ldfaye olduğunu ve iki grubun bu farzın tatbikinden sorumlu
olduğunu vurguluyor: Seçme görevini yapıncaya kadar içtibad ehli ve içlerinden
birini seçinceye kadar kendilerinde imam
(halife) olabilecek şartlar bulunanlar. Fıkıhta
bilinen kurallardan; farz-ı kifayeler-den, herkesin terketmesi halinde genelin
sorumlu olduğu hatırlanırsa, hilafetten ümmetin tamamının sorumlu olduğu ortaya
çıkar. Hz. Ebu Bekir halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları
söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim.
İyi davramrsam bana yardıma olun; saparsam düzeltin beni Doğruluk emanet, yalan
hıyanettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür.
İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alıncaya kadar benîm yanımda
zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü onu terke-den bir kavmi,
muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah’a ve Rasulüne itaat ettiğim sürece
bana itaat edin. Allah’a asi olursam, bana itaatiniz gerekmez.” Hilafet
kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışım dile getirirken,
bir yandan da, Hilafetin hangi temellere dayandığını ve varlık gayesini
açıklamaktadır.
Hulefa-i Raşidin’den
sonra Muaviye’-nin hilafete geçmesiyle birlikte, hilafetin tarihinde saltanatın
egemenliği de başlamış olur. Emevilerden toplam 14 halifeye bey* at edildi. Bu
dönem fetihlerin yeniden canlandığı, Endülüs ve Kostantini-ye’ye (İspanya ve
İstanbul) kadar ordular gönderildiği bir dönem olmakla beraber, olayların da
önü alınamamıştır. Ömer b. Abdülaziz gibi “beşinci” raşid halife
kabul edilen birinin de bulunduğu Emevi dönemi, aynı zamanda İslamî kavramlara
Arapçıhk ruhuyla bakılmak istenen olayların çok olduğu bir dönemdir.
Emevile-rin bu düşüncesi, hilafeti sonunda Abbasİ-lere bırakmak zorunda
kalışlarının nedenlerinden biri olmuştur.
Emevilerden sonra
Abbasilerin Uzun saltanat dönemleri başlar. Onların yükselme dönemi aynı
zamanda, İslam’ın bilime ve felsefeye açıldığı, binlerce eserin yazılıp
tercüme edildiği bir dönemdir. İslam dünyası müreffeh bir bayata kavuşmuş,
ardından duraklama ve çözülme dönemi gelmiştir. Abbasilerden de toplam 37
halifeye bey1 at edilmiştir. Hilafet, Abbasilerden sonra, 1924’teki ilgasına
kadar Osmanlılarda kaldı. 29 halifeye bey* at edilen Osmanlıların -Hilafeti de
barındırdıktan sonraki- tarihi, tarihçiler tarafından Abbasilerin benzeri
olarak kabul edilmiştir.
Hilafet müessesesi, H.41-132 (m.661-750) arası Emevilerde, h. 132-922 (m.750-1517)
arası AbbasÜer-de, h.923-1342 (m.1517-1924) arası -407 yıl- Osmanlılarda
kalmıştır. 23 Mart 1924 (26 Receb 1342 h.)’de T.B.M.M.,
431 nolu kanunla, 1293 (h.1332) yıl devam eden Hilafeti kaldırmıştır. Hilafeti
kaldıran 431 nolu kanunun birinci maddesi şöyledir: “Halifelik
hal’edilmiştir: Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen
mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır.” İlga kararın-dan sonra,
İslam dünyasında, Hindistan başta olmak üzere, bazı kıpırdanmalar olmuş, bir
iki konferans tertiplenmişse de, sonuç alınamamıştır. Hindistan’da milyonlarca
raüslümanın “hilafet hareketi” adı altındaki çalışmaları da, zamanla
pasi-fize edilmiştir.
Nureddin YILDIZ
Bil Bey’at, İmamet.