Kimdir

Henri Becquerel kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Henri Becquerel kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1852-1908) Fransız fizikçi. Doğal radyoaktifliği ve bu radyoaktifliğe bağlı ışımanın özelliklerini keşfederek nükleer fizi­ğin doğuşunu hazırlamıştır. Antoine-Henri Becquerel 15 Aralık 1852’de Pa­ris’te doğdu. Kuşaklar boyunca bilim adamı ve öğretim üyesi yetiştirmiş bir ailenin çocuğudur. Elektrokimya alanındaki çalışmalarıyla tanınan bü­yükbabası da, ülkesinde deneysel fiziğin gelişmesine katkıda bulunan babası da Fransız Bilimler Akademi­si üyesiydi. Büyükbaba Antoine-Cesar Becquerel (1788-1878) piezoelektrik olayını incelemiş, platin ve palladyumlu bir termoelektrik pil yapmış ve Paris’te­ki Museum National d’Histoire Naturelle’de 1838’de kurulan uygulamalı fizik kürsüsünün ilk profesörü olmuştu. Becquerel ailesinin bireyleri, büyükbaba Antoine-Cesar’dan başlayarak Antoine-Henri’nin oğlu Jean Becquerel’e dek dört kuşak boyunca bu görevi birbirlerinden devraldılar. Antoine-Henri’nin babası Alexandre-Edmond Becquerel (1820-1891) de, öğretim görevinin yanı sıra elektrik ve güneş ışığının tayf özellikleri, fotokimya, elektrokimya ve manyetik olaylar üzerinde araştırmalar yapmıştır.

Museum’daki profesörler evinde doğan, yaşadığı bu ortamın etkisiyle ve babasının deneylerine duydu­ğu derin ilgi nedeniyle küçük yaşta bilimsel araştırma­ya yönelen Becquerel, 1872’de Ecole Polytechnique’ te öğrenime başladı. İki yıl sonra Ecole des Ponts et Chaussees’ye geçerek,1877’de bu okuldan mühendis­lik diplomasını aldı. Becquerel’in özel yaşamındaki en önemli dönüm noktaları, gençlik yıllarındaki dört yıllık bir döneme rastlar. 1874’te Ecole Polytechnique’ ten ayrıldığı yıl, gene Akademi üyesi bir fizik profesörünün kızı olan Lucie-Zoe-Marie Jamin ile evlenmişti. Ertesi yıl optik konusunda deneylere girişerek ilk bilimsel araştırmalarına başladı. 1876’da Ecole Polytcchnique’te okutman olarak öğretmenlik mesleğine ilk adımını attığında ise, henüz Ecole des Ponts et Chaussees’de öğrenciydi. Ertesi yıl okulu bitirir bitirmez Köprü ve Yollar İdaresi’ne mühendis olarak girdi. 1878’in Ocak ayında büyükbabası, Mart’ta, oğulları Jean’ın doğumundan kısa bir süre sonra da karısı öldü. Aynı yıl, büyükbabasının ölümü üzerine Museum’daki fizik kürsüsünün başına babası getirilince, ondan boşalan asistanlık görevini de Henri Becquerel devraldı ve tüm yaşamı boyunca Köprü ve Yollar idaresi, Ecole Polytecbnique ve Museum National d’Histoire Naturelle’deki bu üç görevi birlikte sürdürdü.

1888’de, ışığın polarılmasına ve kristallerce soğurulmasına ilişkin çalışmasıyla Paris Fen Fakültesi’nden doktorasını alan Lecquerel, ertesi yıl Fransız Bilimler Akademisi’ne üye seçildi. 1890’da ikinci evliliğini yaptı ve iki yıl sonra Museum National d’Histoire Naturelle ile Conservatoire National des Arts et Metiers’de babasının ölümüyle boşalan iki kürsüde fizik profesörlüğüne atandı. 1894’te Köprü ve Yollar İdaresi’nde baş mühendisliğe yükseltildi, 1895’te de Ecole Polytechnique’te fizik profesörlüğü­ne getirildi. Böylece, doğal radyoaktiflik üzerinde çalışmaya başladığı 1896 yılında, Paris’in üç büyük eğitim kurumunda birden ders veriyordu. 1908’de Bilimler Akademisi’nin başkanlığına, aynı yılın Tem­muz ayında da daimi sekreterliğine getirilen Becquerel, kısa bir süre sonra, 25 Ağustos 1908’de, kayınpederinin Atlas Okyanusu kıyısında küçük bir plaj ve balıkçı kasabası olan Le Croisic’teki (Loire-Atlantique) evinde öldü.

Doğal radyoaktifliğin keşfine yol açan çalışmala­rı nedeniyle, 1903 Nobel Fizik Ödülü’nü Pierre ve Marie Curie ile bölüşen Becquerel, ayrıca Londra’da-ki Royal Society, Berlin Krallık Akademisi, İtalyan Akademisi gibi pek çok yabancı bilim kuruluşuna üye seçilmiş, 1900’de Legion d’honneur madalyasıyla ö­düllendirilmiştir.

Daha öğrenciliği sırasında, 1875’te başladığı ilk deneysel çalışmalarım optik konusunda yoğunlaştıran Becquerel, önceleri ışığın polarılmasını ve polarma düzleminin manyetik alanların etkisi altında dönmesi­ni incelemişti. Sonradan, 1886’dan başlayarak, dokto­ra çalışmasında ışığın kristallerce soğurulmasını, özel­likle de soğurulmanın polarma düzlemiyle ve ışığın kristal içindeki yayılma doğrultusuyla ilişkisini konu aldı. Doktora tezinden sonra, yoğun öğretim görevi nedeniyle araştırmalarına eskisi kadar zaman ayıra-mayan Becquerel’in, önceki tüm çalışmalarını gölgede bırakan en önemli buluşu, kuşkusuz 1896’da doğal radyoaktiflik olayını keşfetmesidir. Becquerel’i bu araştırmaya yönelten Henri Poincare olmuştur. O yılın başlarında Röntgen, havası boşaltılmış tüplerde­ki elektrik yükü boşalımının, tüpün çeperlerinde bir ışıldamaya yol açtığını ve niteliği anlaşılamayan bir ışın yaydığını bulmuş, bu ışınlara da “X ışını” adını vermişti. Poincare Becquerel’e, X ışınlarıyla doğal ışıldama arasında bir ilişki olup olmadığını araştırma­sını önerdi. Gerçekten de Becquerel’in babası,-gelen ışığı soğurarak dalga boyu daha büyük ışınlar halinde yeniden yayınlayan maddelerin flüorışı, fosforışı gibi doğal ışıldama özellikleriyle yakından ilgilenmişti. Bu nedenle, Röntgen’in buluşu, belki bütün fizikçilerden çok Becquerel’in ilgisini çekti.

Babasının hemen tüm deneylerine katılan ve onun laboratuvarındaki bazı uranyum tuzlarının ışığa tutulduktan sonra değişik renkte bir ışık yaydığını hatırlayan Becquerel, Poincare’nin de önerisiyle, flüor-­ışıl bir maddenin X ışınları yayıp yaymayacağını araştırmaya başladı. Röntgen buluşunu açıklamak için, bir elin X ışınlarıyla çekilmiş fotoğrafını Fransız Bilimler Akademisi’ne de göndermiş ve Becquerel bu ışınların maddeden geçme (girim) gücünün görünür ışıkla, hatta morötesi ışıkla ölçülemeyecek derecede yüksek olduğunu görmüştü. Bu bilgilerin ışığında, flüorışıl bir maddenin X ışınları yayıp yaymadığını sınamanın en kestirme yolu ışıldayan cevherlerden birini maddesel bir engelin önüne koyarak, yayılan ışığın maddeden geçip geçmediğini araştırmaktı. Becquerel de, bir fotoğraf filmini ışık geçirmeyen siyah kağıtlara sarıp, üzerine babasının flüorışıl kristallerin­den birini, potasyum uranil sülfatı yerleştirerek bir kaç gün güneş ışığında bıraktı. Böylece, üzerine güneş ışığı vuran kristal flüorışı duruma geçecek, eğer flüorışı yayına X ışınları da eşlik ediyorsa, siyah kâğıttan kolayca geçen bu ışınlar fotoğraf filmini etkileyecekti. Gerçekten de olay Becquerel’in düşün­düğü gibi oldu ve fizikçi, görünür ışık almayan fotoğraf filminin uranyum tuzundan yayılan ışıldama nedeniyle karardığını, Şubat ayı içinde Akademi’ye sunduğu bir bildiriyle açıkladı.

Birkaç hafta sonra, deney sonuçlarını ışıksız ortamda da sınamak için bu kez hem fotoğraf filmini, hem uranyum tuzunu ışık geçirmez kağıtlara sardı­ğında, hiç beklemediği bir sonuçla karşılaştı: film, önceki deneyden daha da çok kararmıştı. Demek ki olay, Becquerel’in sandığı gibi güneş ışınlarına, hatta herhangi bir dış enerji kaynağına bağlı değildi. Üste­lik, uranyum tuzu ile film arasına yerleştirdiği alüminyum levhalar da filmin kararmasını engelleyemiyordu; öyleyse X ışınlarından çok daha güçlü bir ışıma söz konusuydu. Başka uranyum bileşikleriyle de aynı deneyi yinelediğinde, ışıldamayan uranyum tuzlarının bile filmi etkilediğini, buna karşılık bileşi­minde uranyum bulunmayan flüorışıl kristallerin aynı sonucu vermediğini gördü. Katıksız uranyum meta­linde ise, ışımanın girim gücü bileşiklerinkinden çok daha yüksekti. Sonuçta, bu ışımanın uranyum atomu­nun bir özelliği olduğundan kuşkusu kalmamıştı. Uranyumun, herhangi bir dış etkenle uyarılmaksızın kendiliğinden yaydığı bu ışınlara “Becquerel ışınları” adı verildi. Becquerel’in çalışmalarını yakından izle­yen Curie’ler, kısa bir süre sonra, uranyum dışındaki bazı atomların da (örneğin toryumun) aynı türden bir ışıma yaydığını keşfettiler ve araştırmaları, aynı özel­liği gösteren radyum, polonyum gibi uranyum ötesi yeni elementlerin bulunmasıyla sonuçlandı. Böylece, dar anlamda uranyum atomunun değil, kendiliğinden etkin duruma geçen bazı element atomlarının ortak özelliği olan bu ışımaya, Curie’lerin önerisiyle doğal radyoaktiflik adı verildi.

Becquerel’in doğal radyoaktiflik olayını keşfet­mesi fizikte çığır açacak nitelikte bir olaydı. Röntgen’in bulduğu uyarılmış ışıma olayının, ışıldayan tüm maddeler için geçerli olup olmadığını araştırmak üzere işe başlayan Becquerel, ilk aşamada bu radyo­aktifliğin güneş, ışık, elektrik ya da ısı gibi o zamana değin bilinen türden herhangi bir enerji kaynağına bağlı olmadığını kanıtladı. Bu da, nükleer enerji gibi yeni bir enerji kaynağının varlığını gündeme getirdi.

Bir süre ara verdikten sonra radyoaktiflik üzerin­deki çalışmalarına yeniden başlayan Becquerel, 1899’un sonlarına doğru, bu ışınların hem elektrik, hem de manyetik alanlarda saptığını, dolayısıyla elektrik yüklü parçacıklardan oluştuğunu göstererek X ışınlarından değişik olduğunu bir kez daha kanıtla­mış oluyordu. İki yıl kadar önce Thomson’un katot ışınları üzerinde yaptığı deneyleri radyum ışıması üzerinde yineleyerek, bu ışınların eksi yüklü tanecik­lerden (elektronlardan) oluştuğunu, üstelik maddeden geçme özelliğinin, çevresindeki elektrik yüklü mad­delerin yükünü boşaltmasından ileri geldiğini göster­di. Ertesi yıl da radyoaktifliğini yitiren uranyum tuzlarının bir süre sonra bu özelliği yeniden kazandı­ğını, dolayısıyla radyoaktif ışımanın zamanla değiş­meyen kalıcı bir özellik olduğunu kanıtlayarak ilk kez radyoaktif dönüşüm olayına dikkati çekti. Ardından Rutherford ve Soddy’nin bu konudaki araştırmaların­dan doğan dönüşüm kuramı da, Becquerel’in deneysel çalışmalarıyla açılan yolda radyoaktifliğin kuramsal bir temele oturtulmasını sağladı.

Daha sonra Becquerel, Marie ve Pierre Curie, Meyer ve Rutherford’un ortak çalışmalarıyla, doğal radyoaktifliğe bağlı ışımada alfa (a), beta (fi) ve gamma ( y ) ışını diye adlandırılan üç tür ışımanın söz konusu olduğu, a ışınlarının artı yüklü ağır parçacık­lardan oluştuğu, fi ışınlarının eksi yüklü vc katot ışınlarıyla aynı yapıda, y ışınlarının ise X ışınları gibi yüksüz, ancak girim gücünün çok daha yüksek olduğu anlaşıldı.

Bütün bu bulgular, hangi elementin hangi ışınları yaydığı, bu ışınların başka elementler üzerindeki etkileri, ışıma enerjisinin kaynağı gibi konular üzerin­de hızla yoğunlaşan bir araştırma programını başlat­mış, bunun sonucunda 1896’dan 1908’e değin uzanan on iki yıl gibi kısa bir sürede atomun yapısı ve atom çekirdeğinin özellikleri anlaşılmış, yem demetler ve yapay radyoaktiflik keşfedilmiş, çığ gibi büyüyen bu deneysel bulgular kuramsal gelişmeleri de beraberin­de getirerek çağdaş fizikte devrim yaratmıştır. Çağdaş atom anlayışı, nükleer etkileşmeler, madde ve ışıma etkileşmesi, nükleer enerji ve her elementin kendine özgü bir ışıma yayma özelliğinin anlaşılması, tümüyle Becquerel’in buluşundan kaynaklanmıştır.

Becquerel’in uyguladığı deneysel tekniklerden çoğu (ışımanın filmler üzerindeki etkisi, elektrik ve manyetik alanlardaki özellikleri, ışımanın maddeyle etkileşmesi, girim gücü) bugün de temel parçacık fiziğinde geçerliliğini korumaktadır.

Araştırmalarını genellikle deneye ve gözleme dayandıran, kuramsal çıkış noktalarından elinden geldiğince kaçınan Becquerel’in en güçlü yönü, göz­lem sonuçlarını büyük bir titizlikle inceleyip değer­lendirmeye koyarak, araştırmalarını buna göre yön­lendirmeyi bilmesidir. Kristallerden yayılan ışıldama­da X ışınlarını ararken, uranyumun doğal radyoaktif­lik özelliğini bulabilmesi de bunun en güzel kanıtıdır.

YAPITLAR (başlıca):

“Recherchıes sur une propriete nouvelk de la matiere. Activite radiante spontanee ou radioactivite de la matiere”, Memoıres de l’Academie des Sciences, 46, 1903, (“Maddenin Yeni Bir Özelliği Üstüne Araştırmalar. Maddenin Kendiliğinden Işıma Etkinliği ya da Radyoaktifliği”).

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 14. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983