Kimdir

Hekimoğlu İsmail kimdir? Hayatı ve eserleri

Hekimoğlu İsmail kimdir? Hayatı ve eserleri: Bir anlamda “Köy romancılarının” yaptığı gibi, fakat başka bir açıdan, roman­larını bilhassa İslâmiyeti sevdirmek için yazan Hekimoğlu İsmail, yazı hayatına ordudan gelmiştir. Bu kitaba da, “İslâm davasını savunan” romancılara örnek ola­rak alınmıştır. Kısacası o da, çoğu sosyalist ve köycü yazarlara benzer tarzda sa­nat romanı yapmak değil de “İslâmî davayı romanlaştırmak’ peşindedir.

Hekimoğlu İsmail, Erzincan’da doğup ilk ve orta öğrenimini orada tamamla­dı. Sonra Zırhlı Birlikler Okulu’nu bitiren yazar tank ve füze astsubayı olarak hiz­met görüp 1972’de emekliye ayrıldı.

Asıl adı Ömer Okçu olan Hekimoğlu İsmail, 1967’de haftalık İttihat gazetesin­de yazıya başladı. 1975’te Sur dergisini de çıkaran yazar, 1988’den beri Zaman ga­zetesinde günlük yazılar yazmaktadır. Yazılarında İslâmî görüşlerini ustalıkla or­taya koyan yazar, aynı yolda romanlar, senaryolar da kaleme almaktadır. “Her şey İslâmiyet içindir; çünkü biz Müslümanız” düsturu, onun kaleminden çıkan her çeşit yazıda mevcuttur.

Çocukluğu ve gençliği maddî imkânsızlıklar, fakat zengin bir manevî çevre içinde geçen Hekimoğlu İsmail, küçük yaştan itibaren çalışmak zorunda kaldığı­nı, kütüphanesiz bir evde büyüdüğünü yazmaktadır.

Eserleri

Hekimoğlu İsmail’in yirmiye yakın eseri olmakla beraber, bunlardan ancak dört tanesi konumuza giriyor. Diğerleri, İslâmî açıdan yazılmış denemeler, bilgi ve ilim kitaplarıdır.

Romanları

Minyeli Abdullah (1967) ve Maznun (1970) ve Derdimi Seviyorum (1992-1993 beş cilt halinde, Erkan Kavaklı ve R. Şükrü Apuhan’la beraber) adlarıyla yayım­lanmıştır. Hikâyelerini ise Menan Cinleri (1990)’nde toplamıştır. Minyeli Abdul­lah romanı bugüne kadar 40’tan fazla baskı yaptığı gibi filme de alınmıştır. Maznûn’un ve Derdimi Seviyorum’un da fazla baskı yapmış olmaları, Türk halkının İslâmî romana olan açlığını göstermektedir. Çünkü yakın zamana kadar evleri­mizde, yalnız İslâmî menkıbe kitapları okunurdu. Hekimoğlu, Erkan Kavaklı, Apuhan ve benzerleri, bu geleneği “roman formu” altında sürdürdükleri için, az zamanda satış rekorları da kırıyorlar.

Dünya görüşünü ve sanat anlayışını da, yukarıda, hayat hikâyesi içinde verme­ye çalıştığımız Hekimoğlu İsmail, görülüyor ki, bir fıkra, bir ansiklopedi veya bir ders kitabı ile roman arasında, şekilden öte esaslı bir fark görmemektedir.

Nitekim İslâmî bilgisinin tümünü, İktisadî, İlmî, fıkhî ve özellikle ahlâkî yan­ları ile romanlarına uygulayan Hekimoğlu, dilde edebî ifadeye girmeyerek hatta üslûp özenişi de göstermeyerek, romanlarını sade halk diliyle bazen de, köşe ya­zısı tavrıyla kaleme almaktadır. Onun kahramanları iyilik, güzellik, doğruluk ve sağlam imân gibi üstün faziletlerin timsalleridir. Ayrıca, romanlarındaki bütün kahramanlar erkek olup kadınların yalnız isimleri geçmektedir.

Romanlarında “erotizm” bir yana, normal ilişkilere hatta aşk’a bile yer ver­meyen Hekimoğlu İsmail, bu tutumu ile Batı roman tarzlarından değil, Türk halk hikâyelerinden ve Mesnevilerden dahi ayrı bir yol tutturmaktadır. Çünkü kahramanları, her türlü şahsî ihtiras ve zaaftan da arınmış “idealist” kişilerdir. Bu romanlar ayrıca: Müslümanların büyük çoğunlukta olduğu Mısır, Türkiye gibi ülkelerde İslâmiyetin emirlerine göre yaşamanın zorluk ve ıstıraplarını di­le getirmektedir.

Romanı üzerinde bir görüşme yaptırdığımız Hekimoğlu, şunları anlatmıştı:

“Said Nursi, yirminci sözde, ahir zamanda insanların ilim ve teknikte ileri gi­deceğini ve belagatın en mergup bir hâl alacağını yazıyor. Ayrıca belagatın her nevinin rağbet göreceğine işaret ediyor. Belagatın nevileri: Güzel konuşmak, gü­zel yazmak ve inandığı gibi yaşamaktır. En tesirlisinin inandığı gibi yaşamak ol­duğunu da belirtiyor.

Sanat, sanat içindir, yok cemiyet içindir tartışmalarına hiç katılmam. Ben Müslümanım, her şey İslâmiyet içindir. Erişilmez edebî örnek Kur’anı kerim ’dir, sonra hadisler gelir. Yani edebiyat, ismiyle, cismiyle İslâm’ın malıdır, Müslüman­ların bu şahap ihmal etmeleri, kendi hatâlarıdır.

Romanın meşruiyetini Kur’an ’dairi, hadislerdeki kıssalardan çıkarıyorum. Ha­ramı reklâm etmeyen roman, İslâm’ın hizmetindedir. Masal dahil, edebî türlerin bütünü, İslâm’ı anlatmak için seferber edilmelidir.

“Osmanlıca” bizi tarihimizle irtibatlar, uydurukça ise, tarihimizin, medeniye­timizin, mazimizin üzerine bir perde çeker.

Benim dilim, anamın konuştuğu Türkçe’dir.”

–        Romanlarınızda olayların gerçek hayatı yansıttığını görüyoruz, acaba bu vak’alas gerçekten yaşanmış mı?

Roman, hayatın bir parçasını alır ve işler. Nasıl ki, undan bir sürü yemekler yapılırsa, romancı da, hayattan aldığı gerçekleri, hisle, fikirle, edebî sanatlarla süsler.

Minyeli ve Maznun, şuurlu Müslümanların çektiği çileleri gösterir. 46 özgür İslâm ülkesi vardır, bunların hepsinde Minyeli ve Maznun bulunur. Hele esir Müslümanlarda durum daha vahimdir.

Eğer meseleyi kısadan anlatmak istersek: Evet, Minyeli ve Maznun yaşanmış olayların toplamıdır, diyebiliriz.

-Maznun ve Minyeli Abdullah’da roman kahramanlarının ideal tipleri yansıt­ması, okuyucuya bir mesaj mı?

Mesaj vermeyen basın-yayın yok. Bugün spor dahi müstehcenlikten, İslâm’ın ötelerine doğru mesajlar vermektedir. Gazete, dergi, reklâm gibi şeylerde, açık saçık bir kadın resmi, çok güçlü mesaj taşımaktadır. Seyircisini İslâm’dan alıp, götürmektedir. Nereye götürdüğünü bilmem fakat o resimlere bakanlar, İslâm’a gelemezler.

Bir fotoğrafta bu kadar güçlü mesaj olunca, elbette Müslüman daima İslâm ’ı anlatmalıdır. Bir âyette meâlen buyuruluyor ki: “Kâfirler küfürlerine hizmet ederken, siz neden İslâm’a hizmet etmiyorsunuz?”

–        Eserlerinizin, bilhassa Maznun ve Minyeli Abdullah’ın çok baskı ve satış yapması neyi ifade eder?

Kaybolan bir çocuk babasını görünce nasıl sevinirse, bugünkü Müslüman da gerçek mânâda İslâmiyeti ve şuurlu Müslümanı görünce öyle sevinir. Çünkü Müslüman, İslâmiyeti kaybetmişti. İslâmiyetle Müslümanın arasına perdeler, duvarlar girmişti. En büyük cihad, Müslümanla, İslâmiyet arasındaki bu mâni- alan kaldırmaktır. Onu kaldırdığımız gün, tarih geri gelecek, Müslümanlar aslî medeniyetlerine kavuşacaklardır.

–        Maznun ve Minyeli Abdullah romanlarınız hakkında anlatmak istedikleri­niz…

Minyeli Abdullah kitabını okuyan bir kısım din düşmanları, “Şeriat” istediği­mizi, devletin temellerini değiştirip, dinî esaslara uydurmaya kalkıştığımızı id­dia edip, suç duyurusu yapmaya çalışıyorlar.

Viktor Hugo’nun Sefiller’ini de ben hazırladım ve neşrettim. Redaktör olarak üzerinde ismim bulunduğu için bir kısım Müslümanlar “Bununla Hristiyanlık propagandası mı yapıyorsun?” diye bana çatmaktadır. Din düşmanları ise, sade­ce Minyeli Abdullah’ı görüyor, Viktor Hügo’nun Sefiller’ini görmüyorlar. Sanki bu memlekete Hristiyanlık gelirse iyi, İslâmiyet gelirse kötü gibi.

Sonra şeriatı kimden istiyeceğiz? Şeriat, Kur’an’dır, Kur’an da yaşanır, çün­kü herkesin evinde var.

Minyeli Abdullah bir romandır, bunun sanat yönü üzerinde tartışılır. Fakat sanattan haberi olmayanlar, dine karşı çıkmakla bir şeyler yapacaklarını sanı­yorlar.

Minyeli Abdullah, tefsir, hadis, ilmihâl gibi bir kitap değil, ona roman gözüy­le bakmak gerekir. Kâbe’nin fotoğrafı da olsa, yine fotoğraftır. Fotoğraftaki Kâbe, insana fazla bir şey söylemez. Minyeli Abdullah da bir romandır, ibadet kita­bı değildir. Mısır’da böyle bir olay geçmiş. Kahramanları şöyle demiş, böyle de­miş… Kabul edilir veya edilmez. Kaldı ki ben ancak Hristiyan yazarların kendi dinlerine hizmet ettiği kadar, kalemimle İslâm’a hizmet ettiğimi sanıyorum. Faz­la değil ama, Avrupa’yı da bilmeyen bir kısım ilericiler, kendi bilgisizliklerinin kurbanı olurken, bizleri de rahatsız ediyorlar.

Maznun, Türkiye’yi anlatır. Türkiye’deki şuurlu Müslümanın veya şuurlanmak isteyenin ne gibi zorluklarla karşılaştığını dile getirir. Bu hâl üç aşağı, beş yukarı pek de değişmiş sayılamaz. ”

Hekimoğlu İsmail, roman anlayışını, “Kültür ve Sanat Yıllığı ”nın sorularına verdiği cevaplarda, daha etraflı anlatmaktadır ki, bu görüşleriyle “Dinî edebi- yat”ta “orijinal” bir yeri bulunduğu söylenebilir.

Bizim yalanımız herhangi birisini kandırmak için değildir. Yalanın yasak­lanmasındaki hikmetlerinden biri de başkalarına zarar vermek olduğundan, ro­mandaki yalandan kimseye zarar verilmiyorsa, hatta bu yalan bir gerçeğe ayna tutuyorsa, o zaman yalan değil, bir hayal ve faydalı bir malzeme durumuna ge­çer. Kaldı ki, romanda yalan zannedilen şeylerin yalan olmadığını, bu gibi hâdi­selerin şurada veya burada, bazı kimseler üzerinde meydana geldiği de kabul edilebilir. Meselâ karakolda bir işkence hadisesi vardır. Romanı okuyan bir em­niyet mensubu «Türkiye’de böyle bir şey yok» dese, biz de evet Türkiye’de yok ama, Avrupa’da veya Rusya’da vardır. Zaten bu roman kahramanının başından geçen hadiseler de montajdır. Yani birçok kimselerin başından geçenler, bir şah­sın başından geçmiş gibi anlatılmıştır, diyebiliriz.

–        Hayal, zan, tahmin gibi hususlar doğuştan insana verilmiştir. Bunlar Al­lah ’m ihsanıdır. Allah ’m bizlere ihsan ettiği şeylerle, yine Allah ’m emrine uygun olarak İslâmiyete hizmet etmek yerinde bir çalışma olur. Öyle ise, romanın ha­yali olmasına değil, hayalin İslâmiyete uyup uymadığına dikkat etmelidir.

–        Şeyh Sadi ve Molla Cami gibi büyük İslâm edipleri yazdıkları kıssalarda ha­yâle geniş yer vermişler ve bir kısım İslâmî gerçekleri hayalin dekoru içinde tak­dim etmişlerdir. Hiçbir fakih çıkıp da, siz niçin hayalle hakikati karıştırdınız de­memiştir.

-Bununla beraber fakihlerin, romancıları sıkı bir kontrol altında tutmalarına taraftarım. Hatta roman yazanlar kendilerini bir fakihin kontrolüne sokmalı, İs­lâm’a aykırı yazılarından dolayı gereken ikazı beklemelidir. Aksi takdirde ne ka­dar dindar romancı bilirim ki hayalin atma binmiş, haram ufuklarda kendisine yer bulabilmiştir. Yine nice kıymetli romancılarımız ve yazarlarımız var ki, bâtı­lı; milliyetçilik ve dindarlık olarak romanında anlatmıştır. Bunlar dünya ve âhi- ret hayatımız için çok tehlikelidir.

–        Romanın çekirdeği kıssalardır. Kur’anı kerim’de de kıssalar vardır. Nasıl ki, bir çekirdek neşvünemâ bulunca kocaman bir ağaç olursa, bir kıssa da bir çekir­dek kabul edilir ve buradan romana geçilebilir. Demek istiyorum ki, Kuranıke­rim’de kıssaların olması romamn yolunu açmış olabilir.

-Roman, hayatın dışında bir şey değildir. Hayat ise şeriat-ı fıtriyenin bir par­çasıdır. Evet şeriat ikidir: Birisi bildiğimiz yani kitaplarda yazılı olan şeriat, öte­ki de İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenâtmı tanzim eden, sıfat-ı irade­den gelen şeriat-ı kübrâ-yı fıtriyedir. İşte roman bu iki şeriata uygun olursa, Kur’an’la sıkı bir irtibat kurmuş sayılır.

–        Nasıl ki yabancı ülkelerden uçak, gemi ve top alıyorsak… Aldığımız bu mal­ların üzerine millî alâmetlerimizi işleyip, milletimizin emrine verip, millî savun­mamızı yapıyorsak… Aynı şekilde romanı da bir uçak gibi Avrupa’dan alıp, üze­rine bayrağımızı işleyip, içine pilotumuzu yerleştirip düşmanın üzerine sefere çı­kardık mı, uçak bizim olur. İlmin ve sanatın, ülkesi ve devleti olmayacağı gibi, romanın da ülkesi ve devleti yoktur. Bu bir âlettir. Kim kullanırsa, işini başarır.

– Romanın geçmiş asırlarda fazla yaygınlaşın am asının sebeplerinden biri de matbaanın olmayışıdır. Elle kitap yazma işi de tefsir, badis, fıkıh ve siyer gibi eserlere daha çok münhasır kalıyordu. Beş yüz sene evvel elle bir romanı çoğalt­mak veya çoğalttırmak imkansız denecek kadar zordu. Böyle şeyler olsa olsa Şeyh Sadi, Molla Cami ve Hariri gibi dehâların eserlerine nasip olabilir. Herkes de böylesine bir seviye tutturamaz.

Sonuç: Müslüman bir kimsenin roman yazması; sadece geniş bir kültürü ge­rektirmiyor, bunun yanında İslâmiyeti çok iyi bilmesi ve fıkıha aykırı şeyler yaz­maması da meselenin başında gelmektedir. Artık öyle bir devreye giriyoruz ki, «İslâmiyete zarar vermek için, bir kısım dinî kitaplar yeterlidir» sözü, söylenme­ye başlamıştır. Kendi dinimize, kendimiz zarar vermemeliyiz. Keseri ayağımıza vurmamalıyız.”

Minyeli Abdullah

Hekimoğlu İsmail’in bu romanı, başlıca ve en tanınmış eseridir. Ahmet Midhat Efendi’yi andıran, öğretici havası ve babayani üslûbu ile seçilen bu romanın kahramanı Abdullah, Hekimoğlu’nun ideal kişisidir. Yazar, Mısır’da bir kasaba olan Minye’yi, şu satırlarla anlatmaktadır.

“Minye” deyip de Osmanlı İmparatorluğu’nu hatırlamamak mümkün mü? O İslâm devletinin, Minye tepelerinde boş kovanı, dereleri üstünde köprüsü; şehrin içinde mektebi, camisi, sebili ve kütüphanesi vardır.

Elimizi şakağımıza koyup: “Hey gidi günler hey!” demekten kendimizi alamı­yoruz.

Minye’yi anlatıyorduk!

Burası bir ziraat şehridir. Eli nasırlı, elbisesi yamalı olanlar çoktur. Fakat her­kesin zevki, neş’esi yerindedir. Düğünlerde çeşitli eğlenceler… Sinemalar tıklım tıklım… Herkesin elinde, cebinde radyo… Sonra istasyona gitmek; geleni karşıla­mak, gideni uğurlamak… Bu kadar değil; Minyelilerin gönlü gidenle gider; gele­ne hayran olur. Nedense, herkes burdan gitmek istiyor; Kahire’ye, İskenderi­ye’ye… Büyük şehirlerde büyük adam, zengin adam olacaklarım zannediyorlar. Ah bu insanlar, yükselmeye doymuyorlar!

Bu sebepten midir, nedendir; herkes memur olmaya can atıyordu. Gösteriş ve israf almış, yürümüştü. Medenî olmak ise birkaç şekle, birkaç eşyaya bağlanmış­tı. İçki içtin, kumar oynadın mı, oldun medenî!… Evine koltuk alıp, boynuna kıra- vat takarsan centilmen bir bey, yahut modem bir kadınsınız, demektir. Rüzgâr Kabe’den değil, Ehramlardan taraf esiyordu, (s. 6)

Böyle bir şehirde büyümesine rağmen Abdullah, “Çöplükte biten gül misali,* muhite inat, üstün bir değere sahipti. Fıtrî bir kabiliyetle iyi ile kötüyü ayırabili­yordu. Fizikî durumuyla da Abdullah, uzunca boylu, boyu ile kilosu denk, yeni girdiği delikanlılık devresinde yarım sakal tıraşıyla tam bir erkek güzeliydi, (s. 9) Okumaya azimle bağlanan Abdullah, daha orta mektep son sınıfında iken, kırk yaşma gelmiş, bekâr kadın öğretmeni tarafından taciz edildiği için okulu ter- keder. Büyük şehre (Kahire) giden Abdullah, hayat mücadelesine başlar. Liseyi dışardan bitirir. Evlenir, çalışmaya başlar. Kendisi, gerçi hakkıyla Müslüman de­ğildir ama, içinde İslâmiyete karşı büyük yakınlıklar, bağlılıklar hisseder. Dinî dergi ve kitaplar okur, evinde dinî sohbetler düzenler. Dikkati çeken ve gözlere batan bir şekilde İslâmî hayata girer. İslâmiyete yaklaşması ise kademe kademe, Tevrat ve İncil’den geçerek şöyle olmuştur.

“Tevrat’ı ve İncil’i okudu. Tevrat’da pek bir şey bulamadı. İncil’in Aram diliyle nazil olduğu ve bugün Aramca bir İncil’in bulunmayışı, yani bütün İncil’lerin ter­cüme olması; sonra dört İncil hikâyesi ve İncillerdeki akla yatmayan hususlar; meselâ peygambere zina isnadı ve ey gökteki babamız, demesi sonra teslis mese­lesi Abdullah’ı Hristiyanlıktan iyice uzaklaştırdı.

Hadiseler onu, bir diğer gün de komünistlerle karşılaştırdı. Zamanın gün, ay ve yıl çarkları arasında Abdullah meclisten meclise, beldeden beldeye koşarak dinliyor, konuşuyor ve okuyordu. Böylece komünistleri ve komünizmi tetkik et­mek imkânını buldu. Bu adamların maddeleşen ruhu Abdullah’ı çok sıktı. Her şe­yi para ile kuvvetlendirmek ve her şeye madde gözüyle bakmak; sonra namus, şe­ref, din, iman tanımamak, Abdullah’ın hem ismine, hem içinde hissettiği hicran ateşine aykırı düşüyordu.

Bütün bunlardan sonra Abdullah şuna inandı ki, İslâmiyet vaz’ettiği imân esaslarıyla, bütün fiillerimizi en müspet sahada tanzim ediyordu. Onu bir «rejim» olarak ele almak ve onu iktisat, hukuk, maarif ve siyaset cihetleriyle de tetkik et­mek zarureti vardı. ” (s. 17)

Onun İslâmiyete bağlılık ve tutkunluğu, ayrıca İslâmî hayat yaşaması, çevre­sinde yadırganır ve tehlikeli bulunur. Onu şikâyet ederler, suçsuz yere onu tutuk­larlar. Abdullah’ın hapse girmesi, ailesini perişan eder. Kendilerine bakacak kim­seleri olmadığından, eşi Şevde ana-babasının yanına sığınır. Fakat ailesi Şevde, Abdullah’tan boşanmadıkça ona bakmayacaklarını söylerler. Çaresiz kalan ka­dın, Abdullah’tan boşanır. Abdullah’ın ihtiyar annesi de bu kadar felâkete daya­namayarak ölür.

Bütün suçu, İslâm’a bağlılık, dinî kitaplar okumak ve İslâmiyete samimiyetle ya­şamak olan imân abidesi genç, hapishanede çeşitli işkencelere de uğratılır, Abdul­lah, ancak Mısır’da Abdünnasır İhtilâli olunca, hapisten kurtulabilir. Avrupa’nın çok kötü bir taklitçisi olan ve sefahat hayatı yaşayan Kral Faruk devrilmiştir.

Abdullah, hapisten çıkınca hamallık yaparak geçinmeye koyulur. Kazandığı pa­ranın çoğunu, fakir çocukları okutmak için harcar. Güzel bir tesadüfle, ayrıldığı eşi­ne de kavuşur. İki çocuğu büyümüştür; hanımı Sevde ile yeniden nikahlanırlar.

Abdünnasır, Mısır’da büyük değişiklikler yapmış, ancak bir sosyalist olduğu için, Mısır’da İslâmî hayatı da söndürmüştür. Böyle olduğu halde İsrail-Mısır harplerinde, İslâm âlemini temsile kalkışır. Ne yazık ki, Mısır, ahlâkça çökertil­miş, İslâmî faziletlerden mahrum kaldığı için mânen yıkılmıştır. Nitekim İsrail’e feci şekilde yenilir. Minyeli Abdullah ile cihad arkadaşı (mücahide) Sevde de, bu savaşlarda şehit düşerler.

Görünen Köy, başlığı altındaki şu bölüm Minyeli Abdullah romanının son yap­raklarıdır:

Görünen Köy

4 Haziran 1967, Pazar günü Minyeli Abdullah’ın hayat hikâyesi bir gazetede tefrika, edilmeye başladı.

Bu ve bunu müteakip günlerde Mısır ve İsrail harp hazırlıklarına giriştiler; hatta Ortadoğu, fitili ateşlenmiş bir barut fıçısı haline gelmişti, bile.

6 Haziran’da başlayan harp, İslâm dünyasının göz yaşlarıyla, 9 Haziran’da Mı­sır ve Ürdün’ün aleyhine olarak bitmek üzereydi.

Evet Mısır mağlûp olmuştu! Hem de kime? Bin senedir vatansız yaşayan ve Al­lah’ın lânetine uğrayan Yahudilere!…

Herkes, bir mucit edâsıyla, Mısır mağlûbiyetinin esaslarını arıyordu.

Hâlbuki, Minyeli Abdullah bunu çoktan izah etmişti:

“Herşey rütbe ve makam için yapılıyordu. Din için, vatan için iş yapan da, yap­tıran da yoktu. Hâl böyle olunca, astlarda kaçmak, çalışmamak, karışmamak prensipti. ”

Minyeli Abdullah bir ömür boyu müdafaa ettiği ve senelerce evvel Mısır’ın bir felâkete doğru gittiğini haykırdığı fikir ve görüşleriyle, Mısır’ın İsrail karşısında­ki mağlûbiyeti tevafuk halindeydi.

“Bir insan Allah için, vatan için ölebilirdi; lâkin insan için ölemezdi. Hâlbuki Mısır’da subay için, emir için ölmek isteniyordu. Bu hâl soğukluğa sebep oldu. Ast, üstünü isteyerek saymıyor, üst de astını sevmiyordu.

Eğlence ve spor her şeyden üstün tutuluyordu. Şarkı söyleyenler, top oynayan­lar; top temizleyenlerden makbuldü. Hatta içki içenler, kumar oynayanlar sevili­yordu. Bir iş çıkınca oyunu bozmamak için vazife, oyun oynamıyana, içki içmeye­ne yükleniyordu. ”

Mısır ordusu bu idi. Bu ordudan zafer beklemek hayâl idi Nitekim İsrail’den, ya­ni düşmanından rüşvet yiyecek kadar alçalan, benzerleri Roma’nın yıkılışında bulu­nan, vatan haini subaylardan yüzlercesi, harbi müteakip, Mısır ordusundan kovuldu.

Abdullahların ağzını tıkayanlar Mısır tarihine kapkara bir sayfa eklediler.

Allah; kurnazın, dansın, işretin, iftiranın, rüşvetin, medeniyet olmadığını ve bayram nutuklarıyla vatan kurtarılamayacağını, Yahudi gibi lânetli bir kavim va­sıtası ile Mısır’a öğretti.

Değil ki bunların medeniyet olması, sadece maddî terakki de medeniyet değil­dir. Bunu mânevi tekemmül beslemelidir. Yoksa Filistin’in muvaffakiyetini sade­ce silâh üstünlüğüne bağlamak gerekiyor M, bu imkânsızdır. Gerçi tuz ruhu ile insan ruhu arasında fark görmeyenler bunu böyle anlarlar ama; cephedeki İsrail askerinin boynuna asılı Tevrat mezmurlarını ve kalbine yerleştirdiği “Filistin İm­paratorluğu” idealini neyle izah edecekler?

Evet, İsrailliler bâtıl dinlerine bağlı olmanın nimetini toplarken; Mısırlılar ha­kiki dinlerinden ayrılmanın çilesini devşiriyorlardı.

13 Haziran 1967 tarihinde, bir yanda İsrail çizmeleri altında başı ezilen Mısır askerleri, diğer yanda bu askerlere peşkeş çekilen Mısırlı kadınlar!… Kan, namus, mal çöplük eşyaları kadar haysiyetini kaybetmiş ve sokağa dökülmüştü. Sahte gururun iğreti mensubu olan Filistin askerleri, Mısır’ı temelinden sarsıyordu.

Fakat!… Bence Mısır’ı temelinden sarsan, bu saman alevi hükmünde olan Ya­hudi zaferi değil; Minyelinin evinin basılması, dinini, imânını öğrenenleri bir ca­ni gibi yakalayıp, onları annesinin, çocuklarının feryadına bakmadan Kahire so­kaklarında sürüklemeleriydi. Kulüplere, meyhanelere, inat on iki mü’min genç, elleri kelepçeli olarak, mukaddes bir çilenin içine atılmıştı. Devletin resmî daire­lerinde bu mü’minlere:

–        “Müslüman oldunuz, buraya düştünüz, İslâmiyetten vazgeçin sizi serbest bı­rakalım.”

Diyecek kadar İslâmiyete olan düşmanlıklarını kusan bedbahtlar, devletin verdiği maaşla beslenip, hem de üniforma taşıyorlardı.

Medeniyet adına, moda adına soyunan kızlar, kadınlar ise şimdi Yahudi suba­yı tavlamanın peşine düşmüşlerdi.

Abdullah, Mısır’ın böyle bir hale düşmemesi için çok çalıştı. Fakat Abdul­lah’a atılan yumruklar, tekmeler, ne hazin bir tecellidir ki, Filistin askerleri ta­rafından kırıldı.

Şayet, Mısır galip gelseydi, İslâmiyetten ayrılmada veya sosyalizmde muvaffa­kiyet olduğu dünyaya haykırılacaktı. Bu daha acı olacaktı. Gerçi Mısır halkı için­de hakiki pek çok mü’min, bu harpte şehid oldu. Buna rağmen, Başkan Nâsır sos­yalisttir ve Mısır idaresi İslâmî değildir.

Beşerî idareler tek tek ihtiyarlayıp yerini bir diğerine terkederken İslâmiyet her geçen gün gençliğini ve tazeliğini ortaya koyuyor. Çünkü, Allah, onu böyle ya­ratmıştır.

Müslüman bir millet, gayri müslim bir devletin emrine giremez!. Müslümanın malına, canına, dostuna, toprağına yapılan her tecâvüz en şiddetli şekilde karşı­lanır ve bütün Müslümanlar Allah rızası için seferber olur.

Filistin tecavüzü karşısında ak saçlı Minyeli Abdullah ve onun arkadaşları he­men seferberlik ilân ettiler. Hükümet ne olursa olsun şu anda, onlar hükümetle­riyle birliktiler. Hatta gönüllü ve fedaiydiler. Sulh günlerinin çilekeş adamları, harp günlerinin makbul kimseleri olmuştu.

İslâmiyete hizmet eden kocasına itaati ibadet kabul eden Şevde Hanım sakin ve sakil durabilir miydi? O da hemen hasta bakıcı veya aşçı olarak ordu soflarına karışmak istedi. Fakat adamların, mânevi kanserleri, o anda da nüksetti ve Şev­de Hanım’a başını açmasını teklif edecek kadar ne yaptıklarını, ne söylediklerini bilemez oldular. Gaye gelen düşmanı mağlûp etmek miydi, yoksa hizmet için ko­şan mü’mine kadınların başlarını açmak mıydı?

Kader bu zihniyetin cezasını harp sonunda Yahudi subayları tavlamaya çalı­şan; medeniyet adına, moda adına soyunmuş kızlarla verdi.

Şevde bu teklifi reddetti. Ve bunun için de onu ileri hatlardaki sahra hastahanelerinden birine verdiler. Hatta sürdüler..

İstanbul’da baskı makinalan Minyeli Abdullah’ın hayat hikâyesini kâğıt üze­rine nakşederken Mısır kan, ateş içinde; yüz senelik son devrinin imtihanını ve­riyordu. (Minyeli Abdullah, 1968, s. 250-254)

 

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler