Hegemonya Antonio Gramsci
Gramsci (1891-1937) İtalya, Sardin- ya’da yoksul, alt-orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1911 ‘de Torino Üniversitesi’ne bilim adamı olarak girdi. 1913’te Italyan Sosyalist Partisi’ne katıldı. Radikal L’Ordine Nuovo gazetesinin kurulmasına ön ayak oldu ve editörlüğünü üstlendi; 1920’lerin sendikalist veya fabrika konseyi hareketinde temel bir şahsiyet haline geldi. Bununla beraber, 1921’de diğer eylemcilerle birlikte İtalyan Komünist Partisi’ne katıldı ve 1924’te Partinin genel sekreteri oldu. Aynı yıl içinde İtalyan Parlamentosu’na seçildi, ancak 1926 yılında Musso- lini tarafından tutuklandı. Mussolini onu ‘görmezlikten gelinemeyecek bir beyin gücüne sahip Sardinyalı kambur’ olarak damgaladı. Hakkındaki kovuşturmayla ilgili davada, “bu beyin 20 yıl iş görmekten men edilmelidir” kararı çıktı. 1937’ye kadar salıverilmeyen Gramsci tahliyesinden kısa bir süre sonra beyin kanamasından ve cezaevi hayatının kötü koşullarından dolayı hayata gözlerini yumdu.
FİKİR
Gramsci’nin kültür ve ideolojiye, kitle devrimine vurgusu, en iyi şekilde, ilk kez Grekler döneminde kullanılan ve bir devlet ya da yöneticinin bir başkasını hâkimiyeti altına almasını anlatan hegemonya kavramı temelinde ifade edilebilir: Gramsci bu kavramı, daha sonra, bir
sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf üzerindeki hâkimiyetini, onun kendi dünya görüşünü, ideolojisini kısmen zorla ancak büyük ölçüde ikna yoluyla veya en azından kabullendirerek empoze etme yeteneğini anlatacak biçimde genişletir.
Gramsci genellikle yirminci yüzyılın önde gelen Marksist teoris- yenlerden biri olarak kabul edilir. Onun amacı, alternatif bilimsel Marksist bir yaklaşım, radikal sosyalistler ve kitlelere -köylüler ve işçi sınıfına- devrimci değişimi sağlamada gerçek ve aktif bir rol tanıyan hümanist bir yaklaşım geliştirmekti. Sosyalist bir devrim, ona göre, kendiliğinden olarak ortaya çıkmaz. Sosyalizm determinist tarihsel ve ekonomik yasaların kaçınılmaz sonucu değildir, halkın katılımını ve özellikle ahlâkî ve ideolojik liderliğin kitleleri aydınlatması ve yönlendirmesini ve kollektif bir ulusal halk iradesi yaratmayı gerektirir.
Gramsci, bu nedenle, hegemonyayı askerî olduğu kadar ideolojik bir yönetim olarak, üretim araçları kadar egemen düşüncelerin de kontrolü olarak tanımlar. Bu bakış açısından, kapitalizmin yirminci yüzyıldaki gücü, onun sadece Batı dünyasındaki egemen ekonomik sistem olarak gücünden değil, aynı zamanda -işçiler, tüketiciler ve yurttaşlar olarak- insanların düşünme ve davranış biçimlerini kontrolünden kaynaklanır.
Kapitalizm günümüzde ekonomik bir sistem olduğu kadar bir yaşam biçimidir. Onun ticaret, tüketimcilik ve kâr arayışı gibi fikirleri, kültür ve spordan çalışma hayatı ve boş zaman faaliyetlerine kadar, hayatın her alanına nüfuz etmiştir. Para kazanma, alışveriş tutkusu, zengin ve ünlü hayat tarzlarına duyulan özlem Batı toplumunun temel değerleri ve güdüleridir ve Ford, Sony ve McDonald’s gibi dev şirketler bir yandan hepimizi daha fazla satın almaya ve tüketmeye ayartırken, öte yandan yeni piyasalar ve kâr arayışlarını sürdürürler. İdeolojik kontrol, Gramsci’ye göre, ne askerî güç ne de ekonomik egemenliktir, gerçekte en üst hegemonya biçimi zorlamadan ziyade iknadır -ve Batılı toplumlar günümüzde kapitalizmi sadece kafalarında değil kalplerinde de yaşatmaktadırlar ve onları sosyalizmin en iyi yaşam biçimi olacağına inandırmak çok zaman alacaktır.
Bununla beraber, 1920’lerde, Batılı toplumların ekonomik kargaşa içinde oldukları, İtalya, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki işçi sınıflarının kitlesel işsizlik, yüksek enflasyon ve I. Dünya Savaşı sonrasının yoksulluk, sömürü koşullarında devrimci bir harekete kalkıştıkları bir dönemde Gramsci’nin düşünceleri güçlü bir etki yarattı. Gramsci hiçbir yönetici sınıfın ekonomik kontrolle, hatta salt siyasal güce dayanarak hegemonya kuramayacağını öne sürer. Bu tür çıplak baskı sadece devrimlere yol açacaktır. Ayrıca gerek duyulan şey.
ideolojik egemenlik, yönetilenin rızasıdır ve bu da aile, kilise, hukuk, medya, okullar ve hatta sendikalar gibi sosyalleştirici birimler tarafından sağlanır. Bütün bu birimler yönetici sınıfın değerlerinin gelişimine yardımcı olurlar ve bu değerlerin eleştirmeden ve bilinçsizce ‘normal’ kabul edilmesini sağlayarak, onu meşrulaştırırlar. Onlar gündelik hayatın ve hatta ‘sağduyusal’ anlayışlarımızın temelini oluştururlar. Nitekim yönetici sınıf nihayetinde kendi yönetimini devlet (hukuk, polis, ordu vb.) aracılığıyla dayatırken, gerçek kontrolü sivil toplum üzerindeki entellektüel hâkimiyeti aracılığıyla sağlar.
Fakat tam ideolojik hegemonya nadirdir ve asla tam olamaz. O, daima alternatif grupların yeni meydan okuyuşlarıyla, yeni fikirler, yeni krizlerle karşı karşıyadır. Bu egemenlik, hâkim sınıflarla toplumun diğer kesimleri arasında değişen ittifakların kurulduğu bir ‘tarihsel blok’ sayesinde nüfusun kitlesel desteği kazanılarak mümkün olur; ancak, bu ittifaklar her zaman tartışmaya ve yıkılmaya açıktır. Bu zafiyet, işçi sınıfı gibi tâbi konumdaki sınıfların ahlâkî, fikri ve siyasal liderliklerini geliştirmelerinin, yaygın destek kazanarak yönetici sınıfı devirmelerinin yolunu açar. Kapitalist toplumlarda, işçi sınıfı, özellikle burjuvazinin telkinlerine direnebilecek ve bunu teşhir edebilecek kuvvetli bir konumdadır. Kapitalist koşullarda, çalışma hayatının gündelik deneyimleri bu sistemin özellikle sömürücü ve baskıcı doğasını gözler önüne serer. Ancak, bu bilginin devrimci eyleme dönüştürebilmesi, radikal aydınların kitlelere proleter devrimci sınıf bilincini taşımalarıyla ve nihayetinde onları eyleme yönlendirecek eğitimi vermeleriyle mümkündür. Bu yüzden, hakiki bir işçi sınıfı devrimi ilk olarak burjuva ideolojisini teşhir etmek için fikir mücadelesini gerektirir: yani, işçi sınıfının devlet ve toplumun siyasal ve ekonomik kontrolünü ele geçirmeden önce felsefi ve ahlâkî liderliği ele geçirdiği bir kültür devrimine ihtiyaç vardır. Komünist Partinin rolü, bu yüzden, Gramsci’ye göre, işçi sınıfı bilincinin gelişmesine yardımcı olmak ve devrimci bir ittifak oluşturabilmek için, onun diğer grupların desteğini kazanmasını sağlamaktır.
Bu yüzden Gramsci hegemonyanın asla tam olamayacağını, – yönetici sınıf arasında olduğu kadar işçi sınıfı arasında da- ideolojik kontrol mücadelelerinin her zaman var olacağını kabul eder. Bütün yönetici sınıflar halkın desteğini sürdürmek ve güçlü kalmak istiyorlarsa ödünler vermek zorundadırlar. Tam beyin yıkama totaliter bir devlette bile asla tam anlamıyla mümkün değildir. Kapitalist fikirler modern toplumun her yanına nüfuz etse bile, insanların kendi deneyimleri -kapitalizmin çevre üzerindeki etkileri, çoğu birey ve grup üzerindeki yalnızlaştırıcı ve yabancılaştırıcı etkileri ve çılgınca tüketim- açıkça kapitalist ekonominin zayıflıkları, zararları ve sömürüsünü ortaya çıkarır. İnsanlar kapitalist propagandayı anlayabilir, radikal bir değişim olmasa da reforma ihtiyaç olduğunu görebilirler; onlar hayatı gerçekte olduğu gibi ve olması gerektiği gibi görebilirler.
Gramsci’ye göre, bu yüzden, gerçeklik ve ideoloji aynı oluncaya kadar gerçek hegemonya mümkün değildir. Kapitalizm, temel çelişkileri ve sömürüsü nedeniyle tam egemenlik sağlayamaz. O gücünü sürdürebilmek için ödünler vermek, toplumun rızasını ve meşruiyet kazanmak zorundadır. O hegemonik etkisini, meşruiyetini bir kez yitirdiğinde devrimin yolu açılır. Çarlık Rusyasında Çar Nikola ve ailesinin halkın desteğini tamamen kaybettiği için Bolşevikler iktidarı ele geçirirken, modern kapitalist toplumlarda halk yönetici sınıfların daha fazla güce sahip olduklarını düşünür. Gramsci proleter bir devrimin anahtarı olarak ideolojinin boğucu gücünü görür. Proleter devrim, ona göre, entellektüellerin ve işçi sınıfı kitlesinin, kapitalist hegemonyaya direnerek onu yıkmak ve yerine yeni bir devrimci dünya düzeni ve sosyal adalet anlayışını geçirmek için Komünist Parti içinde bir araya gelmeleri ve halkın desteğini almalarıyla mümkündür.
KAVRAMSAL GELİŞİM
Gramsci’nin hegemonya kavramı Sovyet komünizminin katı Ortodoks yaklaşımına temel bir alternatif sunarak savaş-sonrası Marksizm’i büyük ölçüde etkiledi. O gelişmiş kapitalizmin kompleks yapısı ve ayrıca özellikle Batı Avrupa’da 1930’ların faşist rejimleri altında bile işçi sınıfı arasında devrimci bilincin yokluğu gibi konularda yeni açıklamalar getirdi. O ayrıca alternatif sosyalist bir strateji sundu: bu strateji, gücü ele geçirmek ve sürdürmek için şiddet kullanmayı onaylayan Bolşevik siyasal devrim modelinden ziyade, Batılı toplumların liberal reformları ve bireysel haklarına sahip çıkmayı önermekteydi.
Gramsci’ye göre, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmeden önce yapması gereken şey, kendi alternatif hegemonyası veya dünya görüşünü ortaya koyarak, yani kapitalist kültürü sorgulamak ve yıkmakta, kusurları, sömürüsü ve baskıcı doğasını teşhir etmekte ve böylece yeni özgür toplumsal düzen için bir temel sağlamakta kullanılabilecek yeni bir sosyalist ‘sağduyu’ -devrime götüren ve ardından işçilerin gücünü sağlamlaştıran ve meşrulaştıran bir karşı-hegemonya- geliştirerek, yönetici sınıfın hegemonyasını yıkmaktır. Burjuva dünya görüşünün yerine gerçek sınıf bilincini sağlayabilecek sosyalist bir dünya görüşünün geçirilmesine gerek vardır.
İdeolojik zafer, böylece, bedenler ve kafalar kadar ‘kalpler ve zihinler’ için savaşta da, sınıfsal zaferin bir habercisidir. Böylece, fiziksel bir devrimden uzak durulması, işçiler ve Komünist partinin kansız, şiddet içermeyen bir devrim yapması mümkün olabilir. O sosyalizme ulaşmak için teori ve pratiği birleştiren alternatif bir strateji önerir.
Bu yüzden, Gramsci’ye göre, fikir mücadelesi ekonomik ve siyasal kontrol mücadelesi kadar önemlidir. O olmadan sınıf bilincine ulaşılamaz, ne de işçi sınıfı Komünist partinin yönetimine razı olur.
Gramsci’nin hegemonya kavramını kullanış biçimi, terimi siyasal önderlik veya devletin hâkimiyetini anlatmakta kullanan Lenin ve Mao-Çe-Tung gibi daha ortodoks Marksistlerinden farklıdır. Onun yorumu ve stratejisi şu noktalarda farklılık gösterir:
- Siyasal ve ekonomik faktörler yerine ideolojik, ahlâkî ve kültürel faktörlere, entellektüel bir devrimin önemine, yani devletin kontrolünü ele geçirmek yerine kitlesel sınıf bilincini artırmanın önemine vurgu;
- Devrimle ilgili olarak, işçi sınıfı dışındaki kitleler ve gruplara vurguda bulunarak, öğrenciler, kadınlar. Siyahlar gibi proleter olmayan radikal grupların da harekete kazanılması. Sadece işçi sınıfını değil diğer kesimleri de kapsayan bu genel analiz, Batılı Marksistlere 1960’lar ve 70’lerdeki öğrenci devrimlerini ve Kadın Özgürlüğü hareketini açıklamalarında büyük ölçüde yardımcı olmuştur.
- Onun her ülkenin kendi koşullarına bağlı bir Ulusal-Kitle Hareketi yaratmasına vurgusu, bir dünya devriminin gelmesini veya Moskova’nın direktiflerini beklemeyen, ulusal stratejilere sahip bağımsız Komünist partiler ve sosyalist hareketlerin gelişimine yardımcı olmuştur.
- Onun teori ve pratiğin birliğine vurgusu radikal aydınları işçi sınıfıyla ilgilenmeye itti ve onları Marx’ın “insanlar, temel, kişisel- olmayan tarihsel güçleri beklemekten ziyade bizzat kendi tarihlerini yaparlar” sözünü geliştirmeye yöneltti.
Gramsci’nin analizinde, sadece yönetici sınıfların gücü nasıl ele geçirdikleri değil, -güç ve ekonomik hâkimiyetin yanı sıra siyasal liderlik sayesinde- bu gücü nasıl ellerinde tuttukları da gösterilmeye çalışılır: bu siyasal liderlik başarılı biçimde yıkıldığında onun siyasal düşüşü de beraberinde gelecektir. Gramsci Hapishane Defterlerinde, örneğin, Fransız Devrimi sırasında kitlelerin özlemlerini kendi propagandalarına katarak köylülerin kitlesel desteğini kazanan Jakobenler’in başarısın/ sahip olduğu desteği genişletemeyip sonunda çöken İtalya
Parlamentosu’nun başarısızlığı ile karşılaştırır. O, kapitalist ekonominin yönetici sınıfı olan burjuvazinin, -kapitalist ekonominin istikrarsızlığına rağmen- sosyalist meydan okumalar karşısında bile entel- lektüel üstünlüğünü sürdürerek gücü nasıl elinde tutabildiğini; muhafazakâr hükümetlerin güç kullanmak yerine kitleleri, hatta proletaryanın büyükçe bir kesimini kendi fikirlerinin onların fikirleri olduğuna inandırarak nasıl pasif devrimler yapabildiklerini göstermeye çalışır. 1980’lerde Britanya’da Thatcher’ın muhafazakâr hükümeti. Refah devleti politikalarını terk etmekle, militan sendikalar ve yerel otoriteleri ezmek için sadece devleti ve hukuku kullanmakla kalmadı, aynı zamanda liberal kapitalist değerlerin hâkim olduğu ideolojik bir iklim oluşturdu. Bu ideolojik iklim piyasa güçleri, özelleştirme ve eşitsizliğin kabullenilmesini sağlamakla kalmadı, sosyalist yönetim altında modern Britanya’nın tehlikeye sürüklendiğine ikna ederek, işçi sınıfının bile İşçi Partisi’ni terk etmesine yol açtı. Nitekim işçi sınıfı, güç kazanmak için kendi özel çıkarlarını aşmalı, toplumun diğer kesimleriyle birleşmeli ve kendi davasının ahlâkî doğruluğunu göstermek için halkın büyük kesimini kazanmalıydı. Modern sosyalist bir devrim, Gramsci’ye göre, siyasal güç kadar fikirleri, bir lider kadrosu kadar azınlığın kitlesel desteğini gerektirir. Ona göre, ideal toplum devletin yasalarıyla bireysel vicdanın zorunluluklarının örtüştüğü bir toplumdur.
Gramsci modern Marksizm’in ‘üstyapı teorisyeni’ olarak adlandırılır. O entelektüelin, burjuva ideolojisini sorgulayabilecek ve sınıf bilincine sahip olması için işçi sınıfını eğitebilecek alternatif bir hegemonya geliştirmede anahtar bir role sahip olduğunu düşünür. O organik ve geleneksel entellektüeller, meşrulaştırmada ve sınıf bilinci yaratmada uzman olanlar ve geleneksel olarak topluma bağlı olan ve onun kültürü ve geleneklerini sürdürmeye çalışanlar ayrımı yapar. Devrimci bir parti, hegemonyasını kurmak ve kitleleri kendi safına çekmek için ikisinin de desteğine ihtiyaç duyar.
Gramsci ortodoks Marksizm’i, onun pozitivizmini, ekonomik determinizmini ve tarihsel materyalizme katı bağlılığını şiddetle eleştirir. O otomatik ve kaçınılmaz bir tarihsel gelişme düşüncesini reddeder. İnsanlar gelmesini beklemekle kalmayıp tarihlerini yapmak zorundadırlar. Kitleler devrimci değişme olacakmış gibi hareket etmeli ve bunu başarabilmek için sınıf bilincine sahip olmalıdırlar; onlar tarihteki yerleri konusunda bilinçli olmak ve onun için -pasif değil— aktif bir biçimde mücadele etmek zorundadırlar. Entellektüellerin öncülük ettiği bu kitlelerin ihtiyacı, devrimci bir ideoloji, felsefeyle pratiği birleştiren bir hegemonya, Lenin ve Bolşeviklerin benimsediği
stil ve tarzda kültürel liderlik sağlayan bir praxis felsefesidir. Onun Marksizm yorumu kendi döneminin Marksizm’ine göre daha esnek, iyimser ve özgürlükçü, çağdaş topluma çok daha yakındır. Bu yüzden Gramsci’nin cazibe gücü yüksektir.
Kaçınılmaz olarak, Gramsci’nin daha İnsanî, açık ve kademeli sosyalist strateji analizi, daha ortodoks Marksistler tarafından fazlasıyla liberal olduğu, tarihsel materyalist yasaların tarihsel önemini yadsıdığı için eleştirilirken, Komünist Parti tarafından proletaryanın devrimci saflığını tehlikeye atmakla suçlandı. Louis Althusser ve Nicos Poulantzas gibi yapısalcılar özellikle çok sert eleştirilerde bulundular. Yine de, bu kavram Batılı Marksistlere gelişmiş kapitalizmin kompleks yapılarını analiz edecek ve Avrupa işçi sınıfında devrimci ateşin yokluğunu ve Britanya’da Thatcher’ın, Amerika’da Ronald Reagan ve George Bush’unki gibi Yeni Sağ hükümetlerin başarılarının ve gücü ellerinde tutmalarının nedenlerini açıklayacak temel bir araç sağladı. Gramsci’nin düşünceleri -Batı kapitalizminin sömürü, baskı ve eşitsizliğini gözler önüne seren ve böylece radikalleri sosyalist davaya kazandırarak barışçı bir devrime yol açan bir strateji sunarak- Batı Avrupa’da Yeni Sola ve Avrupa-komünizmine ilham kaynağı oldu. İronik olan, yönetici seçkinlerin hegemonyalarını, yönetme hakkının ahlâkî temelini yitirdikleri ‘kansız devrimler’in en iyi örneklerinden bir kısmının Batı Avrupa’daki toplumlardan ziyade Doğu Avrupa ülkeleri olmasıdır. Berlin duvarının yıkılışı, Doğu Avrupa’daki komünist yönetimlerin çöküşü ve yakınlarda Sırbistan’da Slobadan Milosevic’in yönetimden çekilmesi, hepsi yönetici sınıfın ideolojik gücünün çöküşünün ve kitlelerin onların hegemonyalarını, ahlâkî ve fikri liderliklerini kabul etmeyi sürdürmeyi reddettiklerinin göstergesidir. Onlar yönetme haklarını yitirirken askeri güçlerini de yitirdiler ve savaş- sonrası diktatörlerin çoğu ahlâkî ve siyasal açıdan iflas etmiş rejimleri sürdürmeye çalışmaktan ziyade çekilmeyi seçti.
Hegemonya kavramı radikal eylemler kadar akademik araştırmalara da ilham kaynağı oldu. Hegemonyanın akademik araştırmalar üzerindeki etkisinin örneklerinden biri, Ingiltere, Birmingham Üniversitesi Çağdaş Kültür Araştırmaları Merkezi’nin gençlik kültürü ve medyanın gücü üzerine analizleridir.
Belki de onun en büyük mirası, ölümünden 10 yıl sonra İtalyan Komünist Partisi’nin savaş-sonrası İtalyan politikasının temel gücü olarak ortaya çıkmasıdır: Gramsci’nin teori ve pratiği birleştirme arzusunun fiili bir yansıması.