Kimdir

Halime Toros kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Halime Toros kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Halime Toros Sevil, 1960’da Namrun Mersin’de doğdu. Mersin Atatürk Lisesi’nden sonra Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Yüksek Okulunu bitirdi. Çe­şitli dergi ve gazetelerde hikâye ve yazılar yayımladı. Toros’un, Tanımsız (1991) ve Sahurla Gelen Erkekler (1994) adlı iki hikâye kitabı ve Halkaların Ezgisi (1997) adlı bir romanı yayımlanmıştır.

“Tanımsız” adlı ilk hikâye kitabı, Ekim 1991’de yayımlanan Halime Toros, gü­zel Türkçesi, canlı kuşatıcı üslûbu, samimî anne edası ile ilgi çekici deneyişler içindedir. Halime Toros, ilk kitabında başka başka hikâye tarzları araştırıp dene­yen bir yazar olarak görünüyor. Bebek-anne ilişkileri, marazileşen ölçüde anne sevgisi, hastahane, hastalar, yılgın kadınlar, bunalmış görünen, hatta biraz bunak ev kadınları, Halime Toros’un ağırlık verdiği tipler ve temalardır.

“Tezgâhın Ardında” adlı hikâyesinin girişinde, çok sık girdiği bu iki konu ve temayı art arda görüyoruz. Ayrıca aynı parçada, modem hikâye unsurları ile be­raber Halime Toros’un meraklı olduğu, felâket, facia, kargaşa, dram manzaraları da -Verilen bunalım temaları içinde- dikkati çekiyor:

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” diye mırıldandı sırt çantasını yere in­diren kadın. Sonra çevresine bakındı… Gördüğü, Moğollardı, istilâlardı. Komala­rı vardı, kara dumanlar saçıyorlardı ve nallarının altında ezilmemek için kaçışı­yordu yayalar. Sol tarafında hastalar ve ölüler vardı; büyük, beton bloklarda… Sağ tarafındaysa bürolar, sinemalar, tiyatrolar, bulvarlar, demekler ve canlılar vardı.

Ayaklarını bastığı yer adi bir toprak parçasıydı.

Sirenler çalıyordu. Sol şeridi kimse açmıyordu. Çünkü onların kadının sol ta­rafında hastalan ve ölüleri yoktu. İbn-i Sina, tepeden yükseklerden trafiğin için­deki ambulanslarını kontrol etmekle meşguldü. Bir duvara yapışıp kaldığı için kı- mıldayamıyordu. Acıyla, hüzünle izliyordu trafiği. Bir kavşakta ambulans ağlıyor­du… Önündeki taksi şoförü trafik polisine bakıyordu. Ambulans ağlıyordu. Trafik polisi sert bir hareketle yol vermesini isteyince ambulans rahat bir nefes aldı. He­nüz kurulmaya başlanan Yenişehir pazarının yanından ve işportacıların önünden bir solukta geçti. Sinir bozucu homurtularla İbn-i Sina’nın koynuna doğru yoku­şu tırmanmaya başladı.

Siren seslerinin kesilmesiyle rahat bir nefes aldı kadın. Çevresine bu kez da­ha alıcı bir gözle bakmaya başladı. Bebe donları, nescafe, porselen takımları, elektronik eşya ve canlı tavuk satılıyordu. Çemberin ortasmdaydı. Hayat, etrafın­da dönüyordu. Taşlarla göz göz odacıklar yaptığı çocukluk oyunlarından ne farkı vardı? Soğuktu ve üşüyordu. Toprak da öyle. Rengi kaçmıştı ve kaskatıydı.”

(Dergâh, cilt II, sayı: 21, Kasım 1991)

Halime Toros’tan Bir Hikâye

Pıt Pıt

Üzerini yokladı. Sanki o, gelmiş gibiydi. İşte koynundaydı. Hemen gözlerini kapadı. Yaşlı gözlerinin kenarı onlarca kırışıklıkla doldu. Onlarca yol yaptı tenin­den… Ah birinden gözlerine aksaydı… İçini doldursaydı… Olmadı.

“Hani koynumdaydın? Hani hurdaydın?” diye söylendi kadın. Gözlerini açtı. Yoktu.

Bit zamanlar yanındaydı kadının, tutkuyla beklediği şey. İlkini, İkincisini, üçüncüsünü emzirirken çocukların… Hep yanında, hep parmak uçlarında, ayak­larında, dilinde, akciğerlerinde gezinirdi. Şimdi nerdeydi? Gelirdi de koynunu ka­pardı. Gelirdi de gözlerini açardı. Allah, uyku, kadın ve bebek vardı sabahın sıfır dörtlerinde. Her gece kıyamet kopardı. Yeniden, yeniden… Her gece bu duyguya kapılırdı kadın yalan olduğunu bile bile. Korkardı. Kıyamet kopmuş da sanki, Tann, onu ve bebeğini unutmuş zannederdi. Yeryüzü ve gökyüzü birbirine karı­şırdı. Bebekler ağlardı bu saatlerde. Onlar masumlardı, hissederlerdi…

Bu saatlerde bebekler annelerin uykularını yerdi. Annenin uykusunu yerdi. Yeni bir yaşamı uykusuyla beslerdi kadın. Anne sütü bunun için ak. Uyku gibi, bembeyaz… Karıştırılan mamaların, ezilen bisküvilerin içinde uyku. Bebeğin ağ­zından sızan doygunlukta. Kirli bir mendilde. Bir avuç duru suda köpüklenen şey; deterjan köpüğü, granül sabun.

Pıt pıt pıt pıt.

Kabir azaplarını kadınlar, ölmeden daha ölmeden bilirlerdi. Gaz çıkarma fas­lı bebek sırtına pıt pıt vuran uykulu ellerle başlardı. Pıt pıt pıt pıt… Kahretsin! Çık­mıyor!

Çocuğun hiddetten yüzü kızarırdı, yüzü moranrdı.

Tempo hızlanırdı. Baş dönmeleri başlardı kadının. Gözlerinin önüne uyku be- yazlığma bürünmüş semazenler düşerdi. Pıt pıt pıt pıt… Dönerlerdi, hızlanırlardı.

Kıyametten bir erkek çağrılırdı yardıma. Birileri, bir şeyler, adını koyamadığı bir şeyler vermezdi erkeği. Erkek yorgana daha birsannırdı. Uykuyla daha bir se- vişirdi. Kadın, cinayetin ne kadar da kolay bir şey olduğunu düşünürdü. Tutup sarsacak olsa onu. Sarssa… “Hadi kalk, n ’olursun… ” diye yalvarsa…

Sabır diye bir şeyin altı çizilirdi. Bıkkınlıklar, öfkeler, yorgunluklar sonra ada­let anlamını yitirirdi adım koyamadığı şeyler karşısmda.

Pıt pıt pıt pıt.

Kalkıp karyolanın altına baktı. Sadece bebeğin bir hafta önce kaybolan emzi­ğini gördü.

Cennet yoktu! Cennet yoktu!

Bacakları vardı. Bacaklarında küçük, yeşil damarlar vardı. Karyolanın altın­da emzik…

Bebeği uykuya verdi. Doyurdum, gazını çıkarttım, altını temizledim. Al, senin kadar güzel ve beyaz…

Pıt pıt pıt pıt.

Bebek uyurken gazım çıkarmaya devam ederdi uykularında. Pıt pıt pıt pıt… Dev biberonlar için mamalar pişirirdi, büyük leğenlere kaynar sular dökerdi. Terlerdi. Saatin zili çalardı. İşte akşama devrilecek bir yeni gün. Gözlerini bir ka­pamış bir açmıştı. Bir arpa boyu yol gibi. Develer tellal, pireler berber… Sahi uyu­muş muydu? İnanılmazdı. Sabah olmuştu ve kadın uyuyup uyumadığını bilmi­yordu.

Allah ü ekber.

Allah ü ekber.

İşte bir müezzin. İşte kıyamete karışmayan bir kişi daha. Sesini okşadı müez­zinin, sevdi… Yalnız değildi. Sonra hırsızlan sevdi. Mahalle aralarında dolaşan ürkek gölgeleri.. Fahişeleri sevdi. Ama yine de perdeleri aralayıp dışanya baktı­ğında… Canı binleriyle bir ‘şey’leri paylaşmak isterdi hep.

Pıt pıt pıt pıt.

Uykusunun sıklıkla gezindiği bir mekânda, bir parktaydı. Yaşlı insanlar, son­bahar, hüzün ve uykunun çekilip çerçevelendiği seyirlik bir mekândaydı. Şura­cıkta, bir bankta kıvnlıp en güzel uykusuyla uyuyacak ve genç bir fotoğrafçı ço­cuk, kadının bu en güzel ‘an ‘mı dondurup belki de biryanşmada birincilik ala­caktı.

Öylesine, kolunu uzatmış, başını üzerine koymuştu bir adam. Gitti göz kapak­larını araladı adamın. “Burda mısın?” diye sordu uykuya. Adam bir silkinişte fır­ladı yerinden. “Bunak kan” diye bağırdı. “Deli misin ne?” Kadın ağzını açıp bir şeyler söyleyecek oldu. Sonra vazgeçti. Sarsak, yorgun adımlarla gökyüzüne, çimlere sürünerek gözden yitip gitti.

Dışarıda yaşanacak bir hayatı yoktu kadının. Yorgun ve güvensizdi. Üstelik yaşamak değildi istediği. Sadece, sadece uyumak istiyordu. Yaşlı insanlar hep uyurlardı. Bir kanepe kenannda, bir otobüs koltuğunda, bir bankta… Yatakları­na yattılar mı uykulan kaçardı. Ama kadın uyuyamıyordu. Ama uyumayıp da ne yapacaktı? Uyumak istiyordu. Pembe kulak tıkaçlan, uyku haplan, koyunlar, ılık sütler, şekerli yoğurtlar… Uyku tarihinin değerleri klâsikleri ile seanslar dü­zenledi. Hep geliyormuş gibi yapıp gelmedi.

Pıt pıt pıt pıt.

“Hâlâ çocuklann kaka renginde misiniz?” diye sorduklannda bir zamanlar…

Kadın incecik bir öfke duyardı. Bundan anlamlı, bundan önemli bir şey var mıy­dı hayatlarında? Bunun için yaşamıyorlar mıydı? Bunun için uykusuz kalmıyor­lar mıydı? Cennet kendilerinde değil miydi? Onu bir bulsa, koynuna bir soksa, bir daha bırakmayacaktı. Bir bulsa… Hacı Bayram’a doğru uzandı. Erkek sesleri kasetlerden sokağa dökülüyordu. “Müslümanlar! Müslümanlar!” diye bağırıyor­du birbirine karışan sesler. Korkuyla ürperdi kadın. Öfkeli seslerden hep kork­muştu. O, cennetin yumuşakhğım arıyordu. Rüya tabirleri, kadın ilmihalleri sa­tan, hidayet ve kurtuluş satan bütün derme çatma dükkânlardan ölesiye korktu. Ölesiye korktu pazarlaşmaktan. Hızlı adımlarla camiye doğru yürüdü.

Güvercinler uçuştular.

Hacı Bayram Veli’nin türbesi sessiz ve ılıktı. Uyku orda, kabirdeydi. O kadar saygıdeğer bir yerdeydi. İnsanlar ellerini açmış ağhyor, insanlarhuşu içinde bir şeyler istiyordu. O da açtı ellerini. Gözlerini kapadı ve kendisini yanma alması­nı istedi Hacı Bayram Veli’den…

Sırtında “pıt pıtları duydu. Demir parmaklıklara daha bir sıkı yapıştı. Bir el onu uykuya hazırlıyordu. Hemen çıktı türbeden ve yanında Hacı Bayram Veli ile birlikte korkusuzca girdi cenaze malzemeleri satan bir dükkâna. Kefenlik bez, yumuşak havi ular ve sabun aldılar. Uyku gelmeden önce bir güzel temiz olmalıy­dı. Güvercinlere yem atıp türbeye girdiler birlikte. Yanında o olduktan sonra, kimseler, kimsecikler bir şey diyemezdi kadma.

Pıt pıt pıt pıt.

Onu niçin buraya getirdiklerini bir türlü anlamıyordu kadın. “Burası cennet değil’’ diye mırıldandı. Demir parmaklıklar, tuhaf bakışlı insanlar, beyaz gömlek­li kadınlar, erkekler… Burası cennet değil. Kefenini, sabununu, havlusunu, tası­nı koyduğu bohça kolunun altında, yatağa çöktü.

“Burası cennet değil ve ben daha yıkanmadım.”

“Nerdesin? Nerdesin?…” diye bağırdı kadın: “Nerdesin?… Artık yeter, artık yeter! Ver hadi cennetimi. Verin cennetimi…”

Bohçasını göğsüne bastırıp battaniyenin altına gizlendi. Ve şu sözü defalarca mırıldanarak uykuya daldı: Affet Allahım… (Dergâh, sayı: 3, Mayıs 1990)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler