Kimdir

Haldun Taner kimdir? Hayatı ve eserleri

Haldun Taner kimdir? Hayatı ve eserleri: 1915-1986 Hukuk-ı Düvel hocalarından Ahmet Selâhattin Bey’in oğlu olan Haldun Taner, babasını beş yaşındayken kaybetmiştir. İlk-orta öğrenimini Galatasaray’da yap­tıktan sonra Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilimler Okulu’na devam etmiş ve yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiya­tı bölümünde bitirmiştir. 1938-1942 yıllan arasında tutulduğu ağır tüberküloz has­talığını, Erenköy Sanatoryumu’nda geçirmiştir.

1950-1954 arası, Edebiyat Fakültesi’nde sanat tarihi asistanlığı yapmış, 1954- 1956 yıllarında Viyana Enstitüsü’nde tiyatro uzmanlığı okumuştur. 1957’den son­ra bir süre Tercüman gazetesinde yazmış, Gazetecilik Enstitüsü’nde Sanat Tarihi, Edebiyat Fakültesi’nde Tiyatro Tarihi okutmuştur. 1960’lardan sonra, daha çok ti­yatro eserleri yazmış ve anların sahnelenişi ile uğraşmıştır,

İlk hikâyelerini 1944’te yazmaya başlayan Taner onları şu kitaplarda toplamış­tır:

Yaşasın Demokrasi (1949), Tuş (1951), Şişhaneye Yağmur Yağıyordu (1953), Ayışığında Çalış-kur (1954), On İkiye Bir Var (1954), Konçinalar (eski kitapların­dan seçmeler 1967), Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (1969).

Tercüman’da yazdığı fıkralarını Devekuşu’na Mektuplar (1960)’da toplayan Taner; sohbet, gezi, deneme türündeki eserlerini sonradan: Hak Dostum, Canlar Ölesi Değil, Düşsem Yollara, Çok Güzelsin, Berlin Mektupları, Koyma Akıl, Önce İnsan Olmak adlarıyla kitaplaştırmıştır.

Haldun Taoer 1960’tan sonra daha az hikâye yazmış, birçok “kuşaktaş”ları gi­bi roman yazıcılığına da geçmeyip, çalışmalarım tiyatroda yoğunlaştırmıştır. Es­ki hikâyelerinin birçok kahramanları gibi, hikâyelerinde bulunan olay ve konula­rı da, bazı oyunlarına malzeme yapmıştır. O günden beri yazdığı ve oynattığı tiyat­ro eserleri şunlardır:

Günün Adamı (1953), Dışardakiler (1957), Ve Değirmen Dönerdi (1958), Fazilet Eczanesi (1960), Lütfen Dokunmayın (1960), Huzur Çıkmazı (1962), Keşanlı Ali Destanı (1964), Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım (1964), Eşeğin Gölgesi (1965-1966 tiyatro mevsiminde, İstanbul Şehir Tiyatrosunda oynanmıştır.), Zilli Zarife (1966). Bundan sonra dört arkadaşıyla 1967’de kurduğu Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda, Vatan Kurtaran Şaban (1967), Bu Şehr-i İstanbul M (1970), Astro­not Niyazi (1970), Ha Bu Diyar (1971), Aşk u Sevda (1972), Sersem Kocanın Kur­naz Karısı (1971), Dev Aynası (1973) adlarıyla yeni Kabare havasında tulûata yat­kın eserlerini yazdı ve sahneye uyguladı.

Başlangıçta kendi tarzında değerli bir hikayeci olarak tanınan Haldun Taner, 1960’tan bu yana tiyatro eserleriyle de ün yapmıştır. Edebiyatımızda Hikayeci ol­duğu kadar oyun yazarı olarak da tanınacaktır.

Taner’in Türk tiyatrosu’nda “epik” tam ilk defa deneyen Keşanlı Ali Destanı, 1964 mevsiminde 275 kere temsil edilmek başarısına ulaşmış, kitlelerce çok sevil­miştir. Yurt dışında, yabancı dillerle de temsil edilen “Keşanlı Ali Destanı” epik’te öncü olduktan başka, tiyatromuzun klâsikleri arasında da yer almıştır.

Taner’in Eserlerine Genel Bakış

Haldun Taner, hikâyelerinin yapısı bakımından 1940’ta Sait Faik’le gelen Ye­ni Hikâye tarzını gözetmeyerek olaya sımsıkı bağlı, klâsik örgülü hikâyeler yaz­mıştır. Yeniliği başka türlü bir anlatışla, kişi ve çevreleri kendine mahsus ele alış­la sağlamıştır.

Teknikçe Sait Faik tarzından ayrıldığı gibi konulan bakımından Sosyal Ger­çekçilerden de aynlır. Genellikle büyük şehirdeki bozulmuş, gösterişçi, züppe, iki yüzlü çevreleri anlatan Taner, köy hikâyeleri yazmadığı gibi belli bir sınıfın sa­vunma veya kınamasını da açıktan yapmamıştır. Ancak daha sonraki oyunlarında (Eşeğin Gölgesi – Vatan Kurtaran Şaban vb.) yine büsbütün doktrinci-Marksist olmamakla birlikte moda olan basit sosyalist görüşlere ve “düzen değiştirme” çabalarına Haldun Taner’in de kenarda kalmak (yani Marksistler tarafından beğe­nilip anılmamak) korkusuyla katıldığı (1965’ten sonra) görülmektedir.

Fakat Haldun Taner öteden beri toplumcu ve tekçi (ferdiyetçi) özellikleri bir­likte taşımaktadır. Nitekim, 1960’ta yapılmış bir soruşturmaya (hikayeci olarak) şu cevaplan vermiştir

“Toplum meseleleriyle ilgilenmeyen edebiyat, bence eksik, güdük bir şey olur. Bugün Batı’da yazar, çevresinin aynı zamanda en ileri düşünürü sayılıyor. Elini eteğini toplumdan çekip Gidişi kulesinde kozasını ören sanatçı tipi, pence­reden gözlediği komşu kızı için sararıp solan platonik âşık tipi kadar modası geç­miş bir yaratıktır. İşte Thomas Mann, işte Malraux, işte Sartre, işte Ulpton Sinclaire. Bunların hepsi, toplumun bir aktüel meselesi üzerine söyleyecek sözü olan, çevrelerindeki aydınlara ışık tutan, yön gösteren yazarlardır… ”

Bu görüşe dayanarak kendi “modem hikâye”lerinin yapı ve özelliklerini de şöyle anlatıyor:

“Sade şahsî plânda kalmamak, bugünün sosyal meselelerine de yönelmek. Toplumun, çevremizin bütün tiplerinin kalıbına girebilmek onları kendi ağızları ve düşünüş tarzlarıyle konuşturabilmek. Bugünün davalarım ele almak, toplu­mun birtakım aksaklıklarını gerek realist tasvirlerle, gerek alaya alarak hicivle göstermek. Ve asıl önemlisi, bunu sanatkârca yapmak… Yapma bir edebiyatçılık­tan kaçınıldığı kadar kuru bir makale üslûbundan da o kadar kaçınmak. Hâsılı hem sanat eseri yaratmak hem topluma faydalı olmak”.

Şu son paragrafta Haldun Taner’in hikâyelerindeki ve birçok oyunlarındaki nitelikler özetlenmiş oluyor:

Gerçekten Taner, tekçi ve toplumcu meseleleri aynı zamanda işliyor. Daha doğrusu bazı kişileri, bazı aile veya toplulukları, bazı tipleri odak edinerek toplu­mu anlatıyor.. Davaları, bir makalede olduğu gibi nazarî olarak vermiyor. Kuram­ları veya fikirleri savunmak için hikâye yazmıyor. Sanatkârlığı önemsiyor. Her şeyden önce hikâye yazmayı düşünüyor. Bazı Sosyal Gerçekçi’lerin tersine olarak fikirlerine uygun olay ve kişiler türetmektense bizi, olağan hadiseler ve onları ya­şayan (her yerde rastlanabilir) kişiler üzerine düşündürmek istiyor.

Çok hikâyesinde eski veya yeni toplumcu varsayımlarla insanların düzeltilebi­leceğine inanmadığı görülür. Bunun için insanlara, topluma kuşku ile biraz tik­sinmiş olarak yerici-alaycı açılardan bakıyor. İnsanları dönek, iki yüzlü, ahlâksız buluyor. Güveni ve saygısı az olduğu için onları küçümsüyor ve hafife alıyor. Bi­raz acıdığı hissedilen birkaç kahramanının dışında hemen bütün kişileri komp­leksler, dolapçılıklar, fahişelik ve çıkarcılıklar içinde bayağıdır. Bir kısmı silik, ezik, bir kenarda kalmış veya dengesiz yaratıklardır. Hele kadınları iyice hafif, yalnız para, konfor ve erkek düşünen hayâsızlardır.

Yazar, bunları daha da aşağılatmak için çok defa hayvanlaştıkları durumlar­da… Sözgelişi: helada veya sevişme hâllerinde ele alıyor. Onları derinleştirmeden, köklü bir düşünce açısına veya duygu süzgecine koymadan, anlık görünüşleriyle sunuyor. Denilebilir ki: Haldun Taner, insanlara ayaklarından yukarı ve bellerin­den aşağı doğru bakıyor ve onları hep birtakım kirli işler yaparken, poz alırken, hayvanlaşırken, riyakârlık ederken, birbirlerini aldatır veya sömürürken yakalı­yor. İçindeki karamsarlıkla ve biraz kine benzeyen öfkeli duygularla onları hoş görmüyor, bağışlamıyor. Sait Faik in zıttına, kusurlarını yüzlerine vurmaktan ve onları maskara etmekten zevk alıyor.

Hikâye ve oyunlarında yaşatılan kişilerin çoğu, sonradan görme, harp zengi­ni, fırsatçı, züppe, birtakım açıkgözlüklerle para vurmuş; ilim adamı titrine rağ­men cahil; kabadayı veya kahraman görünüşü altoda korkak; politikada “günün adamı”; melek çehresi altoda fahişe ruhu taşıyan; âdiliklerini kibarlık, namus ve­ya dindarlık perdesi altoda gizleyen, hiçbir manevî değere veya fazilete sahip ol­mayan tiplerdir.

Bunların çoğu zengin semtlerde, sayfiyelerde, yüksek sosyete çevrelerinde ya­şarlar. Aralarına bazen, güngörmüş ihtiyarlar, saf hizmetçiler, halktan adamlar da katılır. Bunlara bakıp da iyimser olmak imkânsızdır. İyiler varsa, yenilmiş, sömü­rülmüş, bir yana itilmişlerdir. Açıkgözler yükselip nüfuz, kudret ve servet sahibi olmuşlardır. “Vatan Kurtaran Şaban “gibi “Gözlerini Kapayıp Vazifesini Yapan’’ ki­şiler gibi iyiler ve fedakârlar varsa, onlar sâf ve aptal oluşlarından yahut da kötü­lüğe fırsat bulamadıklarından öyledirler. Çoğu da, kendilerini topluma rol ile yut­turan: Keşanlı Ali gibi sahtekârlardır. O halde: Böylesi bir toplum düzelemez, “Hu­zur çıkmazdadır.” düşüncesi, Taner’ in bütün eserlerinde temel görüştür.

Haldun Taner’in hikâye ve oyunlarında başı, sonu belli, entrikalı, sürprizli bi­raz da güldürücü olaylar vardır. Çoğu; sosyete çevrelerinin, yeni zenginlerin, şı­marık ve isterik kadınlarla kızların, yabancı hayranlığında bayağılaşmış, bütün değerlerden kopmuş tiplerin başlarından geçer. Bu hikâyelerdeki alaycı, komik,

*yerici unsurlar olayların tuhaflığında değildir. Bu unsurlar, daha çok üslûba, ki­şilere ve hikâyenin konusunu ören küçük vak’alara yayılmıştır.

Taner’in üslûbu, canlı, neşeli, nükteli bir İstanbul konuşmasıyla örülmüştür. Mizah, yergi, alay ve bazen çok sivrilen nükteler, bu üslûbun göze çarpan özellik­leridir. Söyleşmelerinde azıcık laubali, fazlaca Meddah konuşmasına kaçan taraf­lar çoktur. Nitekim İstanbul’daki ırk tiplerinin ve Anadolu insanlarının şive tak­litlerini başarıyla yapmıştır.

Sayılan özelliklerine, tiyatro ve hikâyelerinde, biraz da “bilgi verme” ve çok zengin olan ansiklopedik kültürünü gösterme eğilimlerini katarsak Haldun Ta­ner’i, üslûbu bakımından (kendisinin de çok sevdiği) başta Ahmet Rasim, Hüse­yin Rahmi ve Fahri Celâlettin gibi roman, hatıra, hikâye üstatlarına oldukça ya­kın buluruz.

Ayrıca, bazı önemli hikâye ve oyunlarında, sathî değil de derin bir mizah sevi­yesi (hümor) tutturabilen Haldun Taner, Türkiye dışında bazı anlamlı ilgilere ve başarı armağanlarına da lâyık görülmüştür.

Konçinalar, Sancho’ nun Sabah Yürüyüşü, Şeytan Tüyü, Asos vs. gibi çok de­ğerli birkaç hikâyesinde Haldun Taner, özellikle beşeri (insancıl) temaları, bütün dünyada edebiyat meraklılarının anlayabileceği, milletlerarası isimler, timsaller, imâlar ve konularla ele almıştır. Özellikle bunların yabancı dillere çevrilmesi ile, Taner’ in, kalburüstü edebiyat çevrelerinde olmak üzre, Batı’da da haklı bir ün ka­zandığı görülmüştür. Taner gibi, günümüzde Batı dillerine çevrilen başka birta­kım yazarlar da vardır. Fakat bunların çoğu, çağdaş dünya edebiyatlarına, her­hangi bir katkıda bulunmalarından değil de kimisi “Marksist=sosyalist” oldukla­rından kimileri de konusu ilgi çekici macera veya eşkıyalık romanları nitelikle­rinden veya Türkiye’ yi karalayan özelliklerinden ötürü o dillere çevrilmişlerdir.

“Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” Taner’ in dünya mizahına, gerçekten katkısına mükâfat olarak İtalya’da “Bordighera Mizah Hikâyeleri Ödülü”nü kazanmıştır. Yi­ne “Lütfen Dokunmayın” oyunu, Avusturya’nın Graz’ında (1965), Keşanlı Ali Des­tanı ile, 1980’de Hamburg’daki Ems-Deutsch tiyatrosunda Almanca olarak temsil edilmişlerdir.

Önemli bir bölümünü aşağıya alarak tahlil edeceğimiz Şeytan Tüyü hakkında ve başka iki hikâyesi üzerinde, bir yazarın görüşlerini, bu açıdan, size sunmayı faydalı gördüm. Bu yazıyı, Mario Levi, 7 Mayıs 1990’da, Haldun Taner’ in dördün­cü vefat yıldönümü münasebetiyle kaleme almıştır. Mario Levi, “Haldun Taner Öykü Ödülü”nden, hikâye birinciliği armağanı alan bir yazardır. Taner’i anlatan yazısı şudur

“Bir yazarın yaşamıyla yazılan arasında bir ilişki kurmak sizce ne ölçüde an­lamlı olabilir? Söz konusu olan bir eserin açıklanmasıyla hiç kuşku yok ki gerek­siz bir çabadır bu. Ama kimi çözümleme kaygılarının çok ötesinde, bir zamanlar bir şekilde tanınabilmiş olan bir insanın, deyiş yerindeyse bir eski dostun varlığı­nın satır aralarına yansımış olduğunu görmek anlatımı güç bir keyif vesilesi ol­malı. Edebiyatı yaşamla özdeş kılan bir çabanın sonuçlarıyla karşı karşıya bıra­kabilirsiniz bu durumda. Seneler geçmiş olabilir ve Haldun Taner sizlerle bir baş­ka pencereden söyleşebilir.

Bu bağlamda okundukça değişik anlamlar kazanan, bizlerde zamana karşı de­ğişik şekillerde kalıcı olabilen bir sözcük ve deyiş dağarcığıyla karşılaşırız. Al­manya’da bir zamanlar büyük yankı uyandıran, yalnızca bir gazetenin pazar ekin­de yayımlanmakla kalmayıp, Senato’da tartışma gündemine getirilen ve Almanla- nn yabancılara karşı olan tutumları konusunda kendilerini sorgulamalarına ne­den olan “Şeytan Tüyü” adlı hikâyede ince bir alayın yanısıra, dünyanın en “uy­gar” sayılan ülkelerinde bile uygarlık adına yürümeyen bir şeylerin varolduğunu hissederiz. Hikâyede anlatılanlar, doğrusunu söylemek gerekirse bizleri o unutul­maz finale hazırlamaz: Almanların şaşılası bir şekilde sever, ilgi gösterir görün­düğü, polisin bile hoş görülü davrandığı Türk, Berlin’in meydanlarında bir ayı postunun içinde olduğu halde dolaşmaktadır aslında. Bir diğer deyişle kendisini ancak o ayı postunun içine girdikten sonra kabul ettirebilmiştir. Hikâyenin kah­ramanı Ökkeş Topalmusagil belki de bu yüzden son söz olarak “Almanlar insan gadri bilmiyorlar deyi üzülme. Ayı olunca bunlarla daha iyi anlaşıyor insan” der.

Haldun Taner’in, okuyucunun zihninde birtakım sorular uyandıran tek hikâ­yesi değildir elbette “Şeytan Tüyü”! Gündelik yaşantımızın hayhuyunda gerçek dünyalarına girmekte, bir diğer deyişle yeterince tanımakta enikonu nekes dav­randığımız kimi karakterler bizlerden varlıklarıyla küçük bir intikam alır gibidir­ler. “Asos” hikâyesinden sonra, hele hele futbola meraklı olmak gibi garip ve ya­dırgatıcı tutumlar (!) içindeyseniz izleyeceğiniz her maçtaki her kaleciyi belki de bir başka şekilde görürsünüz. Hemen hemen aynı şeyler sabah yürüyüşünde dü­şündükleriyle çevrenizdeki birçok insandan daha akıllı (!) olduğunu kanıtlayabiIen köpek Sancho için de geçerlidir. “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü”nü okuduk­tan sonra da “yoksa” diyebilirsiniz “bizim mahallede sabah gördüğüm o köpeğin bana anlatmak istediği bir şeyler mi vardı?”

Eski Bir Dost

Bütün bunlar, geçmişte bir şekilde okuduklarımızın yaşantımızın gündemine er ya da geç gelebileceğini kanıtlıyor. Geriye her okunuşunda ve yıllar geçtikçe

değişik anlamlar kazanabilecek olan bir hikâye dünyası kalıyor. Bu meselede ara­ya hiç kuşkusuz tercihler giriyor ama “Şeytan Tüyü” hikâyesinde olduğu gibi, bu dünyayı ellerinde tuttuğunu sanan insanların suratına patlatılan şamar edebiya­tın en anlamlı işlevlerinden biriyle buluşturuveriyor bizleri. Bir küçük hüzün yar şanümıza yerleşe kalıyor. Ve bu uzun eserin yaratıcısının, bir eski dost, dahası kolay kolay unutulamayacak bir hoca olması bu aşamada bambaşka bir anlam kaza­nıyor. Bir eksikliğin bir “şeyleri” yeterince anlatamamış olmanın tedirginliğini barındırıveriyorsunuz içinizde. Ama sonuç ne olursa olsun vakit geceyarısını çok­tan geçmiş bulunuyor ve Haldun Taner her şeye karşın sanki “bir şeyler unuttu­nuz” diyor. O bir ‘şeyleri’ bulamıyor ya da bir türlü tanımlayamıyorsunuz. Bütün bunlar bir eserin kolay kolay tüketilmemesi ya da belli belirsiz bir yaşama uç ver­mesi anlamında diyorsunuz o zaman da. Yanılgılardan ya da yepyeni kandırma­lardan kendinize beklenmedik bir sevinç payı çıkarıyorsunuz…

(Cumhuriyet, 1990, s. 7.)

“Şeytan Tüyü” Hikâyesi

Bu hikâye, Almanya’da ancak ayı postuna büründükten sonra Almanların gö­züne giren Ökkeş Topalmusagil’in, amcası oğlu Hidayet’e uzun bir mektubu şek­lindedir.

Mektubun gidişinden anlaşılacağı üzre, Hidayet, Almanların Türklere bakışın­dan, onlara yaptığı muameleden şikâyetçidir. Ökkeş’e mektup yazarak Almanlar dan yakınmış ve bu memlekette çalışmak istediğini anlatmıştır.

Kendi deyişiyle “feleğin çemberinden geçmiş, İstanbul’da avukat odacılığı yapmış, adam sarrafı olmuş… Almanların içine herkesten önce girmiş, kapıdan kovmuşlar bacadan girmiş, onların her türlü huyunu ciğerini okumuş” olan Ök­keş ise Almanların hoşuna gitmeyi becermiştir. Sözde açıkgözlükle gülünç olma­yı da göze alarak kolay kazancın yolunu bulan Ökkeş, Hidayet’e de, kendisi gibi, kurnazlık ederek Almanların suyuna gitmeyi önermektedir. Hatta hem alıştırmak hem de kendi yerini boş bırakmamak bakımından, Hidayet’in de bir süre ayı pos­tuna girmesini, kendi işini yapmasmı istemektedir. Aslında, Türkiye’ye, tatile gi­decek olan Ökkeş’in derdi, yerini boş bırakıp, ilerde başkasına kaptırarak işinden olmak korkusudur. (Not: Baştan bir bölüm çıkarılmıştır.)

“Sen bunların dilini de, âdetini, âdabını da az buçuk öğren ki bak bakalım Al­man dedikleri ne mene bir gâvurmuş. Neyi sever neyi sevmez. Velhasılım gumaşı neden dokulu imiş, bilesin. Bilesin ki gafanı ona göre işletesin. Söz misali, bun­lar durduğu yerde mi böyle gaba ve hoyrat olmuşlar? İş yerinde ossun, Uban’da ossun, sokakta ossun neden hep yabancının gusurunu hoş görmez çemkirir du­rurlar. Bir insan ki hırçındır, bil ki bir guyruk acısı vardır. Gendinle barışık insan gayriye çatsın vaki mi? Şaşmaz bu söylediklerim. Sen Ökkeş a binin sözüne gulak ver. Bu böyle de bunlar entipüften bir millet mi? Haşa. Bunlar tarihte zorlu ordular gurmuşlar, zorlu sanayi gurmuşlar. Hele esgerlikve disiplin konusunda üstle­rine yokmuş. Dünyayı tir tir titretmişler bir zaman. Silah gonusunda ne ki icad edilmişse, bunlar icad etmişler. Cet uçağını, füzeyi, atomu her bir şeyi bunlar bul­muşlar. Hitler az erken davransaydı ilk o patlatacaktı atom bombasını diyenler çok. Herifler çalışkan, vuruşkan, disiplin sahabısı, nime lâzım. Demek ki senin yakındığın böbürlen bunlardan geliyor. Millî marşları bile nasıl başlar: “Doçlân doçlan über a.Ues?” Yani bizim millet en üstündür dimeğe getiriyor. Bir de bizi al En döğüşken, en yürekli, en taşaklı millet olduğumuz halde bizim millî marşımız “ğorhma” deyi başlar. Neden? Tevazuumuzdan. En yeğit biz olduğumuz halde bö­bürlenmeyi ayıp saydığımızdan. Bak ne diyoken nerelere geldik. Sözün gısası, bu Almanlar oldum bittim gendilerini üstün ırktan sanmışlar. Böbürlenip durmuş­lar. Sonra ne oldu? Yedi düvel bir oldu, bunların burunlarını bir eyice yere sürt­tüler. Daş daş üstünde bırakmadılar şehirlerinde, köylerinde. Dört yıl işgal altın­da galdı ülkeleri. Şimdi bile tam galkmış deel al. Günahı boynuna işgal guvvetleri bunların garılan, gızanlarıyla halvet olmuşlar o zaman. Giderkene de arkalarında bir sürü piç bırakmışlar. Şimdi Almanlar bunların öcünü kimden alacak? Gendinden biç. Fabrikada patron mayıstere çıkışır. Mayıster hıncını formenden alır. Formen ona gızar. Gelir seni haşlar. Sen ona gızarsm, evde ganya çemkirirsin. O da öfkesini oğlandan alır. Oğlan da gider güccük gizi pataklar. Demek ki neymiş? Gücü yeten yetene. Şimdi Almanlar da bir şamar oğlanı anyorlar senin annaya- can. Eskiden Yahudilere çullanırlarmış. Şimdi sıkıysa dokansınlar. Onlara virdikleri tazminattan anaları ağladı. Gim galıyor geriye? Biz fakirler, biz gurbetçiler, biz sahapsız garibanlar. Deel mi ki yoksuluz. Namerdin ekmeğine mecburuz. Ne­relerden goşup gelmiş, kapısına gönmüşüz. Vuruyor şimdi o da abalıya. İşte me­sele böyle gardaşım, aslanım benim.

Yine mektubunda “her bi şeyi de mi yannış yapıyoruz ki gaşlarını çatıp başla­rını iki yana sallayıp ya sabur çekmekten sallabaşa dönecehler. Bazen gafam öy­le atıyo ki, çıkayım mayıstere ver ulan benim papirlerimi, memleketime döneyom diyesim geliyo” diye yazmışsın. Amanın yapma gözünü seveyim Hidayet. Bu işte ölmek var dönmek yoh, geri dönmek tükürdüğünü yalamak olur. Köyde elaleme irezil kepaze olmak olur. Ökkeş a binin öğüdüne gulak ver. Galacaksm ve de so­nuna gader direneceksin. Buradagalmanm da iki türlüsü olur. Ya boynun bükük, gaderine irazı olup alttan alacaksın. Ya da göbeğini gendin kesecek, yolunu gen­din açacak, bir durum muhasebesi yapacak, boşlukları görüp gediklerden yarar­lanacaksın. Bu liflann havada galmaması için sana hayatı hakikiyeden bazı em­sal vereyim ki moralin düzelsin ve de anla bak, pısırmanm âlemi olur muymuş Alaman gâvurunun diyarında.

Gadirağalann sığırtmaç Ömer’i tanırsın. Köln’e gaççak gelmiş govalamışlar. Soluğu Berlin’de aldı altı aymugad dem. Günlerce iş aradı. Şuvartzarbaytere gim iş virir? Virse bile durumunu sömürür ölmeyecek gadar verir, süründürür. Oğlan aç bi ilaç dönenirken, zengin bir Maman soylusunun yanında saati on beş mark­tan bir iş buldu. Bütün iş sabah bir saat, akşam bir saat adamın cins tazısını iki öğün goşturmak. Tazı da Pakistan tazısı dedikleri soylunun soylusu bir arşın ayaklı. Sermiyesi gırk bin mark. Duydun mu, bir arşın ayaklının fiyeti BMWnin son modelinden daha pahalı. Bırak soylusunu sohak köpeğini bile çoh sever bun­lar. Geçende Gantstrasse’de bir yangın çıktı. Bi goca garının iti yukarı gatta tek başına gapalı galmış deyi itfaiye uğraştı. Polis geldi, baytargeldi. İt gorkup şok ol­du deyi göpek sinir gliniğine götürüldü.

Trafik durdu, televizyoncular hadiseyi filme aldı, herkes üzüldü, ama sonunda gurtulunca millet bayram etti. Ötede yabancı bir işçi galdınma düşse gimse başı­nı çevirip bakmaz. Hele gaççak ve de sigortasızsa rahatça ölebilir dirler. Üzerine bi gazta örten bile bulunmaz..

Benim sevgili ve de giyasetli emmim oğlu Hidayet gardeşim. İmdi bütün bu misellerden sonra sana gendi hayatı hususiyemin gapısını aralayım da gör bak. Gafa işletilince burda nasıl itibarlı yaşanır. Beni burda çok sevmelerinin sebebi başlıca sermiyem olan şahsîsempatimdir. Şeytan tüyü mü var bende nidir, çoluk çocuk, genç, ihtiyar, gadm, erkek beni yere yama gomuyolar. Bilirsin sıkıntılıyım- dır. Gapalı yerde fazla galamam, çok sıkıya da gelemem. Açık hava gerek bana. Bu şimdiki işim açık hava işi BanhofZoo ile Kudamek’in orda dolaşır dururum. Burlar Berlin ’in en galabalık en civcivli yeridir. Ben sana bir şey diyem mi. Bu ga- der aleni dolaşırım da Avsland polizayın akima beni yahalamakgelmez. Niden? Çünkü polis şahlananı daha golay yakalar. Bir insan sağlı galmak istiyorsa orta­ya çıkmalı. Enbi galabalıkta dolaşmalıdır. Saklandıkça yakalanırsın. Biliyorsun, Gambur Ali’nin Hüseyin gan davasından ne zamandır peşimde ya, Berlin’de oldu­ğumu duymuş, buraya da düştü. Geçende yanımdan geçti de tanıyamadı aval o galabahğm içinde. Didim ya saklanacaksan galabalığa saklan. İş bölgem olan bu galabalık meydanlarda çokça da ahbap idindim. Buranın Krenznler denilen çok es­ki bir gahvesi vardır. Berlin şehrinin cemi cümle kibar gokanalan ve de emekli ergekleri, eşrafı, hep buraya gelir otururlar. Yazın masalar galdınma taşar. Beni orda tanıyan çoktur. Ne zaman galdmmda görülsem, bira ısmarlayan ısmarlaya­na. Laternacı Kari onlara eski Berlin havaları çalar laternada. Bayılırlar. Eskiye dalar ehtiyarcıklar. Kari babacan adamdır. Rus cephesinde bir bacağını yitirmiş. Bu içi geçmişlerden bıkınca Gantsrasse’nin göşesine yürürüm. Orası daha neşe- iidir. Kranzler’in göşesinden. Burda ayak üstü gumarhaneler, Duizburg’daki gibi cıbıl gızlan dikizlettikleri Peep Şovlar, açık film sinemalan var. İmbisslerde su­cuklu sandöviç tıkınan gençlerle de aram iyidir. Al takke ver gülah annıyon ya. Genç gızlann bazen orasını burasını mıncıklarım. Bir hoşlanırlar ki sorma. Huy­lanmış tay gibi gişnerler. Erişemediklerim uzaktan öpücük atıp geçerler. Geçen­lerde bir gızla bir oğlan sülük gibi birbirlerine yapışmışlar öpüşüyorlardı. Böyle seyirci ortasında emişince daha datlı oluyor zahir. Sabnm taştı, oğlanın sırtına vurdum. Şaşırdı. Gıza döndüm:

 

Herkese pusi pusu de bize Gottzaydank (8) olur mu? didim. Yapıştım gırmm dudaklarına,. Türk usulü öpmek nasılmış gösterdim haspaya. Halk gahgahadan gınlıyo. Oğlan da gülmeye başladı. Galabalıktan biri goptu geldi, üçümüzün resi- mini çekti o halda. Bazen tanıdığım tanımadığım ergekler bana söz atar: – Nassıl, garımı beğendin mi? deyi.-Zerşön (9) dirim. Gahgahayla güler. Biri bunu sana ba­na dise, elimiz gan olur maazallah. Bunlann topu godoş be taydaşım. Öyle vakti, hava gözelse yimeğimi Zoo parkında yirim. Gapıcısı ahbabımda. Beni oraya be­dava bırakıyo. Geçen mektubumda da bir nebze yazmıştım ya sana, bu Berlin şe- herinin her bi yanı goruluk, ormanlık, yeşillik. Arsız akasyalardan dut da, gayın- lar, gavaklar, salgım söğütler, gestaneler -gestane bilhassa çoh bol- ve de bizdeki gibi eli öpülesi, altına bağdaş gurulası gun görmüş eyyam yaşamış ehtiyar çınar­lar. Ayrıyeten meşenin her bir envai var. Ne hikmetse Ayşe (10) diyorlar burda meşeye. Halbuki benim bildiğim meşe sapma gader ergek ağaçtır. Zoo’nun bah­çesinde, güz ise mevsim, bunlann herbirinin yaprahı ayrı sararır. Bakır gmlın- dan limon güfüne kader tam on iki renk saydım, Allah inandırsın seni. Yimekten sonra bir sigara yakarak, Zoo parkının geyüni çıkannm. Guşlar da sana ötüşür mü dört bir yandan. Ciki ciki cik deyi… Alamanın guşları da, hikmeti Hûda, biz­deki gibi ötüşür. Ama benim içim yine de Yusufçuğa gaynar. Şaştın deel mi? O da burda. Uzah dallardan İstanbul’daki gibi “Yusufçuk’’, Yusufçuk” deyi çağırır, du­rur. Oncağız da herhal bizcileyin gurbetçi gelmiş olmalı buraya. Bazen de bir te- viye “Üsküdar’a gidelim, Üsküdar’a gidelim” diye yırtınır fakir. Onunla böyle Üs­küdar’dan Yusufçuk’tan lâflarız bir zaman. Ben sana bir şey diyem mi agam? Bu ağaç, milletiyle bu guş milleti var ya, heryirde aynı. Onlara dal, unut sılanı. Bak göpek milletini onlara gatmıyom. Çünkü bunlann göpekleri de bir başka türlü­dür. Alamanlar gibi, PrusyalIlar gibi, disiplinlidir. Nizama düzene uyar. Yeşil ya­nınca geçer, gırmızı yanınca dururlar. Bizdeki itler gibi uluorta havlamazlar. Ta­lim terbiye görmüş itlerdir hepisi. Mekruhtur deyi ben göpek sevmem pek. Ama onlar da benim peşimde siftinir dururlar. Bu yüzden şahaplarının da bana gam gaynar. Deel mi ki göpekleri beni seviyor. Bi sigara daha yakar Zoo’da dolaşmaya başlanm. Burası nasıl bi yer biliyon mu? Beş gıtanm envai türlü hayvanatı bura­da cem olmuştur. Onlar için suni göller, gulubeler, ahırlar, inler yapmışlar ki ak­lın durur. Söz miseli Flamingo deyi bir kuş var, guğu fasilesinden… Gendine üç misli uzun gelen mor boynunu ancak üç büklüm edip öyle dolaşır utancından. Geri galan üçte ikisi lüzumsuz. Fesüpanallah. Sonra daha niler var. Zürafeler, bak. onlara, uzun boylular niden aptal olurlar anla. Mapushane gaçgını Zehra’lar… Fok balıklan ki ibadullah.. Gergedanlar serilip yataryalağa yaz güneşinde. Yalnız sırtlan gahr dışarda. Güvercinler de torpak sanıp sırtlanna gonar da ruhlan bile duymaz. Zoo’dan sıkıldım mı, çıkanm Banhofun garşısma. Banhof, Duizburg’da olduğu gibi burada da bizimkilerin buluşma yeridir. Neden gurbetçiler hep orda toplaşır heç düşündün mü? Trenler gelir trenler gider Banhof a. İnsan o raylann içinde istesem ben de atlar giderim hissine gapılır. Sonra ayak altıdır. Gelen ge-

çeni seyret. Üstü gapalıdır, yağmur güneş işlemez. Gışm sıcak, yazın serin olur. Birgonsomasyon da gerekmez. BanhofAlaman berduşların dayeridir. Biraylaga- îayı çeker, orda gusar, gusmuklarmın üstünde dertop olur, orda sızarlar. Gece burda sidikgogusundan geçilmez. Berlin’de ipsiz sapsız takımının da hürriyeti, dokunulmazlığı vardır. Gimse onları ordan toplayamaz. Geyiüerine ganşamaz. Devletten üç yüz mark da tahsisatı var her birinin. Serserilik tazminatı. Aç galip da hırsız olmasınlar deyi. Saat iki olma mı, yine işbaşı yaparım Gantstrasse’nin

(11) göşesinde… Garşıda Beate Uhse deyi bir gannm seks dükkanı var. Bu garı tayyareciymiş savaşta. Sora gendini bu işe virmiş. Alamanlara seksi o öğretmiş ki­taplarla, ûliklerle, envai türlü seks ilâçlarıyla. Macuncu gibi bir şey… Öğretip de ne olmuş? Tekniğini öğretmiş tabiî. îş teknikle bitse eyi. Gülüyon deel mi arsız? Döndüm sırtımı seks dükkânına. Garşıdan iki sıra olmuş ana okulu çocukları ge- liyo. Beni en bi çok da çocuklar dutuyo. Çocukları oldum bittim severim. Bunla­rın yumurcakları daha bir sevimli oluyo. Niden dersen aptal olduklarından gelli. Çocuk kısmına aptallık yaraşır. Bizimkiler büyümüş de güççülmüş gibidir. Çoğu sanki yetmiş yaşındaki asık suratlı ehteyara benzer. Bunlar maviş gözlü al al ya­naklı oluyorlar daş bebeler misali. Beni görmezler mi öğretmenlerinin, anaları­nın ellerinden gopar gelirler. Elimi dutar benimle yürürler. Gucağıma çıgar, yü­zümü gözümü öperler. Çıkarıp şekerlerini, çikolatalarını virirler. Senin anlıyaca- ğın, herkes ile yıldızım barışık. Çocuk analarıyla aran nasıl dirsen iki gatlı ekmek gadayıû dirim. Gadayıfdidim de, bizim Kurfüstündam gadayıfçısı Recai “Amanın Ökkeş a biçim bi saat gadar da benim dükkânın önünde oyalan, sana helâlinden saatine otuz mark vireyim” diyor. Uğurumu denemiş, benim sempatimden istifa­de, müşteri çekecek dükkânına uyanık. Dur bir şey daha diyem de şaş gal.

Berlin’de trafik cezaları iki misline çıktı. Trafikganununu bozdun mu heç gö­zünün yaşma bakmaz gırk mark, duydun mu, gırk margı geserler cayır cayır. Heç yaptığım şey deel emme geçen gün bi dalgınlığıma gelmiş, gırmızı yanarken ğar- şıya geçmeyim mi? Trafik memuru düdük çaldı herkes gorguyla bakıyor, polis geldi yanıma “Ayıp ittin” didi. “Gorkma, sana da mı ceza geseceğiz sandın. Geç git yoluna.” Goluma girdi, galdınma gader beraber yürüdü, herkeşlerin ağzı açık galdı. Düşün M bunlar gendi cumhurreislerine bile ceza geserler.

Velhasalim, senin anlayacağın benim burda aşırı itibarım ve de çok bi ayrıca­lı durumum var. Sen “sevgisizlikten gurudum gayri” diyorsun. Ben sevgi kesretin­den şikayetçiyim. Sevginin bu gaderi insanı şımartıyor doğrusu. Emme nime lâ­zım, hayatımdan memnunum. Gamım tok ve hele sırtım herkezinkinden pek… Gı- şm eyi de ne var ki, yaz aylannda bu ayı postunun içinde fazlaca terliyom. Her gö­zelin bi gusuru olacak artık. Sana iş elbisem olan bu ayı gılığı ile bir hatıra resmi yolluyom. Yanımdaki sanşın şişgo, iş argadaşım şipşakçı foto, Gustav., arkamız­da Zoo’nun parmaklıkları. Soldaki de benimle resim çektirmekle bir şey olduğu­nu sanan avalin teki. Evinde bu resmi projeksiyon makinasiyle ona buna göste­rip övüneceği yüzünden okunmuyor mu? O gün yağmur yağmış, sonra güneş aç­mıştı. Arka fondaki ebemkuşağı dekor deel sahicidir…

P. S.: Yakında tatile memlekete gidecem. Bu bulunmaz işi gâvurun birine bı­raksam döndüğümde geri virmez namıssız. Ama sen bi yol gelsen, sana viririm. Foto Gustav’la gonuştum. Kendisi ırazıdır. Dört haftalık tatilini bu yurtta deel de, Ökkeş abinin hatırı için Berlin’de geçiriver. Hem fabrikada aldığından çokgaza- nırsm, hem itibar görürsün, moralin yükselir. İş heç ağır deeldir. Zoo meydanın­da Kudam’da Gustav’la dolanıp duracaksın. Tegel’e, (12) Van Gölü’ne (12)getmek için otobüs bekleyen turist gurupları Zoo’yu görmek için öğretmenleriyle gelen okul çocukları, yoldan geçen garı gocalar, genç gızlar, ya tek tek, ya toplu olarak resim çektirecehler seninle. Başında mukavvadan tacın, göğsünde çaprazlama Berlin gurdelen ve de ayı gılığında poz verecen onlara. İşte hepsi bu gader. Çev­redeki insanlarla tanışdaşlık artık senin dirayetine galmış. Günde elli mark hiç de az sayılmaz. Çok fotoğraf çekildiği bayram ve tatil günleri otuz mark da pirimi var. Daş atıp golün yorulmadan üstelik… Fena mı?

İşte böyle Hidayetciğim, aslanım. Ne yaparsın? Zaman sana uymazsa sen za­mana uyacaksın. Ben de öyle buldum geçimin yolunu. Alamanlar insan gadri bil- meyolar deyi hiç üzülme. Ayı olunca bunlarla daha bir eyi anlaşıyor insan.

Yakında görüşmek üzere çüş (13).

Emmin oğlu Ökkeş Topalmusagil (Yalıda Sabah, 1983, s. 110-132)

Hikâye ile ilgili, yazar tarafından yapılmış açıklamalar:

(7)  Bahnhof Zoo: Zoo tren istasyonu

(8)  Herkese şapur şupur da bize yarabbi şükür mü?

(9)  Sehr schön: Çok güzel

(10)  Eiche: Almanca. Meşe ağacı.

(11)  Kantsirasse.

(12)  Berlin dolayındaki göller.

(13) Almanca bir ayrılma sözcüğü.

“Şeytan Tüyü” Üzerine

Haldun Taner’in hayat hikâyesi (özgeçmişi) incelendiği zaman görülür ki, lise­yi bitirdikten sonra Almanya’ya gidip Heidelberg Üniversitesinde ekonomi ve po­litik bilimleri okumuştur. Daha sonra, İstanbul Üniversitesi, Alman Dili ve Edebi­yatı bölümünü bitirmiştir. 1955-1956 yıllarında Viyana Üniversitesinde, felsefe ve tiyatro bilimi okumuştur.

Yani yazarımız Alman dilini çok iyi bildikten başka, o milleti de iyi tanımakta­dır. Hikâyede Berlin’i, kahveleri, ormanları, Banhof’u, eğlence yerleri, gölleri, or­manları ile ne kadar iyi bildiği de zaten görülmektedir.

Alman karakterini örf ve âdetini ayrıca Alman şehirlerini ayrıntılarıyla tanı­yan Haldun Taner oraya giden Türk işçilerinin çalışmak için çektikleri üzüntüle­rini; Almanların tavır ve böbürlenişleri karşısında ezilişlerini de çok iyi gözlemiş ve tespit etmiştir. Nitekim bu baptaki millî dramımızı, değişik bir açıdan ele ala­rak bir “traji-komik” (acıklı güldürü) haline sokmuştur. Şöyle ki ana tema, roman­tiklerde olduğu gibi “grotesk”üı. Kahramanımız, Türklerin asla güler yüz görme­dikleri, ekmeklerini bin zor ile, o da horlanarak kazandıkları Almanya’da, sözde açıkgözlük ederek “ayı postuna bürünen ” onunla Almanların hatıra fotoğrafı çek­tirdikleri bir Türk’tür. Yazar, burada, ekmek parası yüzünden, en kötü işlere ve rollere girmeyi bile göze alan işçi kardeşlerin genel ve insancıl macerasını çarpı­cı sanat gücüyle ortaya koymaktadır.

Hemen her hikâyesinde, kişilerde, tasvirde veya sözlerde bir komik unsur koy­mayı âdet edinen Taner, aynı şekilde, bütün hikâye ve oyunlarında, bazen aşırıya da kaçan şive, lehçe, konuşma dili taklitleri yapmaktadır. Bu hikâyede, yazarın belirtilen bu özelliğini, ağırlıkla görmekteyiz.

Yine birçok hikâyesinde olduğu gibi burada da tuhaf sayılacak âdet ve töreler, züppece ve değişik yaşamalar, en alt tabakadan kişilerin seviyesi, hayreti ve alay­cı bakışları ile hicvedilmektedir. Almanların, bize aykın gelen köpek sevgileri, kanları hakkında “Nasıl buldun karımı güzel mi?” çeşidinden sormalan, genç kızlann, “elle kurcalanmaktan” hoşlanmalan… Devletin, esrarkeş serserilere pa­ra ödemesi vs. Şeytan Tüyü’nde ayı postuna bürünen Ökkeş Topalmusagil’in ya­renlik diliyle anlatılmaktadır.

Şive taklidi yapmakla beraber, yazann Türkçeyi deyimleri, atasözleri, meselle­ri ve bütün incelikleriyle ustaca kullandığı bu hikâyede de görülmektedir. Türk- çeye olan saygısı zaten onun hikâye ve romanlarını güzelleştiren baş unsurdur. Taner’in öz diline saygısını ispatlayan bir tutumu da, TDK’nun an dilcilik, “uydur­ma” sözcük akımlanna katılmamış, hatta karşı durmuş olmasıdır. Halk dili, bü­tün meddah nükteleri, İstanbul efendiliği ve sohbet sıcaklığı ile onda tamamdır. Bu konuda şuurlu ve ısrarlı olduğunu da Rauf Mutlua/a şöyle anlatmıştır;

“Her yiğidin bir yoğurt yeyişi olduğu gibi her yazann da anadilini, kendi, ya­ratılışına göre kullanışı vardır. Bu konuda sayın Ataç’la tartışmalarımız olmuştu. Ataç beni, hikâye ve oyunlanmda yeteri kadaran Türkçe’ye özen göstermemekle suçluyordu. Bense toplumu emeklisi, dulu, züppesi, aydını, genci, çarıklı kurmay politikacısı ile yansıtmaya kalkan bir yazann ille onlann söz dağarcığından, cüm­le yapısından da yararlandığı kanısındayım, şimdi de aynı tutumdayım …Herkes aynı düzen an-Türkçe konuşsa ortada diyalogun rengi diye bir şey kalmaz. Ayn yaşlarda, ayn cinslerde, ayn yaratılışlarda, ayn zevklerde, ayn eğilimlerde, ayn eğitimden geçmiş insanlara nasıl bir üniforma giydiremezsek, onlan tek düzende konuşturamayız, diyordum. Bu görüşüme, hikâye ve oyunlanmda hep bağlı kal­dım.” (Cumhuriyet, 17 Ekim 1972)

Haldun Taner’in ilk eserlerinde, az çok magazine ve meraka da yer veren tar­zı, zamanla değişmiş, derinleşmiş, toplum ve ülke meselelerini güçlü bir hü- mor’la anlatabilme gücüne kavuşmuştur. Bunun zirvede göründüğü eserlerinden birisi de bu “Şeytan Tüyü” hikâyesidir. Tiyatro’lannda bu hümor’un başan ile uy­gulandığı eser ise, Keşanlı Ali’dir. Yine ilk hikâyelerinde olay ön safta gelirken, bu hikâyede anlatım ve düşünce zenginliği ağırlık kazanmaktadır.

Son hikâyelerinde ve burada göze çarpan özelliklerden birisi de Haddun Ta­ner’in “kura mizah ”a yönelmesidir. Denilebilir ki zaman zaman hikâye (ve oyun) ile polemiği birlikte yürütmüştür. Yine başlangıçtan beri eserlerinde; insanları peşin olarak suçlu ve kötü sayan, onlardan ümit kestiğini düşündüren bir bakış mevcuttur. Belki de (Alangu’nun dediği gibi) kahramanlan üzerinde hiciv ve mi­zah araçlarını kullanarak insanları iyileştirmeğe çalışmaktadır. Gerçekte onun hikâyelerinde eğer bir amaç ararsak: Bunun demokrasi ve hak olduğunu, Ta­ner’in haksızlık ve adaletsizlikle savaş ettiğini söyleyebiliriz.

Haldun Taner’ in yukarıdaki “Şeytan Tüyü”nde olduğu gibi aşağıda okuyaca­ğınız “Konçinalar”da ve diğer hikâyelerinde görülen “tip” kişi, çevre ve düşünce özelliklerini şöylece özetleyebiliriz:

Bu hikâyelerde mevcut yaralarımız ve hatta pek yara gibi görünmeyen şeyler zevkle kaşınır veya deşilir. Yerli veya yabancı züppe, para şımarığı, sonradan gör­me, kaba ve ukala tipler ısrarla hicvedilir. Hatta “zararsız” insanlar dahi her işle­rinin altında bir “Hinoğlu hinlik” varmışçasına, önümüze atılıp didiklenirler.

Sağduyu ve normal akılla çatışan; çalışmadan milyarlar vurduğu ve hiçbir me­ziyeti olmadığı halde, sırf parası yüzünden, kendini halktan üstün gören; rüşvet, nüfuz, aldatma politikası ile ülkenin dengesini bozan tipler, bazen da öfke ile alay konusu yapılır.

Taner’in hikâye ve oyunlarında, hiç kurtulamadığı bir özellik de kahramanla­rının büyük kısmını, “cinsel” anlamda, sapık ve marazı eğilimleriyle tanıtmaktan zevk almasıdır. Cinsiyet ve hatta “yüz numara” ile ilgili nükte ve mizah deneme­leri, kimi zaman çok hafif, bazen da “bayağıya” kaçacak kadar hafif olabilir.

Taner’in “kara mizah”a gittikçe daha fazla yönelen dünya görüşünde, insanlar âdeta yaratılıştan fena oldukları için, “idealizm, ahlâk, din, fazilet, dostluk, sevgi vs.” gibi yüceltici duygu ve nitelikler âdeta birer maskeden ibarettir. Hepsi göste­riş, çıkarcılık ve rol için olan kahramanlarının “gerçek ve çirkin yüzleri” ortaya çıksın diye, hikâyeci sanki gayret harcamaktadır.

Kendisi hikâye ve oyunlarında böyle bir bakışın farkındadır. Nitekim, bu tav­rın, “tepkiler” alabileceğini de hesaplamış ve okuyucu ile kendi hikâyelerinin ça­tışmak, itirazh ilişkilerini “Ayışığmda Çahş-kur” adlı hikâyesinde konu edinen yeni bir hikâye meydana getirmiştir.

Taner’in hikâyelerini, özellikle düşündüren, kalabalığa olmaktan fazla “seç­kinlere” seslenen, gelenekten de yararlanmakla birlikte “modem ve Batılı” taraf­ları ağır basan eserler olarak niteleyebiliriz.

Hele, “Şeytan Tüyü’’ hikâyesindeki Ökkeş, Sabah Yürüyüşü”ndeki Köpek- Sancho, dünya edebiyatına sunulmuş, yeni ve orijinal tiplerdir, denilebilir.

Taner’in Tiyatro oyunlarındaki Özellikleri

’ Cengiz Gündoğdu ve Mustafa Tercan’la yaptığı bir sohbette (Varlık, sayı: 940, Ocak 1986) tiyatro yazarlığına başlayış ve bu yoldaki macerasmı şöyle anlatıyor:

Haldun Taner – Ben ilk piyesimi 1946’da yazdım. “Günün Adamı” bir partinin listesinden aday olup seçilen bir bilim adamının politik yaşamını anlatıyordu. Bi­lim adamının politika denilen bir başka yaşamla olan çelişkilerini veriyordu. Dra­matik teknikle yazılmıştı. Ben bu oyunu Şehir Tiyatrosu’na verdim. Beğenildi. Ra- şit Rıza başrolü aldı. Demokrasiye yeni geçiliyordu. O sırada politikaya atılmış bi­lim adamları vardı. İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’dı. Şehir Tiyatrosu’nda veto hakkı vardı. Oyun yasaklandı.

Cengiz Gündoğdu – Oynanmaya başlandıktan sonra mı yasaklandı?

Haldun Taner – Hayır, provalarda yasaklandı. “Günün Adamı” yasaklanınca birden bir ümitsizliğe kapıldım. Ama Muammer Karaca Paris’ten haber gönder­miş, “Oyunu bilmiyorum ama, oynayacağım. Kimseye vermesin”diye. Sonra ben bunu kitap haline getirdim. Ön sözünde şunu dedim. “Bu bir yazarın ilk eseri. Mutlaka birçok yanlışı da vardır. Normal bir tenis topunu bıraksanız ne kadar sıç­rar? Ama bunu aldılaryere vurdular, tavana sıçradı. Oynanmayan oyunumla meş­hur oldum. Teşekkür ederim. ” Kitap çok sattı. 1955’e dek hikâye yazdım. O yıl Vi- yana’ya tiyatro tahsiline gittim. O zaman tiyatro bilimi yeni yeni çıkıyordu. Prof. Kinderman’ın yanında eğitim gördüm. Muhsin Ertuğrul’a yazdım ordan. “Ben ti­yatroyu kolay sanıyordum. Ama değilmiş.” O da bana hemen şunu yazdı. “Bir oyun yaz gönder. Oynayacağım.” Dışardakiler’i yazdım. Oynadı. Bir yazar için, eserini sahnede görmek kadar güzel bir şey yok. Bundan sonra benden her yıl bir oyun istedi ve oynadı. Bir keresinde “Hocam’’dedim. “Bana bir süre izin verseniz de iki üç yıl bir oyun üzerine çalışsam daha iyi bir şey çıkarsam.” Muhsin Bey “Hayır olmaz” dedi. “Her yıl bir piyes yazacaksın.” Bunu herkese derdi. Onun prensibi şuydu. “Bir piyesiniz alkış alıyorsa hemen o akşam başlayın yenisini yaz­maya. Kantiteden kaliteye gidileceğine inanıyordu.”

Haldun Taner’in tiyatro eserleri, zaman sırasıyla üç bölükte toplanabilir. Bun­lar 1957-1961 arasında yazılmış oyunlardır:

I) Dramatik oyunları: Bildiğimiz gelenekli tarzda kurulmuş oyunlar olup, fer­dî meseleleri kurcalayan, güldürmesi ağır basan eserlerdir: Dışardakiler, Ve De­ğirmen Dönerdi, Fazilet Eczanesi, Lütfen Dokunmayın, Huzur Çıkmazı, Günün Adamı bu tarzda olanlardır.

II) Epik oyunları: 1950-1960 arası yıllarda, politik ve hicivci, sosyalist tiyatro, özellikle Doğu Almanya’da Bertolt Brecht’in (1898-1956) etkisi altında hızlanıp ya­yılmıştır.

Haldun Taner, Brecht’in önemli oyunlarından “Sezuan’uı İyi İnsam”m, o yıl­larda Münih’te seyretmiş çok sevmiş hatta o eserin 1956’da Türkçeye çevrilmesi­ni Adalet Cimcotf dan rica etmişti. Bu çeviriye, Brecht’i tanıtan bir ön sözü de ken­disi yazmışta.

Brecht, Taner’i fazlaca etkilemiş olacak ki 1964’te Keşanlı Ali ile başlayan ve “Eşeğin Gölgesi”, “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”, “Zilli Zarife”, “Sersem Koca’nın Kurnaz Karısı” Ayışığmda Şamata adlı oyunlarıyla devam eden-ünlü eserleri, hep bu “epik tarzda” yazılmıştır.

Haldun Taner, Dramatik’ten Epik’e doğru yön değiştirmesini, bir mülakatın­da, şu idealistçe sebebe bağlamaktadır: “Türk toplumu, bir an önce pasiflikten kurtarılarak, uyanık ve zengin bir ortama çıkacak yönde geliştirilmelidir. Türk oyun yazarına öbür ulusların yazarlarından fazla bir sosyal sorumluluk düşmek­tedir.”

■          Epik Tiyatro, Türk Edebiyatı kitabımızın birinci cildinde anlatılmıştır. Görüle­ceği gibi, bu çığırın açıcısı olan Brecht, o tarzı, bütünüyle Marksist öğreti’nin bir ifade aracı olarak Komünist parti propagandası için kullanmıştır.

Haldun Taner’in ise Brecht’i sadece teknik bakımdan izlediği; çok yönlü, hi­civci, konulu dramatiğe yine de bağlı kaldığı söylenebilir. Haldun Taner, Epik tarz ile Meddah, Karagöz, Ortaoyunu gibi gelenekli yerli oyunlarımız arasında bir yakınlık bulmuştur. Kendi mizacının da yardımı ile, Türk geleneğini epik’le bir­leştiren yazılı tiyatro ve kabare oyunları meydana getirmiştir.

Demek ki Bertold Brecht, Taner için, daha çok bir yenilik ılhamcısıdır. Tem­silci, büyüleyici ve yansıtıcı diye nitelenen dramatik tiyatro’dan “anlatan, düşün­düren ve belli bir olayı hayattan soyutlayarak dava ve iddia haline getiren” epik tarza yönelmiştir. Taner, Brecht’in getirdiği bu anlayış ile baktığında bizim “mey- dan”larda halk’la iç içe oynanan, sık sık içindeki düşünce ve ibretleri açıklamak­tan da geri durmayan ortaoyunu ve Karagöz’ün benzerliklerini keşfetmiştir. Bi­zim zengin gelenekten, dil, nükte, benzetme ve temalar bakımından çok yararlan­mıştır. Ne var ki Taner de, çoğu sevimli olan oyun kişilerini, bir iddianın taşıyıcı­sı gibi göstermeye daima heveslenmiştir

III)  Kabare oyunları: Taner, tiyatro’da bir taraftan Epik tarzı denerken, bir ta­raftan siyasî hicvini daha etkili ve daha “güncel” kılabileceği yeni bir meydan arı­yor. Bunun için genç “komedyen”lerle beraber önce ‘Devekuşu Kabare Tiyatro­sunu (1967) sonra da “Tef Kabare Tiyatrosu ”nu kuruyor. Buradaki oyunları ba­zen tek başına bazen arkadaşları ile birlikte (ortaoyunlarmda olduğu gibi) tasar­lıyor. “Söyleşme’’leri (Diyalog) gevşek biçimde bırakarak icabında, politik, sosyal günlük olaylara göre, sık sık değiştiriyor, yeniden kaleme alıyorlardı. Kısacası Tulûat (doğaçlama) ile yazılı tiyatro arası bir yol gözetiyorlardı. Usta Ortaoyuncu­lar (Kavuklu-Pişekâr) yüzyıllar boyunca yapmışlardı bu işi. Taner ve arkadaşları ise, Cumhuriyetten sonra ilk defa yapıyorlardı.

Taner, bu oyunlara, okuyucunun bakış ve tenkitlerini, kaba grotesk tipleri, muhavereleri, şarkı ve musikiyi de katarak cazip hâle getiriyordu. Böylece, Aris- tofanes’le Atina’yı saran, daha sonra bütün dünyada benzeri görülen “Fars’lar “Komedi Del Arte”ler, “Ortaoyun”lan, İstanbul şehri içinde, yeni bir “Site tiyatro­su” hâlinde devam etmiş oluyordu.

Taner’in bu tarzda yazdığı, tasarladığı, kanevasını çizerek oynattığı (bir kısım sonradan basılan) eserler: Vatan Kurtaran Şaban, Astronot Niyazi, Ha Bu Diyar, Aşk u Sevda vs. adlarıyla basılmıştır.

Keşanlı Ali Destanı

Haldun Taner’in öncüsü bulunduğu Epik tiyatro’da, beş oyunu varsa da, bun­ların en güçlüsü ve kalıcı olanı Keşanlı Ali Destam’dır.

Keşanlı Ali, Şinasînin “Şair Evlenmesi”ve Ahmet Kutsi Tecef in “Köşebaşı” oyunlarından sonra, yerli tiyatromuza ait unsurların çağa uyarlanışında önemli bir aşamadır. Nitekim Taner, bu eserde Epik tiyatro tekniğiyle ortaoyunu gelene­ğimizi ustaca bağdaştırmıştır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi: Keşanlı Ali’deki, seyirciye hitap sözleri, şive taklit­leri, güldürücü şarkılar, danslar, tekerlemeler ve hazır cevap nükteler, Ortaoyu- nu’nun da temel özellikleridir. Günlük olaylarla beslenmiş, havadislerden esin­lenmiş yergi, şaka ve takılmalar da hem Ortaoyunu’nunda hem de epik tarzda yer almaktadır.

Dramatik, psikolojik ve “büyüleyici” esasların ihmal edilmesi, deli dolu güldü­rücülüğe fazlaca yer ayrılması, olayların, çeşitli kişilerin ağzından anlatılması, oyunun peşpeşe tablolar üzerine kurulması epik tiyatro’nun belli başlı motifleri­dir. Arada bir, durup dururken açıklayıcı, hatırlatıcı yazılı levhalara yer verilme­si; böylece “uyarma, yadırgatma” yolu ile seyirciyi oyunun gidişatına ve telkinle­rine kapılmaktan korumaya çalışmak, Keşanlı Ali’de epik tarzın göstergeleridir.

Burada birine korku ile bağlı olmak, onun kahramanlığına (destanına, mitos- ’una) inanmak, Sinekli mahallesinin sosyal, siyasî ve mahalleye mahsus dediko­dularım sahneye getirmek, dramı bir yana iterek, seyircileri bazı konular üzerin­de düşündürmeğe çalışmak ise, Keşanlı Ali Destanı’na. mahsus niteliklerdir.

Hemen her eserinde olduğu gibi Taner, burada da, insanların bayağı, korkak, âdi, şerefsiz, iki yüzlü, riyakâr, yalancı taraflarını keşfe çalışmış ve onlan abarta­rak vermiştir. İnsanlan bütün değerlerinden sıyınp bayağı et yığınlan ve menfa­at kumkumalan halinde göstermek bilindiği gibi “eşref-i mahlûkaf’ve “Kâmil in­san” telâkkileriyle çatışan maddeci (mateıyalist) bir bakıştır.

Tevfik Fikret, “Tarih-i Kadîm” şiirinde: “Kahramanlık: Esası kan vahşet” de­mişti. Bu bakış Namık Kemal’in “YüAseJ ki yerin bu yer değildir / Dünyaya geliş hüner değildir.” düşüncesine yüzde yüz zıttır. Haldun Taner’in, burada “kahra­manlığı” korkaklık, iki yüzlülük, rol, tertip, riya gibi gösteren “epik düşüncesi”

de; insan oğlunu, “kâinatın gözbebeği” olarak gören İslâmî, tasavvufî, manevî (spritüel) görüş ve inanca yüzde yüz karşıdır.

Keşanlı Ali Destanı’ndan

Aslında uysal hatta korkak bir adam olduğu halde, adı yiğide, kabadayıya, ka­tile çıkarılan ve halk arasındaki bu “efsâne”den faydalanarak Sinekli ismindeki gecekondu semtinin ağası kesilen Ali, oyunun sonunda tam da sevgilisi Zilha’ya kavuştuğu gece öldürülür. Gecekondu halkı ona şu ağıtı yakarlar

Of, off…

Sinekli’de durulmuyor yastan,  O olmasa şimdi bizler neredeydik

Sağından vuruldun, soluna yaslan, Sokaktaydık ya da viranedeydik

Hey, Ali, Koç Ali, Babamız Ali   Kızlarımız piyasaya düşmüştü

Analar doğurmaz böyle bir aslan.  Biz kodeste ya da meyhanedeydik


Morgol gömlek giyerdi Gümüş köstek takardı Hafif şehla bakardı Yaktı mı kalpten yakardı.

Kaşta bıçak yarası Yüzde Halep çıbanı Kurşun yemiş ayağı Belli belirsiz aksardı.

Küçükleri severdi Büyükleri sayardı Bir bayramdan bir bayrama Namaz da bilem kılardı

Bıçağa hiç dönmezdi Perva nedir bilmezdi Açık tetik mi gördü Üstüne üstüne giderdi.


Kondulan yıkılmaktan korudu Su getirdi alantrik kodurdu Yol yaptırdı, dokuz çeşme açtırdı Ele güne bizi adam saydırdı.

Beyler tuzağından kurtulamadı Lüveri çalındı toplayamadı Zilha’yı doyarak koklayamadı Namerdçe vuruldu koç yiğit Ali.

(Keşanlı Ali, s. 99)

… Sinekli halkından ve Ali’nin sevgilisi Zilha, manyak bir sosyete züppesi olan Bülent Beyin (başka erkekle kaçan) karısına çok benzediği için onun apartmanı­na götürülmüş kibar (!) terbiyesi görmektedir.

Zilha, bt gün, ardına Şamama adlı köpeğini takarak giyinmiş, süslenmiş, bo­yanmış bir durumda Sinekli’ye gezmeye gider. Orada sevgilisi Ali peşine düşmüş, bir sokak köpeği de Şamama’nın ardma takılmıştır. Zilha, o köpeği azarlıyormuş gibi görünerek aslında Keşanlı Ali’ye şu tarzda lâf atmaktadır.


 

Not: Türk Edebiyatı c. I. sayfa 358’de Keşanlı Ali’nin sonundaki Kıssadan His­se, aynen alınmıştır. “Destan”daki düşündürücü ibret’i vermesi bakımından, üç dörtlüğü buraya da alıyorum:

“Burda biter kıssamız / Gördünüz işittiniz / Böyle işte çoğu destan / Destan işin afyonu / Kaldırdın mı altından / Ali-Cengiz oyunu / Kaldırın örtüleri / Üfürün şu tülleri /Arayın bulursunuz/ Kazıyın görürsünüz/ Yoksa siz de bizcilen / Saf mısınız ey ahali!” (Keşanlı Ali Destanı, s. 100)


Akı, Niyazi Alangu, Tahir:

And, Metin:

Baydar, Mustafa Bezirci, Asım İlhan, Attila Kaplan, Mehmet Miyasoğlu, Mustafa Oral, Zeynep Solak, Cevdet Kudret Yüksel, Ayşegül

Okunacak Eserler

■                 Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt 3,1965, s. 721-762.

Türk Tiyatrosu, 1983.

Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, 1960.

Seçme Hikâyeler, 1981.

Gerçekçilik Savaşı, 1980.

Hikâye Tahlilleri, 1979.

Haldun Taner, 1988.

Sözden Söze, 1990.

Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, cilt 3,1991. Haldun Taner Tiyatrosu, 1986.


Konçinalar

İskambil destesinin en sevdiğim kâğıtlarından biri, üzerinde The Jolly Joker yazılı, o delişmen, o uçan; o biraz cambaz, biraz sihirbaz, bir miktar da düzenbaz, ama neşe dolu; hayat ve hareket dolu; kam sıcak delikanlıdır. Ne yazık İd jokerle­re Kanasta’dan, Kumkan’dan Remi’den başka oyunlarda bile yer verilmiyor.Veril- se, her girdikleri oyuna renk ve hareket, canlılık ve şaklabanlık katarlardı.

Jolly Jockerler bir yana, destenin en itibarlı kâğıtları, bilindiği gibi, Beyler ya­ni Aslar oluyor. Ayıp değil ya, ben Aslardan oldum bittim hoşlanmam. Belki ken­dim hiç bir zaman As olamadığım, As olamayacağım için. Kabul etmeli ki, onla­rın dördünde de bir Kral havası, bir Padişah cakası vardır. Hele bazı takımlarda bunlan daha da şatafatlı resmederler.

Karamağa Beyinde meş’um bir şeyler sezilir. Onun saraymda her hâlde birta­kım karanlık dalavereler dönüyor, gece mahzenlerinde, bir sürü kelleler uçuyor olmalıdır.

İspati Beyini bir Bizans Prensine benzetirim. Bunlara kıyasla, Kupa Beyi daha bizden gibidir. Kupa Beyi herhalde Osmanlı Hanedanına mensup olmalı.

Karo Beyi’ne gelince, bakınız, o bir Selçuk sultanıdır. Çelebi, zarif, nazik… Ak­si gibi Tekel damgası da hep onun üstüne vurulur. Buna rağmen öylesine asil ve kibar bir havası vardır ki, bu damga bile onu çirkinleştiremez, inadına daha bir açar, daha bir sevimli yapar. Öyle ki damgası olmayan bir Karo Beyi görsek, ba­yağı yadırgar, bir eksiklik duyarız.

Resimli kâğıtlar içinde kanım en çok Kupa Kızma kaynar. Kupa Km, etine dolgun, duru-beyaz, hanım hanımcık bir tazedir. Üniversiteyi filân bir kalem ge­çin, güç hâl ile bitirdiği ortadan sonra, liseyi bile okuyamamıştır. Olsa olsa sanat enstitüsü mezunudur. Herkesin okumaya merakı olmaz a, buncağızm da başka marifetleri var: Dikişle nakışın her türlüsü, örgü işlerinin daniskası… Eteği belin­de, bütün evi o çevirir. Yeni yetişirken mahallelerdeki oğlanlarla mektup ahp ver­diği olmuş gerçi. Cahillik işte. Hoş görmeli. Ama evlenince eşi bulunmaz bir ha­yat arkadaşı olacaktır. Buna eminim. Bir kere kocasına ukalâ ukalâ karşılık ver­mez. Sonra bu cins kadınlar çocuklarına da düşkün olurlar. Daha ne?

Onunla evlendiğiniz takdirde, kaynınız Kupa oğlu olacaktırki, Allah için uslu akıllı, yumuşak başh, kendi halinde bir çocuktur.

Babalan Kupa Papazına gelince sizden iyi olmasm, pek babacan, pek cana ya­kın bir adamdır. Hoş fıkralar anlatıp göbeğini hoplata hoplata güler. Daha coşar­sa, küt küt karşısmdakinin sırtına vurur. Evde teklif tekellüf hak getire… Sen de sen, ben de ben. Candan insanlardır vesselam. Öyle bir aileye girmek isterim.

İspati kızma gelince, bakm ondan her türlü sinsilik umulur. Siz onun öyle sa­kin ve meşum göründüğüne bakmayın, o ne hin oğlu o, o ne içten pazarlıklı aşif­tedir o… İskambilin üstünde gördüğünüz onun bayramlık resmi. O, bu masum bâ- kire pozunu, fotoğrafçıda resim çektirirken bjf, bir de pazarlan kiliseye giderken

takınır. Şöyle kulağınızı verin de dinleyin mahalleyi. Maçanın oğlu ile sinema lo­calarında, plâj kabinelerinde yapmadığı kalmamış. Hâl böyle iken, yine de bilme­yenlere karşı kendini dirhem dirhem satar. İspatinin oğlu ablasının kirli çamaşır­larını herkesten iyi bilir, bilir ama gel gör ki ablası da onun kumar borçlarını öder, evden şunu bunu götürüp satışını gizler. Babalan da zaten itin biri. Bu yaşa gelmiş hâlâ sefih, kumarbaz, bir gün olsun ayık gezdiği görülmemiş. Tencere di­bin kasa hikâyesi kimin kime ne demeğe hakkı var.

Karolara gelince, onlar kişizade, görmüş geçirmiş bir ailedir. Bakmayın şimdi biraz düştüklerine. Babalan hâriciyeden emekli. Zannedersem Şehbendermiş. Eski usul, mukaffa ve musanna bir İstanbul Türkçesi konuşur. Kızlan, nörsler, matmazellerle, el bebek gül bebek büyütüldü. Beş senedir İngiliz Filolojisine gi­diyor, bitiremedi. Bitiremez de elbet. Allah’ın günü kantinde, ha ha ha hi hi hi! Akşamüstü de oğlanlarla altı buçuk matinesi. Erkek kardeşini sorarsanız, al onu vur ona. Karonun oğlu da, hoppala paşam; hoppala beyim dadılar tayalarla şımar­tılmış, kuş sütüyle beslenmiş, beyaz, tüysüz, oğlandan çok kıza yakın, tasvir gibi civan. En iyi mekteplere verdiler okumadı. Günahı boynuna, birtakım uygunsuz; meymenetsiz heriflerle geziyormuş. Allah bilir, eroin de çekiyordur. Gözlerinin her daim mahmur bakışını ben pek hayra yoramıyorum. Öyle efendi babanın ço­cuğu böyle soysuz çıksın yazık, çok yazık.

Maçalar bir Ermeni ailesidir. Gedikpaşa’da oturuyorlar. Peder koyu bir kato- lik papazı. Bas-bariton, tumturaklı bir sesi vardır; oğlu Mahmutpaşa’da bir tuha­fiye mağazası işletiyor. İspati km ile maceralarma, yukarda az buçuk dokunduk. Ablası Maça Kızı esmer, kara kaşlı, kara gözlü bazı yerleri muhakkakki aşın tüy­lü, gerçi sıcak, gerçi güzel, ama neme lâzım duasında niyazında, dini-bütün bir ta­zedir. Belli ki, babasma çekmiş. İstavrozunu bir gün göğsünden eksik etmez. Kar­deşinin İspati kızıyla yaptıklarını duysa, utancından yerin dibine geçer. Öylesine kaba-sofu ki malûm günlerde erotik rüyalar gördüğü zaman bile, şuuraltısının kendine oynadığı bu oyuna içerler, sabahleyin alelacele banyo yapıp tövbe istiğ­far eder. İyi bir drahoması var. Şimdi genç değil, şöyle, kırkını, kırk beşini aşmış, efendiden, ağırbaşlı bir kısmet bekliyor. Hayırlısı.

Resimli kâğıtlardan sonra, ilk ağızda, Onlularla Dokuzlular gelir. Onlularla Dokuzlular, resimsiz kâğıtlar içinde önemli oyunlara katılma imtiyazına sahip başhca kâğıtlardır. Bundan ötürü de hallerinde görgüsüzce bir çalım, budalaca

Dokuzlular, mabeyinci veya stile uşak olursa Sekizlilerle Yedililere de el uşak­lığı, bahçıvan yamaklığı gibi daha aşağılık işler düşüyor.

Bütün bunlardan sonra sıra nihayet Konçinalara gelir. Konçüıa diye bilindiği gibi, Altıhdan aşağı kâğıtlara deniyor. Konçinalar, ismi üstünde işte: Konçinadır- lar. Geçin Bezik gibi, Poker gibi kibar oyunları; aşçı iskambilin pespaye oyunlar­da bile hiçbir işe yaramaz, üzgün ve küskün, oyunu dışardan seyrederler. Diye­ceksiniz ki, Pinakl’da Kanasta’da oyun a alınıyorlar ya… Ben ona oyuna alınmak mı derim. Zavallılar, çıtır kozların at oynattığı meydanlarda ha bire gelir gider, ayak altında dolaşıp trafiği tıkar, itilip kakılır, muştalanır dururlar. Hasılı aburcu- burdurlar. Böyle oynamaktansa ben yeşil çuhanın üstüne kapanıp yüzüstü uyuk­lamayı tercih ederim. Konçinalar bu bakımdan iskambillerin Paryasıdırlar. Var oluşlarının sebebi sırf öbür kâğıtlara basamak olmak, onların üstün mevkiini sağ­lamaktır. Alt basamak olmasa üst neye, kime öğünecek?

Konçinalarm bu içler acısı durumu bana oldum olasıya dokunmuştur. Kaldı M, deste içinde hüküm süren bu derebeylik rejimini bugüne bugün İnsan Hakla­rı Beyannamesi ile uzlaştırmağa da imkân yoktur. Nitekim, usta oyuncu geçindi­ğim sıralarda onları Paıyalıktan kurtarıp eşitliğe kavuşturacak, böylece desteyi de iyi kötü çağımızın demokrasi gidişine uyduracak yeni oyunlar aradığım oldu. Hattâ, öyle bir oyun bulayım ki diyorum, orada Birliler asıl değerlerine indirilsin, Beşliler kızlan, Dörtlüler oğlanlan alabilsin. Alay bu ya, icabında bir kılkuyruk Üçlü, dört papazı birden sustaya durdursun. Fakat olmuyor beyler. Aslarda o kü­çük dağlan ben yarattım diyen heybet, Papazlarda o bütün güvenini sakaldan, âsadan, baltadan alan azamet varken, o güdük, o sümsük, o boynu bükük Konçi­nalar onlara bir türlü el kaldıramıyorlar. Sinmiş bir kere içlerine. Alışkanlık de­yin, yapamıyorlar Çekingenlik deyin, aşağılık, daha doğrusu Konçinalık komp­leksi deyin, çekingenlik deyin, aşağılık, daha doğrusu korçinalık kompleksi de­yin, işte ellerinden gelmiyor.

Bunu anladığım günden beri yeni oyunlar aramaktan, eskilerini de oynamak­tan vazgeçtim. Her kâğıda eşit değer tanıyan biricik oyun olduğu için şimdi yal­nız Pasyans açıyorum. (Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, 12 Mart 1953)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler