Nedir ?

Hadis/Sünnet Nedir, Ne Demektir, Türleri, Kavli, Fiili, Takriri, Meşhur,Mütevatir

Sünnet (ar, i. ç. Sünen)

Lûgatta ”sünnet”, âdet demektir. Kur’ân’da Allah’a izafetle kullanılan “sünnet” kelimesi (“sünnetullah”), toplumların davranışlarına göre tecelli edegelen ve değişmeyen ilâhı kanunları anlatmaktadır; “Onlar, öncekilerin kununundan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda asla bir sapma da bulamazsın!” (K.35/43). (Yine bu manâda K. 17/77; 33/62, 48/23). “Sünnetullah” aynı zamanda, “tabiat kanunları” denen ve kainatta can olaylarda sebeblerle sonuçlar arasındaki alâka ve insicamı sağlayan “ilahi kanun” manasında da kullanılır. “Sünnet” kelimesi insana nisbetle kullanıldığında, ister iyi ister kötü olsun, kişinin itiyat haline getirdiği davranışları ifade eder.

Fıkıh terminolojisinde “sünnet”, farz ibadetlerin dışında Hz. Peygamber’in yapmayı âdet edindiği ibadetler manâsında kullanılır. Buna göre, Hz. Peygamber’in nadiren terkettiği (sabah namazının sünneti gibi) ibadetler sünnet-i müekkede, bu derecede devamlı yapmadığı (ikindi namazının sünneti gibi) ibadetlere sünnet-i gayr-ı müekkede denir. Ezan, ikamet, cemaat gibi İslâmın şiârından olan sünnetlere “sünnet-i büdâ” adı verilir ki bunlar birer sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamber’in, yiyip içme, giyinip kuşanma gibi fiillerine ise “sünnet-i zevâid” denir ki bunlar sünnet-i gayr-ı müekkede sayılır. Şu var ki, fıkıh usulü terminolojisindeki “mendub”un çeşitlerinden birini teşkil ettiği için, sünnet, fıkıh kitaplarında sadece yukarıda işaret edilen ibadet çeşitleri manâsında değil, ister ibadet ister muâmelât ile ilgili olsun, mendub sayılan bütün davranışlar hakkında kullanılmıştır. Bazı fakihler, sünnet kelimesini “bid’at” in zıddı olarak da kullanmışlardır.

Fıkıh usulü terminolojisinde ise “sünnet”, Hz. Peygamber’den Kur’ân dışında sâdır olan söz, fiil ve takrirlerdir (muttali olduğu bazı söz ve fiilleri olumsuz karşılamadığını gösteren sükutudur).

Sünnetin, gerek doğrudan hüküm koyma gerekse Kur’ân’ı açıklama yoluyla İslâm hukukunun bağlayıcı kaynağı sayılması gerektiğini gösteren bir çok âyet vardır. Meselâ bir kaç âyetin meâli şöyledir; “Hayır! Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan ihtilâflarda seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tamamıyla teslim olmadıkça iman etmiş sayılmazlar” (K.4/65), “Peygamber’in size verdiklerini alın ve size yasakladıklarından- sakının” (K.59/7). “Kendilerine gönderileni insanlara açıklayasın diye sana bu Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik” (K.16/44).

İslâm hukukunda “nass” denince, Kur’ân âyetleriyle birlikte Sünnet de kasdedilir. Zira, lâfzı Allah’tan olmamakla beraber, manâ itibarıyla Sünnet de vahiydir. nitekim Necm suresi’nde şöyle buyrulur: ” O kendi şahsi arzularına göre konuşmaz; O (söyledikleri), kendine gelen bir vahiyden başka bir şey değildir.” (K.53/3—4). Hz, Peygamber’den zamanımıza kadar bütiin İslâm hukukçuları, Sünnet’in İslâm hukukunun kaynağı olduğu hususunda ittifak halindedir. Bir başka ifade ile, bu konuda icmâ teşekkül etmiştir. Mantıken de, Hz, Muhammed’in Allah Resulü olduğuna İnandıktan sonra, O’na muhalefetle birlikte Allah’a itaatin mümkün olabileceği düşünülemez. Şu halde “Sünnet” olduğu bilinen mu’tâların, İslâm hukukunun kaynağı olduğu şüphe götürmez bir husustur. Fakat bu mu’tâların Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda itirazlar olabilecektir ve olmuştur. Nitekim bu noktayı aydınlatmak, uydurma olan ile olmayanı, uydurma olmayanlar arasındaki sağlamlık derecelerini ayırdetmek üzere, İslâm muhiti içinde başlıbaşma bir ilmi’ disiplin ortaya çıkmıştır. Belirtilen özün etrafmda kümeleşen diğer bazı konularla beraber, sözü edilen konuyu “Hadis Usulü” ilmi incelemektedir (bk. Usül-i Hadîs). Tabii ki, İslâm hukukçuları da, Sünnet’in nevileri arasında bağlayıcılık gücü bakımından bir ayırım yapmışlardır. Şimdi, bu ayırımdan önce yer verilmesi gerekli bir başka ayırıma işaret edilecek, sonra mezkur ayırıma geçilecektir.

I- Mahiyeti (yapısı) itibariyle Sünnet üç kısma ayrılmaktadır;

1. Kavli Sünnet: Hz. Peygamber’in söylemiş olduğu sözler demektir. “Hadis” kelimesi genellikle bu manâda kullanılmaktadır; fakat bazen, aşağıda gelecek iki kısmı da içine alır şekilde kullanılmaktadır, ki bu takdirde Sünnet ile eş anlamlı olmaktadır. Hz. Peygamber’in sözleri, Kur’ân’ı açıklama veya doğrudan şer’i hüküm koyma ile alakalı olduğu takdirde hüküm kaynağıdır. Bazen sırf dünyevi konularla ilgili olarak söylediği sözler vardır ki, bunlar böyle değildir. Nitekim, bizzat Hz. Peygamber, tecrübi bilgiye dayanan bir olay münasebeti ile “siz, dünya işlerinizi kendiniz daha iyi bilirsiniz” buyurarak bu konuya ışık tutmuştur.

2. Fiili Sünnet: Hz. Peygamber’in yapmış olduğu fiillerdir. Hüküm kaynağı olma bakımından bunlar şöyle bir ayırıma tâbi tutulmaktadır:

  • Hz. Peygamber’in, açıklanmaya muhtaç bir Kur’ân âyetini açıklayan fiilleri, ki bunların bağlayıcı hüküm kaynağı olduğu şübhesizdir. Namaz ve zekâtı emreden âyetleri, namazın nasıl kılınacağını ve zekâtın nasıl verileceğini göstererek açıklayan fiilleri gibi.
  • Kur’ân’da hükmü belirlenmemiş durumlar hakkında Hz. Peygamber’in hüküm belirten fiilleri de bağlayıcı hüküm kaynağıdır. Bir şahitle birlikte iddia sahibinin yemini üzerine karar vermesi gibi.
  • Hz. Peygamber’in, şer’î niteliği bilinmemekle beraber, kurbet (Allah’a yaklaşma) maksadı ile yaptığı bilinen ve sürekli olmayan fiilleri, ümmeti için müstehabtır. Kuşluk namazı gibi.
  • Hz. Peygamber’in, sırf kendisine has olduğu bilinen fiilleri, ümmeti için hüküm ifade etmez. Bunlar, peygamber olması sıfatıyla, sırf kendisine mahsustur. İki gün peşpeşe iftar etmeksizin oruç tutmak (savm-i visâl) gibi.
  • Hz. Peygamber’in, insan olma sıfatıyla yaptığı fiilleri hüküm kaynağı teşkil etmez. Hz. Peygamber’i örnek tutup ecir kazanmak niyetiyle yapılması güzel bir davranıştır, fakat bağlayıcı değildir. Resulullah’m, yeme-içme, oturup kalkma gibi beşerî fiilleri bu gruptandır.

3.Takriri Sünnet: Hz.Peygamber’in, kendi huzurunda söylenen bir sözü veya işlenen bir fiili ya da kendi huzurunda olmasa bile haber aldığı bir söz veya davranışı yadırgamayıp sükut ile karşılamasıdır. Resulullah’ın bu tarz sükutu, prensib olarak o söz veya fiilin mubâh (câiz) oluşunu gösterir. Fakat bu, bir başka delil ile aynı fiilin mendub veya vâcib olduğu sonucuna varmaya engel değildir.

II. Rivayetteki kuvvet derecesi itibariyle de Sünnet üç kısımdır:

1 .Mütevâtir Sünnet: Hz.Peygamber’den itibaren Sünnet’in tedvin edildiği çağa kadar, her tabakada, yalan üzerine birleşmeleri düşünülemeyecek sayıda birer topluluğun görerek veya duyarak Resûlullah’a nisbetle naklettikleri söz, davranış veya takrirlerdir, Haber-i mütevâtirin “ilm-i yakın” (kesin bilgi) sağladığı kabul edildiğinden, mütevâtir Sünnet bütün İslâm âlimlerine göre İslâm hukukunun bağlayıcı kaynağıdır. Mütevâtir Sünnet iki çeşittir:

  • Kavli Mütevâtir Sünnet: Hz. Peygamber’in söylemiş oiduğu sözlerin, tevâtür şartlan içinde nakledilmiş olanlarıdır. Bunlar aynen Hz. Peygamber’in ağzından çıkan lâfızlarla nakledilmiş ise, “lafzf mütevâtir”adıyla, aynı lâfızlarla olmamakla birlikte aynı manâ üzerinde birleşir şekilde nakledilmiş ise ”manevî mütevâtir” adıyla amiır. Kavli’ mütevâtir Sünnet ve özellikle bunun lâfzî mütevâtir şekli oldukça azdır.
  • Fiilı Mütevâtir Sünnet: Hz. Peygamber’in, mütevâtir haber şartları içinde, fakat söz ile değil tatbikat yoluyla nakledilen davranışlarıdır. Özellikle ibâdetlere ait bir çok şeklî hükümler bu nevi Sünnet ile sâbittir.

2. Meşhûr Sünnet: Hz.Peygamber’den tevâtür sayısının altında râvîler tarafından nakledilmişken, daha sonraki tabakalarda tevâtür sayısına ulaşan râvîler tarafından nakledilerek şöhret bulan Sünnettir. Bir başka ifade ile, meşhur Sünnet, Hz. Peygamber’e nisbeti tevâtür kesinliğinde olmamakla birlikte, Hz. Peygamber’ den nakleden râvıye (sahâbiye) nisbeti kesin olan Sünnettir. “Meşhur Sünnet” Hanefilerce kabul edilmiş bir terimdir ve Hanefî’lere göre meşhur Sünnet, amelî bakımdan mütevatir Sünnet değerindedir. Usulcülerin çoğunluğuna göre ise, tevâtür şartlarını tam olarak taşımayan haber, -aşağıda görülecek olan- âhâd Sünnet kısmına dahildir. Yani onlara göre, rivâyetteki kuvvet derecesi itibariyle Sünnet, “mütevâtir” ve “âhâd” olmak üzere iki kısımdır; üçlü ayırım, Hanefîlere göredir.

3.Sünnet-i âhâd: Mütevâtir Sünnetin (ve Hanefîlere göre meşhur Sünnetin) şartlarını taşımayan Sünnettir. Bu nevi Sünnet, Zahirîlere ve bazı hadîs bilginlerine göre “ilm-i yakîn” (kesin bilgi) sağlar ise de, çoğunluğa göre kesin bilgi değil, “zann-ı râcih” (kuvvetli zann) sağlar.

Sünnet-i âhâdın bağlayıcı kaynak olduğu, prensib olarak bütün İslâm hukukçularınca kabul edilmiştir. Aranan şartlarda ise bazı farklar vardır: Şâfiîler, Hanbelîler ve Zâhirîler,; —herbirinde farklılıklar göstermekle birlikte- râvîde aranan sıhhat şartlarının bulunması ve rivâyet zincirinin Hz. Peygamber’e kadar kesiksiz uzanması halinde, Sünnet-i âhâdın bağlayıcı kaynak sayılması gerekeceğini savunurlar. Rivâyet zincirindeki kopukluklardan birini ifade eden ve sahâbi râvînin rivayet zincirinde bulunmadığını gösteren “mürsei hadîs”i ise, bu grubta yer alan Zâhirîler kabul etmez; Şâfiîier bazı şartlarla kabul eder; Hanbelilere gelince, onlar aynı konuda muttasıl (kesiksiz) hadisin bulunmaması halinde buna kaynak değeri atfederler, ikinci grubu teşkil eden Haneffler ve Mâlikîler, sadece, râvîierin âdil ve zâbıt olması ve rivâyet zincirinin kesintisiz bulunması şartı ile yetinmeyip, hadisin metni (muhtevası) hakkında da bazı şartlar ararlar. Meselâ Mâlikîler, haber-i âhâdın Medine tatbikatına, İslâm hukukunun prensiblerine ve ana kaidelerine aykırı olmamasını şart koşarlar. Hanefi’ler de, râvî fakîh olmadığı takdirde haber-i âhâdı İslâm hukukunun ana kaide ve prensibleri süzgecinden geçirdikten sonra kabul ederler. Yine Hanefi’ler, haber-i âhâdın (namazda ellerin kaldırılması gibi) tatbikatına çok rastlanan durumlarla ilgili olmamasını şart koşarlar; böyle durumlarda rivâyetin âhâd seviyesinde kalamayacağını, tevâtür veya şöhret derecesine yükseleceğini bu şartın gerekçesi olarak gösterirler. Hanefiler, râvînin, kendi rivâyet ettiği hadîse aykırı amel etmemesini de haber-i âhâdın kabulü için gerekli görürler. Burada ilâve edilmelidir ki, Hanefi ve Mâlikî mezheblerinin kumcu imâmları, kendi zamanlarının şartları içinde, yukarıda zikri geçen “mürsel” hadîslere diğer mezheb kurucularına nisbetle daha çok itibar etmişlerdir.

Sünnet’in teşrî’deki fonksiyonlarına gelince, bunlar şöylece özetlenebilir: Sünnet, bazen Kur’ân’da yer alan hükümlerin aymışım getirerek onları te’kid eder, bazen Kur’ân’da mücmel (öz) olarak bulunan hükümlerin tafsilâtını verir, bazen Kur’ân-daki hükümleri tahsis veya takyîd eder, bazen de Kur’ân’da hükmü belirtilmemiş hususlar hakkında doğrudan hüküm koyar.

Sünnet, sübûtu (nakildeki sağlamlığı) bakımından -mütevâtir olup olmadığına göre— kat’i” ve zannî olabilir bu yönüyle Kur’an’dan farklıdır. Kendisinden çıkarılan manâya delalet bakımından da kat’î veya zanni olabilir ve bu yönüyle Kur’ân gibidir.

İlgili Makaleler