Kimdir

Gottfried Wilhelm Leibniz kimdir? Felsefi düşüncesi

Gottfried Wilhelm Leibniz kimdir? Felsefi düşüncesi: 17. yüzyılın üçüncü büyük rasyonalist-matematikçi filozofu olan Leibniz, Yeniçağ’a Hobbes eliyle damgasını vurmuş materyalist ve mekanist dünya görüşünden olduğu kadar, Descartes’ın unsurları yer kaplayan  madde  ile  düşünen  zihin  olan  düalizminden  ve  dolayısıyla  onun  bilim  ile  din  arasında gerçekleştirmiş  olduğu,  zemini  tamamen  bilime  terk  eden,  sözde  uzlaşmadan  ve  nihayet,  bilime gereksiz  ödünler  verdiğine  inandığı  Spinoza’nın  natüralizmi  ve  panteizminden  de  rahatsız  olmuştur. Ona  göre, Kartezyanizm  baştan  sona  yanlış bir  yola  girmiş  ve madde  ile  ruhu,  bilim  ve  dinden  her birine güya özerklik ve bağımsızlık sağlamak adına, birbirinden tümden koparmıştır; işte bu Leibniz’e göre, onun hayata geçirmiş olduğu uzlaşımın da temelde hatalı olduğu anlamına gelir. Sorun, Tanrının hiçbir  ilişkisinin  kalmadığı  mekanik  dünyada  Tanrıya  ve  dine,  her  nasılsa  bir  yer  bulmak  sorunu değildir,  çünkü  böyle  bir  dünyada  Tanrı  ve  din  er  ya  da  geç  yok  olup  gidecektir;  sorun  esas, rasyonalizm  içinde  aşkın  ve  yaratıcı  bir  Tanrıya,  gerçek  bireylere  ve  hepsinden  önemlisi  nesnel amaçlara  bir  yer  bulmaktır. Buna  göre,  yapılması  gereken  şey,  onun  bakış  açısından  ortodoks  veya klasik  Tanrı  anlayışı  ile  geleneksel  teleolojik  evren  görüşünü  ciddiye  alıp,  bu  ikisini  yeni  bilimsel dünya görüşüyle bağdaştırmaya çalışmaktır. Leibniz’in bakış açısından, modern dünyada ağırlığını her geçen gün biraz daha hissettirecek olan kültürel krizi aşabilmenin yegâne yolu budur. Geri kalan bütün diğer çözüm denemeleri ya krize şöyle ya da böyle yenik düşer ya da krizi gizlemeye yarar.

Aslında  rasyonalist  Leibniz,  Descartes  ve  Spinoza’nın  dünyayı,  bir  bütün  olarak  doğayı  bilim yoluyla  açıklama  projesine  bağlı  kalır  ama  bir  yandan  da  bilimin,  kendi  başına  hiçbir  şeyi açıklayamayacağını  savunarak, onun  dünyanın  neden  bilimin  gösterdiği  gibi  olduğunu  gözler  önüne serecek  başka  bir  açıklama  ya  da  yorum  tarafından  desteklenmesi  gerektiğini  söyler. Bu  da  elbette kaynağında yeter sebep ilkesi ve Tanrı bulunan bir açıklama olmak durumundadır. Yeter neden ilkesi, gerçekte hemen hepimizin kabul ettiği bir ilke olarak, hiçbir şeyin nedensiz olmadığını, vuku bulan her şeyin bir nedeni olduğunu, bir şeyin, başka  türlü değil de olduğu gibi olmasını açıklayacak bir neden bulunması gerektiğini söyler. Bununla birlikte, Leibniz ilkeyi, bizim bulunduğumuz, hatta bilimsel bir bakış açısının konumlandığı noktadan çok daha öteye, nihai metafiziksel temellerine taşır. Bu noktaya ulaştığımız  zaman  ise,  dünyanın  ve  dünyadaki  hayatlarımızın,  bildik  kabullerimiz  ve  hatta  bilimsel açıklamayla açıklanamayacağını, açıklamanın çok ötesinde kaldığını görürüz. Leibniz,  büyük  bir  fırtınanın  etkisiyle,  kökleriyle  birlikte  toprağından  kopup,  başka  bir  yere savrulan  bir  ağacı  düşünmemizi  ister. Bu olay  neden  vuku bulmuştur? Hepimiz, onun hiçbir  şekilde rastlantısal olmayıp,  açıklanmaya muhtaç bir olay olduğunu kabul eder ve onu  açıklamak  için bildik doğa  yasalarını  sıralarız.  Ama  bir  yandan  da  açıklamanın  nedenler  zincirinde  sonsuzca  geriye gidemeyeceğini,  onun  bir  yerde,  doğa  yasalarında  durması  gerektiğini  kabul  ederiz.  Oysa  Leibniz bunun  bir  açıklama  olmadığını,  gerçek  açıklamanın  dünyanın  neden  başka  yasalara  değil  de  sahip olduğu mevcut yasalara sahip olduğunu açıklaması gerektiğini öne sürer. Ona göre, ortalama  insanın, bilimadamının  açıklamasının  son  bulduğu  bu  noktada  söyleyecek  hiçbir  şeyi  yoktur.  Gerçekten  de bilimadamı,  bilimin  görevinin,  şeylerin  neden  oldukları  gibi  olduklarını  açıklamak  değil  de  nasıl olduklarını  söylemek olduğunu kabul eder. Leibniz’in bakış  açısından  bu,  ağacın  toprağından  kopup savrulmasının bir nedeni olmadığını söylemek kadar anlamsızdır.

Leibniz  açısından  sadece  görünüşlerle  yetinen  bilimi  tamamlayacak metafiziksel  açıklama  ya  da nedenler zincirinde açıklamanın tam ve gerçek bir açıklama olmasını mümkün kılacak şekilde bir nihai noktaya  erişme,  ancak  kendisi  açıklanmaya muhtaç  olmayan  bir  şeyin  varlığının  kabul  edilmesiyle mümkün olabilir. Bu varlık da ona göre, Tanrıdır. Yeter neden ilkesine dayalı bu açıklama, bu dünyada iş başında olan yasaları Tanrının kararına dayandırır. Tanrı bu yasaları ve onlarla birlikte olup bitecek olan her şeyi, örneğin ağacın fırtınanın etkisiyle  toprağından bir dakika önce ya da sonra değil,  fakat tam  tamına  o  anda  kopmasını,  bir  metre  sağa  ya  da  sola  değil  de  tam  tamına  savrulduğu  yere savrulmasını temin edecek şekilde seçmiştir. Bu, Tanrının bu dünyanın tarihinde olup bitecek her şeyi bildiği,  gücünün,  başka  dünyaları  da  seçmiş  olabilmeyi  mümkün  kılacak  şekilde  sınırsız  olduğu, mümkün dünyaların en iyisi olan bu dünyayı seçmesinin sonsuz iyiliğinin bir ifadesi olduğu anlamına gelir.  Kısacası,  dünyaya  ilişkin  gerçek  açıklama,  bilim  yoluyla  değil,  fakat  anlaşılırlık  ve  anlamın yegâne kaynağı olan Tanrı sayesinde olabilir.

(a) Program ve Yöntem

Leibniz  (1646-1716), modern  zamanların, hiç kuşku yok ki  en  büyük  âlimlerinden  biri,  belki de birincisidir.  O,  diferansiyel  hesabın  mucidi  olacak  kadar  büyük  bir  matematikçi,  mantık  tarihinin Aristoteles ve Frege’den sonra gelen en büyük üçüncü mantıkçısı, Hıristiyan  inancı  için vazgeçilmez olan her şeyi ihtiva edecek bir ortak doktrin ortaya koymak suretiyle Hıristiyanlığın bütün mezheplerini birbirleriyle  barıştırmaya  kalkışacak  kadar  derin  bir  ilahiyatçıydı.  Bunun  da  ötesinde,  o  ciddi  bir diplomat,  mekaniğe  kinetik  enerji  kavramını  armağan  edecek  derecede  büyük  bir  bilimadamı, derinlikli, güçlü ve özgün bir felsefe sisteminin kurucusu olan büyük bir filozof, ünlü bir hukukçu ve tarihçi idi.

Leibniz sadece derin bir filozof değil modern zamanların en büyük polimatlarından biriydi. Pek çok alanda  faaliyet gösterip, önemli buluşlara  imza attı. Bir mühendis olarak hesap makineleri, saatler ve hatta  maden mühendisliğinde  kullanılacak  araçlar  üzerinde  çalıştı.  Bir  kütüphaneci  olarak,  modern kataloglama düşüncesini yarattı. Bir matematikçi olarak, özellikle bugün topoloji olarak bilinen alanda çığır  açıcı  çalışmalar  yaptı,  kullandığı  notasyon  sisteminin  bu  alanda  standartlaşmasını  sağladı.  Söz konusu  teorik  ve  pratik  çalışmaların  yanında, Leibniz  felsefe  alanında  ise  bilim  ile  dini,  dinden  ve teleolojiden hiç ödün vermeksizin uzlaştırmayı veya bağdaştırmayı amaçlamıştı. İşte bu amaca uygun olarak doğabilimi veya  fiziği,  sistematik bir  tarzda göründüğü  şekliyle dünyanın düzgün  temsili diye yorumlamış  ve  dünyanın,  bu  temsilin  gerisinde  gerçekte  ne  olduğunu  ortaya  koyacak  bir metafizik sistem geliştirmeye koyulmuştur.

Mantık Metafizik İlişkisi

Onun böyle bir program ya da projede kullandığı yöntem ise, bir sistem olarak evrenle ilgili mutlak hakikatleri belli bir  töz öğretisiyle en  temel  aksiyom ya da  ilkelerden çıkarsayan  tümdengelimsel bir yaklaşım  olmuştur. Leibniz’in  kendisine bir  varlık  bilimi,  tümdengelimsel  bir metafizik  sistemi  inşa etme  imkânı veren söz konusu dedüktif yaklaşım belirli  ilkelerden oluşan bir mantıksal yöntemi  ifade eder. Görünüşün veya  temsillerin gerisindeki gerçekliği mantıksal bir yöntemle serimleme  projesinin gerisinde  ise, hiç kuşku yok ki Leibniz’in mantık ve metafizik arasındaki yakın  ilişkiyle  ilgili görüşü bulunur. Elbette, bu konuda Leibniz yalnız değildir; ataları tarafından olduğu kadar, pek çok mirasçısı tarafından da benimsenen bu görüşe göre, mantığın temel yapılarıyla ilgili birtakım sonuçlar dünyanın temel yapılarını, gerçekliğin mahiyetini gözler önüne serer.

Leibniz  işte bu yüzden, mantık alanından  türetilen birtakım  temel doğruların, dünyanın metafizik tarafından ortaya çıkarılacak temel doğasının açıklanmasında çok önemli bir rolü ya da işlevi olduğunu düşünür.  Bu  yüzden  en  temel  mantık  doğruları  olarak  ifade  edeceği  beş  temel  mantık  ilkesini gerçekliği, gerçekliğin temel yapısını açıklamak için kullanır; bununla birlikte bu gerçeklik, göründüğü şekliyle dünyanın gerisindeki veya temelindeki metafiziksel gerçekliktir. Bu gerçeklik zihin tarafından, dünyanın en temel düzeyde, aklın zorunlu doğrularına uygun düşecek şekilde sahip olması gereken bir yapı,  sergilemek  durumunda olduğu bir  gerçeklik  türü olarak kavranır. Demek  ki Leibniz kendisinin koyduğu bu temel mantık ilkelerini veya akıl doğrularını kabul ettiğimiz zaman, gerçekliğin doğasının, göründüğü gibi değil de gerçekte oldukça farklı olduğunu kavrayacağımızı savunur. Bununla birlikte, onun söz konusu mantıksal yaklaşımının hemen gerisinde, onu adeta yaratan bir şey olarak, Descartes’ın “aklın  idaresi  için” koymuş olduğu kurallara çok benzeyen bir genel yöntem teorisi bulunur. Onun aklın idaresi için belirlediği bu kurallar, toplam on tanedir.

Çelişmezlik İlkesi

Leibniz aklın  idaresi  için belirlediği bu kuralları uygularken, kendilerine dayandığı beş  temel akıl ilkesi ya da mantıksal doğrulardan birincisi, meşhur çelişmezlik  ilkesidir. Bütün akılyürütmelerimizin kendilerine  dayandığı  iki  temel  ilkeden  biri  olan  bu  ilkeye  göre  bir  önermenin,  onun  karşıtı  kendi kendisiyle  çelişik olduğu  zaman doğru olduğuna hükmedilir. Bu  ilkeye dayanan önermelere, Leibniz zorunlu  doğrular  adını  verir. Bunlar  karşıtlarının  bariz  bir  çelişki  içerdiği  özdeşlik  önermeleri  veya totolojilerdir. Bu  zorunlu  doğrular,  yanlış  olabilmeleri  söz  konusu olamayan  doğrulardır; yine onlar, akla dayanan  rasyonel hakikatler olarak  tanımlanırlar. Söz konusu mantıksal,  zorunlu  ya da  rasyonel doğrular, şu halde inkârlarının bir çelişmeyle sonuçlanması anlamında, çelişmezlik ilkesine dayanırlar. Leibniz bu türden zorunlu doğruların, terimleri  tanımlandığı zaman, “A, A’dır” şeklindeki totolojilere ya da özdeşlik önermelerine  indirgenebileceklerini düşünür. Bu  zorunlu doğruların karşısında  ise, ne bir  totoloji  vardır  ne  de  bir  özdeşlik  önermesine  indirgenebilir  olan,  dolayısıyla  kendilerini  inkâr etmenin  bir  çelişkiye  yol  açmadığı  olumsal  önerme  ya  da  doğrular bulunur. Bunlar, doğru oldukları kadar yanlış olmaları da mümkün olan ve akla değil de deneyime dayanan doğrulardır.

Öznedeki Yüklem İlkesi

Leibniz’in birinci ilkesinden bile önemli olan ikinci  ilkesi, “mevcudiyet (in esse)  ilkesi” olarak da bilinen meşhur “öznedeki yüklem”  ilkesidir. Onun  felsefesinde çok  temelli bir yer  işgal eden bu  ilke, çelişmezlik  ilkesi  yoluyla  ifade  edilen  analitik  doğruların  kapsamını,  olumsal  diye  bildiğimiz önermeleri de içerecek şekilde genişletmeye yarar. Çünkü Leibniz’e göre kendinden açık veya apaçık bu ilke, bir özne hakkında olumlanan bütün doğru önermelerin özneye karşılık gelen kavramda ihtiva edildiğini  dile  getirir. Başka  bir  deyişle,  bu  ilke,  bütün  önermelerin  son  çözümlemede  özne-yüklem formundaki önermelere indirgenebileceğini dile getirirken, bütün doğru önermelerde yüklemlerin özne konumundaki kavramda ihtiva edildiğini, tüm analitik önermelerin doğru ve tüm doğru önermelerin de analitik olduğunu ifade eden bir doğruluk öğretisi verir.

Benimsenecek doğruluk anlayışının gerçeklik kavrayışımız ve gerçekliğin temelde nasıl anlaşılmak durumunda olduğuyla  ilgili görüşlerimiz bakımından önemli sonuçları olduğunu düşünen Leibniz, bir önermenin,  içeriğinin dünyada gönderme yaptığı duruma uygun düşmesi durumunda doğru olduğunu bildiren klasik ve  sezgisel doğruluk anlayışımızı  bir  an  için  unutmamızı  söyler. Doğruluk,  ona  göre, yüklemi öznede içerilen bir önermenin özelliğidir. Söz konusu doğruluk özelliği, esas itibariyle analitik önermelerin bir özelliği olarak anlaşılır. Buna göre, “Kırmızı bir renktir” dediğimiz zaman, dünyanın önermenin gönderme yaptığı durumuna bakmamız gerekmez, çünkü kırmızı kavramı renk kavramının bir parçasıdır. Hatta sadece bir parçası değildir; yani yüklem sadece öznede içerilmez, fakat ona eşittir de. Leibniz, söz konusu içerilme durumunun, analitik önerme ya da doğrular dışında, örtük ya da gizil olarak diğer tüm doğrular için de geçerli olduğunu söyler. Sözgelimi, “Ahmet hastadır” önermesini ele alalım. Bu önerme, sezgisel olarak dışsal bir karşılığı olduğu, yani Bekir oğlu Ahmet, 25 Aralık 2006 günü gerçekten de hasta olduğu  için doğrudur. Fakat Leibniz önermeyi biraz daha  farklı bir biçimde analiz ederek, “Ahmet hakkında bilinecek her şeyi bilseydik eğer, yani tam bir Ahmet kavramına sahip olsaydık,  başkaca  birçok  şey  yanında Ahmet’in  o  gün  hasta  olacağını  da  bilirdik”  der. Dolayısıyla, “Ahmet  hastadır” önermesi,  öncelikle dışsal  bir karşılığı  ya  da  göndergesi olduğu  için  değil, Ahmet kavramına  sahip  olunduğu  ve  bu  kavram  bir  yüklem  olarak  onun  hasta  olmaklığını  içerdiği  için doğrudur. Ahmet’in kendisi, başına gelen her şey, onun bütün nitelikleri, normal kavrayışımıza göre, olumsaldır; dolayısıyla, onun hasta olduğunu bildiren önerme de olumsal bir doğruyu ifade eder. Oysa Leibniz’in bakış  açısından, Ahmet’le  ilgili bu doğru,  olumsal  değil,  zorunlu bir  doğrudur ve dahası, tüm zamanlar için doğrudur. Başka bir deyişle, o milyonlarca yıldan beri doğruydu ve onu bilecek hiç kimsenin olmadığı bir istikbalde de doğru olacaktır.

Yeter Sebep İlkesi

Doğruluğu  bu  şekilde,  yüklemin  öznede  içerilmesi  yoluyla  tanımlayan  Leibniz,  bundan  sonra Ahmet gibi bir özne  için onun yaptığı ve yapacağı, başına gelen ve gelecek olan her şeyi  ifade etmek durumunda olan neredeyse sonsuz sayıda yüklem olduğunu bildirerek üçüncü  temel  ilkesi olan yeter sebep  ilkesini  gündeme  getirir. Buna  göre,  o,  sadece Ahmet’le  ilgili  doğru  olan  çok  sayıda  yüklem olduğunu  değil,  fakat  bu  yüklemlerden  her  biriyle  ilgili  onun  doğru  olması  için  bir  yeter  neden meydana getiren başka bir doğru yüklemler kümesi olduğunu öne sürer. Leibniz ilkeyle dünyadaki her şeyin neden başka türlü değil de olduğu gibi olduğunu açıklayan bir sebebin olması gerektiğini, yeterli bir  açıklaması  olmayan  hiçbir  şeyin  var  olamayacağını  dile  getirir.  Açıklamadan  da  elbette  bir fenomeni rasyonel olarak anlaşılır hale getiren sebebin ortaya konmasını anlar.

Söz konusu yeter sebep ilkesi, ikinci olarak özneyle ilgili tam bir kavrayış, onun tam kavramı, yani özne hakkında  tasdik edilen doğrular bütünü, özneye  ilişkin olarak gerçek bir açıklama  ağı meydana getirir. İşte bu açıklama ağında, en azından ilke olarak ileriye ya da geriye doğru gitmek mümkündür. Sözgelimi,  ileri  doğru  gidildiğinde,  kişi,  Sezar  için  geçerli  olmuş  olan  doğrulardan,  onun  Rubikon ırmağını  geçeceği  sonucunu  çıkarsayabilir.  Veya  onun  ölümü  sırasında,  yine  onun  hakkında  tasdik edilmiş  yüklemlerden,  onun  Pharsalus  muharebesini  neden  kazandığını  açıklayabilir.  Gerçekten  de Sezar gibi bir varlığın çok sayıda farklı yükleme sahip olduğunu, her fail gibi onun da belirsiz sayıda eylemde bulunup, birçok şeye maruz kaldığını düşünen Leibniz’e göre, sonlu insan varlıkları, bireysel bir tözü tam anlamıyla analiz edebilecek ve dolayısıyla onun bütün yüklem ve niteliklerini bilebilecek bir konumda değildirler. Onlar işte bundan dolayı, bir niteliğin o töze tam olarak ait olup olmadığını, bir  yüklemin  onun hakkında  tasdik  edilip  edilemeyeceğini  tam bir  kesinlikle  bilemezler. Tözle  ilgili analizi  tamamlamadan,  ki  bu  insan  için  imkânsızdır,  ilgili  varlığın  söz  konusu  niteliğe  sahip  olup olmadığını bile bilemezler; bu çerçeve  içinde, onun şu yüklem veya bu niteliğe sahip olduğunu kabul etmek  bir  çelişki  olabilir.  Ama  sonsuz  olan  Tanrı,  tek  tek  varlıklarla  ilgili  analizi  tamamlayabilir; bundan  dolayı,  Tanrı  için  şeyler  ya  da  varlıklarla  ilgili  tüm  önermeler  analitik  önermeler  ya  da mantıksal  olarak  zorunlu  olan  önermeler  olmak  durumundadır.  Bu  ise,  Tanrı  tarafından  belirlenmiş rasyonel  bir düzen olarak dünyada  şeylere  izafe  edilecek her niteliğin  şeylerin  doğasında bir  temeli, yeter  sebebi  bulunduğu,  terimler  arasındaki  bağlantının bir  dayanağı  olduğu  anlamına  gelir. O,  aynı zamanda bizim  için her nasılsa vuku bulan ve olduğundan başka  türlü olabilen olaylardan söz etmek mümkün  olsa  da  Tanrının  sonsuz  zihninde  olduğundan  başka  türlü  olabilecek  olan  olaylardan  söz edilemeyeceğini ifade eder.

Buradan da anlaşılacağı üzere, Leibniz’in mantıksal yönteminde, söz konusu ilkeler hiç kuşku yok ki belli bir gerçekliğe uygulanır. Bu yüzdendir ki onda söz konusu olan ilkelerden veya betimlediğimiz doğruluk  anlayışından  töz  kavramına  geçilir. Gerçekten  de Leibniz,  işte  bu  noktada,  söz  konusu  üç ilkeden  hareketle  tam  kavramların  her  zaman  varolan  tözlerin,  yani  gerçekten  varolan  şeylerin kavramları  olduğunu  söyler.  Buna  göre,  bireysel  bir  töz, Leibniz’in  verdiği  ilk  örnekle  Sezar,  özne olarak  Sezar  hakkında  doğru  olarak  tasdik  edilebilen  her  şeyi  içeren  bir  kavrama  karşılık  gelecek şekilde ya da durumda olmak anlamına gelir. Hatta daha doğrusu, bir  töz onda fiilen var olan, gerçek olmuş  tam bir kavramdır ve  tam bir kavram da düşüncede dile getirilen ya da “algılanan” gerçek bir tözdür. Başka bir ifadeyle, bir töz özne-yüklemden meydana gelen önermede özne konumunda bulunan terime, bir nitelik de yüklem konumunda bulunan  terime  tekabül  eder. Leibniz’in  öğretisi  açısından, “T, n’dir” türünden bir önermeyi doğru kılan şey, n niteliğinin T tözünde gerçekten mevcut olmasıdır. Durum  böyle  olduğunda,  tözü,  Leibniz’e  göre,  niteliklerinden  veya  onun  hakkında  tasdik  edilen yüklemlerden biri ya da diğeriyle özdeşleştiremeyeceğimiz gibi, onun niteliklerin bir dayanağı olmak anlamında niteliksiz bir  şey olduğunu da  söylemeyiz. Tözlerin birbirlerinden,  asla  özdeş olmaksızın, çok küçük farklılıklarla ayrılabildikleri olgusu dikkate alındığında, öyleyse, tözü niteliklerinin toplamı diye  tanımlamak  gerekir.  Bu  toplam,  bir  şeyin  “tam  kavram”ına  karşılık  gelen  bütünsel  tarif  veya betimdir.

Bununla birlikte, tözü (1) ontolojik olarak bağımsız veya özerk, (2) kendi kendisini açıklayan varlık olarak  tanımlayan  Leibniz,  Sezar’ın  tam  kavramının  kendisini  bütünlüğü  içinde  tam  olarak açıklayamadığını  öne  sürer.  Ontolojik  olarak  ifade  edildiğinde,  Sezar’ın  kendisi,  olumsal  bir  varlık olduğu  için neden var olduğunun tam bir açıklamasını  temin edemez. Yani o, olduğundan başka  türlü olabilen,  hiç  varolmaması mümkün  olan  bir  varlık  olduğu  için  onun  açıklaması  kendisinde  olamaz.

Leibniz,  bu  yüzden  yeter  sebep  ilkesinin  sadece  bir öznenin  tam  kavramındaki  tek  tek  her  yükleme değil,  fakat  varolan  bir  şeyin  kavramı  olarak  bütünlüğü  içinde  kavramın  kendisine  de  uygulanması gerektiğini  öne  sürer.  Buna  göre,  başka  bir  tözün  değil  de  Sezar’ın  varolmasının  ve  hiçbir  şeyin varolmaması yerine bir şeylerin neden var olduğunun bir yeter sebebi olması gerekir.

Yetkinlik İlkesi

Leibniz  burada  kalmayıp,  Tanrının  bu  dünyayı  mümkün  dünyaların  en  iyisi  olarak  seçişini açıklamak  amacıyla,  yeter  sebep  ilkesini  destekleyen  iki  ilkeye  daha  başvurur. Bu  başvuru,  elbette, onun noktainazarından zorunlu bir başvuru olmak durumundadır. Çünkü Tanrının kendisi zorunlu bir varlık  olabilmekle  birlikte,  olumsal  varlıklar  toplamı  olarak  evren  Tanrının  keyfi  ya  da  gelişigüzel eyleminin  bir  sonucu  olursa,  o  zaman  Tanrı,  var  olan  şeyler  için  ihtiyaç  duyulan  açıklamayı  temin edemez, gerçek bir yeter sebep olamaz. Bu açıdan bakıldığında, Tanrının sadece zorunlu varlık değil, fakat aynı zamanda varolan her şeyin anlaşılabilirliğinin kaynağı olması gerekir. Yeter sebep ilkesini desteklemek üzere getirilen iki ilkeden biri  olan  yetkinlik  ilkesi,  evrenin  anlaşılırlığının  kaynağı  olarak  Tanrının,  varlığı  gelişigüzel  ya  da rastlantısal bir biçimde değil de var olan her şeyin  tam kavramına sahip olup, “bütün  ispatı” görerek, yani mümkün dünyalar  arasında  rasyonel bir  seçim  yaparak  yarattığını  ifade  eder. Buna  göre, Tanrı, içinde hem horozdan daha fazla domuzun hem de domuzdan daha fazla horozun olduğu, anlaşılmaz ve saçma  bir  dünya  yaratmayı  seçemezdi.  Leibniz’in  yetkinlik  ilkesine  göre,  Tanrı  en  yetkin  dünyayı yaratmayı seçmiştir. Dolayısıyla, ilke, bu açıdan bakıldığında, en yetkin dünyayı, mümkün dünyaların en yetkini olan dünyayı betimleyen önermelerin doğru olduğunu  ifade eder. Ve  ikinci olarak da Tanrı tarafından yaratılmış yetkin dünyanın, fenomenleri bakımından en zengin, en az sayıda hipotez ve ilke ile en iyi bir biçimde açıklanabilir bir dünya olduğunu ifade eder.

Ayırt Edilemezlerin Özdeşliği

Onun  yeter  sebep  ilkesini  desteklemek  ve  dolayısıyla,  dünyanın  rasyonalitesini  veya anlaşılabilirliğini  gözler  önüne  sermek  amacıyla  geliştirdiği  bir  diğer  ilke  olan  ayırt  edilemezlerin özdeşliği ilkesidir. Bu ilke bütün özellikleri tam olarak aynı olan iki şey ya da varlığın olamayacağını; özellikleri veya sahip oldukları niteliklerin  listesi bakımından  tam  tamına  aynı olan varlıkların özdeş olduklarını, onların hiçbir  şekilde  ayırt  edilemeyeceğini  ifade eder.  İlkenin yeter sebep  ilkesiyle olan bağlantısına dikkat çekmek amacıyla, şöyle düşünebiliriz:  İki nesne her bakımdan  aynı,  fakat  sadece sayı  veya  sahip  olunan  birlik  bakımından  ayrı  olursa,  o  zaman  birincisinin  neden  belli  bir  zaman diliminde  olduğu  yerde  varolurken,  ikincisinin  aynı  veya  başka  bir  zaman  diliminde,  neden  olduğu yerde olduğunun mümkün açıklaması, veya yeter sebebi olamaz. Bundan dolayıdır ki Tanrı birbirlerine her  bakımdan  özdeş  olan  iki  şeyin  varoluşuna  yol  açarsa,  anlaşılır  olmayan,  yeter  sebep  ilkesinin evrensel olarak geçerli olmadığı, dolayısıyla saçma bir evren yaratmış olur.

(b) Fiziği

Leibniz,  işte buradan hareketle, gerisindeki gerçekliği açıklamaya,  yani metafiziğini serimlemeye geçmezden önce, onun  temsili olan şeye gitmeye karar verir. Bilimsel dünya görüşü dediğimiz görüş nasıl bir telakkiden meydana gelmektedir? Fiziğin kendisi nasıl bir metafizik gerektirmektedir?

O, bu bağlamda daha kendi görüşünü ortaya koymadan önce, Descartes ve Spinoza’nın esas burada yanlışa  düştüklerini  söyler.  Gerek  Descartes  ve  gerekse  Spinoza,  der  Leibniz,  yeni  fiziğin  veya mekaniğin, kendilerinin “yer kaplama” adını verdikleri şeyle ya da cisim veya maddeyle ilgili olduğunu varsaydılar. Onlar, fizik bilimi yer kaplamanın özelliklerini, hareketi ve uzama bağlı başkaca durumları araştırdığı  için yer kaplamanın gerçek olduğunu düşündüler. Hal böyle olduğunda, onlar  için yegâne sorun,  yer  kaplama  veya  maddenin  statüsünü  ve  onun  zihinle  olan  ilişkisini  ifade  edip  açıklama problemi oldu. Descartes  yer kaplama  ya  da daha  doğrusu maddenin bir  töz  olduğuna  inandığından, tözler ise tanım gereği müstakil veya bağımsız olduklarından, onun  ikinci bir tözle, gerçekten varolan başka herhangi bir  şeyle  ilişki  içinde olamayacağı, başka bir  tözle  temas edemeyeceği sonucu ortaya çıkmıştı. Spinoza’da da yer kaplama her ne kadar bir töz olmaktan çıkıp, bir ana nitelik haline gelse de durum pek fazla değişmez. Yer kaplama bundan böyle kendi içinde kapalı bir sistem oluşturur.

Dünya umutsuzca  ikiye bölünmüş olduğu  için bundan böyle görmeyi ümit  edebileceğimiz  en  iyi şey, Leibniz’e  göre,  gerçekliğin  bilimin  söylediği  gibi  yer  kaplama  ya  da madde  olması  koşuluyla, birbirlerinden bağımsız  alanlar ya da müstakil disiplinler olarak bilim ve din, doğabilimleri ve moral bilimler  düalizmidir. Yer  kaplamanın  fiziğin  gerçek  konusu,  gerçekten  varolan  nihai  bir  şey  olması durumunda,  bundan  daha  da  kötüsü,  Leibniz’e  göre,  ikinci  olarak  maddileştirilmiş  Tanrıyla,  fizik modeline  veya  doğabilimlerinin  ölçütlerine  göre  yapılandırılmış  tin  ya  da  moral  bilimleriyle  karşı karşıya  kalırız. Leibniz  işte  böyle  bir  tabloya mahkûm  olmamak  ve  fazladan  gerçekliğin  dinin  veya teolojinin  söylediği  gibi  olduğunu  ortaya  koyabilmek  için  önce maddenin  gerçekten  varolmadığını, onun “varolmak için hiçbir şeye ihtiyaç duymamak anlamında” bir töz olmadığını gösterir. Leibniz  temel  eseri Monadoloji’nin  ilk  satırlarından  itibaren gerçekten var  olmanın,  töz  olmanın temel özellikleri  olarak, bölünebilir olmamayı,  basit olmayı,  varoluşu  için nedensel  olarak başka  bir şeye  bağlı  olmamayı  verir. Buna  göre, maddi  olanın  (1)  yer  kapladığını  ve  dolayısıyla  (2)  parçaları olup,  (3)  bölünebilir  olduğunu,  (4)  ontolojik  açıdan  parçalarının  varoluşu,  doğaları  ve  karşılıklı ilişkilerinin bir sonucu olduğunu öne süren Leibniz, onun (5) temel ya da ontolojik açıdan bağımsız bir şey  ve  dolayısıyla  da  (6)  bir  töz  olmadığı  sonucuna  varır. Bundan  sonra  doğallıkla  yer  kaplamanın fiziğin  temel  kavramı  olmadığını,  onun  türetimsel  veya  ikincil  bir  kavram  olduğunu  göstermeye kalkışır. Descartes’ın  düşündüğünün  tersine,  nihi  olan,  yer  kaplama  değil,  fakat  güçtür. O,  buradan hareketle  gerçekten  varolanın  kuvvet  olduğu,  yeni  fiziğin  metafiziksel  bir  kavram  olarak  güç kavramına ihtiyaç duyduğu sonucuna varır.

Gerçek ya da temel olanın, madde ve yer kaplama değil de güç olduğunu öne süren Leibniz, doğada farklı türden kuvvetlerin iş başında olduğunu söyleyerek, en temel düzeyde ilkel güçlerle ikincil güçler ve aktif güçlerle pasif güçler arasında bir ayrım yapar. Buna göre, dört temel güç vardır: (i) İlkel etkin güç, (ii) ikincil etkin güç, (iii) ilkel pasif güç ve (iv) ikincil pasif güç. Etkin gücü de Leibniz, canlı güç (vis viva) ve ölü güç olarak ikiye ayırır. Etkin güç, belli bir hızla hareket etmekte olan bir top örneğinde olduğu  gibi,  fiilen  hareket  halindeki  cisimlere  özgü  bir  gücü  ifade  ederken;  ölü  güç,  yerçekiminde olduğu gibi, bir fiili harekete yol açan anlık itme ile irtibatlandırılan kuvvete karşılık gelir. Oysa pasif güç, başka bir cismin  aktif gücüne bir  tepki olarak ortaya çıkar; onun biri,  iki  cismin aynı yeri aynı zamanda  işgal etmelerini engelleyen güç olarak  tanımlanan girilmezlik, diğeri de yeni harekete karşı duran güç diye tanımlanan direnç olmak üzere, iki şekli vardır. İlkel güç ile ikincil güç arasındaki  ayrım  söz konusu olduğu zaman, Leibniz  ilkel gücün etkinlik ve  edilgenliğin metafiziksel temelini meydana  getirdiğini,  bir  cismin  bu  güç  sayesinde  eylemde  bulunmaya  veya  karşı  koymaya muktedir  hale  geldiğini  söyler.  İkincil  gücün  metafiziksel  temelini  oluşturan  bu  gücün  ölçülemez olduğu yerde, ikincil güçler bir cismin etkinlik durumlarını ifade eder.

Leibniz  bu  güçlerin  veya  onların  neden  olduğu  hareketin  matematiksel  yasalara  tabi  olduğunu savunmaktaydı. Maddenin  ve  yer  kaplamanın  gerçek  olmadığını  gösterirken,  kendisine  karşı  çıktığı Descartes  ile  söz  konusu  yasaların  özgül  içeriği  konusunda  ayrılığa  düşse  de  Leibniz  onun matematiksel  olarak  ifade  edilebilen  korunum  yasalarında  temellenen  bir  fizik  inşa  etme programını biraz  daha  ileri  götürdü.  Olumsal  varlıklardan meydana  gelen  dünyanın  varoluşunu  açıklamak  için Tanrıya  ve  Tanrının  bilgeliğine  başvurmasının  bir  sonucu  olarak,  fizikte  zaman  zaman  ereksel nedenlerin açıklayıcılığından yararlandı.

(c) Metafiziği

Leibniz, demek ki modern fiziğin güç kavramına, Aristotelesçi-Skolastik felsefeden devşirilecek bir kavrama  ihtiyaç  duyduğunu;  teolojik mütalaalar  bir  yana,  bilimsel mülahazaların  da bizi kaçınılmaz olarak geometrik bir madde kavramından bütünüyle uzaklaştırdığını; güç kavramının fizik için madde kavramından daha sağlam bir temel sağladığını savunur; bunu yaparken de bir temsil alanından ibaret olduğunu,  iyi  temellenmiş  fenomenler  alanından  başka  hiçbir  şey  olmadığını  iddia  ettiği  fiziki dünyanın  hesabının  verilebilmesi  için  geride  temel  metafiziksel  gerçeklik  olarak  başka  bir  şeyin varlığına ihtiyaç duyulduğunu ima eder. Gerçekten  de  Leibniz’e  göre,  yer  kaplama  bir  çabayı,  bir  direnişi  ve  bir  yayılma  kudretini gerektirir.  Madde  karşı  koymadır,  direniştir  ve  direniş  demek  faaliyet  demektir.  Yer  kaplamanın arkasında, onu durmaksızın meydana getiren, yenileyen eylem vardır. Eğer belli bir cisim daha az yer kaplayan bir başkasından daha zor hareket ediyorsa, bunun nedeni daha büyük olan cismin daha büyük bir  direniş  gücüne  sahip  olmasıdır. Nitekim Leibniz’e  göre,  hareketsizlik  gibi  görünen  şey  gerçekte daha  şiddetli  bir  hayatın,  daha  önemli  bir  çabanın  sonucu  olmak  durumundadır.  Dolayısıyla, cisimselliğin  özü  yer  kaplama  değil,  fakat  genişleme  gücü,  aktif  güçtür.  Kartezyen  fizik  yalnız hareketsiz kütlelerle ölü cisimleri bildiğinden, Leibniz onun müstakil bir disiplin değil, fakat mekanik ve geometriyle bir ve aynı disiplin haline geldiğini öne sürer. Oysa doğa sadece ve en iyi bir biçimde, matematik ve mekanik her tür kavramdan üstün olan metafizik bir kavramla açıklanabilir ve mekaniğin ilkelerinin yani hareketin  ilk yasalarının bile, salt matematiğin  temin edebileceğinden daha yüksek bir kaynağı vardır. Gerçek metafizik, Descartesçıların sözünü ettikleri bu boş ve gereksiz bir hareketsizlik içinde bulunan kitleleri asla tanımaz. Çünkü her yerde güç bulunmaktadır.

Gerçekten Var Olanın Monad Olması

İşte  bu  yüzdendir  ki  kendileriyle  aynı  geleneğe  mensup  olduğu  Descartes  ve  Spinoza  gibi  töz kavramına büyük bir önem veren Leibniz, onlardan farklı olarak tözü bağımsız eylem yoluyla tanımlar. O, özü itibariyle atıl bir şey ve dolayısıyla madde olarak töz tanımının hatalı olduğunu, tözün gerçekte etkin  olduğunu,  var  olmanın  eylemde  bulunmak  olduğunu  öne  sürer.  Buradan  hareketle,  spiritüalist metafiziğinde  gerçekten  varolanın  güç  olduğunu  öne  sürer. Varlığı  görünüş  ve  gerçeklik  diye  ikiye ayıran Leibniz görünüş alanından meydana gelen fenomenal veya betimsel düzeyde, bir dış dünyanın varoluşunu  tartışmadan  kabul  eder;  insan  zihinlerinin  sonlu  ve  yetkinlikten  yoksun  perspektiflerini temsil eden bu bakış açısına göre, dünya cisimlerden meydana gelmektedir. Öte yandan, duyularımız bize bu cisimlerin bölünebilir olduklarını gösterir. Buna göre, cisimler basit  tözlerden meydana gelen bileşik varlıklardır. Gözle görülür veya fenomenal her şeyin, duyusal bütün bileşiklerin kendilerinden meydana  geldikleri  söz  konusu  basit  tözlere,  fenomenal  düzeyin  gerisindeki  esas  gerçeklik  düzeyini temsil  eden  bu  bağımsız  güç  ya  da  eylem  merkezlerine,  Leibniz  gerçekliğin  bölünemezleri  olma anlamında monad adını verir.

Monadların Özellikleri

Leibniz,  metafiziğinin  temel  kavramı  olan  monadı  yani  güç  merkezi,  kuvvet  birimi  anlamında monadı  açıklarken,  atom  terimini  kullanır.  Gerçekten  de  monad  Demokritos,  Epiküros  ya  da Gassendi’nin  atomuyla  birçok  yönden  benzerlik  gösterir. Buna  göre,  tıpkı  atomların Demokritos  ve Epiküros gibi filozoflarda varlığın gerçekten var olan nihai bileşenlerini ifade etmesi gibi, monadlar da Leibniz’de,  gerçek  varlığı  meydana  getiren  temel  ve  nihai  metafiziksel  birimlerdir.  Buna  göre, monadlar da tıpkı atomlar gibi ezeli ve ebedidirler; yaratılmadıkları gibi, yok da edilemezler. Başka bir deyişle, bu basit  tözlerden meydana gelen bileşik  cisimler,  dış dünyada  gördüğümüz maddi  nesneler monadların bir araya gelişleriyle varlığa gelip, onların dağılışlarıyla da varlıktan çıksalar bile, monadlar basit oldukları için bütün bu oluş ve yok oluş süreçlerinden bağışık kalırlar.

Yine monad, aynen atom gibi basittir; yani onun da parçaları yoktur. Monadlar atomlara, öyleyse, sadece varlığın nihai ve basit öğeleri olmak, hatta belki, yaradılış ve yok oluş dışında ezeli-ebedi olmak bakımından  benzerlik  gösterir.  Fakat  atomla monad  arasında  kurulan  benzerlik  ilişkisi  bu  noktadan itibaren geçerliliğini yitirmeye başlar. Çünkü Leibniz’de basit bir töz olarak monadın parçaları yoktur, dolayısıyla onda yer kaplama ve şeklin varoluşundan söz edilemez. Yer kaplama ve şekilden yoksun oldukları için monadlar bölünebilir de değildirler. Monadların bölünemezliği mutlaktır; yani bir güç merkezi olarak monad analiz edilebilmeye veya belli  bir  şekilde  ayrıştırılabilmeye  yetilidir;  oysa,  atomun  bölünemezliği  mutlak  olmayıp,  kendisini kimyasal  olarak  analiz  edebilme  gücümüze  görelidir. Yine  atomculara  göre,  bütün  atomlar  birbirine benzer, hatta birbirleriyle  tam olarak aynıdırlar; oysa Leibniz’e göre, hiçbir  iki monad birbiriyle  tam olarak  benzer  olamaz.  Fakat  atomla monad  arasındaki  en  büyük  farklılık,  atomun maddi  olduğu  ve sadece maddi fonksiyonları yerine getirdiği yerde, monadın maddi olmaması, yani  immateryel olması ve  diğer  monadları  temsil  ettiği  sürece,  manevi  bir  tarzda  fonksiyon  göstermesidir.  Demokritos, Epiküros  ve  Gassendi’nin  atomlarının  belli  şekil  ve  büyüklükleri  vardır;  maddenin  bölünemez parçacıkları olarak atomlar, bu nedenle maddi  tözlerdir. Halbuki Leibniz’in monadı  tinsel bir  tözdür. Zira o, monadı ruhla analoji kurarak düşünmüştür. Yani ruh için geçerli olan her şey, bir ölçüye kadar monadlar için de geçerlidir. Leibniz, gerçekten varolan yegâne  tözler olan, cisimlerden ziyade ruhlara benzeyen monadlara,  işte bundan  dolayı psişik  güçler  adını  verirken, doğanın bir  bütün olarak  canlı olduğu sonucunu çıkartır.

Psişik  kuvvetler  veya  ilkel  güçler  olarak  monadlar,  fiziki  veya  matematiksel  noktalara benzetilebilirlerse  de  birincilerden  yer  kaplamamaları,  ikincilerden  ise  nesnel  gerçeklikler  olmaları açısından  farklılık  gösterirler.  Başka  bir  deyişle, Leibniz  bu  psişik  kuvvetlere  formel  atomlar,  özsel formlar  ya  da  metafiziksel  noktalar  adını  verir.  Onlar,  fiziki  noktalar  sıkıştırılmış  veya  yoğun cisimlerden başka hiçbir  şey olmadıkları  için birer  fiziki nokta olamazlar. Matematiksel noktalar  ise, ideal  varlıklar  veya  bakış  açıları  oldukları,  fakat  gerçek  olmadıkları  için  monadlar  matematiksel noktalar da değildirler. Sadece metafiziksel noktalar gerçek oldukları için monadlar, kendileri olmadan gerçek  hiçbir  şeyin  olamayacağı metafizik  noktalardır. Ya  da  başka  bir  söyleyişle,  onlar matematik noktalar gibi tam, fiziki noktalar gibi gerçek olan metafiziksel veya formel noktalar, tözsel formlardır.

Monadlar Hiyerarşisi

Yer  kaplamayan,  şekil  ve  büyüklükleri  olmayan  immateryel  monadlar,  birbirlerinden  niceliksel olarak değil de Leibniz’in ünlü “ayırd edilemezlerin özdeşliği ilkesi”ne göre, niteliksel olarak farklılık gösterirler. Bu  açıdan  bakıldığında,  bir monaddaki  her  tür  değişme  veya  gelişme  ona  etki  eden  dış nedenlerin  bir  sonucu  olmak  yerine,  söz  konusu  monadın  içsel  doğasının  kendi  kendisini açımlamasının  bir  sonucu olarak  anlaşılmak  durumundadır. Kendiliğinden  olan bir  faaliyete,  her  tür dışsal etkiyi imkânsız kılan bir kendiliğindenliğe ve orijinaliteye sahip bir gerçeklik olarak, o tüm diğer monadlardan  farklıdır. Hiçbir  şeyle  karışmadığı  için  ezeli-ebedi  olarak  kendisidir. Monadların  etkiyi mümkün  kılacak  pencereleri  yoktur;  zaten  olsa,  varlıkları  başka  bir  şeye  bağımlı  hale  geleceği  için onların artık töz olabilmelerinden söz edilemez.

Leibniz, birbirlerine açılan pencereleri olmayan tözlerin, bütün bireyselliklerine veya birbirlerinden tüm farklılıklarına rağmen, yine de aralarında belli bir benzerlik veya akrabalık bulunduğunu öne sürer. Buna  göre,  bütün  monadlar  algı  ve  eğilime  veya  iştihaya  sahip  olmak  bakımından  birbirlerine benzerler. O, her monadın algıya sahip olmasının zorunlu olduğunu öne sürer.

Söz konusu monad anlayışı panpsişizmini; gerçekte yalnızca ruhun varolduğu iddiasını bu şekilde ifade  edip  büyük  bir  güçle  vurgulama  imkânı  bulan Leibniz’e,  sadece  spiritüalist  bir  varlık  anlayışı değil fakat ruh ya da monadların algılarının gücüne ve açıklığına bağlı olarak aşağıdan yukarıya doğru sıralandıkları,  Ortaçağ’daki  varlık  görüşlerine  çok  benzeyen  hiyerarşik  bir  varlık  görüşü  geliştirme imkânı  verir.  Buna  göre,  en  yüksek  ve  en  mükemmel  monad  gibi,  varlık  merdiveninin  en  alt basamaklarında bulunan monadlar da kuvvettir, enerjidir, ruhturlar.

Demek  ki  yalnızca  ruhlar  vardır  ve  bizim  yer  kaplama,  cisim,  madde  dediğimiz  şey,  bulanık algıdan,  fenomenden,  yani  immateryel  olanın  duyusal  görünüşünden  başka  hiçbir  şey  değildir.  Söz konusu  ruhların hiyerarşisine gelince… Ruh  veya zihin, açıktır ki  en başta  algı  ve  arzulardan oluşur. Farklı ruh ya da monadları bir tarafa bırakalım, tek bir monadın, sözgelimi insan zihninin kendisi farklı açıklık  dereceleri  sergileyen  algılara  sahip olur. Örneğin,  ben  tüm dikkatimi bir  nesneye  yönelttiğim zaman, onun öğelerini açık ve seçik bir biçimde  algılarım;  aynı nesne  ilgi alanımdan  çıkar veya ben dikkat yoğunluğunu kaybedersem, daha küçük ve bulanık hale gelir. Leibniz’e göre, nasıl ki bireysel monadların algılarının farklı açıklık dereceleri varsa, monadlar da kendi aralarında algılarının açıklığı bakımından  farklılık  gösterirler.  En  aşağı  monadlarda  her  şey  karanlık  ve  bulanıktır;  bu  monadlar hayatlarını  sanki  bir  uyku  halindeymiş  gibi  geçirirler.  Leibniz  böyle  bir  uyku  halini  bitkide bulduğumuzu  söyler.  Hayvanlarda  ise  algı  bellekle  birlikte  yani  bilinç  olarak  var  olur;  aynı  bilinç insanlarda daha da aydınlık hale gelir; nitekim burada, kendi bilincine, kendi içsel durumunun refleksif bilgisine sahip bir varlık olarak, ona artık “tamalgı” denir.

Monadın  algı  ya  da  temsil  gücüne  sahip olduğunu  öne  süren  Leibniz’e  göre,  o  bütün  bir  evreni algılar ya da temsil ve ifade eder. Bir monad evreni ne kadar iyi temsil ederse, onu o kadar iyi tasavvur edebilir.  Nitekim,  insan  ruhu  evrenin  açık  seçik  bir  düşüncesi  veya  tasavvuruna  sahipse,  bu  onun, hayvanın  ve  bitkinin  ruhuna  göre,  evrenin  daha  doğru  bir  temsili  ve  daha  sadık  bir  yansıması olmasındandır. Öyleyse her monad, bu anlamda küçük ölçekli bir dünya, bir mikrokozmostur; “evrenin canlı bir aynası”, yoğunlaşmış bir âlem, kendi içinde bir dünyadır. Demek ki her monad, evreni kendi bakış açısından, algısının kendi karakteristik açıklık derecesiyle  temsil  eder; dahası, o sınırlanmış bir bireydir; zira onun çevresine toplanmış hizmetçi monadlar beden dediğimiz şeyi oluştururlar.

Monadın maddi  bir  töz olmamaklığı  veya  tinselliğinin, gerçekte onun  temsil gücünden meydana geldiğini öne  süren Leibniz açısından her monad küçük bir evrendir; daha doğrusu bütün evrenin bir aynasıdır. Zira bir monad, bütün diğer monadlarla  ilişki  içinde olup, onların  tümünü birden yansıttığı ölçüde, her şeyi gören bir göz olduğunu görür. Fakat bu temsil, farklı monad türlerinde farklı şekillerde olur;  gerçekten  varolanlar  olarak  monadları,  hiçbir  şekilde  yaratılmamış  monadlarla  yaratılmış monadlar olarak ikiye ayıran Leibniz’e göre, örneğin yaratılmamış monad olarak Tanrı her şeyi açıkça ve  upuygun  bir  biçimde  yansıtır.  İnsan  ruhuna  tekabül  eden  ve  bu  yüzden  kraliçe  monad  olarak tanımlanan  yaratılmış  ruh  ise,  bilinçli  bir  biçimde  temsil  etmesine  rağmen,  onun  temsili  mutlak açıklıktan  yoksundur.  Varlık  cetvelinde,  insandan  en  aşağı  düzeye, madenlere  doğru  inildikçe,  açık temsil bölgesi daralırken, karanlık temsil bölgesi genişler. Monaddaki açık  temsilin kapsamı, Leibniz açısından  onun  tinselliğinin  ölçüsünü  oluşturur.  Bu  açıdan  bakıldığında,  Leibniz’in  sisteminde, yaratılmamış monad dışında, her monadın kısmen maddi, kısmen de tinsel olduğu söylenebilir. Daha  doğru  bir  deyişle  en  aşağıda,  evreni  olabilecek  en  ilkel  bir  biçimde  tekrar  eden  en  aşağı monad veya materia prima  ile evreni en mükemmel bir biçimde yansıtan en yüksek monad, monadlar monadı olarak Tanrı  arasında kalan varlıklar,  bir monadlar hiyerarşisi oluşturur. Bu hiyerarşi  içinde, monaddaki  maddi  öğe  materia  primanın  edilginliğine,  tinsel  ya  da  immateryel  öğe  de  forma substantialisin etkinliğine, etkin  gücüne karşılık gelir. Modern bilim  ile Aristotelesçi ya da  skolastik madde  form  öğretisinin  bağdaştığına  inanan Leibniz monadolojisiyle,  bir  yandan  da Demokritos’un materyalist  atomculuğuyla  Platon’un  idealist  varlık  görüşünün  doğru  unsurlarını  bir  araya  getirdiği kanaatine varmıştır.

Demek  ki  Leibniz’in  tasarladığı  şekliyle  evren,  tinsellik  yönünden  madenlerin  en  küçük parçacıklarından  yaratılmış  bir  varlık  olarak  insan  zihnine  doğru  yükselen  sonsuz  sayıda  bölünemez monadın  bir  hiyerarşisinden  meydana  gelir.  Bu  sistemde,  cansız  varlıkların,  minerallerin  en  aşağı düzeydeki  monadları  bir  yandan  tinselliğin  en  aşağı  düzeydeki  emarelerine,  diğer  yandan  da kendilerinden ayrılmaz olan maddiliğin en yoğun formuna sahip olur. Leibniz’in monadolojisi, şu halde materyalizm  ile  idealizmi, bu şekilde yaratılmış her  şeyin kısmen maddi,  kısmen de  tinsel  olduğunu söyleyerek  bağdaştırmaya  çalışır.  Zira  Leibniz’e  göre,  madde  tinden,  Descartes’ın  beden  ile  zihin arasında  olduğuna  inandığı  mutlak  bir  farklılık  ya  da  kopuş  ile  ayrılmadığı  gibi,  tinsel  olanın fonksiyonları da maddi tözün fonksiyonlarından türsel veya bütünsel olarak farklılaşmaz.

Buna göre, çekimlenen ve çekimleyen maden, en alt düzeyde algı gücüne sahip bulunur; çevresine farklı  şekillerde  uyum  gösteren  bitki,  çevresinin,  her  ne  kadar  onların  bilincinde  olmasa  bile,  belli ölçüler  içinde  farkında  olur.  Hayvan,  duyumlama  gücüyle  bitkinin  tinselliğinin  az  da  olsa  üstüne yükselir;  en  üst düzey hayvanlar  ile  ilkel  insan  arasında,  tinsel  gücün  gelişiminin  sürekliliği dikkate alınırsa, mutlak bir kopuş ya da yarık  yoktur. Kartezyen  düalizme  veya Spinoza’nın madde  ile  ruhu özdeşleştiren panteizmine karşı çıkan Leibniz şu halde,  insanın hayvana veya hayvanın bitkiye ya da bitkinin madene  genetik bağımlılığına  vurgu  yaparken,  düşünen  zihin  ile  yer  kaplayan madde ya da çeşitli varlık türleri veya düzeyleri arasında bir kopuş olmadığını dile getirir. Onun bir güç ya da enerji birimi olarak monadı öne sürmesinin,  tözü eylem olarak  tanımlamasının nedeni de budur. Bir eylem olan temsil, maddi olmayan,  tinsel şeylerin olduğu kadar, maddi şeylerin de bir fonksiyonudur. Başka bir deyişle, en aşağı düzeyde bulunan “küçük algı”dan veya bilinçsiz algıdan salt insanda söz konusu olan bilinçli algı olarak “tamalgı”ya kadar yükselen temsil, onda tözsel sürekliliği temin eden bağı, iki töz türünü birleştiren köprüyü temsil eder.

Önceden Kurulmuş Uyum

Öte yandan, süreklilik ilkesi ve doğanın sıçrama yapmadığı iddiası dikkate alındığında, Leibniz’de madenler âlemiyle bitkiler dünyası, bitkiler dünyası ile hayvanlar âlemi arasında pek bir boşluk kalmaz. Ve çok daha önemlisi, pencereleri olmayan ve dolayısıyla, birbirleriyle ilişkileri bulunmayan neredeyse sonsuz sayıda monad, her biri kendi yolundan giden ayrı bireylerin kaotik evreni yerine, kusursuz bir rasyonel düzen meydana getirir.

Evrendeki  düzen,  monadlar  arasındaki  düzenli  ilişkilerin,  nedensel  etkileşimlerin  bir  sonucu olmadığına  göre,  Tanrıdan  kaynaklanmak,  monadların  monadının  eseri  olmak  durumundadır. Leibniz’in  evrende  görünüşte  hüküm  süren  nedenselliğe  bir  açıklama  getiren,  bu  ünlü  önceden kurulmuş ahenk teorisine göre, Tanrı evreni yaratırken, mümkün bütün monadlar arasından bir seçme yapmış ve bu seçim  sırasında, bütünsel  ahenge  en yüksek derecede katkı  yapacak monadları varlığa getirmiştir.  Bu  bakımdan  her  monad,  yalıtlanmış  ve  kendi  içine  kapalı  doğasına  rağmen,  bütünün ahengine katkı yapacak şekilde eyler.

Onun  sisteminde  hiçbir  iki  monad  birbirinin  tam  olarak  aynı  değildir.  Kendine  özgü karakteristikleri  olan  her  monad,  kendi  potansiyalitesini  gerçekleştirme  anlamında  ayrı  bir  dünya meydana  getirir.  Ve  penceresiz  olan  bu  dünyalardan  her  birinin,  Leibniz’e  göre,  diğer  dünyalarla doğrudan  hiçbir  ilişkisi  yoktur. Daha  önce,  fenomenal  düzeyde maddenin  varolduğunu  yadsımayan, fakat metafiziksel düzeyde gerçekten varolanın ruh ya da güç olduğunu öne süren Leibniz, bizim fail ya da mekanik nedensellik adını verdiğimiz nedensel etkileşimin fenomenal düzeyde var olduğunu elbette yadsımaz. Onun  toprağın yağmurun etkisiyle  ıslandığını, kapının  rüzgârın  tesiriyle kapandığını kabul etmemesi  hiç  kuşku  yok  ki  söz  konusu  olamaz.  Bununla  birlikte,  rüzgârın  kapının  çarpmasına  yol açtığını bildiren önermenin doğru olduğu femonenal ya da  fiziki düzey  ile monadlardan söz ettiğimiz metafiziksel  düzey  arasında,  Leibniz’e  göre,  bir  ayrım  yapmamız  gerekir.  Bir  monad,  Leibniz’in öznedeki-yüklem ilkesine göre, kendisinde bütün yüklemlerini ihtiva eder ve monadın, filozofun klasik felsefeden aldığı, entelekyası, onun gelişme ve değişme yasasını meydana getirir. Penceresi olmayan ve dolayısıyla, başka monadların nedensel eylemlerine maruz kalmayan monadlar kendi potansiyellerine ve gelişme yasalarına göre değişir ve gelişirler.

Ama sayılamayacak kadar çok olan ve birbirleriyle etkileşim içinde bulunmayan monadlar, yine de kaotik  bir  evren meydana  getirmezler. Monadlar  arasında  nedensel  bir  ilişki  bulunmamasına  ve  her monadın kendi içinde ve kendi başına ayrı bir dünya oluşturmasına rağmen, o Tanrı tarafından önceden kurulmuş ahenge göre, diğer bütün monadlardaki değişmelerle uyumlu bir biçimde değişir. Evren, bu nedenle  monadların  gelişigüzel  ve  kaotik  bir  toplamı  değil,  fakat  her  monadın  kendine  özgü fonksiyonunu ortaya koyduğu düzenli bir sistemdir. İmmateryel atomların birbirleri üzerinde nedensel veya fiziki bir ilişkide bulunabilmesinin imkânsızlığını bilen Leibniz, sonuç olarak evreni, çok usta bir Saatçi tarafından imal edilip kuruldukları için hepsi de doğru zamanı gösteren çok büyük sayıda saatten oluşmuş bir bütüne, bestekâr ya da kompozitörün yetkin eserini kusursuz bir biçimde icra eden senfoni orkestrasına benzetir. Ve böylelikle, yani önceden kurulmuş ahenk teorisiyle, Leibniz yeni bir uzlaşıma daha  imza atar; ereksel nedensellikle mekanik nedenselliği uzlaştırır ya da daha ziyade mekanizm ve mekanik nedenselliği  teoloji ve ereksel nedenselliğe  tâbi hale getirmenin bir yolunu bulur. Ona göre, maddi  şeyler  sabit  ve  tahkik  edilebilir  yasalara  göre  eylemde  bulunurlar;  ve  gündelik  dilde,  biz bunlardan başka şeyler üzerinde mekanik yasalara göre eylemde bulunan şeyler diye söz ederiz. Oysa bütün  bu  eylemler  gerçekte,  Tanrı  tarafından  önceden  kurulmuş  ahenkli  sistemin  bir  parçasını oluştururlar.

Zihin-Beden İlişkisi

Leibniz,  önceden  kurulmuş  uyum  düşüncesini  sadece mekanizmi  finalizm  ile  bağdaştırmak  için değil,  fakat  esas  zihin  ile beden  arasındaki  ilişkiyi  açıklamak  için  kullanır. Gerçekten de  penceresiz monadın her tür faaliyetini, monada dışsal etkilerin hiçbir şekilde söz konusu olmaması nedeniyle, ona içkin  bir  eylemlilik  ya  da  faaliyetle  sınırlayan  Leibniz,  beden-ruh  ilişkisi  söz  konusu  olduğunda, doğallıkla bedenin ruh, ruhun da beden üzerinde etkide bulunamayacağını söyler. Ruh ve beden yetkin bir Saatçi  tarafından kusursuzca  imal edilip, birbirlerinden tamamen bağımsız olsalar bile,  tam  tamına aynı zamanı gösterecek şekilde mükemmelen kurulmuş iki saate benzer. Buna göre, bedenin monadları eylemde bulundukları veya  faaliyetlerini  sergiledikleri zaman,  söz konusu monadların  tek  tek her bir fiziki faaliyetine ruh monadının psişik bir faaliyeti tekabül eder. Öğeleri arasında tam bir mütekabiliyet bulunan  bu  paralel  diziler  arasındaki  kusursuz  ahengi  sağlayan,  Leibniz’e  göre,  bir  kez  daha Tanrı olmak durumundadır.

(d) Din Felsefesi

Leibniz’in din  felsefesi veya belki  teolojisi, onun metafiziğinin ve genel  felsefesinin ayrılmaz bir parçasını meydana getirir. Zira o, burada temelde ve öncelikle, monadların monadı olan yaratıcı monad Tanrının varoluşunu kanıtlar ve ikinci olarak da kötülük problemine, monadların oluşturduğu dünyanın rasyonel  düzenine  halel  getirmeyip  önceden  kurulmuş  ahengini  destekleyecek  bir  çözüm  getirmeye çalışır.

Tanrı Delilleri

Tanrının varoluşu  için  ikisi  a  priori  ikisi de  a  posteriori,  dört  ayrı  argüman geliştiren  rasyonalist Leibniz’in  gözde  delilleri  a  priori  delillerdir,  özellikle  de  ontolojik  argümandır. Duyu-deneyine,  dış dünyayla  ilgili  ampirik gözleme hiçbir şekilde başvurmadığı  için  tamamen a priori veya  rasyonel bir delil  olarak  gelişen  ontolojik  argümanda,  Leibniz  “Tanrı  vardır”  önermesinin  analitik  bir  önerme olduğunu, dolayısıyla da a priori olarak apaçık bir önermeye  tekabül ettiğini göstermeye çalışır. Buna göre,  kişi  bu  önermenin  öznesini,  yani  Tanrı  kavramını  ya  da  idesini  kavradığı  takdirde,  varoluş yükleminin onda  içerildiğini görür. Tanrı kavramı en yüksek derecede yetkin bir varlığın kavramıdır. Varoluş ise hiç kuşku yok ki bir mükemmeliyet, bir yetkinlik özelliğidir. Bundan dolayı, varoluş Tanrı kavramında  içerilir;  yani  varoluş Tanrının özünün  bir  parçasını meydana  getirir. Binaenaleyh, Tanrı Zorunlu Varlık veya zorunlulukla varolan Varlık diye tanımlanabilir. Buna göre, zorunlu olarak varolan Varlığın varoluşunu inkâr etmek bir çelişki olacağı için Tanrı zorunlulukla varolur. Leibniz’in Tanrının  varoluşunu  kanıtlamak  üzere  öne  sürdüğü  ikinci  a  priori  argüman,  ontolojik kanıtta olduğu gibi Anselmus’tan değil, fakat bu kez Aziz Augustinus’tan gelen bir kanıttır. Ezeli-ebedi ve zaruri hakikatlerden yola çıkan bu argümana göre, duyusal dünyadan ampirik yollarla hiçbir şekilde türetilemeyen bu hakikatler metafiziksel bir  temele  ihtiyaç duyar. Buna göre, sözgelimi matematiksel doğrular,  doğruluklarının  olumsal  şeylerin  varoluşundan  bağımsız  olması  anlamında,  ezeli-ebedi  ve zaruri doğrulardır. Nitekim üç doğruyla çevrili bir şeklin üç açısının bulunduğu, bu şeklin iç açılarının toplamının 180 derece olduğu doğruları, entelektüel kurgular değildir; onlar dış dünyada fiilen varolan üçgenlerin olup olmadığıyla hiçbir ilişkileri bulunmayan, zorunlu ve ezeli-edebi doğrulardır. Temelleri ampirik gerçeklikte olmadığı gibi, insan zihninin keyfi yaratıları da olmayan bu doğruların mutlak ve metafiziksel olarak zorunlu olan bir öznede yani Tanrıda varolmaları gerekir.

Tanrının Sıfatları

Leibniz  varoluşunu  bu  şekilde  farklı  argümanlarla  ispatlamaya  çalıştığı Tanrının,  daha  sonra  bir birey, bir kişi olduğunu söyler. Bütün monadlara aşkın doğaüstü bir varlık olarak Tanrı, en yetkin ve en gerçek varlıktır. İnsan kendisi sınırlı iken Tanrı en yüksek monad olduğu için Tanrıya dair açık seçik bir  fikre,  sağlam  bir  kavrayışa  ulaşamaz.  Bütünüyle  yetkin  veya  kusursuz  olan  bir  zihni,  ancak tamamen yetkin olan bir akıl bilebilir. Bununla birlikte, insan kendisinde ve diğer monadlarda belli bir dereceye kadar mevcut olan nitelik ve sıfatlardan hareketle belli bir Tanrı telakkisi oluşturabilir. Buna göre Tanrı,  gücü her  şeye yeten,  her  şeyi  bilen, mutlak  iyi bir varlıktır. Kendi  içinde  tam  ve  yetkin olduğu  için  O,  diğer  monadlardan  farklı  olarak  hiçbir  değişmeye  maruz  kalmaz,  hiçbir  gelişmeye uğramaz; her şeyi bir bakışta, tam ve eksiksizce gördüğü için O’nun bilgisi de tamdır.

Optimizm

Bütünüyle  gerçekleşmiş,  ahlaken  de  yetkin  olan  bir  varlık  olarak  Tanrı  bu  dünyayı,  keyfi  bir biçimde değil,  fakat belli bir plana göre yaratmıştır. Başka bir deyişle, seçimi hiçbir şekilde  temelsiz olmayıp  iyilik  ilkesince  belirlenmiş  olan  Tanrının  yarattığı  bu  dünya,  Leibniz’e  göre,  mümkün dünyaların en iyisidir.

Gerçekten  de  Leibniz’in  sisteminin  merkezinde  veya  onda  evren  adı  verilen,  sınırsız  sayıda monadın  oluşturduğu  uyumlu  sistemin  ya  da  hiyerarşinin  en  tepesinde  ilk,  yaratılmamış  ve  sınırsız monad  olarak Tanrı  bulunur. Tanrının  gücü,  bilgeliği  ve  iyiliği  sonsuzdur;  bu  yüzden,  Tanrı  evreni veya  monadlar  sistemini  yarattığı  zaman,  olabilecekleri  ölçüde  iyi  şeyler  olarak  yaratmış  ve  onlar arasında olabilecek en yetkin uyumu  tesis etmiştir. Tanrının en  iyi  ilkesine göre yarattığı, çok sayıda mümkün  dünyalar  arasından  seçtiği  bu  dünya,  mümkün  dünyaların  en  iyisidir.  Bütün  monadların, mümkün  tüm  dünyaların  Tanrının  zihninde  ezeliolarak  bulunduğunu  öne  süren  Leibniz’e  göre, Tanrının iradesi O’nun zihninin en iyi dünya olduğuna karar verdiği dünyayı gerçekleştirmiştir.

Kötülük Problemi

Dünyamızın mümkün dünyaların  en  iyisi olduğunu  söyleyen bu  teori, dünyada ortaya çıkan çeşit çeşit  kötülükle  nasıl  bağdaşır? Ya  da başka  türlü  söylendiğinde, mümkün  dünyaların  en  iyisi  olarak dünyamızın her şeyi bilen, gücü her şeye yeten, mutlak iyi bir Tanrı tarafından ahlaki bir zorunlulukla ve iyilik ya da yetkinlik ilkesine göre yaratılmış olduğunu öne süren teori dünyamızdaki kötülüğü nasıl açıklar?

Buradan da  anlaşılacağı üzere, kötülük problemi din  felsefesinde, dünyada var olan  çeşitli  tür ve düzeyden  kötülüklerle  her  şeyi  bilen,  gücü  her  şeye  yeten,  mutlak  iyi  bir  Tanrının  varoluşunu bağdaştırmanın zorluğuna ya da imkânsızlığına işaret eden bir argüman olarak geliştirilmiştir. Argüman Tanrıyı en azından  iki  temel anlamıyla ele alır. Buna göre, Tanrı, öncelikle evrende varolan her şeyin yaratıcı  nedeni  olarak  görülür. Olumsal  bir  biçimde  varolan,  yani  varolması  kadar  varolmaması  da mümkün  olan  her  şey,  ki  evrendeki  tüm  varlık  ve  olaylar  bu  kategoriye  girer,  Tanrının  yaratma faaliyetinin eseri olmak durumundadır. Tanrı, kötülük problemi veya argümanını kullananlarca, sonra da varolan her şeyin koruyucu nedeni olarak görülür. Bu ise, Tanrının sadece varolan olumsal her şeyi varlığa  getirmekle  kalmayıp,  onları  gözettiği,  koruduğu,  varlıkta  tuttuğu,  inayetini  yaratıklarının üzerinden eksik etmediği anlamına gelir. Kötülük argümanını geliştirenler, ikinci olarak Tanrının üç temel sıfatını argümana temel yaparlar. Buna göre, Tanrı her şeyi, sadece türleri değil, fakat tek tek bireyleri de; yalnızca olmuş olanları değil, ama olmakta ve olacak olanları da; ve nihayet, fiilen varolanları değil, fakat potansiyel olanları da bilir (omniscience).  Yine  Tanrının  gücü  her  şeye  yeter  (omnipotence).  Ve  nihayet,  Tanrı  mutlak  iyidir. Argümana şu ya da bu amaçla başvuranlar veya Leibniz örneğinde olduğu gibi, ona karşı çıkan veya en azından dünyadaki kötülüklerle Tanrının varoluşunu bağdaştırmaya çalışanlar, üçüncü olarak üç farklı türden  kötülüğü  birbirinden  ayırırlar:  Sonluluktan,  kusurdan,  yoksunluktan  veya  genel  olarak yetkinsizlikten  kaynaklanan metafiziksel  kötülük;  acıya,  ıstıraba  yol  açan  fiziki  kötülük  ve  nihayet, günâh veya ahlaksızlıkla ifade edilen moral kötülük.

Argümanı öne sürenler, dünyadaki söz konusu üç tür kötülükle, gücü her şeye yeten, her şeyi bilen ve mutlak  iyi  bir  yaratıcı  ve  koruyucu  Tanrının  varoluşunun  bağdaşmadığını  üç  alternatifle  ortaya koyarlar. (1) Tanrı bu kötülükleri bilmemektedir (ki bu durumda, Tanrı artık her şeyi bilen, kendisine yakarıp,  ibadet  eden kullarının dua  ve  yakarışlarından haberdar olan bir Tanrı  olamaz).  (2) Tanrı bu kötülükleri bilse bile, onları önleyememektedir  (bu alternatif  ise, Tanrıyı,  tanımıyla  çelişecek şekilde güçsüz,  biçare  bir  varlık  haline  getirir).  (3)  Tanrı  bu  dünyadaki  kötülükleri  bilmekle,  onları önleyebilmekle birlikte, önlemek istememektedir (ki bu da Tanrının mutlak iyiliğine ve adaletine gölge düşürüp,  günahsız  kullarının  amaçsız bir  biçimde  acı  ve  ıstırap  çekmelerine  seyirci  kalması  gibi  bir sonuca yol açar).

Leibniz, açıktır ki problemin, bütün öğelerini aynen kabul eder. O, bir  teodise kaleme almasından da açıklıkla  anlaşılacağı üzere, problemi  en ağır  şekliyle, ateistik bir problem olarak değerlendirir ve yetkin  bir  varlığın  dünyada gördüğümüz kötülüklere neden  izin  vermiş olduğunu açıklamaya  çalışır. Çözüm stratejisinin ayrıntılarına geçmeden önce, Leibniz’in metafiziğinin zaten, madenlerden kraliçe monad  insana  kadar  uzanacak  kadar  çeşitlilik  ve  derecelenme  içerdiğini  anımsamakta  yarar  vardır. Evet,  fenomenleri sınırsızca çok, türleri çeşitli olan, mümkün dünyaların en  iyisi dünyamızda kötülük vardır,  ama  bu  kötülükler,  Tanrı  tarafından  en  aza  indirilmiş  ve  temel  bir  amaca,  bir  bütün  olarak yaradılışın güzelliği ve ahengine hizmet etmeleri sağlanmış kötülüklerdir.

Gerçekten  de  Leibniz  kötülük  türlerini  tek  tek  tartışmaya  geçmeden  önce,  kötülüğün  genel ilkelerini ortaya koyar ve Tanrının kötülükle doğrudan hiçbir  ilişkisi bulunmadığını göstermeyi dener. Buna  göre,  üç  tür  kötülükten,  diğerlerinin de bir  anlamda  kendisine  bağlı  olmaları  anlamında  temel olanı  hiç  kuşku  yok  ki  metafiziksel  kötülüktür.  Leibniz  burada  da  Platonik  ve  Skolastik  geleneğe dayanır. Buna göre, tıpkı Platon gibi, gerçeklikle iyiliği özdeşleştiren ve her ikisinden de zaman zaman yetkinlik  diye  söz  eden Leibniz, metafiziksel  anlamda  kötülüğü doğal  olarak  yoksunlukla  birleştirir. Yani,  kötülük  pozitif  bir  şey  ya  da  kendilik  olmayıp,  yoksunluktan  meydana  gelir.  Dolayısıyla, kötülüğün  bir  fail  nedeni  yoktur,  başka  bir  söyleyişle  o,  bizzat  Tanrı  tarafından  yaratılmış  bir  şey değildir.

Tanrının kendisinden değil de sonlu varlığın özünden kaynaklanan metafiziksel kötülüğü bir kenara bıraktığımızda,  ikinci olarak, Tanrının ahlaki kötülüğü hiçbir şekilde  istemediğini,  fakat ona yalnızca izin verdiğini  söylemek gerekir. Fiziki kötülük veya  acıda  ise, Tanrı bunu mutlak olarak değil,  fakat koşullu  bir  biçimde,  yani  onun  iyi  bir  amacın  aracı  olması  için  istemiştir.  Özgül  olarak,  diğer kötülüklerin de  temeli  olan, metafiziksel  kötülük  ele  alındığında, Leibniz’de  o  eksiklik,  yetkinlikten çok uzak olmak anlamına gelir. Buna göre, eksik, kusurlu olma sonlu varlığın doğasının ayrılmaz bir parçasını meydana getirmektedir. Yaratılmış varlık sonlu varlıktır, sonlu varlık  ise zorunlulukla eksik ve kusurlu olan varlıktır; işte bu eksiklik, hatanın ve kötülük imkânının kökeninde bulunur: Şu  halde,  Leibniz’in  görüşüne  göre,  gerçeklik  ya  da  yetkinlik,  bir  şeyin  ya  bütünüyle  sahip olabileceği ya da hiçbir  şekilde  sahip olamayacağı bir şey, “ya hep ya hiç”le  ilgili bir konu değildir. Yetkinlik  ya  da  gerçeklik  daha  ziyade,  onun  öngördüğü  varlık  cetveli  veya  hiyerarşik  varlık anlayışında,  dereceli  veya  ölçülü  bir  biçimde  ortaya  çıkar. Bu  yüzden,  sınırsız olduğu  için Tanrı  en yüksek derecede yetkin olan, sınırsız yetkinliğe sahip varlıktır. Oysa, Tanrı dışındaki bütün varlıklar, evrenin kendisi de dahil olmak üzere, yetkinliğe ancak sınırlı ölçüler içinde sahip olabilir.   Tanrı dışında hiçbir şey sonsuz olmadığı için var olan her şey metafiziksel yetkinliğe ancak değişen ve sonlu ölçüler içinde sahip olur. Bundan dolayı, onlar, sonsuz yetkinlikten yoksun olmak anlamında, kimi  zaman  kötüymüş  gibi  gözükürler.  Başka  bir  deyişle,  Tanrı  dışında  kalan  her  şey  sonlu  bir yetkinlik  düzeyine  sahip  olduğundan,  Tanrıdan  başka  tüm  varlıklar,  gerçekliğin  belli  ölçüler  içinde yoksunluğunu  sergilerler.  Yani  gerçeklikten  yoksunluk,  yaratılmış  bir  varlık  için  sınırlanmamış  ve sonsuz olmak mantıksal olarak imkânsız olduğu için o, yaradılışın zorunlu bir parçasıdır. Çünkü sadece varoluşu zorunlu olan ve dolayısıyla, varolmak  için kendisinden başka hiçbir  şeye  ihtiyaç duymayan varlık sınırsız yetkinliğe sahip olabilir. Leibniz açısından, metafiziksel kötülük, gerçekliğin, yaratılmış varlıkların doğalarında asli olarak varolan yoksunluğudur.

Kötülüğün  veya  bütün  kötülüklerin  kaynağı metafizikseldir;  işte  bu  yüzden,  dünyayı  yaratan  ve sınırlı,  eksikli  yaratıklara  varoluş  veren  Tanrı  dünyadaki  kötülüklerden  de  sorumlu  gibi  görünür. Tanrının  kötülükle  olan  ilişkisini,  kötülüğü  bu  şekilde  metafiziksel  olarak  gerçeklikten  ya  da  aynı anlama  gelmek  üzere,  yetkinlikten  yoksun  olmak  diye  tanımlayarak  kesmeyi  denemiş  olan  Leibniz, daha  sonra aynı düşünceye, varlığın yokluktan her koşul  altında daha  iyi olduğunu söyleyerek, karşı çıkar.  Dahası,  ilahi  iradenin  farklı  anlarını  birbirlerinden  ayırabilmemiz  mümkün  olduğu  takdirde, Leibniz’e  göre,  Tanrının  önce  sadece  iyiyi  istediğini,  sonuçta  da  en  iyisini  seçtiğini  kolaylıkla görebiliriz. Çünkü yaratıkların  eksikleri, yetkinlikten yoksun oluşları  ilahi seçimden ziyade, yaratığın doğasına veya ideal özüne bağlı olduğu için Tanrı yaratmayı, eksikli varlıkları da yaratmayı seçmeden, asla  seçemezdi.  Bu  nedenle,  Tanrı  kötülükten  tamamen  bağışık  olan  bir  dünyayı  değil  de  içindeki kötülüğün iyilikle kıyaslanamayacak kadar küçük ve önemsiz olduğu, fiilen en fazla varoluş miktarının bulunduğu dünyayı, kısacası mümkün dünyaların en iyisini seçmiştir.

Leibniz, burada iki şeye daha vurgu yapar. “Sanatla kurulan analojiden yola çıkan argüman” olarak bilinen bu argümana göre, insanların bildikleri varlık alanı gerçek evrenin sadece çok küçük bir kesitini meydana getirir. Nasıl ki kusursuz bir tablonun bütününe bakmadan, onun bir kenarındaki gölge ya da koyu  renklerden yola çıkarak,  resmin kötü olduğuna hükmetmek yanlış olursa, aynı şekilde bilinen o küçük  kesitin  içerdiği  acı  ve  ıstıraplardan  hareketle  evrenin  bir  bütün  olarak  kötü  olduğu  yargısına varmak da hatalı olur. Leibniz ikinci olarak da mümkün en iyi dünyanın, kötülüğü olmayan bir dünya değil  de  daha  az  kötülüğün  imkânsız olduğu  bir  dünya  olduğunu öne  sürer. Bu  yüzden,  o  dünyanın mümkün  dünyaların  en  iyisi  olduğunu  anladığımız  zaman,  ondaki  acıların  ve  hatta  garabetin  dahi düzenin  bir  parçası  olduğuna  inanacağımızı  söyler.  Onların  hepsi  de  sisteme  ve  düzene  ait  olup, çoğunlukla birçok yararlı amaca hizmete eder.

(e) Bilgi Teorisi

Leibniz,  sadece metafiziğiyle değil,  fakat bir  rasyonalist olarak elbette bilgi  teorisiyle de ünlüdür. Onun  bilgi  teorisi,  iki  ana  öğretiden  oluşur.  Bunlardan  birincisi  doğuştan  ideler  öğretisi,  diğeri  ise zorunlu doğrular ile olumsal doğrular arasındaki ayrımla ilgili öğretidir. İki öğreti de doğrudan doğruya onun metafiziğiyle yakın bir ilişki içinde bulunur.

Doğuştan İdeler

Doğuştan  ideler öğretisi söz konusu olduğunda, Leibniz, doğuştanlığın, zihnin başka  idelere değil de  sadece belli  idelere varmasını  temin  edecek  şekilde,  bir yönelim,  eğilim  ya  da  zihindeki  bir  gizil güçten ibaret olmadığını dile getirerek, öğretinin oldukça sıkı bir versiyonunu benimser. Buna yol açan şey de hiç kuşku yok ki Leibniz’in metafiziğidir. Gerçekten de öğretinin söz konusu sıkı versiyonunu, Leibniz metafiziksel yönden bir monada ya da zihne dışarıdan hiçbir şeyin girememesi, monadlar arası nedensel  bir  ilişkinin  olmaması  nedeniyle,  zihnin  aslında  bütün  idelerinin  doğuştan  olduğunu  öne sürerek ve Platon’un meşhur “anımsama kuramı”yla da bağ kurarak ortaya koyar.

Zihnin,  sıkı  anlamda  bütün  idelerinin  doğuştan  olduğunu  öne  süren  Leibniz,  ideleri  biraz  daha gevşek bir anlam içinde ele aldığı zaman, insan zihnine belirli bir anlam içinde dışarıdan gelen duyum ideleriyle, kaynağı  insan zihninde olan  ideler, yani doğuştan  ideler arasında bir ayrım yapar. Duyum ideleri ya da ampirik ideler, diğer fikir, kavram ve idelerden, Leibniz’e göre, nedensel kaynakları, yani kendilerine  zihin  dışındaki  şeylerce  yol  açılması  bakımından  değil,  fakat  bulanık  olmalarıyla  da ayrılırlar.  En  seçkin  örneklerini  matematik  alanında  bulduğumuz  doğuştan  ideler,  seçiktirler.  Tıpkı Descartes’ta  olduğu  gibi, Leibniz’in  bakış  açısından  da  bir  ide  ya  da  bir  kavram,  işaret  ettiği  veya karşılık  geldiği  şeyin  benzeri  şeylerden  ayırt  edilmesini  sağlayacak  ölçütlere  sahip  olduğu  zaman seçiktir. Oysa  bir  ide,  gösterdiği  veya  tanımladığı  şeyin  benzeri  şeylerden  ayırt  edilmesini mümkün kılacak özellik ya da göstergeleri ortaya koyamadığı zaman, muğlaktır.

Buradan, bütün  rasyonalist  filozoflarda ve 17. yüzyılın önemli bilimadamlarına gördüğümüz aynı ayrım bir kez daha karşımıza çıkar. Buna göre, renk, ses, koku ve tat ideleri bulanıktır; gerçekten de bu ideler, bütün  finalizmine  rağmen, Leibniz’in de paylaştığı mekanist anlayışa göre,  cisimlerin duyusal niteliklere  ilişkin  algıyı  temellendiren  geometrik  özelliklerinin  bulanık  algısından  başka  hiçbir  şey değildir. Bu bulanık duyum idelerinin seçik karşılıkları, şu halde, biçim, şekil, sayı ve büyüklük vb. ile ilgili  doğuştan  ideler  olmak  durumundadır.  Bu,  sıkı  ve  gerçek  anlamıyla  bütün  idelerin  gerçekte doğuştan olduğunu öne süren Leibniz’de, duyumsal idelerle doğuştan ideler arasındaki farkın, türsel bir farklılıktan ziyade, bir derece farklılığı, seçiklik derecesiyle ilgili bir farklılık olduğu anlamına gelir.

Zorunlu Doğrularla Olumsal Doğrular Ayrımı

Leibniz’in  epistemolojisinde,  duyum  ideleriyle  doğuştan  ideler  arasındaki  farklılığı  ya  da  ayrımı tamamlayan ayrım, aynen birincisinde olduğu gibi, bir noktadan sonra kavrayış derecesi veya düzeyiyle ilgili  bir  derece  farklılığına  indirgenebilecek  bir  ayrım  olarak  zorunlu  doğrularla  olumsal  doğrular arasındaki ayrımdır. Söz konusu farklı doğruların temelinde, elbette farklı ilkeler bulunur. Karşıtlarının bir  çelişki  içermesi  ve  dolayısıyla  yanlış  olması  anlamında,  kesinlikle  doğru  olan  akıl  doğruları, çelişmezlik ilkesine dayanır; bu doğrular, basit ideler,  tanım, aksiyom ve postulatlar ihtiva eden sonlu sayıda adımdan meydana gelen bir ispat yoluyla kesin olarak bilinirler. Onlar zorunlulukla doğru olup, deneyime  dayanmadan,  a  priori  olarak  bilinirler.  Oysa  ampirik  ya  da  olgusal  doğrular,  deneyim yoluyla,  yani  a  posteriori  olarak  kazanılan  doğrulardır;  bu  yüzden,  onların  karşıtlarının  doğru olabilmeleri her zaman mümkün olup, bir çelişki yaratmaz. Bu doğrular yeter sebep ilkesine dayanırlar. Leibniz, bununla birlikte, duyumun bize her şeye rağmen, zorunlu akıl doğrularının özellemelerini veya  tikel  örneklerini  verebildiğini  söyler.  Ama  duyum,  saf  matematikte,  özellikle  de  aritmetik  ve geometride  karşılaştığımız  bu  zorunlu  doğrularda  görülen  tümelliğe  hiçbir  zaman  erişemez. O,  tıpkı Descartes gibi, söz konusu zorunlu akıl doğrularının doğuştan olduğunu  söyler. Fakat Descartes gibi, bu doğruların “açık seçik bir algı ya da idrak yoluyla” bilindiğini kabul etmez. İnsan zihninin doğuştan getirdiği bir kapasite ya da yönelime, bu zorunlu doğruların bilincine varmasını sağlayan bir yeteneğe sahip olduğunu varsayarak, bu konuda daha ziyade formel mantık kurallarına başvurur. Leibniz, öte yandan öznedeki-yüklem  ilkesi uyarınca, bütün yüklemlemeler  için yüklemin öznede içerildiğini ve dolayısıyla, aslında bütün bilgilerin a priori olduğunu öne sürer. Başka bir deyişle, belli bir özne  için onun hakkında doğru olan her şey söz konusu öznenin tam kavramında içerilir.  İnsanlar tam  kavramın  mutlak  analizini  gerçekleştirebilecek  durumda  olsaydılar,  yani  özneye  ilişkin  yeterli bilgiye sahip olsaydılar eğer, Leibniz’e göre, onunla ilgili olarak doğru olan veya aynı anlama gelmek üzere,  öznenin  tam  kavramında  içerilen  her  şeyi  kavrayabilirlerdi.  Fakat  sonlu  insan  varlığı  bu  tam analizi  gerçekleştiremez;  böyle  bir  tam  analiz,  sadece Tanrı  için  söz  konusu  olabilir. Özneyle  ilgili bütün doğruları a priori olarak verecek olan böyle bir analizi gerçekleştiremeyen sınırlı insan varlıkları, bu yüzden olgusal doğruları keşfetmek amacıyla duyulara başvururlar. İnsan bilgisinin yaklaşık dörtte üçünün deneyime dayanmasının nedeni, Leibniz’e göre işte budur.

(f) Etik Anlayışı

Leibniz’in  etik  anlayışı  da  tıpkı  bilgi  teorisi  gibi,  doğrudan  doğruya  metafiziğinden  çıkar. Gerçekten de Leibniz metafizik sisteminde, monadın, tanım gereği, bağımsız ve kendi varlık alanında kendi  ölçüleri  içinde  özerk  olduğunu  söyler.  Fakat  bir  yandan  da  evreni meydana  getiren monadlar çokluğunun,  Tanrının  önceden  kurulmuş  uyumu  sayesinde,  en  yüksek  yasa  koyucusu  veya yöneticisinin Tanrı olduğu bir tinler krallığı ya da şehri halinde düzen kazandığını veya örgütlendiğini öne sürer.

Bilim  ile dinin uzlaşmasını veya birliğini, Descartes’tan çok daha  iyi bir biçimde  tesis ettiğine ve fiziki alem  ile ahlaki âlem,  fail nedenin krallığı  ile ereksel nedenin krallığı arasında yetkin bir ahenk yaratmış  olduğuna  inanan Leibniz, monadların  ahlaki  doğrultularını  da  açıklıkla  ortaya  koyar. Buna göre,  onun  sisteminde  doğal  çizgiler  üzerinde  şöyle  ya  da  böyle  yetkinlik  doğrultusunda  ilerleme kaydeden  monadlar,  aynı  zamanda moral  çizgiler  üzerinde  mutluluk  yolunda  ilerleme  kaydederler. Onun sisteminde ilerlemenin anahtarı ise bilgidir. Leibniz’in sisteminde, bir monadın gerçek yetkinliği temsilin yetkin seçikliğinden oluşur. Bu yüzden,  insan ruhu  idelerinin seçikliği bakımından  ilerlediği, gelişme  kaydettiği  ölçüde,  bütün  varlıkların,  ama  özellikle  de  ruhların  birbiriyle  bağlantısına  ve  bir bütün  olarak  evrendeki  ahenge  ilişkin  olarak  derinlemesine  bir  kavrayışa  ulaşır.  Leibniz’in entelektüalist  etiğinde,  böyle  bir  kavrayış,  kişiyi  başkalarını  sevmeye,  aynı  Tanrı  şehrinde  kendi mutluluğu için olduğu kadar başkalarının mutluluğu için de çalışmaya yöneltir. Onda mutluluğun yolu, şu halde evrene  ilişkin bilgi ve kavrayışın artışından, bilginin gelişmesi ve artması yoluyla da aşk ve sevginin  artışından  geçer.  Bunu  yapan  ahlaklı  insan,  aynı  moral  cemaat  içinde  yaşadığı  insanlara muhabbet  beslemek  ve  onların  mutluluğu  için  çalışmak  suretiyle,  sadece  kendi  mutluluğu  için çalışmakla  kalmaz,  Tanrıya  da  hizmet  etmiş  olur.  Onda  iyilik  ve  mutlulukla  dindarlık,  böylece birleşmiş olur.

Demek  ki  Leibniz’in  metafiziğinden  ayrılmaz  olan  etik  kuramı,  aslında  aynı  anlama  gelecek şekilde, onun iyi anlayışıyla da yakından ilişkilidir. Bu iyi anlayışı ise, doğrudan doğruya onun kötülük problemini ele alırken, kötülüğü metafiziksel, ahlaki ve fiziki kötülük diye üç ayırmasına paralel olarak iyiyi, metafiziksel, ahlaki ve  fiziki  iyi olarak üçe ayırmasının bir  sonucu olarak ortaya  çıkar.  İyilerle ilgili bu ayrımı veya sınıflaması, etik açıdan son çözümlemede üç farklı öğretiye vücut verir. Bunlardan birincisi  (1)  iyiye varlığın genel yapısı açısından yaklaşan ve  iyiliğin gerçeklikle özdeş olduğunu dile getiren görüş olarak gerçek bir Platonculuk; ikincisi, (2) iyiyi insanın manevi boyutuyla ilişki içinde ele alan ve en yüksek iyinin insanın kendi doğasının gelişimi ve yetkinliğinden oluştuğunu dile getiren bir görüş olarak mükemmeliyetçilik ve nihayet üçüncüsü de (3) en yüksek iyinin haz olduğunu bildiren bir görüş olarak hazcılıktır.

Bu  üç  ana  öğreti,  Leibniz’de  birbirlerine  hiç  kuşku  yok  ki  onun metafiziği  yoluyla  bağlanırlar. Gerçekten de bunlardan birincisi ikincisinin nedeniyken, haz olarak fiziki iyi de bu  ikisini birbirlerine bağlamaya  yarar.  Buna  göre  metafiziksel  iyi,  bir  şeyin  gerçekliğinden  ve  sergilediği  yetkinlikten meydana gelir. Dünyamızın mümkün dünyaların en iyisi olduğunu, onun mutlak bir yetkinlik ve ahenk sergilediğini öne süren Leibniz, gerçek ahlaki  iyiliğin de insan doğası  için  temel olan bir karakteristik ya da nitelikler kümesinin gelişimi ve yetkinliğinden başka hiçbir şey olmadığını öne sürer. Nitekim bu nitelik  ya da karakteristiğin kemale ermiş haline, Leibniz erdem adını verir. Bu  açıdan bakıldığında, metafiziksel yetkinlik ile ahlaki yetkinlik arasında bir tür neden sonuç ilişkisi vardır, çünkü evrendeki ahenge ilişkin entelektüel kavrayış erdemi yaratır.

Varlığın birliğine, ahengine ve yetkinliğine tanıklık eden entelektüel kavrayış, başta bilgelik olmak üzere,  birden  fazla  erdemin  doğuşuna  yol  açar. Erdemi  bilgeliğe  uygun  eylemde  bulunma  yönelimi olarak tanımlayan Leibniz, bilgelikle birlikte adaleti, aşk ve hayırseverliği en temel erdemler olarak öne sürer. Bununla  birlikte,  insanın  erdemleri  sonsuz  Tanrının  hikmeti  ve  iyilik  ya  da  hayırseverliğiyle kıyaslandığında çok sınırlı kalır. Fakat Tanrının sonsuz olan hikmeti ve evrensel olan aşkı, mutluluğa layık bütün  insanları kuşatır. Bu yüzden,  insana düşen Tanrının bir  ideal oluşturan evrensel  iyiliğine öykünmek, onun hayırseverliğinden  ilham  almaktır. Bu yüzden, kişinin hayırseverliği, Tanrının baba olduğu bu büyük moral  toplulukta, daha çok sayıda insanın mutluluğuna katkı yapacak şekilde gelişir ve genişlerse, o kişi adalet ve erdem bakımından o ölçüde zenginleşir.

Ahlaki  yetkinlik  ya  da  iyiliği  metafiziksel  iyiliğe,  erdemi  ahenge  bağlayan  şey,  onda  hazla tanımlanan fiziki iyidir; çünkü haz, ister duyumsal, ister entelektüel olsun, yetkinliğin algılanmasından veya bilinmesinden doğar. Onda iki haz  türü yani duyumsal haz  ile entelektüel haz arasındaki yegâne farklılık, algı ya da bilginin seçiklik derecesi veya düzeyiyle ilgili bir farklılıktır. Sözgelimi, bir müzik parçasını  dinlemekten  veya  bir  tabloyu  seyretmekten  alınan  duyumsal  haz,  yetkinlik  ya  da  ahengin ancak bulanık bir algısından oluşur. Oysa gerçekliğin yapısını ve ahengini bilmenin verdiği haz olarak entelektüel  haz  yetkinliğin  seçik bir  algısından  oluşur. Leibniz,  her ne  kadar  beşeri mutluluğu hazla özdeşleştirse de onun  entelektüalist  etiğinde her  şeyin bilgi ve bilgeliğe  bağlı olduğu  ve  söz konusu mutluluğun esas itibariyle kalıcı ve sürekli entelektüel hazdan oluştuğu unutulmamalıdır. Gerçekten de entelektüel  hazzın  varlık  düzenindeki  yetkinliğin  ve  evrendeki  ahengin  seçik  algısından  oluştuğu dikkate alınırsa, Leibniz’de bilginin kişinin ahlaki iyiliği ve kemalinin zorunlu koşulu olduğu açıklıkla ortaya  çıkar.  Düzene,  evrenin  rasyonalitesine  ve  yaratılışın  güzelliğine  ilişkin  entelektüel  bilgi, mutluluk için gerekli olmakla birlikte, yeterli değildir. O, ancak bu düzene öykünmek ve ona katkıda bulunmak suretiyle, yeterli hale gelebilir.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

LEİBNİZ (GOTTFRİED WİLHELM) KİMDİR?

Ünlü Alman filozofu. Modern çağın sistemli düşünürlerindendir. Matematik, mantık ve metafizik alanlarında yaptığı çalışmaları önemlidir. 1 Temmuz 1646 senesinde Leipzig’de dünyâya geldi ve 14 Kasım 1716 yılında terk edilmiş olarak Hannover’de öldü. Babası Leipzig’de felsefe profesörü idi. Babası ölünce kendi kendisini yetiştirmeye başladı. Târihe karşı ilgisi fazla olduğundan Lâtince ve Yunancayı öğrendi. Mantıkla ilgilenmeye başladı.

Leibniz 15 yaşında iken Leipzig Üniversitesinde hukuk öğrencisi idi. Hazırladığı bir tez konusunda Fransa’nın Mısır’da Türklerle çarpışacaklarını savunuyordu. Napolyon bu tez konusunu Mısır’a asker çıkarmadan önce incelemediğine çok pişman olduğunu ifâde etmiştir.

Leibniz teoloji, hukuk ve politika alanında olduğu kadar tabiî ilimlerde de çalışmalar yaptı. Matematik, optik, mekanik, pnömatik üzerinde çalışmaları yanında toplama, çıkarma, bölme, karekök işlemleri yapan makinayı yapmayı başardı. Bu makina, 1673 senesinde Paris İlimler Akademisi ile Londra’da sergilendi.

1700 senesinde bir dâvet üzerine Berlin’e gitti. Berlin Üniversitesinin kurulmasını sağladı ve oraya müdür oldu. 1711 senesinde bu görevinden ayrıldı.

Leibniz, kozmoloji ilmini Allah’ın varlığını ispat etmek için kullanmıştır. Kozmolojik îzahlar “Yeterli sebepler prensibi” olarak isimlendirilmiştir. “Yeterli sebepler prensibi” ile “tezat kânununu” gerçeği bulmakta kâide olarak kullanmıştır. Leibniz’in savunduğu düşünce şekli özetle şöyle idi:

Gerçek dünyânın varlığı için yeterli sebep Allah’tır. 1840 senesinde basılan De Rerum Originatione Radicali adlı kitâbında Allah’ın varlığını ispata çalışmıştır.

Leibniz Katolik, Protestan mezheplerini birleştirmek için çok gayret sarfetti.

1712-1714 seneleri arasında Viyana’da kalan Leibniz’e baron pâyesi verildi. Daha sonra Hannover’e yerleşen Leibniz orada öldü. Cenâzesine yalnız sekreteri J.G.Von Eckhart gelmişti. Eckhart, 1726 senesinde yazdığı Memoirs of John Ker of Kersland adlı kitabında ondan bahsederken “Memleket için bir cevher olduğu halde onu bir hırsız gibi çukura attılar.” demiştir.

KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 13. CİLT

İlgili Makaleler