GERÇEKÇİLİK
GERÇEKÇİLİK
Bilgimize konu olan
şeylerin ya da varlığın bilincimizden bağımsız ve nesnel olduğunu söyleyen
görüşe gerçekçilik denir. Gerçekçilik, eski Yunan felsefesinde ve Orta Çağ
Skolastiğinde felsefenin temel sorunlarıyla ilişkili olarak kullanıldı. Ayrıca
bilgi teorisi bakımından nesneyi özneye, yani bilginin konusu olan varlığı
bilen özneye kesin bir şekilde bağlı kabul eden idealizmin karşısında yer
aldığı gibi, Orta Çağ’da önemli bir akım olan ve şeylerin (objenin) mahiyetini
bir kavram, yani ad sayan Nominalizm’in ve Skolastiğin çöküş dönemlerinde
bunun yerini alan Kavramcılığın da karşıtı olarak ortaya çıktı.
Sokrates’e kadar gelen
düşünce sürecinde, farklı yorumlara konu olsa bile gerçekçilik düşüncesi
tartışılmıştır. Parmenides gerçekçiliği “Bir”e indirgemekle beraber,
bilginin objelerinin gerçek olduğunu ileri sürmekteydi. Platon felsefesinde
gerçekçilik idealar teorisinde temel olarak açıklandı. Aynı düşünce
İskenderiyeli Philon tarafından da benimsenmekle beraber kutsal zihne
dayanılarak açıklandı ve St. Augustinus V. yüzyılda bu anlayışı devam ettirdi, VI.
yüzyılda filozof Boethius, Aris-totelesçi mantığı yeniden temellendirme ve
tanıtma yanında, Aristoteles’in görüşünün farklılığına dikkat çekti. Sonuçta
tümel kavramları Platoncu gerçekçilik bağlamında ortaya koymaya çalıştı. Orta
Çağ* da daha geniş bir alanda gerçekçilik kavramı tartışmaya açıldı ve böylece
gerçekçiliğin çeşitli yorum ve anlayış türleri de zaman içinde oluştu.
Ortaçağ boyunca
tartışılmış olan tümeller (külliler) sorununda, nominalizm karşıtı olarak
Realizm “gerçekçilik”, kavramların gerçek olduğunu savunan görüştür.
Platon, asıl gerçekçilikler dünyasının ideler dünyası olduğunu, buna karşılık
bireysel varlıkların ancak ideler dünyasındaki kavramların birer yansımasından
ibaret olduğunu söylüyordu. Nominalizme göre ise, Platon’un kendilerine bir
gerçekçilik izafe ettiği tümel kavramlar, birbirine benzeyen varlıklara bizim
tarafımızdan takılmış birer ad’dan ibarettir. Aristoteles ise Platon’un kavram
gerçekçiliği ile bunun tam zıddı olan nominalizm arasında orta bir tavır
takınmıştı. Ona göre tümel kavramların bîr gerçekçiliği vardır. Ancak bu
gerçekçilikler bireylerin kendisinde bulunur. Yani bireyler dışında ayrıca
kavramlar yoktur. Burada, Orta Çağda “realist” kelimesinin idealist
ve “idealist” kelimesinin de realist anlamına geldiği hatırda
tutulmalıdır.
Bilgi teorisi açısından
Gerçekçilik bilinçten bağımsız, yani görünür eşyanın varlığını kabul eden
görüştür. Yunan düşüncesinin ilk döneminde dogmatik gerçekçilik genel
geçerliğe sahiptir ve bilinç içeriği oUn idrak ile idrak olunan şeyi (yani düşünce
ile nesneyi) birbirinden ayırmaz. Bu gerçekçilik anlayışına göre eşya, biz onu
nasıl algılıyorsak aynen öyledir. Eşyada gördüğümüz renk, tad, koku, sertlik
ve yumuşaklık gibi tüm nitelikler, onun objektif nitelikleridir ve gerçektir.
Bütün bu özellikler eşyada, algılayan bilinçten bağımsız olarak ve objektif bir
haldebulu-nurlar.
Dogmatik gerçekçiliğe
karşılık doğal gerçekçilik, bilgi teorisi açısından eleşti-|»l düşüncelerle
kayıtlıdır. İdrak içeriği tfftidrak olunan §ey birbirinin aynı değildir.
Bununla birlikte doğal gerçekçilik de eşyanın idrak içerikliğiyle bütünüyle
uyuştuğu düşüncesinde ısrarlıdır.
Gerçekçiliğin üçüncü
bir şekli olan eleştirel gerçekçilik ise, idrak içeriklerine da-hil olan her
niteliğin mutlaka eşyada mevcut olmayacağı görüşündedir. Aksine eşyanın renk,
ses, tad ve koku gibi tek duyu organıyla bilinen tüm nitelikler ve özelliklerin
yalnızca bilinçte bulunduğuna inanır. Bu nitelikler, belirli dış uyarıcıların
duyu organlarımıza etki etmesi sonucu meydana gelirler. Şu halde bu nitelikler
bilincin tepki (reaksiyon) tarzlarıdır’ ki, bunlar doğaları gereği bilincimizin
organizasyonu ile kayıtlıdırlar. Demek oluyor ki, bu niteliklerin objektif
değil, sübjektif bir karakterleri vardır.
Yukarıda da
söylediğimiz gibi, Yunan düşüncesinin İlk dönemlerinde dogmatik bir gerçekçilik
görüşü hakimdir. Fakat da-haDemokritos’ta bile eleştirel bir gerçekçilikle
karşılaşırız. O bundan, her niteliğe duyularımızın unsuru olarak bakmamız
gerektiği sonucunu çıkarır. Aristoteles ise, Demokritos’ un aksine doğal
gerçekçilikte ısrarlıdır. İdrak edilen nitelikler eşyada, idrak eden
bilinçten bağımsız olarak bulunur.
Eleştirel gerçekçilik
birtakım ilkelerini fizyolojiden alır. Fizyoloji, eşyanın duyu organlarımız
üzerindeki etkilerini bizim doğrudan doğruya algılamadığımızı gösterir. Yani
uyarıcılar duyu organlarımıza gelmekle hemen bilinmiş olmazlar. Bu uyarıcıların
asıl duyum sinirlerine ulaşması için önce bu organlardan geçmesi gerekir ve
buradan da beyne intikal eder. İnsan beyninin karışık yapısı gözönüne alınırsa,
fiziki uyana ile, algılanan şeyin birbirine benzemediği açıkça görülür. Bu durumda
eşya artık doğada görüldüğü gibisalt eşya olmayıp süjenin duyumu haline gelmiş
eşyadır. Psikoloji de eleştirel gerçekçiliğe Önemli kanıtlar verir. Psikolojik
analiz tüm idraklerin yalnızca duyumlardan gelmediğini gösteriri Her idrakte
öyle unsurlar vardır ki, bunlara kolayca objektif uyarıcılar, yani duyumlara
karşı bir reaksiyon gözüyle bakmaktan çok, idrak eden bilincin bir unsuru
olarak bakmak gerekir. Örneğin, bir tebeşir parçasını elime aldığımda,
yalnızca beyazlık, ağırlık ve düzlük duygusu almakla kalmam. Aynı zamanda onun
hakkında “şey” ve “nitelik” gibi birtakım kavramlar da
kullanırım.
Yeni Çağlarda
Descartes’in yöntemli şüpheciliği (Cogito ergo sum: Düşünüyorum, öyleyse
varım), düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya hangi yoldan ulaşılacağını
temel bir konu olarak ortaya koydu. Öte yandan daha sonra Locke felsefesinde
duyumların dışsal bir kaynağının bulunduğu benimsenerek bir çeşit sağduyu
gerçekçiliğine ulaşıldı. Buna karşılık Des-cartesçî olan Malebranche, dış
dünyanın varlığını dini inanca bağlayarak açıkladı. Cambridge Platoncuları
duyulur şeylerin dış dünyadaki varlıklarını kabul etme yanında,
Yeni-Platonculuğun etkisiyle de olsa bilgi objelerine öncelik tanıdılar. Özellikle
Berkdey bilginin dışında duyulur bir dünyanm varlığım reddederken, David
Hume’un bir tür şüpheciliğiyle bilen öznenin de ortadan kaldırıldığı
görülecektir.
XX. yüzyılda bazı
filozoflar gerçekçiliği Kantçı sübjektivizmin ya da idealizmin karşıtı olarak
değerlendirdiler.
Sanat ve edebiyatta
gerçekçilik, geniş anlamda, sahnelerin, kişilerin, eşyanın ve olayların gerçek
hayatta oldukları gibi tasvir edilmesi; dar anlamda da XIX. yüzyıl
ortalarından başlayarak önce Fransa’da, sonra da diğer ülkelerde, bazen değişik
adlarla gelişmiş olan akım şeklinde kendini ifade etti.
Başka söyleyişle sanat
alanında gerçekçilik, gerçeği olguların görünen yüzüne uygun bir biçimde
olduğu gibi anlatmayı amaçlamaktaydı. Bu anlayış, bireysel ve toplumsal
hayattaki hemen herşeyi uygunsuzluk ve çirkinlikleriyle ortaya koymaya
çalışmıştır. Dolayısıyla sanat alanında olduğu kadar, ahlak, inanç, töre veya
gelenek alanlarında yer yer yıkıcı etkiler doğurduğu da olmuştur.
Yüksel KANAR Bk.
İdealizm