Kimdir

George Berkeley kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

George Berkeley kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (16851735) İrlandalı filozof. Tutarlı deneyciliğin immateryalizme götüreceğini ve tan­rıtanımazlığı yıkacağını savun­muştur. İrlanda’ya yerleşmiş bir İngiliz ailenin çocuğu olarak Kilkenny’de doğdu. Oxford’da öldü. 15 yaşın­da Dublin’deki Trinity College’a girdi. Yedi yıl sonra orada öğretim üyesi oldu. 1709’da, 24 yaşındayken, ilk önemli kitabını yayımladı: An Essay Towards a Nem Tbeory of Vision. Ertesi yıl felsefesinin başyapıtı olan A Treatise Concerning the Principles of Humarı Knowledge basıldı. Bunlarla büyük ün kazandı. 1713’te Londra’ya gitti. Orada son önemli felsefe kitabı olan “Diyaloglar”ı yayımlattı. Felsefeye tüm katkısını 30 yaşından önce yapmış, yaşamının sonraki bölümünde bu konuyla bir daha ilgilenmemiştir. 1716’da Avrupa’ya yaptığı bir gezide, başyapıtının ikinci cildi olarak yazdığı bir kitabını yayımlayamadan yitirince bunu yeniden yazmayı düşünmedi bile. Bu yıllarda Londra’da Addison, Pope, Swift ve Steele ile 1713 ile 1720 arasında aralıklarla yaptığı Avrupa gezilerinde Malebranche’ın 1715’teki bu tanışmayı izleyen bir felsefe tartışmasında heyecanlanarak öldü­ğü söylenir. 1724’te Trinity College’daki görevinden ayrıldı. Londra’ya giderek Bermuda’da bir okul kurmak için para toplamaya başladı. İki yıl sonra parlamento bu projeye devletin de malı katkıda bulunmasını karara bağladı. 1728’de evlenerek Ame­rika’ya gitti. Rhode Island’da Bermuda projesinin hazırlıklarını yürüttü. Devletten beklediği para bir Niteliklerin türlü gelmeyince İngiltere’ye geri dönmek zorunda eleştirisi kaldı. 1734’te İrlanda’da Cloyne piskoposu oldu.

Başyapıtları ölçüsünde değer taşımayan basılı başka kitap ve yazıları da vardır.

Berkeley’in ortaya attığı immateryalizm (özdeksizcilik) öznel bir yaklaşım niteliği taşır. Bu içinde üretildiği Modern Çağ’ın bir özelliğidir. 18.yy’da kullanılmaya başlayan “idealizm” terimi de, Berkeley’ in felsefesi örnek gösterilerek, yerleşiklik kazanmış­tır. Berkeley’i özgün felsefesine götüren üç ayrı etki kaynağı gösterilebilir. Bunlardan ilki ve en önemlisi, Locke’ta bir arada bulunan deneycilik ve gerçekçi algı kuramıdır. Berkeley Locke’un deneyciliğini benimse­miş, bu açıdan Avrupa usçuluğunu (rasyonalizm) eleştirmiştir. Öte yandan, bu deneycilikle gerçekçi algı kuramının bağdaşmazlığını da görmüş ve bu olguyu özdekçiliği yadsımak için kullanmıştır.

Berkeley üzerindeki ikinci etki kaynağı kuşkucu­luktur. Descartes ve Bayle’de bulduğu kuşkucu us­lamlamaları deneycilik yerine Locke’un gerçekçiliğine karşı kullanmış, immateryalist deneyciliğini bunlar­dan etkilenmeyecek biçimde kurmaya özen göster­miştir. Etki kaynaklarından üçüncüsü, kendisinden felsefede Tanrı kavramına en önemli bir işlev verme eğilimini aldığı Malebranche’dır. Berkeley’de imma­teryalizm özdekçiliğin keskin bir eleştirisi yoluyla ortaya çıkar. Karşısına aldığı özdekçilik Locke’un gerçekçi algı kuramı içinde dile geliyordu. Locke’un bu bağlamda yapmış olduğu 17.yy’da iyice hızlanan bilimsel gelişimin benimsediği açıklama biçimini ken­di felsefesi içinde dizgeleştirmekti.

Galileo ve Descartes’tan kaynaklanan, Locke’un arkadaşları Böyle ve Newton’da olgunlaşan bilimsel bakış açısına göre, evren uzay ve zaman içinde yer alan fiziksel parçacıklardan oluşur. Bunların devim ve ilişkileri matematikle gösterilebilir. Parçacıkların ger­çekte taşıdıkları nitelikler, biçim, büyüklük, devim, yer ve sayıları türündendir. Bu nitelikleri, parçacıkla­rın, algılayan insanlarda, neden oldukları etkilerle karıştırmamalıdır. Algılanan sıcaklık, parçacıkların hızlı deviminin, ses, havanın dalgasal deviminin, renk ise parçacıkların dalgasal yayılmanın, algılayanlarda yarattıkları etkilerdir. Evrende algı düzeneği olan canlılar bulunmasaydı bu etkiler de bulunmaz, ama onların nedenleri olan parçacıklar, yine de var olurdu. Bilimin getirdiği bu özdekçiliği felsefesinde yansıtan Locke, nesnelere yüklediğimiz nitelikleri birincil ve ikincil olmak üzere iki öbekte topladı. Bunları algı açısından, koşullara ve kişiye göre değişip değişmeme ilkesine dayanarak ayırt etti. Ona göre biçim, yer kaplama, devim gibi birincil nitelikler bilimsel yön­temlerle ölçülebilir ve algılayanın ya da ortamın durumuna göre değişmezler. Bundan ötürü de bunlar nesnel olmalıdır. Renk, ses, koku gibi ikincil nitelikler ise koşullara göre değişebildiklerinden özneldirler, yani algılayandadırlar. Örneğin, aynı nesne üstüne bir elimizi doğrudan, öbürünü ise önce buza değdirdik­ten sonra koyacak olursak, ellerimiz bu nesneyi değişik sıcaklıklarda algılayacaktır. Öte yandan, algı­ladığımız birincil nitelikler dış dünyadaki özdeksel nesnelerin taşıdıkları niteliklere benzerler; oysa, algı­lanan ikincil niteliklerin dış dünyada karşılıkları yoktur.

Berkeley, Locke felsefesinde anlatım bulan bu özdekçi savları dört başlık altında çürütmeye girişti:

Berkeley dayanıksızlığını böylece göstermiş ol­duğuna inandığı özdekçiliğin hangi yanılgılı düşünce­ler dizisi sonucu ortaya konmuş olabileceğini ele alır. Buna verdiği yanıt özdek kavramının bir soyutlama olduğudur. Soyutlama ise Berkeley’e göre bir ruhbilimsel olanaksızlıktır. Soyutlamanın olanaksızlığı sa­vını yine Locke’un ileri sürdüğü soyutlama kuramına karşı bir eleştiri olarak ortaya koyar.

Locke deneyci yaklaşımı belirlerken insan bilgi­sini oluşturan öğelerin ideler olduğunu, idelerin de ya duyum yoluyla, ya zihnin kendi işleyiş, duygu ve coşkularından, ya da bellek ve imgelem yoluyla elde edildiklerini ileri sürer. Berkeley buna bütünüyle katılmıştır. Bu belirlemeye göre yalın ya da bileşik, bütün idelerin kökeni deneydir. Locke bu bağlamda bileşik idelerin somut olanları yanı sıra, kendilerinde aynı türden tüm nesneleri toplayan soyut olanlarının da bulunduğunu düşünür. Locke’a göre soyut ideler, somut idelerin yalnızca ortak nitelikleri tutulup, tek tek nesnelere özgü olan nitelikler atılarak elde edilir. Berkeley buna karşı çıkmıştır, imgelemin bileşik ideleri parçalayarak, yeni bileşimlerde, yeniden topla­yabileceğini, ancak “soyut ideler” üretemeyeceğini söyler. Ona göre bu olanaksızdır. Ne imgeleniyorsa onun tikel bir biçimi ve rengi olmalıdır. Örneğin, ne beyaz, ne kara, ne de sarı renkli bir soyut insan kavramı olanaksızdır. Ona göre ne hızlı, ne yavaş, ne dönen, ne doğru giden, nesnesinden bağımsız, bir soyut devim düşünülebilir. Soyut ideler bulunduğunu sanmak sözcüklerin anlamını yanlış olarak yorumla­maktan doğar. Genel bir sözcük kullandığımızda, örneğin “meyve” dediğimizde, kendisi ne armut, ne elma, ne de incir olan bir soyut meyve düşünüyormuşuz sanılabilir. Oysa, yaptığımız ve yapabileceğimiz, herhangi bir meyveyi bütün meyveler yerine düşün­mekten başkası olamaz. Dolayısıyla tek tek meyveler ötesinde, bir de soyut meyve idesi bulunduğunu düşünmek kendini aldatmaktır.

Özdek kavramına ilişkin yanılgı da tıpkı buna benzer. Bileşik ideleri tikel nesneler olarak adlandırı­rız. Aynı türden nesnelere de bir genel ad veririz. Bu adın karşılığında bir soyut ide bulunduğunu düşün­mek ne ölçüde yanlışsa, tüm nesne türlerini adlandı­ran “özdek” sözcüğünün karşısında bir soyut ide bulunduğunu düşünmek de o denli yanlıştır. Çünkü “özdek” sözcüğünün ya bu anlamda hiçbir karşılığı yoktur, boş bir kavramdır, ya da somut bir nesneyi dile getiriyordur. Bu son durumda ise dile getirdiği herhangi bir nesneyi oluşturan bileşik bir ideden başkası olamaz. Algılanmayan özdek kavramı bir soyutlama, bir aldanmadır.

Bu noktaya dek Berkeley’in eleştirel olarak dolaylı bir biçimde ortaya konan immateryalizmi artık doğrudan uslamlamalarla pekiştirilir. Şöyle dü­şünür Berkeley: Görme duyusuyla rengi, görme ve dokunumla biçim ve büyüklüğü öğreniriz. Bu tür idelerin tutarlı bileşimlerine “elma” ya da “ağaç” gibi adlar verir, onları nesnel olarak düşünürüz. Şimdi, herhangi bir idenin var olması onun algılanıyor olmasına bağlıdır. İdeler ancak algılandıkları, yani geniş Özdeksel tözün anlamda zihinde bulundukları sürece vardır. Bütün eleştirisi bunlardan şu sonuç çıkar: Nesneler de tutarlı bileşik ideler olduklarına göre, nesneler için de, var olmak algılanmaktır (esse est percipi).

Berkeley, bu sonucun evrenin varlığını, gerçekli­ğini, yadsımak anlamına gelmediğini vurgulamıştır. Yalnız, “varlık” ve “gerçeklik” gibi sözcüklerin an­lamlarını daha iyi kavramamıza yarar bu sonuç. Örneğin, “orada bir masa var” gibi bir önermenin anlamı, bizim ya da bizim gibi başka bir zihnin, orada “masa” adı verilen ide bileşiğini algıladığıdır.

Varlık algıdır Berkeley için var olmak iki biçimde söz konusu- (esse est percipi) dur: Ya algılanarak ya da algılayarak. Algılanan bir varlık var olabilmek için algılayan bir varlık gerektire­cek, algılayan bir varlık da var olmak için algılanan varlıklar bulunmasını gerektirecektir. Algılanan var­lıklar “duyumlanabilen nesne ve nitelikler” yani “idelerdir”. Bunlar edilgindir. Algılayan varlıklar ise etkindir. Zihin ya da tin böyledir. Bunların etkinliği algılama, ve istenç yetileriyledir. Böylece ancak ideler ve bunları algılayan tinler var olabilirler. Tinler algılanamazlar, çünkü edilgin değildirler. Algılanamadıklarından da deneyle doğrudan bilinemezler. Tinle­ri bilmenin tek yolu onların etkinliklerinin sonucunu algılamaktır. Bizde başkalarının tin ya da zihinlerinin idesinin bulunmaması bundandır. Başka zihinleri gövdelerde neden oldukları davranışlar, söyledikleri sözler yoluyla tanır, biliriz.

Berkeley’e göre bir nesnenin var olmasının onun algılanıyor olması anlamına geldiği açıktır. Bu ele almış olduğu ve sonradan yadsıdığı görüngücülükten anlaşılır. Berkeley bir nesnenin var olmasını algılana­bilir olmasına bağlamıyor. Var olmak için o sıra aktüel olarak algılayan bir tin gerektiriyor. Öyle ise şu sıra kimse tarafından algılanmayan nesneler konusunda ne denebilecektir? İçinden çıktığımız odayı biz algılama- sak bile onu içeride kalanlar algılayacaktır. Ancak onlar da çıkıp kapısını kapatınca odanın varlığı ne olacaktır? Berkeley sürekli yok olup yeniden var olan bir nesne kavramına felsefesinde yer vermez. Bu onu hiç de istemediği bir sonuç olan solipsizme (tekbenci­lik) çok yakın bir yere götürebilirdi. O, karşısına çıkan bu sorundan yararlanmış ve önerdiği çözümü bir Tanrı kanıtı niteliğinde sunmuştur. Hiçbir sonlu tinin algılamadığı nesneleri sonsuz bir tin her an her yerde algıladığı için nesnelerin kopuk değil sürekli bir varlığı söz konusudur. Bu da Berkeley’e göre sonsuz bir zihin, bir tin olarak Tanrı’nın varlığının kanıtıdır.

Berkeley benzer bir yöntemi aynı bağlamda doğan ikinci bir sorunun çözümünde de kullanır. İdelere neden olan bir dış dünya yoksa şu iki soru akla gelecektir:

Evet, der Berkeley, kimi bileşik idelerimizi imgelem gibi düzeneklerle biz oluştururuz. Ancak idelerin büyük çoğunluğu bize istencimiz dışında gelir. Bun­ların düzen ve tutarlılıkları da istencimiz dışındadır. Berkeley’e göre bu da, yalnızca Tanrı’nın varlığını kanıtlar. Bir etkin tin olarak Tanrı üzerimizde bu etkileri, bu düzenlilikte ortaya çıkarır. Algının tutarlı­lığı ve düzenliliği Tanrı’nın büyüklüğünü gösterir.

Bu, Tanrı’nın varlığını bilmenin başlıca yoludur.

İmmateryalist felsefeyi temellendirmek amacıyla, Berkeley’in kurduğu bu uslamlamalar, ilginç olmala­rına karşın çoğu kez yanlış öncüllerden türer. Bunlar arasında gerçekten sağlam olan eleştirel uslamlama, algının, gerçekçiliğin öne sürdüğü özdeksel dünya ile karşılaştırılamayacağını, bu iki nedenle de bu iki ortam arasındaki hiçbir ilişkinin deneysel anlamda bilinemeyeceğini, gösterenidir. Bu deneyciliğin ger­çekçilikle tutarsız olduğu sonucunu getiren çok güçlü bir eleştiridir. Descartes ve Locke bilginin bütünüyle idelerden oluştuğunu düşünmüşlerdi. Berkeley de bu görüşü benimser. Oysa Descartes ve Locke bilgiyi oluşturan idelerin bir bağımsız dış dünyanın kopyala­rı olduğunu da ileri sürmüşlerdi. Bu görüşleri bir yandan gerçekçi, öte yandan da ikicidir (düalist); varlığı özdeksel ve zihinsel olmak üzere iki türe ayırır.

Berkeley gerçekçiliği yadsırken bu ikiciliği de yadsı­mış ve yalnızca zihinsel-tinsel varlığa yer vererek idealizmi savunmuştur. Ona göre bilgi yalnızca ide­lerden oluştuğuna ve bildiğimiz her şey de ideler olduğuna göre, bu idelerin arkasında var olduğu bilin­meyen, ama varsayılan, bir gölge dış dünyaya hiç gerek yoktur. Bu Berkeley için algı kuramına gereksiz bir karmaşıklık getiren bir çiftlemedir. Böyle bir ikinci dünyayı yadsımakla bilgiden hiçbir şey yitirilmediğini savunmuştur.

Töz kavramı konusunda da, yine Locke’cu görüşü eleştirmiştir. Locke özdeksel tözü, felsefe tarihindeki yaygın kullanımından ötürü bir kuramsal kavram olarak kabul eder. Ona göre, deneysel olarak bilinemeyen töz, nitelikleri bir arada tutan bir ilkedir (substratum). Berkeley ise bunun anlamsız oluşu ötesinde, hiçbir kuramsal işlevi de bulunmayan bir kavram olduğunu savundu. Böyle bir kavramı varsay­manın yine soyutlama yanılgısından ileri geldiğini söyledi. Buna karşılık tinsel töz kavramına, kuramı içindeki yeri dolayısıyla, hoşgörüyle yaklaştı. Etkin­lik belirtilerinin tinsel tözleri kanıtladığını ve bunların bilinmelerine olanak verdiğini düşündü.

Soyutlamayı yadsıması Berkeley’in sıkı bir adcı­lık (nominalizm) benimsemesine yol açar. Locke’taki kavramcılık (conceptualısm) tümelleri zihinde kurulan soyut idelerle temellendirir. Berkeley ise soyut idele­rin olanaksız olduğunu ve bir tür konusunda düşünce yürüttüğümüzde tikel bir ideyi türe karşılık olarak kullandığımızı öne sürmüştür. Bu, Platonculuk’un tam karşıtı bir idealizm, duyuma dayalı olarak tikel­lerden başka varlığa olanak tanımayan bir tutumdur.

Berkeley yaşadığı dönemin doğa bilimlerince, yaygın olarak benimsenen saltık (absolute) uzay, zaman ve devim kavramlarını da yadsımıştır. Bunları da olanaksız soyutlamalar diye değerlendirmiş, söz konusu kavramların gerçekte öznel ve göreli oldukla­rını ileri sürmüştür. Edilgin ilkeler olarak nesneler arasında gerçek anlamda nedensellik bulunamayacağı­nı düşünmüş, Descartes’ın mekanizmine karşı çıkmış­tır. Ona göre doğa yasaları ideler arasındaki bağlıla­şımları (association) betimler. Doğa yasaları nedensel açıklamalar veremez, çünkü nedensellik ideler arasın­da yer alamaz. Nedensellik ancak tinlerin etkinliği olarak söz konusudur.

Berkeley’in modern felsefenin gelişimi üzerinde çok önemli etkisi vardır. Her şeyden önce Modern Çağ’a özgü bir öznel idealizmin kurucusudur. Ancak bundan daha önemli olarak, deneyciliğin tutarlı bir görüş durumuna getirilmesinde büyük katkıları ol­muştur. Bu bağlamda Hume’u hazırlamış, hem Hume üzerinden hem de doğrudan Kant’ı etkilemiştir. Hume ve Kant’taki görüngücülük, Berkeley’in gerçek­çiliğe karşı yaptığı güçlü eleştiriler sonucunda doğ­muştur. Tözü yadsırken Hume’un başlıca esin kayna­ğı Berkeley idi. Ayrıca Hume’un kuramlarını temel­lendirdiği, sonra da Hartley ile gelişerek 19. ve 20.yy’larda etkili olan çağrışımcılık da Berkeley’e çok şey borçludur. 20.yy analitik algı felsefesi açısından Berkeley’in uslamlamaları güncelliklerini korumak­tadır.

YAPITLAR:

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 15. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler