GELENEK
Gelenek terimi günümüz
sosyal bilimlerinde karşılaşılan en karmaşık ve belirsiz kelimelerden biridir.
Çoğu zaman kabaca “gelenek” dendiğinde belli bir yolu izleme, belli
bir çerçevede hareket etme ya da daha önceden birisinin ortaya koyarak
gelenekselleştirdiği şeyi devam ettirme (Manrist gelenek ya da hat geleneği
gibi) anlaşılır. Geleneğin bundan başka ve en popüler anlamı, günlük dilde örf,
âdet ve töre anlamında kullanılanıdır. Bu anlamıyla gelenek, toplum içerisinde
belirli bir davranış kümesini yönlendiren, belli davranış kalıpları üreten ve insanları
bu kalıplara göre davranmaya zorlayan Ma-niheimci anlamda bir ideolojik
aygıttır. Gelenekçi ise bu anlayışı benimseyip toplumun değişim dönemlerinde
sürdürmeye çalışan kimseye denir (Bu bağlamda çoğunlukla “görenek”
kelimesiyle bir arada kullandır). Geleneğin bu birisi çok dar ve spesifik,
öbürü ise çok genel ve sınırları belirsiz anlamlarının dışında, dini dozu
yüksek üçüncü bir anlamı daha vardır ki, bu anlam muhtemelen her iki anlamın da
kendisinden türediği kadim Gelenek’tir.
Geleneğin bu evrensel
anlamı S.H.Nasr tararından şöyle tanımlanır: “En evrensel anlamda
geleneğin insanı İlahi olana bağlayan ilkeleri, yani dini içerdiği düşünülebilir,
öte yandan ve başka bir açıdan din, esas anlamıyla Gök’ten indirilen ve insanı
Kaynağına bağlayan ilkeler olarak düşünülebilir. Bu durumda gelenek daha sınırlı
bir anlamda bu ilkelerin uygulanması şeklinde görülebilir… Gelenek, çekip çıkartılamaz
biçimde dine ve vahye, kutsallığa, ortodoksi kavramına, otoriteye, sürekliliğe
ve zahirî ve batini hakikatin düzenli biçimde aktarılmasına bağlıdır. Gelenek
Batı düşüncesindeki sophia peren-nis, Hindulardaki sanatana darma ve
Müslümanlardaki hikmet-i Halide, yani ebedi bilgelik kavramlarıyla çok yakından
ilişkilidir.” Bu, dinle geleneğin aynı şeyler olduğu anlamına gelmez. Dİn
daha asli ve daha sahih (otantik) bir bağdır, inşam Kaynağına, yani Allah’a
bağlayan. Öte yandan gelenek hakikatin daha dışa dönük, maddi ve parçalı
yüzünü oluşturur. F.Schuon’un ifadesini kullanacak olursak, “Bir din
doğuşunda, ilk andan itibaren insanları Allah’a bağlar, fakat ona gelenek adı
verilemez. Dinin ilk tabilerinin üzerinden iki ya da üç nesil geçince din bir
gelenek halini alır.”
Geleneğin bu son
anlamı, 19. yüzyılda Bonald J.de Maİstre gibi Fransız katolik yazarlarda,
2O.yüzyılda da T.S.Elliot gibi İngiliz yazarda görülmekteyse de, asıl ifadesini
ve teorisini R.Guenon’da bulmuştur. Guenon’u izleyen Schoun, Nasr ve M.Lings
gibi yazarlar, modern dünyanın ortaya çıkmasından önce varolan, fakat bugün
artık izine rastlanmayan bu asli (primordial) geleneği, karşılaştırmalı dinler
tarihi ve karşılaştırmalı düşünce tarihi temelinde yorumlayıp yeniden kurmaya
çahşmaktalar.BuyazarlartemeldeAydın-lanma Çağının değerlerine karşı çıkmakta
ve hakikatm bilimle ve felsefeyle değil, gelenekle, geleneğin otoritesiyle
bilinebileceğini öne sürmektedirler. Bu yazarlara göre her din ya da batini
hareket bir gefe-nektirya da bir gelenekten kaynaklanmıştır. Buna göre,
örneğin Tibet dini, sözkonusu kadim geleneğin belli bir bölgeye mühnasır
kalmış parçası olup, bu geleneğin aslmda nasıl bir yapıda olduğunu ancak onu
diğer dini geleneklerle karşılaştırarak anlayabiliriz. Gelenekler eril
(mas-culin) ve dişil (feminin) olmak üzere ikiye ayrılırlar. Örneğin Çin’deki
Taocu gelenek dişil bir yapıdayken İslâm geleneği eril bir yapı arzetmektedir.
Ama bu, ana Gelenek’in birliğini bozmaz. Çünkü bunlar birbirini tamamlayıcı
mahiyette olup sonuçta Hakîkat’ın birer vechesidirler. Her ne kadar bu
yaklaşım, unutulmuş geleneğin yeniden anlaşılması için ilginç ipuçları
sağlamaktaysa da, terimin nerede İlahi dinler, nerede beşeri sözde-din-ler
yerine kullanıldığı zaman zaman karışmaktadır.
Sosyal bilimlerde,
özellikle sosyolojide gelenek şöyle tanımlanır: “Gelenek, kelî-me
anlamıyla bir kuşaktan diğerine aktarılan herhangi bir beşeri uygulama, inanç,
kurum ya da zanaat için kullanılır. Geleneklerin içerdikleri şeyler oldukça
farklı olmakla birlikte, tipik olarak toplumsal bir grubun ortak mirasının
parçası olarak görülen bazı kültür unsurlarına işaret eder. Gelenek sık sık
toplumsal kararlılığın ve meşruluğun kaynağı olarak görülür, fakat mevcut
değişime temel sağlayabilmek için de geleneğe başvurulur. Kavram, modern
toplumla bir karşıtlık kuran sosyolojide otoritenin niteliğiyle ilgili tartışmalar
da önemlidir.”
Son cümle günümüz
sosyolojisi için de önemini korumakta. Günümüzde gelenek ve sıfat şekli olan
“geleneksel”, “mo-dern”in karşıtı olarak gittikçe yaygın biçimde
kullanılmaktadır.
Geleneğin İngilizce
karşılığı olan traditi* on kelimesi, Latince tmdere’dçn gelmektedir. Tmdere şu
anlamlara gelir:
a) kurtuluş,
b) bir bilginin elden ele aktarılması,
c) bir öğretiyi başkalarına iletmek,
d) teslim olmak ya da ihanet etmek. Burada
“kurtuluş” anlamı, mistik anlamda ilahi geleneğe sarılarak uhrevi
kurtuluşa ermek şeklindeki inançla ilgilidir, b) ve c)
anlamları aynı anlamın
devamından ibarettir: Kurtuluşa götüren bilgiyi (batini ya da zahiri)
başkalarına ve Orta Çağların inançlarına uygun olarak ehline ulaştırmak.
Terimin son d) anlamı ise oldukça değişiktir. Hem teslim olma, hem de ihanet
gibi çok farklı iki anlama birden sahiptir. Bu bizi, “geleneğin
paradoksu” diyebileceğimiz bir duruma götürür.
Geleneğin paradoksu,
normal olmayan, özellikle hızlı değişim dönemlerinde kendini gösterir. Olağan
dönemlerde gelenek insanlara elden ulaşmak ya da ortak bir davranış kalıbı
oluşturmak suretiyle sağlam bir tutamak veya dayanak temin eder. İnsanlar
gelenek sayesinde neyi bildiklerinden emindirler, nasıl davranacakları
hususunda tereddütleri yoktur, gelecekten endişeleri yoktur, dolayısıyla toprağa
sağlam basmaktadırlar. Oysa toplumsal değişmenin hızlı olduğu dönemlerde
gelenek, bir ayak bağı, gelişmenin önünde bir engel olarak görülmeye başlanın
Örneğin M.Weber, çağının Almanya’sının “geleneğin prangaları” ndan
kurtulması gerektiğinden, Ali Şeriati ise İran’ın emperyalizmin zincirlerinden
kurtulabilmesi için geleneğin mutlaka değiştirilip ideolojiye
dönüştürülmesinden söz eder. İşte gelenek böyle durumlarda bilişsel
(cognitive) ve kurumsal meşruluğunu kaybetmeye başladığından, ya yeni durumlara
kendisini adapte edecek ya da prangalar fazla sıktığında fırlatılıp atılacaktır.
İşte geleneğin ihaneti, toplumsal düzeyde bu noktada ortaya çıkmaktadır:
Gelişmenin önünde, yeni davranış kalıplarının, modern toplumun karmaşık yapısını
göğüsleyecek yeni insan tipinin oluşturulması önünde tarihten getirdiği
zihniyet ve alışkanlıklarla bir set gibi durmakta, bu ise toplumsal gelişmeyi
arzulayan kadrolarca yıkılması ya da dönüştürülmesi şart olan bir engel gibi
görülmektedir.
Geleneğin ihaneti
ikinci bir yerde de karşımıza çıkar: Gelenek, klasik anlamda sahih ve geçerli
bilginin elden ele aktarılması demek olduğundan, bu aktarmanın bize kadar
nasıl geldiği ve aktarılan şeyin aslını yansıtıp yansıtmadı^; dolayısıyla aktarmanın
ne kadar güvenilir biçimde yapıldığı sorulan kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bir yandan gelenek sağlıklı bilgiyi temin ederken bizleri kendisine teslim
olmaya çağırır. Öte yandan da bu bilginin bize kadar aktarılma sürecinde eğer
bazı kasıtlı veya kasıtsız değiştirmeler veya çarpıtmalar yapılmışsa, ortaya
çıkan yanıltıcı bilgiler ister.istemez geleneğin kendisine ihanet anlamına
gelmektedir. Şu halde gelenek, kendisinde hem sahih, hem de çarpıtılmış olanı birlikte
bulundurmakta; bir yandan bir kalkış noktası olarak iş görürken, öte yandan bu
kalkış noktasının sorgulanmamasını istemektedir. (Bu ihtilaflı nokta Gadamer
ile Ha-bermas arasındaki hermenötikle ilgili tar-tışmanınodak noktalarından
birini oluşturur.)
Bu durum terimin
Arapça karşılığı olan an’ane kelimesinin etimolojisinden de
çı-kartılabilir.-^rtİBrt^ aslen bir hadis terimi olup hadislerin bir kişiden
diğerine aktarılma (rivayet) sırasında an falanın, an fu-lanin” (bu hadis
filancadan gelmektedir) lafzına verilen isimdir. Bu aktarım sırasında yapılan
bir hata, örneğin bir aktarıcı (ravi)nin güvenilir (sika) olmaması, o hadisin
sahîhlİğini çoğu zaman ortadan kaldırır; Bu tür hadisler güvenilirlik derecelerine
göre tasnife tabi tutulurlar. (Mevzu, hasen vb.) Böyle hadislerin bir elden
diğerine aktarılması esnasında rivayet dolaylı yoldan yapıldığından an’aneli
hadisler
pek muteber
sayılmazlar. Zira bu tür hadislerde hem belli kişilere güvenip teslim olmayı
gerektiren haller, hem de onların yapacağı (kasıtsız da olsa) bir hatadan ötürü
doğacak ihanet bir arada bulunmaktadır. Aynı zamanda bu, hadis kelimesinin
Batılı oryantalistlerce niçin gelenek (tradi-tion) kelimesiyle karşılandığını
da açıklar.
Geleneğin hangi anlamı
esas alınırsa alınsın, şurası açıktır ki, terimin günümüzde bu denli moda
olması, modern çağın geleneğe karşı tavrından kaynaklanmaktadır. Modernleşme
her halükârda geleneğe, onun kurumlarına ve zihniyetine karşı işlemektedir.
Sonuçta yerel ve ulusal değerlerden ne kadar yararlanılarak mo-dernleşilirse
modernleşilsin, “gelenek” asli anlamından oldukça uzaklaşmakta ve
“ıslah edilmiş” (modern kelimesinin anlamının da bu olduğu
unutulmamalı: modern, geleneğin ıslah edilmiş şeklidir!) bir kılığa
sokulmaktadır. Kendilerine gelenekçi ya da bir grup yazar tarafından
kullanıldığı gibi gelenekselci diyenler de bunun istisnası değildirler. Zira
onların da geleneği savunuş biçimleri geleneksel değildir. Geleneğin bu modern
savumria-rı, Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşanan tecrübelere paralel olarak
gittikçe çoğalmakta ve ülkemizde de aydınlar arasındaki tartışmalarda giderek
daha önem kazanmaktadır. Geleneğin geleneksel olmayan biçimde savunulması da,
terimin paradoksal yapısını pekiştirmektedir.
Mustafa ARMAĞAN Bk.
Din; Gelenekçilik; Kutsal