Felsefeciler

Friedrich Wilhelm Nietzsche Hayatı ve Eserleri

F R I E D R I C H  N I E T Z S C H E
Friedrich Wilhelm Nietzsche, 15 Ekim 1844’de, Kuzey Doğu Almanya’nın, babasının
papaz olduğu küçük bir kasabasında, Röcken’de doğdu. Beş yaşındayken babası ölünce,
annesi, kızkardeşi, çeşitli teyze ve halalarıyla birlikte Naumburg’a giden küçük Fritz, orta
öğretimini ünlü ‘klasik’ okul Schulpforta’da tamamladı. Yüksek öğrenimi için önce teoloji
okumaya başlayan Nietzsche, hocası olan ünlü bilgin Ritschl’ın etkisiyle, filolojiye, özellikle
de Eski Yunan incelemelerine kaydı. Bonn ve Leipzig üniversitelerinde okuduktan sonra,
henüz doktorasını bile vermemişken, 1869 yılında (yirmibeş yaşındayken) İsviçre’nin Basel
Üniversitesinin Klasik Filoloji Kürsüsüne olağanüstü Profesör olarak çağrıldı.

Bu sıralarda Schopenhauer’in felsefesi ve Wagner’in müziğine hayranlık besleyen gencin
ilk yapıtı, Musikinin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu, getirdiği yepyeni kültür anlayışı ve
çağdaşlık yorumuyla, hem ilgi uyandırdı hem de üzerine şimşekler çekti. Bunu, özellikle
ahlak konularında yoğunlaşan çeşitli kitapları izledi.

1879’da, gönüllü olarak katıldığı 1870 Alman – Fransız savaşında geçirdiği hastalıkların
iyice artmasıyla, üniversitedeki görevinden emekliye ayrılarak, sağlığını koruyabileceği bir
yer arayışı içinde, kışları İtalya kıyılarında, yazları İsviçre dağlarında yaşayarak, kendini
tamamiyle yazılarına verdi. 1883’de, bir yıl önce tanıştığı Rus asıllı kadın şair Lou
Salome’nin de verdiği yücelme duygusuyla, Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘ün ilk kitabını yazdı.

Bunu 1885’e dek, ikinci, üçüncü ve dördüncü kitaplar ile, Zerdüşt ‘ün içeriğine ‘düzyazı’
olarak yaklaşan İyi ve Kötünün Ötesinde (1885) ve Ahlakın Soykütüğü (1887) izledi.
Zerdüşt sonrası döneminde, çeşitli zamanlarda çeşitli başlıklar tasarlayarak, bir Büyük
Yapıt yazmaya girişen Nietzsche, son üretken yılı olan 1888’de, sırasıyla Wagner Olayı,
Putların Batışı, Deccal, Ecce Homo ve Dionysos Dityrambosları adlı kitaplarını yazdı.
1889 yılının ilk günlerinde, Torino’da, sokakta kırbaçlanan bir sütçü beygirinin boynuna
sarılıp ağlamaya başlayan düşünür, öğrencilik yıllarında aldığı frengi mikrobu sonucu
olduğu tahmin edilen çılgınlığa gömüldü. 1900 yılına dek tinsel karanlık içinde bitkisel
denebilecek yaşamını sürdüren Nietzsche, kendisinden sonraki yüzyılda etkileri en yaygın
olacak düşünce ürünlerini geride bırakarak 25 Ağustos’da öldü..

 

Nietzsche; dünyaya erken geldiğini savunmuş, insanların onu iki yüz yıl sonra anlayacağını söylemiştir. Nitekim kendisinin de dediği gibi, değeri hayattayken anlaşılamamıştır. Yarının yazarı olduğunu öne süren Friedrich Wilhelm Nietzsche, kendisinden sonra gelen, aralarında Albert Camus, Heidegger, Sigmund Freud gibi isimlerin de olduğu sayısız filozofu ve edebiyatçıyı etkilemiştir. Filoloji okumasına rağmen her zaman felsefeye ilgi duymuş ve hayatını düşünüp sorgulayarak geçirmiştir.

 

ESERLERİ
Kitaplığı…
Nietzsche çağı itibariyle 19. yüzyılın sonlarında yaşamış olsa da, etkileri itibariyle çağdaş bir filozof olarak düşünülebilir.O, yirmibeş yıllık bilinçli yaşamında arkasında düşüncenin kendinden sonraki seyrini derinden etkileyen bir çok eser bırakmıştır.Onun eserleri de tıpkı yaşamı gibi oldukça karmaşık ve çetrefillidir.İlgi alanlarının çeşitliliği, şiir ve aforizmalarla konuşması, sistem karşıtı bir felsefe anlayışına sahip olması, oldukça sıkıntılı ve hastalık içinde bir yaşam sürmesi, vb. hususlar, eserlerine de yansımış ve yorumcuları birbirinden oldukça farklı düşüncelere sevk etmiştir.Yorumcular, Nietzsche’nin felsefesini ve eserlerini, onun hayatının belli periyotları ile ilişkilendirip, üç döneme ayırarak ele alırlar.

Birinci dönem, Nietzsche’nin ilk yazılarını da kapsayan ve onun Schopenhauer ve Wagner’in etkisinde kaldığı dönemdir.Bu dönemi [Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musık ( Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu) adlı eseri temsil eder.Bu eserde Nietzsche, Sokrates öncesi Grekler’in yaşamın olanca acımasızlığına karşı onunla başa çıkma doğrultusunda ortaya koymuş oldukları tragedyalara dikkat çeker.Tragedyalar Nietzsche’ye göre: oluşun dayanılmaz ağırlığı altındaki Grekler’in, sanat vasıtasıyla hayatı çekilir hale getirdikleri eserlerdi.Nietzsche’nin bu döneme ait diğer eserleri ; ilk eseri olan Die Philosophie im tragischen zeitalter der Griechen (Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe) ve Unzeitgemaesse Betrachtungen (Çağa Uymayan Düşünceler) adlı eserinin alt başlıkları şeklinde kaleme alınan şu çalışmalardır:

David Strauss, der Bekenner und Schriftsteller ( David Strauss, Dindar ve Yazar, (1873)

Vom Nutzen und Nachteil- der Historie für das Leben (Yaşam İçin Tarihin Yararları ve Zararları),(1873)

Schopenhauer als Erzieher (Eğitimci Olarak Schopenhauer, (1874)

Richard Wagner in Bayreuth (Richard Wagner Beyrut’ta, (1876)

Nietzsche’nin filozof kariyerinin ikinci dönemi, 1876-1882 yılları arasındaki döneme tekabül eder.Nietzsche’nin bu döneme geçişiyle Wagner ile arasının açılması arasında yakın ilişki vardır.Wagner’in aşırı milliyetçi ve antisemitik tutumları ile Nietzsche’nin ulus kaynaklı geleneksel değerlere karşı olan tavrı arasındaki gerilim, nihayet Wagner’in 1878’de yazdığı Parsifal Operası ile son noktasına ulaşır.

Nietzsche’nin ikinci dönemi ise, onun 1878’de kaleme aldığı ve üç bölüm halinde yayınlanan Menschliches, Allzumenschliches (İnsanca Pek İnsanca) adlı eseri temsil eder.Bu dönemde Nietzsche’nin ilk dönemdeki Sokrates karşıtı tavrı adeta tersine dönmüş, Sokrates artık yüceltilmeye başlanmıştır.Bu dönem, Nietzsche’nin bilimi şiire yeğlediği, kabul edilmiş tüm inançları sorguladığı ve adeta Fransız Aydınlanmasının akılcı bir filozofu rolüne girdiği dönemdir.Bu dönemde Nietzsche’nin felsefesi pozitivist bir karaktere bürünmüştür. O ciddi bir metafizik eleştirisine girişir ve insan bilgisinin ve deneyiminin metafiziği gerekli kılan özelliklerinin, materyalist bir perspektifle açıklanabileceği doğrultusunda fikirler ortaya koyar.Nietzsche bu dönemde iyi ve kötü ayırımını topluma yararlılık – zararlılık ölçütü ile temellendirir.Yine bu dönemde Nietzsche, Greklerdeki “arkhe” anlayışına benzer bir şekilde arkhesi “ana-bir” olan, panteistik bir felsefi düşünce geliştirir.Nietzsche’nin bu döneme ait eserleri ise şunlardır:

Vermische Meinnungen und Sprüche ( Karışık Kanılar ve Maksimler, (1879)) ( Bu eseri nsanca Pek İnsanca ‘nın sonuna ekler)

Der Wanderer und sein Schatten (Gezgin ile Gölgesi, (1880)) ( Bu eser de İnsanca Pek İnsanca’nın ikinci ve son bölümü olarak yazılmıştır)

Nietzsche yine bu dönemde, Sils – Maria’dayken Ebedi Dönüş öğretisini geliştirmiştir.Buna göre, evrende herşeyin bir ebedi döngüsü söz konusudur.Eğer evren hem ileriye hem de geriye doğru sonsuzsa ve evreni oluşturan unsurlar da sınırlı ise, evrende oluşa gelen olaylar, bu sonsuz zaman içerisinde, tıpkı geçmişte defalarca tekrarlandığı gibi ileride de tekrar edecektir.Nietzsche, adeta biriçe doğma ile elde ettiği bu düşüncelerini, daha sonra Pers bilgesi Zerdüşt’ün diliyle aktaracaktır.Nietzsche’nin üçüncü dönemine bir geçiş niteliği olan bu sürecin diğer bir kitabı da, 1882’de yazdığı ve beşinci bölümünü ise ancak 1882’de ekleyebildiği,Die Fröhliche Wissenschaff (Şen Bilim) adlı eseridir.

Bu kitapla Nietzsche Tanrı’nın ölüm haberini vererek özgür ruhlara yeni ufuklar açmayı dener.Bu, aynı zamanda 2500 yıllık Batı metafizik geleneğinin sebep olduğu nihilizm’in de ilanıdır.

Nietzsche’nin üçüncü ve son dönemi, Sils- Maria ‘da içine doğup Zerdüşt’ün diliyle aktarmayı tasarladığı projesi olan Also Sprach Zarathrustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) adlı eseriyle başlar.Bu kitabın ana teması “Üstün İnsan” ve “değerlerin yeniden değerlenmesi”dir.Bu dönem aynı zamanda, Nietzsche’nin düşüncelerinin kemale erdiğinin bir göstergesidir.Nietzsche bu dönemde üstinsan kavramını nihilizmi aşma projesinin önemli bir kavramı olarak sunmaktadır.Söz konusu insan, nihilizme sebep olmuş olan Batı metafizik geleneğinin ve bu geleneğin Platoncu bir formu olan Hristiyanlığın değerlerini yeniden değerleyecek ve oluş felsefesini hayata geçirmek suretiyle nihilizmin ötesine geçecek olan insandır.Nietzsche üstün insanın ahlaki bakımdan konumlandırılmasını da, 1886’da yayınlanan Jenseits Von Gut und Böse (İyinin ve Kötünün Ötesinde) adlı eseriyle yapmayı dener.Buna göre üstün insanın ahlak anlayışı, geleneksel iyi- kötü ayrımına dayanan moral temelli anlayışın ötesinde temellendirilecektir.Nietzsche yine bu dönemde, nihilizmi anlama doğrultusundaki herhangi bir çabanın, yalnızca onun septomlarından hareket etmesinin bu anlama çabasını eksık kılacağı fikrinden hareketle,kendinden sonraki felsefeye de bir yöntem olarak büyük bir etkiye sahip olacak olan, “jeneoloji” metodunu geliştirir ve bu yöntemi ahlakın kökenlerinin bir şeceresini çıkarmakta kullanır.Bu doğrultuda olmak üzere 1887’de, Nietzsche Zur Genealogie der Moral (Ahlakın Soykütüğü) adlı eseri kaleme alır.Nietzsche nihilizmin kökenlerine yönelik jenekolojik araştırması sonucunda, onun kökenlerinin, Batı metafizik geleneğinin dualist karekterinde ve geleneksel moral temelli ahlak anlayışında bulunduğu sonucuna varır.Yine aynı eserde, Nietzsche, efendi ve köle ahlakı olmak üzere iki çeşit ahlak anlayışının ve değerleme tarzının varlığına dikkat çeker.Buna göre nihilizmin kaynağında, tepkisel güçlerle donanımlı olan kölelerin (köle ahlakı), aktif güç sahibi efendilere (efendi ahlakı) galebe çalıp, efendice değerleme tarzını bertaraf etmeleri bulunmaktadır.Sürüce değerlemeler oluşu, yaşamı, içgüdüleri karşılarına alıp, kurtuluşu da bir öte fikrinde aramalarından dolayı nihayetinde insanlığı, anlamanın ve değerin kaybolduğu nihilizme taşımıştır.Nietzsche’nin bu eseriyle yapmak istediği şey ise tarihi seyir içerisinde çeşitli formlara bürünen nihilistik yaklaşımların (Platonculuk, Hristiyanlık, Schopenhauer ‘un irade felsefesi vb.) bir serimini yapmak ve bu suretle de üstün insanın değerleri yeni baştan değerleyip, nihilizmin ötesine geçmesini sağlamaktır.Nietzsche, projesini tamamlamak amacıyla 1884’ten beri kaleme aldığı ve ismini de Der Wille zur Macht – Versuch einer Ummertung Aller Werte (Güç İstemi- Tüm Değerlerin Tersyüz Edilişi Üstüne)koymayı planladığı eserini tamamlayamadan 1889’da çıldırmıştır.Bu dönemde o, ancak küçük çapta birkaç eser kaleme alabilmiştir.Bunlar:

Der Fall Wagner (Wagner Olayı, (1888), [Der Antichrist /i] (İsa’ya Karşı, (1888), Nietzsche Contra Wagner (Nietzsche Wagner’e Karşı)eserleridir.

Ecce Homo ise 1888’de bitmiş olmasına karşın, ancak Nietzsche’nin ölümünden sonra, 1908’de yayınlanmıştır.

Nietzsche’nin projesinin en önemli kısımlarından biri olan ve bir türlü tamamlamaya fırsat bulamadığı eserine ait notlar, kızkardeşi Elisabeth Förster tarafından toparlanıp, Nietzsche’nin ölümünden sonra, 1904’te [i]Güç İstemi İstemi adıyla yayınlanmıştır.Birçok Nietzsche yorumcusuna göre, Güç İstemi tahrifata uğramış şaibeli bir eserdir.

Nietzsche’nin Türkçeye tercüme edilmiş olan eserleri şunlardır:
+ Tragedya’nın Doğuşu (çev:İsmet Zeki Eyüpoğlu) Say Yayınları, İstanbul, 1997
+ Ecce Homo (çev: Can Alkor), Say Yayınları, İstanbul, 1997
+ Böyle Buyurdu Zerdüşt (çev: A.Turan Oflazoğlu), Asa Kitabevi, Ankara, 1997
+ Tan Kızıllığı (çev: Hüseyin Salihoğlu- Ümit Özdağ), İmge Kitabevi, Ankara, 1997
+ Nietzsche Wagner’e Karşı-Wagner Olayı (çev: M.Osman Toklu), Gündoğan Yayınları, Ankara, 1994
+ İyinin ve Kötünün Ötesinde (çev: Ahmet İnam), Gündoğan Yayınları, Ankara, 1997
+ Gezgin ile Gölgesi (çev: İsmet Zeki Eyüboğlu), Birey Yayınevi, 1998
+ Gelecekteki Felsefe (çev: Emel Tan), Yönelim , Ankara, 1997
+ Ecco Homo (çev: Emel Tan), Seren Yayınları, Ankara, 1993
+ Dionysos Dithrambosları (çev: Oruç Aruoba), Kabalcı Yayınları, İstanbul
+ Deccal (çev: Hüseyin Kahraman), Yönelim, Ankara, 1992
+ Ahlakın Soykütüğü Üstüne (çev: Ahmet İnam), Gündoğan Yayınları, Ankara, 1998
+ Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe (çev: Aydın Öz), Düşünen Adam Yayınları; İstanbul, 1996
+ Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe (çev: Nusret Hızır), Kabalcı, İstanbul, 1992
+ Putların Alacakaranlığı (çev: Hüseyin Kaytan), Akyüz Yayınları, İstanbul, 1991
+ Tarih Üzerine (çev: Nejat Bozkurt), Say Yayınları, Mart 2000

Nietzsche’nin Türkçeye tercüme edilmeyi bekleyen eserleri ise şunlardır.
The Gay Science (Translated by Walter Kaufmann), Random House İnc., New York, 1974 Human, All too Human (Translated By: Marion Feber, Stephen Lehmann), University of Nebraska Press, London, 1976

Philosophy and Truth (Edited and Translated by: Daniel Breazeale), America, 1979
The Will to Power (Translated by Walter Kaufmann and R.J.Hollingdale), Random House, New York, 1967

FELSEFESİ
Perspektivizm
Analizleri onun kendi analizleriyle birçok bakımdan benzerlik gösteren Hume gibi, Nietzsche de “sağduyunun şeylere dair görüşü” diye adlandırılan genel görüşe karşı kuraldışı bir tavır takındı.Öte yandan da , sağduyunun dünya görüşünü tam tamına bir masal anlatan bir şey, yalın bir kurgu olarak gördü, zira o, dünyaya dair belirsiz sayıdaki mümkün “yorum” dan sadece biriydi ve Nietzsche, hiçbir yorum doğru veya yanlış olmadığı için, doğrubir yorum fikrine hiçbir anlam yüklenilemeyeceğini savunuyordu.İşte bundan dolayı, o sözde doğru olan bir gerçeklik görüşüyle karşı karşıya getirilemez.Ama filozoflar sık sık böyle bir karşıtlığa dikkat çekerek, sağduyunun görüşlerinin eksık ve hatalı olduğunu savunmuş ve gerçekliğin nasıl olması veya neye benzemesi gerektiği konusunda oldukça aykırı görüşler benimsemişlerdir.Nietzsche, sağduyunun görüşünü desteklemek ister, çünkü bu görüş uzun bir zaman dilimi boyunca işlenerek geliştirilmiş olup, insanlar , pratik bir biçimde, ona bağlı yaşayabilmektedirler: O – ondan daha az kurgusal olmayan- felsefi teorilerin olamadıkları kadar yararlı bir masaldır:

Gözle görünen dünya yegane dünyadır: “Gerçek dünya” ise sadece bir yalan.

“Gerçek” ile o , tam tamına filozofların gerçekliğin olduğunu söyledikleri şeyi, yani sabit, birlikli ve ezeli- ebedi olanı, değişenin, çokluğun ve zamansallığın temelinde bulunmakla birlikte, değişenden çokluktan ve zamansal olandan ayrılmaz olanı anlar.Nietzsche duyuların yalan söylemediği konusunda ısrarlıdır.Duyular,
oluşu, yok olup gitmeyi, değişmeyi gösterdikleri sürece, yalan söylemezler.Sağduyu bir yorumdur.Bununla birlikte, olgular (tatsachen) yoktur, sadece yorumlar vardır ve bir yorumdan ayrı olarak, kendinde bir dünya bulunmamaktadır:

Sanki yorumlarımızı bir kez çıkarınca, geride bir dünya kalırmış gibi Yararsız bir düşünce yararsız olduğu gerekçesiyle çürütüldüğü taktirde, yararlı bir düşünce doğrulanmış olur diye düşünmek mümkün olabilirdi.Ama Nietzsche sağduyunun tüm aşikar faydasına karşın, yine de yanlış olup, dünyada gerçek ve birbirlerinden yalıtlanabilir kendilikler olduğu fikrinin açıkça bir sağduyu inancı olduğunda ısrar etmek ister:

Hiçbir şey var değildir
Diye yazar, Nietzsche
(bir şeylerin var olduğu) bizim kurgumuzdur

Ama bu, bizim gündelik hayatta veya bu nedenle, bilimde kendisinden vazgeçebileceğimiz bir kurgu değildir:

Varolmayan şeylerle, yüzeylerle, cisimlerle ve mekanlarla iş görüyoruz.

Bu kavramların bir kullanımları vardır, fakat onlar ne somut varlıklara delalet ederler, ne de Nietzsche’nin kullandığı terimlerle ifade edildiğinde, “açıklarlar”. Atom kavramı buna çok iyi bir örnektir:
Dünyayı anlamak için, hesap yapabilmemiz gerekir; hesap yapabilmek içinse, sabit nedenlere ihtiyaç duyarız.Gerçeklikte sabit hiçbir neden bulamadığımızdan ötürü, kendimiz için bazı sabit nedenler, örneğin atomu icat ederiz. Atomculuğun menşei işte budur.

Nietzsche bildiğimizi düşündüğümüz herşeyin yalan yanlış olduğunu, hiçbir şeyin doğru olmadığını çok farklı şekillerde, tekrar tekrar söyler, fakat yine de bir şeyin, ancak onun ne olduğunu söyleyebilmemiz durumunda doğru- en azından kendisini betimlemenin araçlarına sahip olmadığımız bir gerçekliğe tekabül etme anlamında doğru- olacağını bildirir.Sağduyu, bilim ve felsefenin yorumlar, bildiğimizi söylediğimiz herşeyin bir yorum olduğunu söylerken, kendisinin de, çıplak hakikat yerine, bir yorum önermekte olduğunu göremedi.Bunu, farkettiği zaman, o Nietzsche için bütünüyle özgürleştirici bir şey oldu.

Felsefi psikoloji
Nietzsche kendisini öncü bir psıkolog olarak görüyor, insan zihni denen Büyük ve bakir ormanın İlk kaşifi olduğunu düşünüyordu.Nietzsche’nin ilk ve en büyük hedefi ego kavramı olup, temel iddiası da, benlik diye bir kendiliğin var olduğunu kabul etmenin ontolojik bakımdan gereksiz, metafiziksel bakımdan da tehlikeli olduğudur.

Akıl genel olarak iradelerin nedenler olduklarına inanır.O egonun bir varlık, bir töz olduğuna inanır ve ego-tözüne beslenen inancı şeylere yansıtır.Neden olarak kurulan varlık şeylerin arasına dahil edilir, onların altına sokulur: “Varlık” kavramı “ego” kavramından çıkar, benlik kavramından türetilir.Başlangıçta bir hatanın, iradenin etki eden bir şey olduğu, iradenin bir güç olduğu yanlışının büyük uğursuzluğu bulunmaktadır.

Biz bu gün onun bir hatadan başka bir şey olmadığını biliyoruz.

Onun teşhisi kabaca şöyledir:Bir şey olup bittiği zaman, onun bir fail tarafından yapıldığını, bir failin etkisiyle vuku bulduğunu zımnen kabul ederek , düşünmenin vuku bulması, onun bir eylem olması olgusundan, şu halde onu gerçekleştirecek bir failin bulunması gerektiği sonucunu çıkartırız.İşte bu, benliktir.Ego, demek ki, ilkel bir veri olmayıp, çıkarsanan bir kendiliktir ve onun iradenin etkisiyle eylemde bulunduğunu kabul etmek bütün bir nedensellik anlayışımızı değiştirerek, olduğundan başka gösterir.
Nietzsche felsefi bakımdan bir determinist değildi.O pratikte yeterince yararlı olan neden ve sonuç düşüncesinin Doğa bilimcinin yaptığı gibi… Hüküm süren mekanistik budalalığa uygun olarak nesneleştirilmesi gerektiğinde ısrar eder.Neden ve sonuç da, şu halde bir kurgu olduğu farkedilmeyip, doğru olduğu kabul edilen başka kurgudur.Gereği gibi ifade edildiğinde, onun açıklama bakımından değil de, “iletişim ve anlama amaçları açısından” bir kullanım değeri vardır:

An sich gerçeklikte, hiçbir nedensel bağ, hiçbir zorunluluk yok, psıkolojik yönden özgür olmayış diye bir şey bulunmuyor; orada sonuç nedeni izlemiyor, yasa hüküm sürmüyor:Nedenleri, süreklilikleri, bağlantıları, göreliliği, zorlanmayı, sayıları, yasaları, özgürlüğü, gerekçeleri, amaçları icad eden sadece biziz.Bundan dolayı, bu uzlaşımsal dünyayı an siche yükler, onu kendinde gerçekliğe katıp karıştırırsak, hep eğilimli olmuş olduğumuz üzere, mitolojik davranmış, efsane uydurmuş oluruz.

Ahlak ve Din
O, dünyada nesnel bir ahlaki düzenin olmadığını tekrar tekrar söyler:

Ahlaki fenomenler yoktur, ama sadece fenomenlerin ahlaki yorumları vardır. O kendisinin, bir bütün olarak hiçbir ahlaki olgu bulunmadığını ilk gören kişi olduğuna inanır ve kendisi de dahil olmak üzere, her filozofu iyi ve kötünün ötesinde bir duruş almaya – kendisini ahlaki yargılar yanılsamasının altına yerleştirmeye zorlar.

Her ahlak, doğaya, hatta “akla” karşı bir parça zorbalıktır.

Diye yazan Nietzsche, hemen ardından şunu eklemeyi unutmaz:

Bu, onlar için asla bir itiraz değildir.
Bunun nedeni, herşeyden önce tutkuların bazen,

Budalalıkların ağırlığıyla kurbanlarını mecalsiz bıraktıkları yerde, mahvedici olmaları, ikinci olarak da ahlaki kısıtlamanın hayatı yaşanmaya değer kılan şeylerin önemli bir bölümün zuhurundan nedensel olarak sorumlu olmasıdır:

İster düşünmede ya da ister idare etmede, veya konuşmada ve konuşarak ikna etmede, ahlaki davranışta olduğu gibi, sanatta da, özgürlüğün, derinliğin, yiğitliğin, dansın ve efendice kararlılığın dünyasında olan, olmuş olan herşey öncelikle “böylesi keyfi yasaların bu zorbalığı sayesinde” mümkün olmuştur.Gerçekten de, ve bütün ciddiyetle, laissez-aller’nin değil de, işte bunun “doğa” ve ” doğal olan” olması ihtimali hiç de az değildir.

Ahlaki perspektifin, efendi ahlaki ve köle ahlaki olmak üzere, iki temel türü vardır.Bunlardan ikincisi yaratan şey, korku ve yetersizliktir.Verili bir grup ya da toplulukta, belirli bireyler geri kalanlara, aynı topluluğun diğer bireylerinin yoksun oldukları karakter özelliklerine sahip olmaları dolayısıyla hükmetme eğilimi sergilerler; söz konusu önderlere ve kararlarına itaat etmek zorunda olanlar, bu bireylere kızar, onlardan korkarlar.Bu gruplardan her biri “iyi” sözcüğüne farklı bir anlam yükler.Buna göre, önder veya efendiler için “iyi” sözcüğü tam tamına onların sahip oldukları ve kendileri sayesinde grup ya da topluluk içinde öncelik ve üstünlük elde ettikleri nitelikleri gösterir.

Nietzsche’ye göre, din tarafından güçlendirilen ahlaki mekanizmalar olmasaydı, güçsüzler durumun doğası gereği güçlünün güç isteminden önce yok olup giderlerdi.Fakat o bir yandan da, güçlülerin her halükarda olağanüstü seyrek ve birçok yönden olağandışı olduklarını iddia eder:

İnsanlar arasında, diğer hayvan türleri arasında olduğu gibi, başarısızlığın, hastalığın, soysuzlaşmanın, acıya mahküm olmanın daima bir aşırılığı var; başarılı durumlar, insanlar arasında da daima bir istisnadır.

Tragedyanın Doğuşu’nda, ölçüsüz ve ehliyetsiz vahşiliğe, onu dehşet verici bularak, karşı çıkar.Karşılıksız çekilen bütün bu acıların, ona göre hiçbir anlamı yoktur.Fakat avcı ve avın bir olduğu çileci ideal acıya bir mana kazandırır ve ona göre, bu pozitif bir değeri olan bir şeydir:

Çileci idealin dışında, insanın, bir hayvan olan insanın, şimdiye dek bir anlamı olmadı.Dünyadaki varoluşunun hiçbir amacı yoktu; ” İnsana ne gerek var?” sorusu yanıtsızdı; insan ve dünya için isteme eksıkti; her büyük insan yazgısının ardında, nakarat olarak koca bir ” boşuna!” çınladı: İşte çileci idealin anlamı tam da bu:Eksık olan bir şey, insanı çepeçevre saran müthiş bir boşluk- kendini nasıl haklı kılacağını, açıklayacağını, evetleyeceğini bilmiyordu; anlamının yarattığı sorundan dolayı acı çekiyordu; başka bir şeyden dolayı da yaralıydı, temelde hastalıklı bir hayvandı: Oysa çektiği acının kendisinden gelmiyordu sorunu; “niçin bunca acı?” soru çığlığına yanıtı yoktu.En cesur, acıya en alışık olan hayvan olan insan, böyle bir acıyı olumsuz bulmuyor; istiyor onu, hatta arıyor, yeter ki ona bunun anlamı gösterilsin, acısının bir amacı ortaya konsun.Acının kendisi değil de anlamsızlığı, şimdiye dek insanlığın üzerine bir lanet olarak çökmüştür- ve çileci ideal insana anlam sundu!

Hıristiyan idealin hayata düşman olduğu, onun hayatın en temel önkabullerine aykırı düştüğü doğrudur. Bu, genel olarak dinlerin hepsi için söylenebilir.Ama din, hayata karşı bir iradeyi temsil etse bile, yine de bir istemi ifade eder ve Nietzsche’nin gözünde,
insan, istememeye karşı, hiçliği ister.

Üstinsan ve Ebedi Dönüş
Tarihsel Zerdüşt dünyanın, birer nesnel güç olarak değerlendirilen iyi ile kötü arasında sürekli bir çatışma ve savaşın hüküm sürdüğü yer olduğuna inanıyordu.Nietzsche’nin Zerdüşt’ü buna, elbette inanmaz.Fakat Zerdüşt bu temel hatayı yapan ilk kimse olduğundan, Nietzsche söz konusu hatayı düzeltecek ilk kişinin de o olması gerektiğini yazar.Onun felsefesinin sözcüsü olarak Zerdüşt’ü seçmesinin görünüşteki nedeni budur. İşte o Zerdüşt, eserde bütün değerlerin göreliliğini ilan eder:

Zerdüşt nice ülke, nice halklar gördü: Nice halklara göre iyi ve kötü nedir, anladı böylece.Zerdüşt iyi ile kötüden daha büyük bir güce rastlamadı yeryüzünde…
Bir halkın iyi saydığı pek çok şeyi, başka bir halk utanç ve düşüklük sayıyordu:Böyle gördüm ben.Burada kötü denen pek çok şeyin, erguvani şereflerle süslendiğini gördüm başka yerde.

Komşu komşuyu anlamıyordu hiç:Komşusunun delilik ve kötülüğüne şaşıyordu hep… Gerçek şu ki, insanlar her türlü iyi ve kötülerini kendi kendilerine vermişlerdir.Gerçek şudur ki, onlar bunları almadılar, bunları bulmadılar, bunlar gökten bir ses gibi inmedi onlara…

Bin amaç vardı şimdiye dek, bin ulus vardı da ondan…Ancak bin boyuna vurdurulacak boyunduruk yok daha, bir amaç eksık.İnsanlığın amacı yok daha…

Zerdüşt insanlığa bir “amaç” temin etmeyi görevi olarak görür; “üstinsan” öğretisi de, işte bu amaca hizmet etmektir.Zerdüşt tekdüze bir sesle sürdürür:

Bakın, size üstinsanı öğretiyorum! Üstinsan yeryüzünün anlamıdır.

Bununla birlikte, öteki insan türleriyle karşı karşıya getirilmek dışında, üst insan burada özgül bir karakterizasyona, açık bir betimlemeye konu olmaz; o öncelikle de “son insan”la, başka herkese benzeyip, mutlu olmaktan mutluluk duyan,

Gündüz için küçük hazları, gece için de küçük hazları olan, “Biz Mutluluğu bulduk” diyen ve göz kırpan insanla karşıtlaştırılır.Oysa Zerdüşt, tıpkı Nietzsche gibi, insanın mevcut durumundan, şimdiki olma tarzından hoşnut değildir:

Nietzsche’nin üstinsan öğretisiyle yakından ilişkili olan ve onun bütün diğer düşüncelerinden daha fazla önemsediği diğer teorisi ise, yine Böyle Buyurdu Zerdüşt’te ileri sürülen ebedi dönüş öğretisidir.Ebedi dönüş düşüncesi kabaca, fiilen vuku bulan herşeyin, tam tamına şimdi vuku bulduğu tarzda sayısız kez vuku bulduğu ve daha birçok kez yeniden vuku bulacağı düşüncesidir.Dolayısıyla, tam ve gereği gibi ifade edildiğinde, tek bir “son insan” olmayıp, bir son insanlar sonsuzluğu vardır; tek bir Nietzsche kişisi yoktur, fakat birbirlerini zamanın akışı boyunca yansıtan tam tamına aynı Nietzsche’lerin sonsuz sayısı bulunur.Üstinsan öğretisi gibi ebedi dönüş teorisi de, Zerdüşt tarafından ortaya konur:

“İşte ölüyor, yitiriyorum” derdin, “ve bir anda hiçim artık.Canlar da gövdeler kadar ölümlüdürler” Fakat içine örüldüğüm nedenler düğümü yeniden gelir, o beni yeniden yaratacaktır!Ben kendim, ebedi dönüşün nedenlerinden biriyimdir.

Ben geri gelirim bu güneşle, bu yeryüzüyle, bu kartalla, bu yılanla,- yeni bir hayata, ya da daha iyi bir hayata, yada benzer bir hayata değil:

— Ben, bütün nesnelerin ebedi dönüşünü yeniden öğrenmek üzere, sonrasızca dönerim bu aynı hayata, en büyüğüyle en küçüğü içre—

— Yeryüzünün ve insanın büyük öğlesiyle ilgili öğretiyi yeniden dile getirmek üzere, insana üstinsanı yeniden bildirmek üzere.

Ben sözümü söyledim, ben sözümle parçalanırım: Böyle ister benim ebedi yazgım,- haberci olarak yok olurum ben!

Batan kişinin kendini kutsama saati işte geldi.Böyle biter Zerdüşt’ün batışı.

NIETZSCHE HAYATI, ESERLERİ VE FELSEFESİ
Arthur Danto
Türkçesi: Ahmet Cevizci
Paradigma Yayınları

Hayatı

1844 – 1900
Friedrich Wilhelm Nietzsche 15 Ekim 1844’te Sachsen’in Prusya hakimiyeti altında bulunan bölümündeki Lützen’e bağlı Röcken’de doğdu. Ailesi dindar ve lüteriyen bir küçük esnaf ailesiydi. Soyunda başka bir çok meslekten de olmak üzere şapkacılar ve mezbahacılar da vardı. Ancak büyük babası ve babası devlete sadık ve pietist1 rahipler olmuşlardı. Nietzsche’nin babası, Prusya kralı IV. Friedrich Wilhelm’in sadık bir hizmetkârıydı. Bu nedenle, ilk oğlu kralın yaş gününde dünyaya gözlerini açtığında, başka bir isimle vaftiz edilme şansı hemen hemen hiç yoktu.

Bahsi geçen bu üç adamın hepsinin da aklını yitirmiş olması tamamen anlamsız bir rastlantıdan başka bir şey değildir. İlk önce babası Friedrich Ludwig öldü. -yıl 1849. Otopsi sonucunda -beyin yumuşaması- teşhis edildi. Sözüm ona beyninin bir çeyreği -yumuşamış- idi. Tıpta bu tür teşhisler artık geçerli olmamakla beraber, Nietzsche’nin saygıdeğer biyografları, Nietzsche’nin deliliğini babasından almadığından eminler.

Nietzsche’nin çocukluğu Naumburg’ta, -iffetli kadınlarla- dolu bir evde geçti. Bunlar annesi, kız kardeşi, anneannesi ve evde kalmış biraz deli iki teyzesiydi. Belli ki kadınlarla çok erken yaşta yaşadığı bu deneyimler Nietzsche”in hayatında izler bıraktı, çünkü biyografisi teyzelerinin yaşantısını yansıtan karakteristik izler tekrarladı durdu. 13 yaşındayken o dönemim her üst düzey yatılı okuluyla yarışabilecek denli iyi ve tanınmış bir eyalet okulu olan Pforta’ya başlar. Öğrenciler bu okulda salt yaramazlıklar yapmanın dışında gerçekten de bir şeyler öğreniyordu. Büyük oranda dindar ve şımartılmış terbiyesinin bir ürünü olan Nietzsche okulda -küçük Protestan papazı- diye çağrılıyordu ve kendisi derslerinin en başarılı öğrencisiydi. Gelişmekte olan dahiliği günün birinde kendi aklını kullanmasına yol açtı. On sekiz yaşına geldiğinde inancından şüphe etmeye başlar.

Nietzsche’nin keskin zekâsı, içinde yaşadığı dünyanın çelişkilerini görmezlikten gelmesine engeldi. Muhtemelen, başkalarıyla fikirlerini paylaşmıyordu; bu durum, daha sonraları da kesinlik kazanacağı gibi, kendisi için tipik bir davranıştı. Nietzsche kendi yolundan gitti ve yaşayan (veya ölü) hemen hemen hiçbir tinin kendisini etkilemesine izin vermedi.

Nietzsche on dokuz yaşına geldiğinde, papaz olabilmek için Bonn Üniversitesinde ilâhiyat ve klasık filoloji öğrenimine başlar. Zaten hayat akışı çok önceden -iffetli kadınlar- tarafından plânlanmıştı. Ancak Nietzsche daha şimdiden huzursuzdu: Bilinçsiz bir isyan dürtüsü kişiliğine etki etmeye ve onu değiştirmeye başlar. Bonn’a geldikten kısa bir süre sonra o münzevi okul delikanlısı neşeli ve taşkın ruhlu bir üniversite öğrencisinin en iyi örneklerinden birine dönüşür. Herkesin giremediği özel öğrenci birliklerine girer, arkadaşlarıyla içki içmeye başlar ve öğrenciler arasında yapılan eskrim düellolarına katılır. Kaçınılmaz olarak bir düelloda yara alır ve ritüel gereği düelloya hemen son verilir. Burnunun üstündeki küçük dikiş izi o günlerden kalmadır. Ne yazık ki bu yara izi daha sonraları gözlüğünün altında gizlendi. Ama bu sadece küçük bir ara piyesti.

Nietzsche aynı dönemde şu sonuca vardı: -Tanrı öldü.- Tatilde eve döndüğünde dini ayinleri katılmayı reddederek, bundan böyle asla bir kiliseye adımını atmayacağını açıklar. Bir sonraki yıl üniversitesini değiştirerek Leipzig’e yerleşir ve ilâhiyat eğitimine son vererek klasık filoloji üzerinde yoğunlaşır.

Nietzsche Leipzig’e Ekim 1865’de varır. O ay yirmi bir yaşına basar ve hayatı üzerine daha sonra etki edecek iki olay yaşar. Önce, ziyaret ettiği bir genelevde, daha sonraları zihinsel bulanıklığına neden olacak frengi mikrobunu kapar. Görünüşe göre – böyle şeyleri hissetmek mümkünse eğer – Nietzsche birkaç genelev ziyaretinden sonra kendisine frenginin bulaştığını fark etti. Göründüğü hekim kendisinden gerçeği gizler. (O dönemlerde bu adettendi, çünkü bu hastalık henüz tedavi edilebilir değildi – aynı ikiyüzlülükle günümüzde kanser hastalığına kılıflar uydurulmaktadır.) Bu olayın sonucunda Nietzsche’nin kadınlarla olan cinsel ilişkilerine bir son verdiği sanılmaktadır. Ancak felsefi yazılarında kadınlarla ilgili birçok yüz kızartıcı ve de faydalı kayıtta yer alır. -Kadınlara mı gidiyorsun ? Öyleyse kırbacını unutma.- (Belki de Leipzig’te çok özel türden bir genelevi ziyaret ediyor ve erkeklerin de oraya giderken yanlarına kırbaç almalarının adil olacağını düşünüyordu.)

Hayatını değiştiren ikinci olay, bir sahaf dükkânına dalışıydı. Nietzsche burada Schopenhauer’in -İstem ve Tasarım olarak Dünya- adlı eserine rastlar. Schopenhauer’in kıssadan hisse çıkaran üslûbu ve bulaşıcı karamsarlığı onu çok derinden etkiler: -Burada her satır vazgeçiş, yadsıma ve kabulleniş çığlığıydı; burada, dünyayı, yani yaşamı ve insan doğasını ürkünç bir muhteşemlikle gördüğüm bir aynaya baktım… Burada hastalık ve şifayı, sürgünü ve sığınağı, cehennemi ve cenneti gördüm.-

Şaşılası derecede kâhince olan bu duyumsamalar Nietzsche’yi Schopenhauer felsefesinin bir hayranı yaptı. Nietzsche’nin inanabileceği hiçbir şeyi kalmamıştı. Schopenhauer’in karamsarlığına (pesimizmine) ihtiyaç duyuyordu ve kendi doğasına tamamen uymasa da, onun dürüstlüğünü ve gücünü keşfetmişti. Pozitif düşünceleri bundan karamsarlığı ancak güçlü olduklarında yenebilirlerdi. İleriye doğru giden yol Schopenhauer’den geçiyordu. Ancak Nietzsche’nin düşüncelerinde en belirleyici olan şey, Schopenhauer’in istemin temel rolü ile ilgili tasarımıydı. Bundan yola çıkan Nietzsche, sonunda Güç İstemini geliştirdi.

1867’de Nietzsche bir yıllığına Prusya ordusuna çağrılır. Belli ki askeri yetkililer onun aşırı büyük boyutlu askeri bıyığından etkilendi, çünkü Nietzsche kendisini süvari topçu alayında bulur. Bu bir hataydı.

Nietzsche’nin kararlılığı büyüktü, ancak yapı itibariyle acıma duygusu uyandırabilecek denli yumuşak huyluydu. Ağır bir kaza geçirdikten sonra Prusyalıların geleneklerine uygun bir tavır sergileyerek, hiçbir şey olmamışçasına atını sürmeye devam eder. Ama asker Nietzsche kışlaya geri döndüğünde bir aylığına hastaneye yatırılır. Daha sonra gayet ve iyi niyetini ödüllendirmek için çavuş türbesine terfi ettirilerek evine gönderilir.

Bu arada tekrar Leipzig’te üniversiteye devam eden Nietzsche, son kırk yılda yetiştirdiği en iyi öğrencisinin Nietzsche olduğunu düşünen profesörünün takdirini kazanır. Ne var ki her geçen gün filolojiden ve hayatın gerçek ve acil cevap bekleyen sorunlarına karşı sergiledikleri kayıtsızlıktan dolayı filologlardan soğumaya başlar. Nietzsche’ye göre filoloji, -bir budala veya salak tarafından döllendirilen felsefe tanrıçasının bir hilkat garibesi- idi. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Kararsızlık ve çaresizlik içersinde bunalarak, kimya öğrenimi almayı ve -ilâhi kankan- dansını ve -sarı yavşan otu zehrini- denemek için bir yıllığına Paris’e yerleşmeyi bile düşünür. Tam bu arada, gizlilik içersinde Leipzig’te bulunan besteci Richard Wagner ile tanışma şansını elde eder.

(Wagner yirmi yıl önce devrimci tahrikleri yüzünden sürgün edilmiş ve aşırı uçlarda seyreden siyasi görüşleri solda sağa kaymış olsa da, yetkililer sürgün kararını iptal etmişti.) Wagner, Nietzsche’nin babasıyla aynı yaştaydı ve bizlere aktarılan kaynaklara göre ona şaşılası derecede benziyor olmalıydı. Nietzsche, bilinçsizce de olsa çaresizlikle bir baba figürü arıyordu. Şimdiye dek hiçbir meşhur sanatçıyı şahsen tanımamıştı. Aynı zamanda, tasarımları kendi tasarımlarına bu denli uyan hiç kimseyi de tanımamıştı daha önce. Wagner’le paylaştığı kısa bir süre içersinde Nietzsche onun Schonpenhauer’e olan derin sevgisini keşfeder. Wagner parlak bir filozof olan bu genç adamın kendisine duyduğu hayranlıktan etkilenir ve ortaya tüm hünerlerini döker. Bunun yarattığı etki zaman geçmeksizin tepkisini aldı ve Nietzsche’nin duyduğu hayranlık gittikçe derinleşti. Nietzsche en az operaları kadar ilginç ve sıra dışı olan bu büyük besteciden çok etkilendi.

Nietzsche iki ay sonra İsviçre’deki Basel Üniversitesinden klasık filoloji kürsüsünde profesör olmak üzere davet aldı. Henüz yirmi dört yaşındaydı ve doktorası bile yoktu. Filolojiye karşı geliştirdiği olumsuz düşüncelerine rağmen bu öneri kendisi için geri çevrilebilecek cinsten değildi. Nisan 1869’da Nietzsche Basel’de ki görevine başladı ve filoloji dersleri yanında felsefe dersleri de verdi. Yapmak istediği şey, her iki disiplini, yani estetiği ve klasık çağ öğrenimini birbirleriyle bağıntılı hale getirmek ve bundan hareketle, uygarlımızın zayıf noktalarını irdeleyebileceği bir alet geliştirmekti – daha mütevazı bir şey değil.

Kısa bir süre içerisinde üniversitenin yeni yıldızı oldu. Rönesans’ı tarihsel bir dönem olarak niteleyen ilk kişi olan büyük kültür tarihçisi Jacob Burchardt ile tanıştı. O, Basel’de ki profesörler arasında Nietzsche ile aynı tinsel seviyeye sahip olan tek kişiydi. Burchardt büyük bir olasılıkla, Nietzsche’nin hayatı boyunca saygı duyduğu tek kişiydi aynı zamanda. Eğer o dönemde, soğuk bir patrisyen olmasaydı, Nietzsche’nin hayatında pekala bir istikrar faktörü olabilirdi.

Ama zaten baba rolü etkisi, Nietzsche’yi istikrara kavuşturmanın ötesinde her şeyi yapan başka bir adam tarafından üstlenilmişti.

Basel kenti, Wagner’in, Liszts’in kız kardeşi, Cosima ile birlikte yaşadığı, Lutzern’e bağlı Tribschen’e sadece yüz kilometrelik bir uzaklıktadır. (Cosima o sıralarda henüz, Wagner ve Liszts’in ortak arkadaşı olan von Bülow adında bir orkestra şefi ile evliydi.) Kısa bir süre sonra Nietzsche düzenli olarak her hafta sonunu Vierwaldstätter gölünün kıyısındaki lüks villada geçirmeye başladı. Ne var ki Wagner’in hayatı sadece müzikal, duygusal ve politik açılardan bir operaya benzemekle kalmıyordu. Wagner hayatının, tüm fantezilerini sonuna kadar yaşamak üzere kendisine sunulduğunu düşünüyordu. Tribschen’deki yaşamı bir operanın sahneye konuluşuydu adeta ve başrolü kimin oynayacağı konusunda kimsenin bir kuşkusu yoktu. -Flaman tarzındaki- giysileriyle (-Uçan Hollandalı- ve Ruben’in maskeli bir baloya giderken giydiği kostümlerden harmanlanmış bir kıyafetti) Wagner paçaları dizlerinde biten siyah saten bir pantolonu, geniş şapkası ve rüküş bir şekilde bağlanmış ipek şalı ile tepelerini rokoko meleklerin süslediği pembe saten kaplı duvarlar boyunca yürüyerek, büstler, her zaman aynı motifli büyük boy yağlıboya tablolar ve kendi operalarının temsillerinden kalan gümüş kaseler arasında şiirlerini okurdu. Havada dolanan tütsülere sadece maestronun müziğinin eşlik etmesine izin veriyordu. Cosima ise hayat arkadaşının teatral uğraşlarında ancak hizmetçi kız rolünü oynayabiliyor ve bahçede gezinen ev hayvanlarının, ki bunlar parfümlenmiş kuzular, fiyonklarla süslenmiş kurt köpekler ve süs tavukları idi, çalınmamasına dikkat ediyordu. Nietzsche’nin nasıl olup ta bunların etkisi altında kalabildiğini anlamakta zorlanıyoruz. (Wagner’in bu özel zevkleri sürekli beş parasız kalmasına ve bir takım zenginler tarafından yardım almasına neden oluyordu. Bu zenginlerden biri de, devletin kasasından Wagner’e büyük meblağlar aktaran Bavyera Kralı II. Ludwig’ti.) Wagner’in ikna yeteneğine denli büyük ve cazibesinin de ne denli karşı konulmaz olmuş olabileceği ancak onun müziğine kulak verildiğinde anlaşılabiliyor. Belli ki bestecinin kendisi de en az besteleri kadar büyüleyiciydi. Toy Nietzsche çok kısa bir süre içersinde bu baş döndürücü atmosferin ve boğucu salonların içersinde sürükleyici motifler gibi gezinen bilinçsiz fantezilerin etkisine girdi.

Temmuz 1870’de Almanya ve Fransa arasında savaş patlak verdi. Prusya için bu, Napolyon’un kazandığı zaferlerin intikamını almak, Fransa’yı mağlup etmek ve Almanya’nın Avrupa’daki egemenliğini sağlamlaştırmak için bulunmaz bir fırsattı. Nietzsche vatanperverlik coşkusuyla gönüllü hasta bakıcısı olmak için başvurur. Cephe yolunda karşısına Frankfurt’ta tam teçhizatlı bir süvari birliği çıkar. İşte o anda gözlerindeki perde kalkıverir ve Nietzsche ilk kez, en güçlü ve yüksek yaşama isteminin hayatta kalmak için mücadele etmekte değil, tersine güç, savaş ve egemenlik isteminde yattığı duygusuna kapılır. İşte bu, Nietzsche’nin Güç İstemi Kuramı’nın doğuşudur ve ileride kendisini bu düşünceden bir hayli uzaklaştıracak ve bu düşünceden bir hayli uzaklaştıracak ve bu istemi kişisel öğelerden çok toplumsal öğelerinde görecek olsa da, bu düşüncenin militarist kaynağını hiçbir zaman tam anlamıyla inkar edemedi.

Bismarc ve Moltke Fransızları hezimete uğratırken, Nietzsche savaştaki her şeyin şanslı şöhretli olmadığını anlar. Wörth’deki savaş alanı -sayısız üzünç verici kalıntılarla doluydu- ve çürümekte olan cesetlerin ağır kokusuyla kaplıydı. Daha sonraları Nietzsche altı yaralı askerle beraber bir sıhhiye trenine bindirilir (vagonların bazıları büyükbaş hayvan taşıyan vagonlardan oluşuyordu) ve iki gün sürecek bir yolculuğa gönderilir. Kolları bacakları kurşun yaralarıyla bezeli ve etleri çürümeye başlayan askerler arasında kalan Nietzsche onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışır. Ancak tren Karlsruhe’ye vardığında kendisi de hasta bir adam olmuştu. Dizanteri ve difteri teşhisleriyle hastaneye sevk edildi.

Başından geçen bu sarsıcı olaylara rağmen Nietzsche iki ay sonra Basel’deki görevine ve derslerine döner. Filoloji ve felsefe dersleriyle kendisini yoran bir yükün altına tekrar giren Nietzsche, bunun yanında bir de -Tragedya’nın Doğuşu-nu yazmaya başlar. Yunan kültürünün bu parlak ve alabildiğine özgün analizinde berrak, Apolloncu (ölçülü ve düzenli), klâsık kanaatkârlığın karşısına karanlık, içgüdüsel ve Diyonisoscu (coşkulu tutku) güçleri diker. Nietzsche’ye göre Yunan Tragedyası bu iki unsurun kaynaşmasından ortaya çıkmış ve sonunda Sokrates’in sığ rasyonalizmi tarafından yok edilmiştir.

İlk kez birisini Yunan kültürünün karanlık yanlarına üstüne basa basa değiniyordu. Öte yandan, Nietzsche’nin, bu karanlık yanların temel bir öneme sahip oldukları şeklindeki iddiası daha da tartışmalıydı. Diyonisoscu boyutu daha sonraları Nietzsche Felsefesi’nin esasını oluşturacaktı. Nietzsche bundan böyle Schopenhauer’in -istemin Budist’çe yadsınması- fikrine bağlı kalamazdı. Uygarlığın zayıflamasına neden olduğunu düşündüğü Hıristiyanlığ’a karşı diyonisostik olanı öne sürdü. Hıristiyan hayırperverliğine, duyguların ve arzuların bastırılmasına karşı saldırıya geçti ve yerine, duygularımızın oluşumuna daha uygun düştüğüne inandığı daha güçlü bir ahlakı savundu. Nietzsche’ye göre tanrı ölmüş ve Hıristiyanlık süreci sona ermişti. Yirminci yüzyılın en kötü dönemleri Nietzsche’yi doğruladı, en iyi dönemleriyse, olumlu -Hıristiyan- inançlarının çoğunlukla tanrı inancına bağlı olmadığını göstererek onu tekrar yalanladı. Bugün o ilk-içgüdüye daha fazla sahip olup olmadığımız sorusu ise tartışmalıdır.

Sanatçı olarak Wagner en üst basamakta durmaya hak kazanıyordu belki, ama bu türden yüksek felsefi seviyeler onu aşıyordu. Zamanla Nietzsche Wagner’in entelektüel maskesini çözmüştü. Wagner, olağanüstü büyüklüğe ve sezgi gücüne sahip değişken bir egoydu,ama Schopenhauer’e olan sevgi ve hayranlığı bile gelip geçici ve sanatsal hayal gücüne malzeme oluşturan bir şeydi. O zamana dek Nietzsche, Wagner’in hayatındaki bazı çirkinliklerini; örneğin antisemitizmini, ölçüyü kaçıran kibrini ve onun diğer insanlardaki yeteneği ve ihtiyaçları takdir ve kabul eme yoksunluğa görmezlikten gelmeye hazırdı. Ama her şeyin bir sınırı vardı. Wagner, Bavyera kralı II. Ludwig’in salt Wagner’in kendi operalarını sahneye koyacağı bir tiyatro yaptırdığı Bayreuth kentine taşınmıştı. (Bu proje Bavyera devletinin iflasını ve Ludwig’in tahttan düşürülüş sürecini hızlandırdı.) 1876’da Nietzsche -Niebelungen Halkası-nın prömiyerine katılmak üzere Bayreuth’e gelir, ancak, muhtemelen psıkosomatik nedenlerle hastalanır.

Wagner’in megalomanlığı ve doruğa tırmandırdığı çöküşü Nietzsche için artık dayanılmaz bir seviyeye ulaşmıştı. Kendisini Wagner’den kurtarmalıydı.

İki yıl sonra Nietzsche -insanca, Pek İnsanca- adı altında özdeyişlerini yayınladı. Bu özdeyişler Wagner’le arasındaki kopuşu kesinleştirmişti. Nietzsche’nin Fransız sanatını övüşü, psıkolojik irdelemelerdeki keskin zekâsı, romantik hırsın maskesini düşürüşü ve olayların ardındaki gerçekleri kavrama konusundaki eşsiz yeteneği Wagner’i aşıyordu. Nietzsche eserinde geleceğin -güzel yeni dünyasını- hazırlıyordu: Bu dünyada transandantal bir tanrı veya şeytan, mutlak değerler veya tanrısal cezalar yoktu artık. Nietzsche Hıristiyanlığ’ın bilinçsiz motiflerine, güç istemini hadım etmeyi amaçladığını düşündüğü -köle ahlakına- karşı saldırıya geçti. Bu arada Wagner Schopenhauer’e olan bağlılığın sonu ve Hıristiyan cemiyetine dönüşü anlamına anlamına gelen son eseri olan -Parsifal- üzerinde çalışıyordu. Yolları ebediyen ayrılmıştı. Yaygın bir söylentiye göre Nietzsche hayatı boyunca sadece tek bir insanı bütünüyle tanımış ve tanıdığı bu adam onu, çağının en büyük psıkologu olmasını sağlayan, yeterli derecede malzeme ile beslemiştir. İşte bu adam Wagner’di.

1879’da Nietzsche sağlık nedenleriyle Basel’deki görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Zaten birkaç yıldır hastalık hastasıydı, ama şimdi gerçekten de hasta bir adam olmuştu. Üniversite kendisine küçük bir maaş bağladı ve doktor ona daha yumuşak iklimli yerlerde yaşamayı tavsiye etti.

Takip eden yıllarda Nietzsche İtalya’yı, Fransa’nın güneyini ve İsviçre’yi gezdi. Hastalığını dindirecek bir iklim aradı durdu. Neydi şikayetleri? Öyle görünüyor ki, bir insanın geçirebileceği tüm hastalıklardan şikayetçiydi. Gözleri yarı kör denebilecek oranda kötü görüyordu. (Doktoru ona bundan böyle kitap okumamasını tavsiye etti, ama aynı şekilde bundan böyle nefes almamasını da isteyebilirdi ondan.) Şiddetli ve felç edici bir baş ağrıları çekiyordu. Bu ağrılar onu zaman zaman günlerce yatağa bağlıyordu. Çoğu zaman da sayısız küçük şikayetlerden muzdaripti. İksirlerden, ilaçlardan, haplardan, kolonyalardan ve özütlerden oluşan koleksiyonu, hastalık hastası diğer felsefecilere kıyasla eşsizdi. Buna rağmen Üstinsan tasarımını geliştiren kişi o oldu. Bu dengeleyici öğe bizlere Üstinsan fikrinin Nietzsche’nin diğer ve daha kabul edilebilir düşünceleri arasındaki önemli yerini unutturmamalıdır. Bu öğe belki de, bu bilgesizlik incisini ortaya çıkaran kabuğun içindeki bir kum tanesiydi.

Üstinsan, uzun ve -dithyrambosca- bir şiir olan -Böyle Buyurdu Zerdüşt-te ortaya çıkar. Bu şiir neredeyse dayanılmaz bir süslülük ve ciddiyet içindedir ve bu mutlak ciddiyet yazarının tüm -ironik olma- çabalarına ve kuşun -hafifliğine- rağmen kitabı cazip tutuyor.

Tıpkı Dostoyevski veya Hesse gibi -Zerdüşt-ü de ancak yirmi yaşın altındaysanız okuyabilirsiz. Buna rağmen bu eserin anlattıkları -hayatı değiştiriyor-. Üstelik her zaman kötü yönde de değil. Eserdeki aptallıklar hemen göze çarpıyor, ama geriye kalan kısımlar okuyucuyu mevcut tasarımlar hakkında derin düşüncelere teşvik ediyor. İçindeki felsefenin ise dikkate değer bir konumu yok.

Yumuşak bir kış iklimine sahip olan kaplıca ve ılıcalara yaptığı sürekli seyahatleri sırasında Nietzsche, arkadaşı Paul Ree aracılığıyla yirmi bir yaşındaki Rus kızı Lou Salomé ile tanışır. Ree ve Nietzsche onunla (beraberce, bazen de onunla tek başına) yürüyüşlere çıkar ve kafasına felsefi inançlarıyla doldurmaya çalışırlardı. (Nietzsche -Zerdüşt-ü hiçbir zaman sahip olmayacağını söylediği oğlu olarak tanıtır. – bu genç Zerdüşt açısından talihli bir karardı, üstelik sadece böyle bir isimle okulda alay konusu olma ihtimali yüksek olduğu için değil.) Lou, Ree ve Nietzsche bir zaman sonra, günümüzde düşünülmesi pek mümkün olmayan üçlü bir ilişki içine girerler. Günümüzde düşünülmesi zor, çünkü cinsel açıdan bu denli saf olabilecek kimseler kalmadı. Önceleri üçü de kendilerini felsefeye adamak ve bir ménage á trois işletmek isterler. Ardından Ree ve Nietzsche (birbirlerinden habersiz) Lou’ya aşık olduklarını fark eder ve evlenme teklifinde bulunmaya karar verirler. Ne yazık ki Nietzsche gülünesi bir hatada bulunarak, Ree’ye onun adına Lou ile konuşması ricasında bulunur. (Yine de bu durum Nietzsche’nin, çağının en büyük psıkologu olarak anılma hakkı ile tezat oluşturmuyor. Bunu, bir psıkologun aşk hayatını yakından takip etmiş olan herkes teyit edebilir.)

Luzern’de bir fotoğraf atölyesinde çekilen bir resim, bu üç insandan hangisinin mevcut durumuna hakim olduğunu gösteren en açık kanıttır: İki duygusal olarak bâkir adam (38 ve 33 yaşlarında) bir at arabasına bağlıdırlar; arabanın içindeyse yirmi bir yaşında olan gerçek bakire oturur ve kırbacını sallar.

Sonunda üçü de bu trajikomik aşk ilişkisinin artık ayakta tutulamayacağını anlarlar ve ayrılırlar. Nietzsche öylesine deliye döner ki, şu satırları kaleme alır: -Bu akşam delirinceye dek morfin çekeceğim.-

Ancak ardından Lou’nun düşer çocuğu -Zerdüşt-ün annesi veya kız kardeşi olmaya laik bir insan olmadığına karar verir. (Lou Andreas Salomé zamanının en dikkate değer kadınlarından biri oldu. En sevdiği kocası olan bir Alman profesörünün soyadını aldıktan sonra iki önemli adam daha üzerinde etki bıraktı: Şair Rainer Maria Rilke ile ilişkisi ve yaşlanmakta olan Sigmund Freud ile sıkı bir dostluğu vardı.)

Nietzsche kışlarını çoğunlukla Nis, Turin, Roma veya Menton’da ve yazlarını da -dünyanın 1500 metre üstünde ve dahası, diğer tüm insanların yükseğinde-, İsviçre’nin Engadin yöresinde, bir köy olan Sils Maria’da geçiyordu. Günümüzde Sils Maria güzel küçük bir ılıca merkezidir (St. Moritz’den sadece 10 kilometre uzakta.) Ancak Nietzsche’nin oturduğu ve genelde ecza dolabını kurduğu odayı gezmek hâlâ mümkün. Burada dağlar hemen gölün ardından dük yamaçlarla İtalya ile sınırı oluşturan Berina dağının 4000 metredeki karlı zirvelerine yükselir. Evin arkasından sessiz ve sakin patikalardan yamaçlara tırmanılabilir. Nietzsche felsefe yaparken bu patikaları kullanır ve ara sıra da, düşüncelerini küçük not defterine kaydetmek için ıssız bir kayanın yanından köpürerek akıp giden derenin kenarında dururdu. Eserlerinin üslûbunda bu yörenin atmosferinden, yani heybetli manzaralarından, sessiz zirvelerinden ve yalnızlık duygusundan bir parça görmek mümkündür. Nietzsche’nin, düşüncelerinin büyük bir bölümünü geliştirdiği bu yöreler gezilip görülürse, onun bazı hataları ve erdemleri daha kolay açıklanabilir olur.

Nietzsche genelde çok yalnız yaşar, ucuz odalar kiralar, ara vermeden çalışır, ucuz lokantalarda yemek yer ve o dayanılmaz baş ağrılarını ve diğer şikayetlerini elinden geldiği kadar dindirmeye çalışırdı. Yer yıl şaşılacak derecede kaliteli bir kitap yazıyordu. -Sabah Alacası-, -Şen Bilim- ve -İyinin ve Kötünün Ötesinde- gibi eserler, Batı uygarlığı ve onun değerleri, psıkolojisi ve tutkuları ile hesaplaştığı harikulade eleştirel kitaplardır. Üslûbu berrak ve anlaşılır, delilikleri ise makul sınırlar dahilindedir. Buna sistematik felsefe yapmak denebilir. Hume, Nietzsche’den yaklaşık yüz yıl önce arı felsefi yıkım çalışmalarını sonuçlandırdıysa da, Nietzsche’den önce hiç kimse onun kadar iyi bir yıkım çalışmasında bulunmadı. (Ne var ki böyle bir çalışma tekrar gerekli olmuştu, çünkü idealist Alman sistemlerinde metafizik ölülerin arasından tekrar dirilmişti.)

Nietzsche’nin felsefe yapma sanatı konusundaki üstün yeteneğinden bazı başka örneklere bir göz atalım. Nietzsche hakikate ve hakikatin anlamına dair tasarımlarımızı (gerçek anlamda -hakiki- bir argüman kullanarak) dağıtıyor. Bu çaba sonucunda ortaya, özellikle de bizlerin bilim adına kendimize ve gezegenimize yaptığımız ve yapmaya devam ettiğimiz şeylere bakacak olursak, oldukça çağdaş olan bazı ilginç bilgiler çıkıyor. Düşüncelerinin içerikleri günümüzde, o dönemde olduğundan daha az yok edici değiller.

Seksenli yıllarda Nietzsche çalışmalarını büyük bir yalnızlık içersinde tanınmayan ve okunmayan bir yazar olarak sürdürür. Aşırı yalnızlığı ve kabul görmüyor oluşu kendisi için gitgide daha dayanılmaz bir hâl aldığı için, kendisinden beklentileri arttırdı. 1888’de Danimarkalı Musevi eğitimci Georg Brandes, Kopenhagen Üniversitesinde Nietzsche’nin felsefesi ile ilgili ilk derslerini vermeye başlar. Ne yazık ki, bu biraz gecikmiş bir girişimdi. Gerçi o yıllarda Nietzsche dört kitap yazdı, ama ilk kopukluk belirtileri de ortaya çıktı. Büyük bir düşünürdü ve bunun farkındaydı: Dünyanın da bunu bilmemesi imkânsızdı. -Ecco Homo- adlı eserinde -Böyle Buyurdu Zerdüşt- hakkında şöyle yazar: -Buna benzer bir şekilde hiçbir zaman yazılmadı, hissedilmedi ve acı çekilmedi…- – Eleştiriyi ve inanılırlığı aşan bir ifade. Bu yetmiyormuş gibi, bunu bir de şu başlıklarla yazılan bölümler izler: -Neden bu kadar bilge olduğum-, -Neden bu kadar iyi kitaplar yazdığım- ve -Neden bir yazgı olduğum-. Bu bölümlerde alkolü eleştirir, yağı alınmış kakaoyu över ve kendisinin geliştirdiği dışkılama yöntemlerini tavsiye eder. -Zerdüşt-ün tumturaklı ve sisli havası tekrar su yüzüne çıkar, üstelik bu defa çok büyük boyutlarda: Cinnet olarak.

Ocak 1889’da sonu hızla yaklaştı ve onu yakaladı. Nietzsche Turin’de bir cadde üzerinde yürürken birden fenalaşarak yığılır. Düşerken feryatlarla, az önce kırbaç yemiş bir fayton atının boynuna sarılır. Nietzsche oteline götürülür. Oradan Cosima Wagner’e (-Seni seviyorum Ariadne-), İtalya Kralına (-Sevgili Umberto’m… tüm antisemitistleri vurdurtacağım-.) ve Jacob Burckhard’a (ki burada -Diyonisos- diye imza atar) kartpostallar gönderir. Burckhardt olup bitenleri anlar ve Nietzsche’nin bir arkadaşına haber verir. O da gidip onu Turin’den alır.

Nietzsche bunama geçiriyordu ve bir daha sağlığına kavuşamayacaktı. Durumu günümüzde dahi iyileştirilemez olurdu: Aşırı çalışma, yalnızlık ve çektiği acılardı bundan sorumlu olan, ama en çok da ona bulaşan frengi. Bu hastalık, -beyin felcine- neden olan üçüncü evresine ulaşmıştı. Bir sanatoryumda kısa süre yattıktan sonra annesinin refakatına verilir. Nietzsche artık kendi halinde uysal biriydi ve zamanının çoğunu kasılıp kalır bir durumda geçiriyordu. Düşüncelerinin berraklaştığı bazı anlarda geçmiş hayatıyla ilgili şeyler hatırlıyor gibiydi. Bir gün birisi ona bir kitap uzattığında şöyle dedi: -Ben de iyi kitaplar yazmadım mı?-

Annesi 1897’de öldüğünde bakımını kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche üstlendi. Nietzsche’nin emanet edilmesi gereken son insan oydu. Kız kardeşi, tanınmış bir Yahudi düşmanı ve başarısız bir öğretmen olan Bernhard Förster ile evliydi. Nietzsche onu insan olarak ve düşünceleri nedeniyle küçümsüyordu. Förster, Nueva Germania olarak adlandırdığı -ari- bir koloni kurmak üzere Sachsen’de bazı köylü ailelerini kandırıp Paraguay’a götürmüş, sonunda köylüleri dolandırıp intihar etmişti. (Nueva Germania’dan geri kalanları günümüzde de Paraguay’a gidip görmek mümkün. -Efendi-Irk- ise bugün oradaki yerliler gibi yaşıyor ve sadece sarı saçlarından ayırt edilebiliyor.) Elisabeth Almanya’ya dönüp ağabeyinin bakımını üstlendiğinde, onu önemli bir şahsiyet yapmaya karar verdi. Nietzsche’yi alarak, bir Nietzsche Arşivi kurmak niyetiyle, Schiller ve Goethe’nin yaşadığı kent olarak belirli bir üne sahip olan Weimar’a taşınır. Ardından onun yayınlanmamış yazıları üzerinde oynar ve onlara Yahudi düşmanlığı yansıtan ve kendisini öven unsurlar katan eklemeler yapar. (Üzerine eklentiler yapılan bu yazılar -Güç İstemi- adıyla yayınlanır. Ancak Nietzsche uzmanı Walter Kaufmann daha sonraları Elisabeth Förster-Nietzsche’nin yaptığı o saçma eklentileri ayırt etmeyi başarır ve bizlere Nietzsche’nin be en ilginç ve anlamlı kitabını gerçek tarafıyla sunar.)

Nietzsche, doğasını çok doğru kehanetlerle tanımladığı yirminci yüzyılın başına kadar hayatta kaldı. O kocaman bıyıklı, üzünç verici, bezgin ifadeli ve kim olduğunu artık bilmeyen adam, 25 Ağustos 1900’de öldü. O sıralarda eserleri, tüm hayatı boyunca beklediği yankıyı buldu. Ünü çok hızlı bir şekilde yayıldı. Üzerinde etki bıraktığı ve yirminci yüzyılın önemli şahsiyetleri olan insanlar arasında Freud, Rilke, Yeats, Strindberg, O’Neil, Shaw, Mann ve Conrad da bulunuyor. Naziler onu resmi filozofları olarak ilân etmeye çalıştıklarında ve Hitler, Weimar’daki Nietzsche Arşivinin önünde Elisabeth Förster- Nietzsche’nin elini öptüğünde, çıldırmanın ve cinnetin krallığına ayak atanlar bu kez Nietzsche’nin felsefesi değil, Nazilerdi. Nietzsche açıkça şöyle dedi: -Elbette henüz, ‘Alman Varlığı’ coşkunluğuna ulaşmadım. Bu ‘üstün’ ırkı saf tutma isteğine ise daha da uzağım. Tam tersine, tam tersine-.- Nietzsche, günün birinde ünlü bir adam olacağından daima emindi, ama dünyanın, ama dünyanın kendisini nasıl biri olarak değerlendireceğini tam olarak kestiremiyordu (ve bunda da haklıydı.) -Günü birinde beni aziz ilân etmelerinden çok korkuyorum… Ben aziz biri olmak istemiyorum, öyle olmaktansa, soytarı olmayı yeğlerim…-

İlgili Makaleler