Din Sosyolojisi

Fonksiyonalist Eğilim – DİN SOSYOLOJİSİNİN DOĞUŞU

Fonksiyonalist Eğilim – DİN SOSYOLOJİSİNİN DOĞUŞU
A. Malinotvski (1884-1942)’nin fonksiyonalist din antropolojisi anlayışı da A. Comte’tan beri gelmekte olan ve sosyal ilimlerde mübalağalı bir rol oynamış bulunan rasyonalist, natüralist ve tekâmülcü din anlayışına bir tepkiyi temsil etmektedir. Fonksiyonalist din anlayışına göre, bir kültürde her müessese, her fikir ve itikad muayyen bir fonksiyona, bir göreve sahiptir. Yoksa Comte, Spencer, Frazer, Tylor ve ötekilerinin iddia ettikleri gibi dinî ve sihrî uygulamaları ilmî ve teknik bakımlardan henüz fazla bir gelişmenin ortaya çıkmadığı bir dönemdeki insan zihninin yanılma ve aldanmaları olarak görmek yanlıştır. Tıpkı öteki sosyal müesseseler gibi dinin de cemiyet içerisinde belli bir fonksiyonu vardır. İşte din sosyolojisine düşen, dinî itikadlarla cemiyet arasındaki bu fonksiyonel münasebetlerin araştırılmasıdır. Malinowski, antropolojide alan araştırması yöntemi üzerinde önemle durmuş ve bu çerçevede katılma tekniği ile gözleme ayrı bir önem atfetmiştir. Onun araştırmaları, dinin toplumsal fonksiyonunun yanı sıra bunun psikolojik mekanizmalarını açıklamaya çalışmış olmak bakımından da önem taşımaktadır. Hattâ, bu çerçevede onun, dinin yanı sıra, büyünün toplumsal ve psikolojik fonksiyonları üzerinde de durmuş olması kayda değerdir. Böylece, Malinows- ki’nin metodu itikadlarla cemiyet arasında fonksiyonel bağlılık aradığı ve hattâ bunun psikololojik yönlerinin aydınlatılmasına yöneldiği için gerek ilkel ve gerekse modern toplumlarda büyü, din ve toplum münasebetlerinin anlaşılmasında önemli bir merhaleyi teşkil etmektedir. Gerçekte fonksiyonalist bir din nazariyesini, çok çeşitli yorumları altında, Malinowski’de başka, öteki birçok düşünür ve sosyologda da bulmak mümkün olmaktadır. Hakikaten daha önce gördüğümüz düşünürlerin hemen hepsinde bir tür fonksiyonel din anlayışı mevcut olup, A. Comte ve H. Spencer’de bu eğilim daha da güç- lüdür. E. Durkheim’m da kendine göre bir fonksiyonalist din anlayışı bulunmaktadır. Esasen Fonksiyonalizm akımı, daha sonra Strüktü- ralizm ile de birleşmek süreriyle, sosyal bilimlerde, sosyolojide ve özellikle de din sosyolojisinde ayrı bir akım olma hüviyetine kavuşmuş bulunmaktadır. İlerideki bahislerde yeri geldikçe bu gelişmelere imkân ölçüsünde temas edilecektir. lojiyi metot olarak aynı sayan doktrininden ayrılması olmuştur. Bu nedenle Durkheim’i de pozitivist sosyoloji ve felsefeye tepki gösterenler arasında saymak gerekir. Bununla birlikte Durkheim ve arkadaşları da dinin tabiatı konusunda A. Comte’la aynı fikirdeydiler. Çünkü Durkheim ekolünün, dinin özünü ve başlangıcını tamamen sosyal şartlardan hareketle rasyonel olarak açıklamak iddiası, A. Comte ve onun yolundan giden pozitivistlerin anlayışına dayanan eğilim etrafında toplanmış bulunmaktaydı. Bu anlayış ise aslında Aydınlanma devrinin tek yanlı entelektüalist ve rasyonalist görüş ve anlayışlarının etkisi altında vücut bulmuş bulunmaktadır.
Durkheim sosyolojisinin esasını “kolektif şuur” anlayışı teşkil etmektedir. Kolektif şuur, toplumdaki müşterek tasavvurların mecmuundan ibarettir. Toplumun kolektif tasavvurlarının temelini ise dinî inanç ve tasavvurlar teşkil ederler. Bu bakımdan E. DurkheinTin tüm sosyolojisi gerçekte bir tür din sosyolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Durkheim’in doktora tezi ve ilk mühim eseri olan Toplumsal İş Bölümü (De la Division du Travail Social, 1893) çeşitli sosyal müesseseler arasında dini de ele almakta ve onun gelişmesini incelemektedir. Mekanik (mihaniki) toplum tipi ile organik (uzvî) toplum tipini birbirinden ayırt eden Durkheim, bu iki değişik toplum tipi içerisinde dinin de değişik fonksiyonlara sahip bulunduğunu öne sürmekte ve böylece kendine göre fonksiyonalist bir nazariyesine yönelmiş görünmektedir. Daha sonra Sosyoloji Yıllığı (Annee Sociologique) dergisinde yazdığı ilk yazısında Durkheim “Dinî Hadiselerin Tarifi” konusunu ele almaktadır. Gerek Toplumsal İş Bölümü ve gerekse “Dinî Hadiselerin Tarifi” adlı bu iki araştırmasında Durkheim’in A. Comte’un tesiri altında kaldığı açıkça bellidir. Comte gibi Durkheim de dinin içtimailiği üzerinde ısrarla durmaktadır.
Durkheim, Annee Sociologique dergisindeki daha sonraki yazılarında da din konusu üzerinde önemle durmuş ve hattâ bu derginin bir bölümünü din sosyolojisine ayırmış olup, nitekim ilk olarak “Din Sosyolojisi” tabirine de Onun bu “Sosyoloji Yıllığı” (Annee Sociologique) dergisindeki yazılarında rastlanmaktadır.
Durkheim 1897 de yazdığı ve sosyal olaylar olarak intiharları inceleme konusu yaptığı İntihar (le Suicide) adlı eserinde de intiharlar
la dinî inançlar ve hayat arasındaki münasebet üzerinde durmaktadır. Dinin çeşitli sosyal olaylar üzerinde tesirlerinin bulunduğunu söyleyen Durkheim, dine bağlılıkla intiharların azlık-çokluğu arasında münasebetler bulunduğunu ortaya koymaktadır. Almanya’da intiharlarla ilgili olarak yapılmış istatistiklerden hareket eden Durkheim, Protestanlığa mensup olanların Katoliklerden daha çok intihar ettiklerini, çünkü Katolikliğin Protestanlıktan çok daha fazla toplumu ve onu oluşturan kişileri birbirlerine bağlayıp bütünleştirdiğini öne sürmektedir.
E. Durkheim’in din sosyolojisini ilgilendiren en önemli eseri Din Hayatının İbtidâî Şekilleri (Les Formes Elementaires de la Vie Religi- euse, 1912) adını taşımaktadır. Bu çalışma, gerçekten de din sosyolojisi sahasının klasikleşmiş eserlerinden biridir. Yazar bu eserine klasik felsefenin en mühim meselelerinden biri olan “epistemoloji” yani “bilgi teorisi” meselesini ele alarak başlamakta ve konuyu sosyolojik bakımdan halletmek istemektedir. Böyle yapmakla Durkheim, hem sosyolojinin önemli bir uzmanlık alanının oluşturan bilgi sosyolojisinin temellerini atmakta, hem de bilgi sosyolojisi ile din sosyolojisi arasındaki yakın ilişkiyi de gözler önüne sermektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, E. Durkheim’e göre, gerçekte düşüncemizin muhtevası gibi sûreti de İçtimaî ve dolayısıyla dinîdir. Eşyayı idrâk etmek üzere düşüncemizin kullandığı kategoriler olan zaman, mekân, illiyet (se- beplilik) gibi mefhumların teşekkülünde din rol oynamaktadır. Çünkü Durkheim’e göre din, insanın kendisi ile dünya hakkında edindiği ilk tasavvurların kaynağıdır. Dünya ve insan üzerine görüş ihtiva etmeyen bir din yoktur. Felsefe de ilim de dinden doğmuştur. Aynı şekilde tüm sosyal müesseselerin kaynağı da dindir. Bu anlamda hukuk, iktisat, ahlâk, sanat, vs. sosyal müesseseler hep kaynağım dinden almışlardır. Din yalnızca insan düşüncesinin teşekkülüne yardım etmekle kalmamış, aynı zamanda birtakım fikirlerle onu zenginleştirmiştir. Bununla birlikte Durkheim’e göre dinin asıl fonksiyonu bizi düşündürmek, bilgimizi zenginleştirmek değil, fakat bizi hareket ettirmek, yaşamımıza’ yardım etmektir.

Böylece Durkheim, bu eserinde dinin, genel bir teorisini kurmak istemekte ve bunu en ibtidâî kavimlerin dinlerinin analizinden çıkarmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken de, pozitivist sosyoloji anlayışına bir tür tepkiyi temsil etmekle birlikte Durkheim, kendisine kadar gelen sosyolog, etnolog, antropolog, filozof, vs. araştırıcıların üzerinde önemle durdukları dinlerin menşei ve tekâmülü meselesine kendine göre bir çözüm bulmaktadır. Durkheim’e göre dinler, ibtidaî dinlerden ileri dinlere doğru tekâmül etmiş olup, bunun en basit ve ve en ilkel olanı insanlığın en ibtidâî dininin olması gerekir. Durkheim’e göre en ilkel din “Totemizm” olup, bütün dinler oradan hareketle gelişmiştir. Gerçi Durkheim, öteki tekâmülcü din nazariyecileri gibi din olayının gelişmesini totemizmden itibaren teker teker ele almamaktadır. Tersine O, bu eserinde Avusturalya’daki totemizmle sınırlı kalmakta ve oradan dinin özüne erişmek istemektedir. Bu bakımdan Durkheim’in çalışması dinlerin tekâmülü meselesinden çok dinlerin menşei meselesi üzerinde odaklaşmış bulunmaktadır.
Durkheim’e göre Avustralya’da etnologların, seyyahların ve öteki yazarların gözledikleri totemizm tipi şimdiye kadar bilinen en ilkel din şeklidir. Bu tür bir dinden daha mütekâmil dinlere geçilmiştir. Durkheim dinin en ilkel şeklinin totemizmde bulunduğunu göstermek ve böylece dinin menşei meselesini halletmek için, ilkin din olayının tarifi ile işe başlamaktadır. Durkheim’e göre dinin özü, eşya ve eylemlerde gözettiği “kutsal” (sacre) ve “kutsal-dtşı” (profane) ayırımında toplanmaktadır. Ne “ilâh” ne “sır” ve ne de “tabiat-üstü” kavramı dinin özünü anlatmak için yeterli değildirler. Çünkü Durkheim, dini tarif ederken bütün dinleri göz önünde tutmak gerektiğini belirtmekte, oysaki meselâ “ilâh” fikrini dinin özü olarak ele aldığımızda Buda dininin ilahsız bir din olarak karşımıza çıktığını ifade etmektedir. Aynı şekilde Durkheim’e göre “tabiat-üstü” ve “sır” (mystere) kavramları da dinin özü olarak alınamazlar. Çünkü tabiat üstü kavramı tabiî kavramının insanlık tarafından idrâk edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Buna karşılık bütün dinlerin birleştikleri ortak bir özellik, eşya ve eylemlerin kutsal ve kutsal-dışı olarak ikiye bölünmesinde toplanmaktadır. Bir başka ifade ile din fikrinin esası kutsal düşüncesinde toplanmakta ve din, “kutsal şeylerle ilgili inanç ve amellerden mürekkep bir sitem” olarak karşımıza çıkmaktadır. Her dinde mukaddes şeylerle ilgili olup o dinin özünü teşkil eden birtakım “akide” ve “ameller” mevcuttur. Aynı şekilde her dinde, bu mukaddes inanç ve amellerin birleştirdiği müminlerin oluşturduğu bir dinî “cemâat” da bulunmaktadır ki, bu son nokta Durkheim’e göre dini büyüden ayıran temel özelliktir. Dinde cemâat vardır ve esastır. Büyü sistemi ise cemâatten mahrumdur.
Bu şekilde dini tarif eden Durkheim, daha sonra kendisinden önce dini açıklamak iddiasıyla ortaya atılan iki teoriyi ele almakta ve bunların tenkidini yapmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi bunlardan biri Tylor’un animist, ötekisi de Müller’in naturist nazariyele- ri olup, birincisi dinin özü ve başlangıcını ruhlara tapınmada görmekte; İkincisi de dinin tabiata taşınma şeklinde başladığını öne sürmekteydi. Durkheim’e göre ne animizm ve ne de naturizm dinin başlangıcını açıklamaya yeterli değildir. Çünkü, dinin özünü insandan tabiata aktarılan ruh anlayışında gören animizm bunu rüya ve ölüm hadiseleri ile açıklamak istemekte, natürizm ise dinin kişileştirilmiş tabiat kuvvetlerine tapınma şeklinde başladığını öne sürmekte, ancak her iki nazariye de dini kolektif bir “hayal” (hallucination) e irca etmekle onun realitesini ortadan kaldırmaktadır.
Böylece, animist ve natürist nazariyeleri tenkit eden Durkheim, kendisinin din hakkında yaptığı açıklama ile dinin realitesini kurtardığını iddia etmektedir.
Durkheim’e göre din “toteme tapınma” (totemizm) şeklinde başlamıştır. Gerçekte “totem” kelimesi “klân” denilen topluluğa mensup kişilerin atası sayılan ve bu sıfatla mukaddes bilinen hayvan, bitki veya eşyanın soyundan geldiklerini öne süren, onu mukaddes tanıyan ve ona tapınan toplum tipinin kutsal birliğinin simgesidir. Klân büyük çapta bir aile gibidir. Klânın totemi üyelerden her birinin de totemidir ve mukaddestir. Ona dokunmak ya da bazı dinî merasimler hariç yemek, vs. yasaktır. Böylece totem, “tabu” denilen bir yasaklar sistemi tarafından korunmuş olmaktadır. Aslında totemin resminin bulunduğu her eşya ve bütün klân üyeleri de mukaddestir. Çünkü birtakım ayinleri müteakip totem olarak kabul edilen bitki veya hayvan yenir ve bu sûrede kutsiyeti tüm klân üyelerine dağılmış olur. Totemden kolektif bir güç yayılmaktadır ki buna Polinezyablar ve Melanezyalılar “mana’\ Sioux’lar “wakan” demektedirler. Bu gü-
din ferdî şuura nüfuz edebilme ve orada ferdileşme kabiliyeti mevcuttur. İşte Durkheim’e göre ruh fikri buradan doğmaktadır. Yani insanların ruhu totemin mana gücünün ferdî bir kılığa bürünmüş özel bir şeklinden ibarettir.
Durkheim’in yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız bu görüşleri pek çok tenkitlere uğramıştır. İlkel insanların dinî inanışlarını açıklamak üzere ortaya atılmış bir hipotezden öteye gidemeyen Totemizm, metafizik ve idealden mahrum bir ilkel din olarak gözükmekte olup, orada ruhun ölmezliği, ahiret ve hesaplaşma inançları mevcut değildir. Bu şekli ile totemizm ibtidâî dinlerin bütün şekillerini ve bilhassa semavî varlıklara yapılan ibadet (cultes) ve kurban (sacrifice) meselesini tam manâsıyla ihtiva etmek ve açıklamaktan mahrumdur. Klan teşkilatının görüldüğü her yerde totemizme de rastlanmakla birlikte, totemizm gerçekte sadece sınırlı bir alanda görülmekte olup, böylesi- ne sınırlı bir vakıayı bütün dinlerin ilk formu olarak görmek yanlış olmaktadır. Üstelik bilinen şekilleriyle klânlar ve totemizmin belli bir tekâmül safhasından geçmiş oldukları da muhakkaktır. Buna göre kİ ân ve totemizmden önce de daha ilkel toplum ve din şekillerinin bulunması gerekir. Nitekim Durkheim’in yakın mesai arkadaşı M. Ma- uss şöyle demektedir: “Tam bir totemizmin gerçek misallerine, insan toplulukları arasında az sayılmayacak derecede rastlanmaktadır. Fakat tüm toplumlarm varlıklarının herhangi bir anında bu safhadan geçmiş olmaları imkânsızdır”. Hindû-Avrupaî, Samı ve Mısırlı kavimler arasında hayvanlara tapınmaya oldukça sık rastlanmaktadır. Fakat buradan, bu toplumlarda totemizme rastlandığını öne sürmek mümkün olmamaktadır. Çünkü totemizmle ilgili pek çok özellikler onlarda görülmemektedir. Bütün bunlar ise totemizmin en ilkel din şekli olduğu iddiasını çürütmektedirler.
Esasen Durkheim, dinin toteme tapınma şeklinde başladığını ancak onun kaynağını toplumun kolektif vicdanından aldığını iddia etmektedir. Buna göre dinin özü olan “kutsal” kavramı insanların birlikte yaşamalarının yani sosyal hayatın bir sonucudur. O halde Durkheim’in anlayışına göre insanlar dine inanmak ve tapınmakla, aslında kendi kendilerine ve kendilerinin oluşturdukları topluma tapınmış olmaktadırlar.
Dinin, toplumun bir yapı şartı olduğunu kabul etmekle birlikte, yukarıdaki gibi dinin özünü ve başlangıcını aklî olarak açıklamaya kalkışarak, onun özü olarak alman kutsalı sosyal menşeli kabul edip, toplumun şuurundan doğduğunu öne sürmekle Durkheim, din gibi özünde insan ve toplumu aşan ve İlâhî olan bir realiteyi insana ve topluma irca etmekle dinin süjesi ve objesini, tapanla tapılam, abidle mabudu birbirine karıştırmakta ve hataya düşmektedir. Çünkü her toplumda, sosyal hayatın, birlikte yaşamanın izaha kâfi gelmediği bir “aşkın” yücelme ihtiyacı ve bir İlâhî âleme yöneliş bulunmakta olup, din de özünü buradan almaktadır.
A. Comte’un pozitivist sosyoloji anlayışında değişiklikler yapmış olmakla birlikte, onun etkilerinden tamamen kurtulamamış olmak bakımından Durkheim’in yakın mesai arkadaşı ve onun çalışmalarını tamamlayan M. Mauss (1873-1950) ile Lucien Levy Bruhl (1857- 1939)’den söz etmek gerekir. Gerek Mauss ve gerekse Bruhl pozitivizmden kaynaklanmakta olup, sosyal şartlardan hareketle dinin özünün ve başlangıcının aklî olarak açıklanabileceği konusunda Durkhe- im’le beraberdirler. İlkel toplumların kolektif zihniyeti üzerinde derinliğine psikolojik araştırmalara girişmiş bulunan L. Levy Bruhl, dini ibtidâî zihniyetin bir kalıntısı olarak görmek istemiştir. Dinin sosyal menşei ve fonksiyonu konusunda ortaya atılan bu fikirler ise en büyük tepkiyi, kendisi meslekten bir sosyolog olmamakla birlikte büyük bir filozof olan ve din sosyolojisi sahasında da önemli görüşlere sahip bulunan Henri Bergson’dan görmüşlerdir.